"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
İnsanoğlu yaşadıklarını, gördüklerini unutmadan, günlük olarak kâğıt üstüne dökse, ne büyük denecek romanlar, öyküler, belgeseller, değerli yapıtlar çıkardı; hem de kurgu uğraşı olmadan, gerçeğin ta kendisi gözler önüne serilirdi diye düşünüyorum. Kitabı yazarken bazı konularda, Ulus Gazetesi’nde, Akba Kitabevi’nde çalıştığım günleri hatırlamak isterken bu düşünce geçti içimden. Ankara Ulus Meydanı’nda, günümüzdeki Yüzüncü Yıl Çarşısı’nın bulunduğu yerde tek sıra dükkanlar vardı. Kitap konusunda en tanınmışı, Akba Kitap ve Yayınevi’ydi. Yanında Maarif Kitabevi, biraz ileride Berkalp Kitabevi, Çiçekçi Sabuncakis ve Karpiç Lokantası vardı. Akba Kitabevi’nin simgesi kedi başıydı. Yayınladığı kitaplarda, Ankara kedisinin beyaz başı görülürdü. Akba Kitap ve Yayınevinin sahipleri iki ortaktı. Dükkanın sağ tarafında dipte masa başında, saçları yer yer dökülmüş, ince yüzlü Bilal Akba, masanın hemen önünde de Adil Bey otururdu. Adil Bey siyah saçlı, ak benizli, iri gözlü, mesleğinde etkin bir kişiydi. Bilal Akba ve Adil Akbay İstanbul’daki bazı gazetelerin, ‘Ankara Temsilciliği’ni yaparken; aynı zaman da İstanbul’da yayınlanan bütün gazetelerin, dağıtım görevini yapıyorlardı. Ortaklar arasında işbölümü yapılmış gibiydi. Bilal Bey’i bütün gün gazete bayilerinin hesaplarını yapıp, getirdikleri paraları sayarken; Adil Bey’i ise daha çok gazetecilikte görürdünüz. Kitabevi, içinden birbirine geçilen yanyana iki dükkandı. Bir tarafta yabancı dilde ve Türkçe yazılmış roman, hikaye, şiir ve meslek kitapları, diğerindeyse okul kitapları ve kırtasiye satılıyordu. Kırtasiye kısmında aynı mahallede oturduğumuz Nedim, Beybaba dediğimiz emektar ve Ulus Matbaasında beraber çalıştığımız Emrullah vardı. Patronların oturduğu taraftaysa, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi, Almancayı az da olsa konuşabilen Yahudi asıllı Cemil, muhasebeye bakan yine Yahudi asıllı İbrahim, görev yapardı. Beybaba ile Emrullah, her sabah istasyona giderek, Fransızlar’ın işlettiği dönemden kalan, üstünde halen ‘Internatıonal Wagon lit’ yazılı ekspres’den bir gün sonrasının İstanbul gazetelerini alırdı. İterek sürülen saçtan yapılmış araba ile getirirlerdi. Gelen gazeteler, paketlerin üstündeki dağıtıcıların isimlerine göre, dükkânın önünde gürültü, patırtı içinde dağılırdı. Tek parti devrinin son yıllarıydı. C.H.P içinde kopmalar, tartışmalar yaşanıyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu Kabinesi 29 Mayıs 1945 günü, 7 muhalif milletvekiline rağmen güven oyu almıştı. Karşı olanlar Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Emin Soyak, Hikmet Bayur ve Recep Peker’di. Nitekim Celal Bayar ve üç arkadaşı, dörtlü önerge de vermişlerdi. Önergenin gerekçeleri şu idi: Dünyada tanınan insan haklarına karşılık, kendi parti tüzüklerinde de, bazı yargı ve kanunların değişmesi. Mecliste yaşananlar, haber bakımından çok önemliydi. Adil Bey, benim de belli saatlerde meclise gelerek, vereceği haberleri İstanbul’da temsilcileri olduğu gazetelere göndermemi istemişti. Meclise arka tarafta bulunan servis kapısından girerek, basın mensuplarının bulunduğu tarafa yönelir, Adil Bey’in verdiği haberleri alırdım. Oradan da, haber metinlerini, Yeni Postahane’deki görevliye ulaştırırdım. Telgraflar maniple aygıtıyla gönderilirdi. Yanılmıyorsam aynı haberi İstanbul’daki 3-4 gazeteye aktarmış olurduk. Bazen de, bu gazetelere, Mekki Sait Esen’in verdiği haberlerle, Cumhuriyet Gazetesi de eklenirdi. Aynı şekilde Sergi Evi’nde (Opera binasının olduğu yerde) çekilen Milli Piyango biletlerinin, o gün kürelerden düşen numaralarını liste yapıp alarak, gene aynı gazetelere geçerdim. Akba Kitap ve Yayınevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çok yakın olduğu için burası siyasilerle birlikte, gazetecilerin de uğrak yeriydi. Kitabevi dar olduğu için, neresi önlerine gelirse, orada ayaküstü sohbetler yapılırdı. Gelenler arasında, tanıdıklarımın içinde daha çok, Mekki Sait Esen, Feridun Fazıl Tülbentçi, Emin Karakuş, Sabahattin Sönmez, Kemal Zeki Gençosman ve Niyazi Kutay’da vardı. Bu sohbetlerde, Sabahattin Ali ve Nadir Nadi ara sıra bulunurdu. Sabahattin Ali’nin o günlerde, ‘Kuyucaklı Yusuf’ romanı Akba Yayınlarından basılıyordu. Kendisinin de orada bulunduğu bir sohbette, Necip Fazıl Kısakürek Üstadın o bilinen, ‘Kadın