Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe |
|
||||||||||
|
ANNEANNE Nihayet ortaokulun birinci sınıfına başlayacaktım. Önlük devri kapanıyordu; artık lacivert ceketimin altında kravat, gömlek ve başımın üstünde şapkamla gidip gelecektim okula. Tıpkı subaylarınki gibi siperlikli, sarı şeritli bir şapka alınmıştı, onu kafamda taşımak müthiş bir duyguydu. Kıyafetlerimi giyindiğim o ilk gün, annemin küçük kırık aynası elimde, saatlerdir vücudumun her tarafına tuta tuta baktığım yerdeki görüntümü gözden geçiriyordum. Aynayı arada bir suratıma yönlendirdiğim zaman da, onun mutlulukla sırıttığını görüyordum. Ayağımda gıcırtılı Sümerbank iskarpinleri, sırtımda babamın aynından almak zorunda kaldığı lacivert palto, kafamda sarı şertli şapka… Paşa gibi hissediyordum kendimi. Adımlarım, “rap, rap” asker adımları gibi gidiyordu. Safinaz abla, “doktor ol sen,” dediğinde, “ben ressam olacağım,” demiştim. O, “insan hem doktor olup, hem resim yapabilir,” diyerek beni ikna edince içimden pek gelmemesine rağmen onun hatırı için doktor olmayı kabul etmiştim. Ama şimdi, subay olmayı çok istiyordum. “Safinaz ablaya sorarım, tamam madem ki, subay ol, derse doktorluğu bırakıp subay olmaya karar veririm.” Yıldızlı, madalyonlu bir subay olurdum, ne güzel… Bir sürü madalyam olurdu. Antikacı dükkânında İstiklal Madalyaları, Kore Madalyaları satıldığını görmüştüm bir sürü, gider alırdım onlardan, göğsümü tıka basa madalyayla donatırdım. Okulun avlusunda toplanan öğrencileri değil, kafalarındaki şapkaları görebiliyordum bir tek, avlu sanki bir şapka tarlası. Kimisi kulakların üstüne kadar geçirilmiş, kimisi öylesine eğreti, uçtu uçacak. Arada birbirinin şapkalarını kapıp sıpıtan haylaz oğlanlar da vardı; birisi de gelip benimkini kapıp sıpıtır diye korkuya kapılarak sık sık elimi başıma götürüyordum. İlk ders Türkçe. Öğretmen, aile büyüklerinizden birinin biyografik öyküsünü yazın, demişti. Dakika bir, gol bir. Daha bu ilk derste istenecek şey miydi bu Allah aşkına? Yazmaya başlamıştım: "Annemin bir abisi, bir kız kardeşi ve bir de annesi varmış. Birbirleriyle hiçbir ilişkileri yokmuş. Onlarınki tam bir aile dramıymış. Dedem, yani anneannemin kocası bir Kurtuluş Savaşı gazisiymiş. Eskişehir’e yirmi kilometre kadar mesafede bulunan Eğriöz köyünde yaşarken, adam vefat etmiş. Anneannemi kandırmışlar, özürlü iki evladı olan kabzımalın biriyle evlendirmişler. Kabzımal, evlatlarına sahip çıkarım diyerek nikahına aldığı anneanneme kendi özürlü evlatlarına baktırmış, ama anneannemin kendi evlatlarını da ne yapıp edip darmaduman etmiş. Önce, henüz iki yaşlarındaki teyzemi, hiç evlatları olmayan bir kabzımal arkadaşına evlatlık verdirmiş. Sonra, yıldızları hiç barışmayan on beş yaşlarındaki abinin evi kendiliğinden terk etmesinin zeminini hazırlamış. Daha sonra yedi yaşındaki annemi, zengince bir ailenin evine “besleme” olarak vermiş. Annem, verildiği evdeki zulümlere on iki yaşına kadar katlanabilmiş; sonra o evden kaçarak annesine sığınmak istemiş. Bu defa da üvey babanın zulümlerine direnmek zorunda kalmış. Bir hamamda çalışarak kendi hayatını kuran abisine sığınmak istemiş, yüz bulamamış, sokaklarda kalmış. Emniyet mensuplarının müdahalesi ile tekrar annesinin yanına dönmek zorunda kalmış. Babaannem, annemin bu hikayesini duyduktan sonra henüz on üç yaşındaki annemi, yeni öğretmen çıkan oğluna almış. Uzun lafın kısası, üç kardeş, anneanne ile ve birbirleriyle hiç, ama hiç görüşmeden büyümüşler. Büyüyüp kendi yuvalarını kurarak çoluk çocuğa karıştıktan sonra, kırk yılda bir görüştüklerini ben biliyordum. Ama dediğim gibi kırk yılda bir…" Yazımı burada bitirip öğretmene teslim ettim. Sanıyordum ki, not verecek yazdıklarımıza, ama hiç bir zaman verilmedi öyle bir not. O halde niçin istendi o yazılar ki... Aman, boşver... Anneannemin öyküsü ilginç köşe başları olan bir hayattı... Anneannemin kabzımal kocası, belki de üç üvey evladına ettiklerinin vebalini ödeyerek acılar içinde ölüp gitmişti. Adamın şeytanlıktan başka hiçbir şeye çalışmayan zihniyetine bakın: Öleceğini anlayınca işlerini ve oturdukları evi, anneanneme kalmasın diyerek kendi kız kardeşinin üstüne yapmıştı. Mahkeme kapılarında yıllarca sürünerek bu işlemi iptal ettirmek için uğraşan annem olmuştu. İnanılması zor, ama gerçek, biz torunların da şimdilerde avukatın birisinde birer vekaletnamesi var ve sanırım mahkemeler sürmekte… O bunu yaptıktan sonra anneannem de iki özürlü çocuğa bakmaz elbette… Toplamış pılı pırtısını, köyüne, Eğriöz’e dönüp, orada yerleşmişti. Bir hafta kadar sonra Türkçe öğretmenim beni yanına çağırdı. "Kuvvetli bir kalemin var. Yazım kurallarına uyum fevkalade... Miş’li geçmiş zaman kullanarak değil de, di’li geçmiş zaman kullanarak yazsaydın, daha iyi olurdu. Aferin oğlum, " dedi. "Sen iyi bir yazar olabilirsin..." İnsanı sırf bu kadarcık bir teşvik, nasıl da yönlendiriyordu. O andan sonra ben, hiç, ama hiç yazım kurallarıyla uyumsuz, kötü bir yazı yazamadım. Hep bu Türkçe öğretmenimin yüzünden... Oysa ne çok isterdim çala kalem yazmayı... Bahçelievler mahallesindeki eve taşındıktan bir yıl kadar sonra, evimize yaşlı bir kadın getirdiler. İlla da, beni kızımın evine götürün, diye tutturmuş da onun için getirmek zorunda kalmışlar. Annem her ne kadar iyi karşılamış olsa da, buz gibi soğuktu kadına karşı. Benim odama bir döşek yayıp yatırdılar hemen. Sürekli öksürüğü vardı. Öksürdükçe göğüs kafesinden fokurtular duyuluyordu. Öyle bir hastalık (sulu zatürcemp) sekiz on yaşında çocuk gibi küçücük bırakmıştı bedenini, her yanındaki adaleler eriyip yok olmuştu. Bana, “Bu senin anneannen,” dediler. “Öp elini!” İçimden gelmiyordu öpmek, gene de ayıp olmasın diye uzanıp tuttuğum kuru, damarlı eli öpüp alnıma değdirdim. O ise beni tutup kavrayarak çekip bağrına bastı. “Torunum…” diyerek koklaya koklaya öpmeye başladı. Koca aşıklısı kadın kocasının iki özürlü çocuğuna sahip çıktığı kadar kendi öz evlatlarına sahip çıkmamıştı ya, onun için zerre kadar sevgi yoktu yüreğimde ona karşı. Elinden kurtulup kendimi çekmeye çabaladıkça o daha çok zapt ediyordu beni. Kadıncağızla ilk ve son temasımız o oldu. Aynı gece öldü… Hamamda çalışan dayım, üvey babanın mirasıyla zengin olan kibirli teyzem ve annem, annelerinin cenazesi başında buz gibi soğuk suratlarıyla cenazenin bir an öce kaldırılması için bekliyorlardı. Cenaze, öğle namazından hemen sonra, yangından mal kaçırır gibi defnedildi. Bir daha, hiç kimse, ama hiç kimse o mezarlığın başına dikilip bir Fatiha okumadı. Yıllar sonra, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, o mezarlığı yeşil alana çevirerek park yaptı. Mezarlıktaki ölülerine sahip çıkanlar, mezarlıkları yeni mezarlığa naklettirdi; sahipsiz mezarlıklar çimlerle örtüldü. Çimler altında unutulan anneannenin hakkı olduğu ileri sürülerek peşine düşülen miras davasının ise unutulacağı yoktu. Ölüm hak, miras helaldi...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |