"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Seyitgazi’den Eskişehir’e döndükten az sonra, babamın kararı doğrultusunda, Nail amcamın döküm fabrikasında çalışmaya başladım. Sabahtan akşama kadar ya kum eliyordum, ya da dökülmüş parçaların üzerindeki çapakları taşa tutup temizliyordum. Patron, yeğenini öteki işçilerden farklı bir muameleye tabi tutmuyordu; onlar ne kadar çok çalışırsa, ben onlardan daha çok çalışmak zorunda kalıyordum. Tuğla ocaklarından ağır işçiliğe alışık vücudum için fazla yıpratıcı bir iş değildi. İş saatlerimin dışındaki vaktimin tamamını Nuri ile geçiriyordum. Kendisine bir elektronik solo gitar ile elli ‘watt’lık bir amfi almıştı. En büyük hayali bir orkestra kurmaktı. Kambersiz düğün olmayacağına göre, orkestrasında benim de bir yerim vardı elbette. Ben, orkestranın bas gitaristi olacaktım. Başlangıçta, bas gitarın ne menem bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Bir takım bas gitar ritm kalıpları öğrendikçe, kendimi ‘bas gitarist’ sanmaya da başlamıştım. Sıra bir baterist ve bir orgçu bulmaya gelmişti. Onları da tamamlar tamamlamaz, Emekli İmamın son günlerde satın almış olduğu düğün salonundaki düğünlerde çalmaya başlayacaktık. Amcama düğün salonlarında gitar çalarak para kazanacağımı, o nedenle yanındaki işten çıkacağımı söyleyince, yanından ayrılmam için izin vermişti. İlk elektro basgitarımı bir mağazadan taksitle alacaktım. Mağaza sahibi yaşımın küçük olmasını bahane ederek gitarı vermek istemedi, (o günlerde on yediyi tamamlayıp onsekizime girmiştim) ama amcamın arkadaşıymış; bana, “amcanız kefil olursa veririm,” deyince, adama, “Mademki amcam arkadaşınız, kendisine kefil olup olmayacağını sizin sormanızı rica ediyorum; çünkü ben kefil olmasını rica ettiğimde, beni ret edebilir; ama sizinle konuşurken buna yüzü tutmayabilir,” demiştim. Bu kurnazlığı açık sözlülükle ifade etmiş olmam adamın hoşuna gittiği için, “tamam, senden kefil mefil istemiyorum,” demişti. Ama bu defa da ben, “amcama telefonla, bana kefil olup olmayacağını sormanızı rica ediyorum,” diyerek ısrar etmeye başlamıştım. Amacım, amcanın yeğenine itimadını ölçmekti. Böyle düşündüğüm için amcam beni mahcup etmişti! Çünkü adama, ne istiyorsam vermesini söylemişti... Sonradan, orkestra ile İnegöl’e çalışmağa gitmiştim. İşlerin sıkışıklığından iki ay Eskişehir’e gelememiştim. Eskişehir’deki bir pavyonda iş ayarlayıp Nuri’nin orkestrasından ayrılarak Eskişehir’e geldiğimde o mağazaya giderek, borcumu aksatış nedenimi açıklayarak özür dilemiş ve ödeme yapmak istemiştim. Mağaza sahibi borcun tamamını amcamın ödediğini söyleyince, kendimi küfür yemiş gibi hissetmiştim. Bir gün gelip amcamın bu durumu kakınç yapabileceğinden çekinerek, parayı amcama ödemek istemiş; ama o, gitarı bana hediye olarak aldığını söyleyerek parayı kabul etmemişti. Eskişehir’deki Göksu Gazinosunda (üçüncü sınıf bir pavyon) davulcu Topal Haydar, akordeoncu İlhami ile beraber çalışmaya başlamıştım. Barın sahibiyle yaşım küçük olduğu için polislerin sıkıştırması yüzünden (çalışma karnesi için yirmi bir yaşını doldurmuş olmak gerekiyordu) ve ücret konusunda bazı ihtilaflar yaşamaya başlamıştık. Adam, basgitar da neymiş, bir davul, bir akordeon yeter, çıkartın basçıyı, ona verdiğiniz parayı kendi ücretlerinize ekleyin deyince, yüzüme seninle çalışmak istemiyoruz demekten utanan bu can yoldaşlarımın(!) aklına gelen şeytanlık şöyle olmuştu: “Patron mademki ücretlerimize zam yapmıyor, bırakalım işi...” diyerek yanıma gelmişler, ben de olur demiştim, bırakalım anasını satayım! Tesisatlarımızı sökerek pavyonu terk ediyorduk. O arada ben kendi tesisatımı eve nakletmek için bir taksi tutmaya caddeye kadar gidip, beş dakika içinde bir taksiyle dönmüştüm. O ne! O beş dakika içinde, orkestra arkadaşlarım kendi tesisatlarını barın sahnesine gerisin geriye