Bacakları’ şiiri konu edilmişti. Grupta bulunan Feridun Fazıl Tülbentçi, şiirin bir dizesini ezbere okuyarak Üstad’ın, son günlerde yazdığı din ağırlıklı dizeleriyle karşılaştırıp, gülüşülmüştü. Şiirin tamamını yazmaya gerek görmüyorum. Bir kıtası şöyle idi: “Boynuma doladığım güzel putu görseler İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını Kör olsaydı gözlerim açılırdı sürseler İsanın eli diye bir kadın bacağını.” Hiç şüphemiz yok üstad büyük bir şairdir. Bu ve buna benzer şiirlerini sonraları reddettiğini biliyoruz. Şiir’in bir yönü de azdırıcılık, şair de istemeden azdırıcı olabiliyor. Üstad, ‘Pötüka’sında bu konuyu da içine alan görüşü şöyledir: “Şair ne yaptığının yanı sıra niçin ve nasıl yaptığını ilmine muhtaç ve üstün marifetinin sırrına müşdak, bir tılsım ustasıdır.” Bizim nesil, ezanı Türkçe olarak duymuş ve tanımış, özellikle de dini konularda doğruluk dürüstlük aramıştır. O gün orada konuşulanlardan etkilenmiş olacağım ki, yıllar sonra Üstad’ın ölümünde şu dizeleri yazmıştım: Kâh ışık kâh karanlık bilinmeyen kesafet, Hohlattı ona camı, göğün üstünde buğu; Beyaz bir bulut oldu kelimenin soluğu, Geliyor sana doğru, Rabbim sana emanet.. Necip Fazıl Kısakürek Üstad’ımızın kendine göre bir misyonu vardı, bir aksiyon adamıydı. Şiirleriyle birlikte, şair ve şiir örgüsünün ‘Poetika’sıyla (Şair ve şiir içgüdüsü ve düşünceleri) şairliğin üstatlık beraatını almıştır. Asıl konumuza dönecek olursak: Feridun Fazıl Tülbentçi, ak benizli, pos bıyıklarıyla etkileyiciydi. Daha çok şiir konuşurdu. Geldiği zaman kitap reyonları arasında başta Adil Bey olmak üzere sohbetler koyulaşırdı. Sâbahattin Ali’de kendisine yapılan adli takibatlardan olacak, fazla ilgi duyulan kişiydi. Orta boylu, şakakları kırlaşmış, yakışıklı bir adamdı. Kendisi öne çıkmaktan çok sorulara cevap verirdi. Bunların dışında fazla konuşmazdı. Satılan kitaplarından olacak, Bilal Bey geldiği zaman ödeme yapıyordu. İçlerinde en çok konuşan Mekki Sait Esen’di. Gazetesine haber bulmak için her çareye başvururdu. Bunu bildikleri için, Emin Karakuş, Adil Akbay haber pazarlığına girerlerdi. Haberin bir kaynağı Meclisse, ikinci kaynağı da Akba Kitabevi idi. Emin Karakuş, kalın kaşları, fötr şapkası, kısa boyuyla sohbet çemberinin tipik temsilciydi. O yıllarda Yeni Sabah Gazetesinin Meclis muhabirliğini yapıyordu. Kendisiyle, Adnan Mendere’i miting alanından uzaklaştırdığı Wolsvagen otomobiliyle, yıllar sonra tamirhanede karşılaşarak konuşmuştuk. Akba Kitabevine gazetecilerden başka çok ünlü kişiler de gelirdi. Bunların başında Hilmi Uran, Tayfur Sökmen, Fuat Köprülü, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar ve bunların dışında adlarını bilmediğim, önemli sandığım kişileri tanıyacak yetişkinlikte olmadığımdan, gelenlerin önemli kişiler olduğunu, yüzü kapıya dönük oturan Bilal Bey’in ayağa kalkmasından anlardım. Akba Kitabevinde, görev için gönderildiğim Anadolu Ajansında, Milli Eğitim Yayın Müdürlüğünde, tercüme bürosunda, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Arif gibi sonradan ünlü olan şairleri tanıdım. Yabancı dille yazılmış kitaplara göz gezdirmek bahanesiyle, kitapları uzun uzun okuyanlar vardı. Kitaplar pahalı bulunduğu için, satın alamayanlar meslek kitaplarından (bilhassa tıp dalında) not alanlara da rastlanırdı. Patronlar tarafından bu konuya yönlendirilmiş olmalıyım ki; böyle müşterilerin başından ayrılmaz, kitapların kirlenmemesini sağlamaya çalışırdım. Adil Akbay’la TBBM, Milli Piyango çekilişleri ve başka yerlere de götürüldüğümü oradan bana verilen notları ya postahaneye ya da kitabevine gelerek ortağı Bilal Bey’e verdiğimi hatırlıyorum. Ulus Gazetesi ve Akba Kitabevi iş olarak ilk çalıştığım yerlerdir. Adil Akbay’ı yanılmıyorsam 1951 yılında olsa olsa 45 yaşlarında böbrek yetersizliği, ‘üremi’den kaybettik. Buradan her ikisine ve bu cümleden hepsine rahmet diliyorum. Bir gün anı yazacağımı o günlerden bilseydim, Akba Kitapevinden ayrılmazdım. Buradan ayrılarak o yılların popüler eğlencesi ve kazancı fazla olan bir sinemanın satış büfesinde iş almıştım. Sinema suareleri önemliydi. O gün Ankara’nın en seçkin aileleri sinemanın loca ve balkonlarını doldururdu. Daha geniş hatırlamalarımı sinema bahsinde anlatabilirim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haydar Köprülüoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |