..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bir kitabın kaderi okuyanın zekasına bağlıdır." -Latin Atasözü
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Kemal Yavuz Paracıkoğlu




19 Mart 2012
Arkadaş  
Kemal Yavuz Paracıkoğlu
Bayramın son günü madam oturmaya geldiğinde, Müslüman bayramında bayramlaşmaya gelen bir hıristiyanı sempatiyle karşılamıştık. Ne var ki, gelişinden çok geçmeden asıl niyetini ortaya koyunca, bu sempati anti sempatiyle yer değiştirivermişti.


:AFBC:



Bayramın son günü madam oturmaya geldiğinde, Müslüman bayramında bayramlaşmaya gelen bir hıristiyanı sempatiyle karşılamıştık. Ne var ki, gelişinden çok geçmeden asıl niyetini ortaya koyunca, bu sempati anti sempatiyle yer değiştirivermişti.

“Özür dileyerek, sizden başka bir eve tasinmanisi rica etmeye gelmisim…”

“Başka bir eve mi? Yani, evi boşaltmamızı mı istiyorsunuz?”

“Evet…”

“Ama Madam, böyle damdan düşer gibi! Bir kusurumuz mu oldu da…”

“Yok efenim, estagfurullah… Sisin gibi iyi bir komsu basim üstünde… Maamafih, bu daireyi ve kendi oturduğum daireyi satmis bulunuyorum… Bendeniz İstanbul’a dönmek üsere kardeşlerimden davet almisim, fakat evin alicileri demektedir evi bos teslim almak isteriz yoksa istemeyis…”

Evi satın alanlar, evleri boş teslim almak kaydıyla satın alacaklarını söylediklerinden kadıncağız telaşa kapılmıştı. Babam, madamın mazeretini olumlu karşıladı.

Hiçbir zaman ev sahibi olamadık, ama kiraya verilen evlerin hepsi bizim sayılırdı.

Madam, evimizin nakliye masraflarını da üzerine alınca, annem iki gün içinde yeni bir ev tuttu; tutulan evin kirası da daha ucuz olunca iki gün içinde taşındık.

Safinaz ablaya veda bile edememiştim, ama o benim için değerliydi, çarşıda yanına gider görüşürdüm…

Bahçelievler’de, köşe başındaki iki katlı bir binada, üst kattaki salon gibi geniş bir sofası olan iki odalı bir eve taşındık. Bu evin de mutfağı önünde küçük bir balkonu vardı. Binanın iki sokağa bakan dış yüzlerinde dükkanlar vardı; bana tahsis edilen odanın altındaki dükkan bir marangozhaneydi, diğerleri de bir terzihane ve bir dernek lokali. Dükkânların arkasında kalan kısımda, bizim alt katımızda da tek odalı küçük bir başka ev vardı, yaşlı bir karı koca olan Muhittin Amca ve Meryem teyze ile oğulları Mehmet oturuyordu. Binanın dışında evin giriş kapısının hemen yanında da, sanırım dükkanlara mahsus bir hela vardı. Helayı zaman zaman yoldan geçenler de kullanıyorlardı.

Yeni evimize taşındığımızın hemen ertesi günü Seyitgazi’ye döndüm.

Seyitgazi’ye büyükbabasının evine bayram tatilini geçirmek için gelen Mesut’la da birlikteliğimiz başladığı gün bitmişti, çünkü ben Eskişehir’den Seyitgazi’deki ablamın yanına dönerken, o Eskişehir’deki kendi evlerine dönmüştü.
Seyitgazi Atatürk İlkokulunda geçirdiğim yarı yılın, Eskişehir Ziya Gökalp İlkokulunun beşinci sınıfında geçirdiğim bir buçuk yıldan farklı bir yanı olmadı. Her iki okulda da şöyle doya doya arkadaşlık yapabileceğim bir grubum olmamıştı.

Sınıfımda aynı sırada oturduğumuz Kırkalı Nazmi, en iyi arkadaşımdı. En çok ondan yakınlık görüyordum. Şişmandı. Geniş, taraklı burnunun toparlak ucu bir sivilceyi andırır gibi kırmızıydı. Burnundan sümüğü hiç eksik olmuyordu, üst dudağının üstünde aşağı doğru inmeye başladıkları zaman, “hıığh!” diye, gerisin geriye burnunun içine çekerdi onları. Bizim evin bulunduğu sokakta otururlardı, okula birlikte gidip gelirdik. Koca götünü kaldırıp ağaçlara tırmanamadığı için, Şefika teyzenin ağaçlarından kendisi için bir şeyler aşırtırdı bana.

İlkokuldan sonra bir daha görüşemediğim Nazmi’yi yıllar sonra askerlikte yaptığım bir kavganın cezası sivildeyken gelince sekiz günlüğüne girdiğim Eskişehir Kapalı Cezaevinde gardiyan olarak gördüm. Beni görür görmez tanıdı, ama tanımazlıktan geldi. Bir daha da yakınıma sokulmadı bile…

Çolak Necati, Bulgaristan’dan Türkiye’ye ailesiyle birlikte göç ederek gelmişti. Türkçeye tam hakim değildi ve kötü bir şiveyle konuşurdu. Sınıfın haylazları iki de bir “macır, macır, götü cırcır,” türünde tekerlemelerle rahatsız ediyorlardı çocuğu. Sonunda ben müdahil oldum olaya. Aynı bahçede oturduğumuz Gül öğretmene gittim, “sınıfın haytalarını” şikayet ederek yardımcı olmasını rica ettim. O da sınıf öğretmenimize olayı aktardıktan sonra, haytalar kara tahtanın önüne dizilip avuçları açtırılarak “Bundan böyle Necati’ye sataşanlar bu dayağı gene yerler!” denildikten sonra cetvelle avuçlarına vuruldu.
Necati, kendisi için yapılan bu kayırmadan mutlu halde sadistçe sırıtmaktaydı.

Necati’nin hemen önündeki sırada iki tane kız çocuğu oturuyordu. Kızlar, onun yüzünden dayak yiyen arkadaşları için üzüntüden olsa gerek, “çolak şey, nolcak!” diye mırıldanmışlar.

Necati ayağa fırladı, kendine has şivesiyle bağırmaya başladı:
“Te be üretmenim! Üretmenim gı…Aha bu kapçın ağzlı gız, dediki, bağa, şulak şey dedi!”

Ne dediğini kendisinden başka hiç kimse anlayamadı. Öğretmenimiz de anlamış gibi yaparak, “tamam, oğlum, anladım. Otur yerine!” diyerek sakinleştirdi onu.
Necati, sınıftaki bu tür aşağılamaların etkisinde kalarak yaşadığı aşağılık duygusuyla derslerde çok başarılı oluyordu. Aşağılık duygusunun insanı teşvik eden, itici bir etkisi olduğunu Necati’den dolayı öğrenmiştim. Ama bunların, aşağılık duygularını aşamamaları durumunda da çevreye verebilecekleri zararların bir kaçını bizzat yaşamıştım…

Okullar tatil olup da diplomamla eve döndükten sonra, bir daha Seyitgazi’ye gitmedim. Esin ablamın yanında Ersin kalmaya başlamıştı.

Beni Seyitgazi’de ablamla geçirdiğim dört, beş aylık süreçte bir defa bile Seyitgazi’ye gelmeyen annem, haftanın iki, üç günü Seyitgazi’ye gider olmuştu. Hatta babam bile bir hafta sonunda gidip gelmişti.
İlkokul bittikten sonra da arkadaşlığımı sürdürdüğüm tek sınıf arkadaşım Necati’ydi.      

Necati’nin babası Eskişehir’de bir köfteci dükkânında işe girmişti; ailesi, okulların tatile girmesinden hemen sonra Eskişehir’e göç etmişti.

Necati’de tıpkı Mesut gibi Bahçelievler mahallesinde oturuyordu. Onu Mesut ile tanıştırdıktan sonra iyi bir üçlü oluşturmuştuk. Baş oyunlarımız misket ve langırt (masa topu) idi. Misket oyununda usta olan bendim. Yüzlerce, rengarenk misketim vardı, her gün önüme döküp, her birini adeta okşarcasına sevdiğim... Masatopunda en ustamız Necati’ydi; oğlan o sakat eliyle harikalar, yaratıyordu. Langırt salonun da Necati’yi yenebilen hiç kimse, çıkmamıştı.

Bir de Eskişehirspor’un maçlarını hiç kaçırmazdık. Eskişehirspor’un fırtına gibi estiği yıllardı. Paramız olmadığı için maçlara bir yolunu mutlaka bularak kaçak giriyorduk. Düz duvara tırmanma becerisine sahip cambazlar gibiydik. Kabalarımıza izlerini bırakan coplar, ellerimize batan dikenli teller fayda etmiyordu; sakatlanan kaçaklar da oluyordu sık sık…

Benim ayrıca Safinaz ablam vardı ve haftanın bir iki gününde mutlaka onun yanına uğruyordum.
Annemin yokluğu ve babamın işi nedeniyle epeyce başıboş kalmıştım. Günün hemen her saati, langırt salonunda geçmekteydi. Langırt oynamaya para dayanmıyordu, babalarımızın verdiği okul harçlıklarından başka, başka para kazanma yolları arıyorduk. Mesut her ne kadar gayri meşru yollara yanaşmıyordu ise de Necati onun tam tersiydi. Langırt için annesinin en çok yumurtlayan tavuğunu da satmıştı, bir bakır güğümünü de... Bende ondan aşağı kalmıyordum. Annemin yıllardır kullandığı pirinçten bir havaneli ile tokmağı vardı, ben hurdacıya satana kadar; sonra, evimize girip çıkanlardan birinin yürüttüğüne karar verilince ben suçlanmaktan kurtulmuştum.

Bakkala veresiye yazdırıp alış veriş ederdik, ay başı geldimi de götürür borcumuzu öderdik. Yaptığımız alışverişin kaydedildiği küçük bir bloknotumuz olurdu. Aybaşı geldi mi, annem, al şunu bir hesapla derdi. Otururdum, sayfa sayfa toplardım tutarları, ama illa ki, bir on, onbeş lira fazla çıkartırdım rakamları. Annem topladığım rakam kadar parayı yolladığında fazla olan bakiyeyi cebime indirir, kalan bakiyeyi de bakkal Ahmet’e teslim ederdim. Benim de aybaşından aybaşına aldığım bir maaş gibiydi bu para. Doya doya langırt oynardık birkaç gün.

Mahallemizin ekmek fırınının bir uygulaması vardı, yüzlük fiş koçanları veriyordu müşterilerine, fiş parasını da veresiye yazıyordu. Mahallelinin başka başka yerlerden ekmek almalarını engelleyip hepsini kendisinden ekmek almaya alıştırmak için akıllıca bir uygulamaydı. Maaşla çalışan babamda bu aylık fişlerden alıyor, evimizin ekmek ihtiyacını bu fişlerle karşılıyorduk. Necati’nin babası ise evin ekmek ihtiyacı için nakit para kullanırdı. Ekmek alması için fırına yollanan Necati, önce bana gelir, ben bizim evin ekmek fişlerinden tırtıklayıp Necati’lerin evine fişle ekmek alırdım. Necati’ye verilen nakit para ile de… (bilin bakalım ne yapardık?) Yaptığım şu idi: Garip babamın iki yakasını bir araya getirmemek için üstüme düşen ihanetleri!




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Balkonlu Ev...
Bizim Köyün Ayıları... 2.
Babam…
Madam...
Büyük Öğretmen Boykotu…
Çöpçatan...
Tip Tip Tipsizler…
Anneanne...
Safinaz Abla...
Bohçacı...

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Muhittin Amca...
Hempa...
Kralların Kraliçesi
Hanımeli...
Siktiriboktan…
Basgitar...
Nil Kraliçesi.
Nerede O Eski Öğretmenler…
Kur'an Ayetlerinden
Facebook Tatilcileri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Part - Time Sevişmeler [Şiir]
Bir "Hiçbir Şey" Olmak [Şiir]
Deliler Bayramı [Şiir]
Nazlı Nazlı Karılar... [Şiir]
Gülbahar'ım; Can Çiçeğim! [Şiir]
İkimiz İçin [Şiir]
Hayatım [Şiir]
Halepçe [Şiir]
Senden Önce, Sensiz [Şiir]
Çapkın Kız... [Şiir]


Kemal Yavuz Paracıkoğlu kimdir?

Okur yazar, okuduğunu anlar, yazdığı okunur, emekli büro memurluğundan devşirerek, kendi kendine oldu yazar. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Hiç kimseden etkilenmemiştir, kendine özgü bir yazı dili kullanır...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2025 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.