taşımışlar; benim tesisatlarımı dışarıda bırakmışlardı. Bana da, “biz işi bırakma kararımızdan vaz geçtik. Patrondan özür dileyip tesisatımızı içeri taşıdık. Sen de istiyorsan, patronla bir görüş,” diyorlardı. Numaralarını yememiştim. Onlara, “böyle bir numaraya kalkışmak yerine adam gibi, biz seninle çalışmak istemiyoruz deseydiniz, ben gene de ayrılırdım. Hiç olmazsa, gözümde böylesine küçülmezdiniz,” diyerek tesisatımı eve götürmüştüm. Çok sonraları, bir gün Topal Haydar, vicdan azabından olsa gerek, o hareketleri nedeniyle benden özür dilemiş ve tuzağı patronun talimatıyla kurduklarını itiraf etmişti. Bu itirafı yaparken o işsizdi, ben ise, gece 24:00’ e kadar bir düğün salonunda, 24:00’den sonra da bir pavyonda çalıyordum... Enstrümanın ustalarıyla dostluklar kurarak ve bazen dersler alarak basgitar çalmakta epeyi ileri taşımıştım kendimi. Fa anahtarıyla bir partizizasyonu rahatlıkla okuyor ve çalabiliyordum. Bu durumum çok daha iyi orkestralarda, daha iyi paralar kazanmamı ve arada bir profesyonel ünlülerin arkasında çalmamı da sağlıyordu. Babamın bir ayda kazandığı maaşı yevmiye olarak kazanabildiğim günlerdi, ama onun bütçesine tek kuruşluk bir katkı da sağlamıyordum. İlişkilerimiz gereğinden fazla soğuktu ve tabii ki, eskisi gibi tokatlayabileceği bir evlat da değildim, tam tersine tam bir ev külhanbeyiydim. Benden uzaklaşabilmek için annemin köyü olan Eğriöz’e taşınıp yerleştiklerinde, ben de komşuanne dediğimiz bir kadının evinde pansiyoner olarak barınmaya başlamıştım. O dönemde Nur ile tanışınca, hayatımdaki değişiklikleri de yaşamaya başlamıştım. Beni liseyi bitirmeye teşvik eden o oldu. O lise üçüncü sınıfta öğrenciyken ben de lise birinci sınıfa başladım ve o üniversiteyi bitirip öğretmen olduğunda ben de liseyi bitirdim. Liseyi bitirme sınavlarına Nur’un baskısıyla, onların evinde misafir olarak sıkı bir çalışma programıyla girdim ve o hızla E.İ.T.İ.A. İktisatı kazandım. Hastalandığım güne kadar, bir taraftan da düğün salonlarında ya da barlarda orkestra müzisyenliği yaparak müzisyenliği sürdürüyordum. Bir gece orkestrayla birlikte sahnedeyken bayılmış, hastaneye kaldırılmıştım. Teşhis, sulu zatürcemdi. Eskişehir Devlet Hastanesinde Dahiliye Hekimi Necdet Özsel, hastanesinin bu hastalığın tedavisinde yetersiz olduğunu, tedavimin İstanbul Siyami Ersek Hastanesinde yapılmasının iyi olacağını söylediğinde o çok sevdiğim babam ve annem bana sahip çıkmamıştı. (Yokluk bahane, zira ziyaretime bile gelmemişlerdi) Necdet Özsel, amcam’a ulaşıp, bu çocuk İstanbul’a götürülmezse ölecek deyince, amcam tanıdığı bir muhtardan aldığı fakir ilmihali ile İstanbul’daki Siyami Ersek hastanesine yatırmıştı beni. O zamanlar bu hastalık göğüs boşluğuna dirhemlerle girilerek ve göğüs boşluğundaki cerahat aspiratörlerle dışarı alınarak tedavi edilmekte ve çoğunlukla ölümcül sonuçlar oluşmaktaydı. (Şimdi nasıl tedavi edildiğini bilmiyorum ama o zaman ki usulle edilmediğini duymuştum.) Aynı hastalıktan aynı koğuşta yatarak tedavi gördüğümüz bir hastanın öldüğünü görmüştüm. Buna rağmen öleceğimi aklımın ucundan bile geçirmiyordum. İstanbul Siyami Ersek Göğüs Hastalıkları Hastanesindeki altı kişilik koğuştan cesedi çıkmayan bir tek bendim. Ne tuhaftır ki, çevremdeki diğer hastalar birer birer ölüp giderken bir an olsun öleceğimi düşünmemiştim. Nur’a döneceğimi ve onunla çok mutlu bir hayat süreceğimi düşünüyordum. Bu öylesine güçlü bir düşünceydi ki, gerçekleşmemesi imkansızdı; çünkü Tanrı ile aramdaki inanç birlikteliğimizdi benim düşüncelerim. Ben hiçbir problemi kendi egomla halletmeye kalkışmazdım. Egomun çok dışında bulunan bilinçaltıma havale ederdim her şeyi. Tanrı bilinçaltıma çözümleri tarif eder, bilinçaltım da, bilincime gereken bilgiyi verirdi… Hastane düzenine ayak uydurabilen birisi değildim. Hastalığın etkileri azaldığında sigara, içki, uyuşturucu hap (ağrılarım için birisinden afyon sakızı satın alıyordum) gibi şeyler kullanmaya başlamıştım ve sigara içerken sık sık suçüstü yakalanıyordum. Hastaneden kendi isteğimle taburcu olduğumu belgeleyen kovuluşum anında,1,85 m. Boyuma karşın 48 kg. idim. Hastanedeki baskülün yanlış tarttığına inanmak isteyerek, hastaneden çıkar çıkmaz bir sokak tartıcısı bularak tartılmış ve vücut ağırlığımı teyit ettirmiştim. Akciğer Hastalığından sonraki nekahet dönemimde bana sahip çıkan tek insan kayın validem olmuştu. Eskişehir’e döndüğümde Nur’un ailesi beni evlerinde ağırlamaya başlamışlardı. Sevdiğim kız ile aynı evde yaşamak ve ailesinden böylesine yüksek değerli bir destek görmek, çok yüksek bir moral aşılıyordu. O şartlarda çok kısa bir süre içersinde inanılmaz biçimde toparlandım ve tam 72 Kg.a çıktım. Göğsümde dirgenlerle taburcu edilmiştim. Bunlarla göğüs boşluğumdaki iltihaplar dışarı çıkıyordu ve iğrenç bir kokuları olduğundan, onların temizlenmesi problemli oluyordu. Pansumanlarım, beslenmem dâhil tüm problemlerimi kayınvalidem hallediyordu… Tanıdığım en iyi insandır kayın validem. Onun hakkını hiç ödeyemem. Ona duyduğum saygı ve sevgiyi kendi ebeveynime de duymam... Her şeye rağmen hastahaneye yatırılışım esnasındaki iyiliği için “Allah, amcamdan razı olsun!” Bu hayır duam, onun yaptığı o iyilik karlığında yeterlidir. Her şeye rağmen sözü niçin? Açıklayayım. Hastaneden taburcu olup, Eskişehir’e döndükten sonra, devam eden tedavim için kullandığım ilaçlarımı, belki param olmadığı için, belki de paramın başka eczacıya gideceğine amcakızına gitmesi için, amcakızım Selma’nın eczacı dükkanında yaptırmak istemiştim. Kız, reçeteye doğru dürüst bakmadan, “bu ilaçlar yok bende,” deyip geri çevirmişti. “İlaç dediğin ağrı kesici ile antibiyotik. Depodan da getirttirebilirsin ama maksadın benimle alış veriş yapmamaksa, söyle ki, bileyim,” deyince, amcakızı, “evet, babamın vasiyeti var. Ergin gelince yüz vermeyin, diye vasiyet etti bize,” demişti. Amcam, böyle bir şey demediyse, günahı o kızın. “Amcam madem böyle bir şey vasiyet etti, selam söyleyin ona, Ergin isminde bir yeğeni olmadığına inandırabilir kendini... Yalnız, beni İstanbul’a götürüp hayatımı kurtardıktan sonra, niçin böyle bir vasiyette bulunduğunu çok merak ediyorum. Niçin?” demiştim. O da, “ sen üçkağıtçının tekisin de ondan. Babamı, aldığın gitara, mağaza sahibi kefil olmasını istemem dediği halde, mağaza sahibine ısrarla telefon ettirip, utanmadan babamı kefil ettirmişsin, sonra da babama ödetmişsin...” diye bir şeyler açıklayınca, o olmuştu. O gitarın parasını da (o zaman ki vitrin fiyatıyla) amcamın İş Bankası Eskişehir Merkez Şubesinde ki hesabına yatırmıştım. (Yanında çalışırken, bir keresinde o hesaba muhasebecisiyle para yollarken duyduğum için, o şubede hesabı olduğunu biliyordum.) Ve, bir daha ne amcamla, ne de çocuklarıyla görüşmemeye karar vermiştim. Yıllar sonra, amca çocuklarının birinin düğününde görevli orkestrada çalışıyordum da mecburen tebrik filan laflaşmıştım; ama 1978’de babam vefat edince, amcama, ben yazmadığım halde, babam senin yüzünden öldü, filan diye bir küfürlü mektup yazdığım ortaya atılınca, ilişkilerimi tamamen kesmiştim ve o aileden hiç kimseyle bir daha hiç görüşmemiştim. Tam o günlerde kendi doğrularını dosdoğru ifade eden kadın, Safinaz abla ölmüştü… Ankara’dan kaçarak geldiğimde, beni hayal kırıklığına uğratarak anneme teslim eden Safinaz ablayı hayatımdan ebediyen çıkarmıştım, ama cenaze töreninde de en çok ağlayan ben oldum. * “BİZİM KÖYÜN AYILARI” roman yazan: Kemal Paracıkoğlu * S O N S Ö Z “Yaşlı adam, neden geldin? Gelmeni istemedim ki ben!” “Zamanlar paylaşılmalıdır. Sen, senin payına düşeni iyi v eya kötü, yaşadın. Şimdi, yaşamak sırası bende…”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |