Her devrim yokolup gidiyor ve peşinden yalnızca yeni bir bürokrasinin artıklarını bırakıyor. -Kafka |
|
||||||||||
|
Kıbrıs’ta yaşayıp, kız çocuğu olmayan her kadının mutlaka duyduğu bir temenni... Önceleri, öylesine söylenmiş bir cümle olduğunu düşünmüştüm. Ancak zaman geçtikçe, işittiğim bu temenninin ısrarlı söylenişi beni üzerinde düşünmeye itti. Kıbrıs’ta yaşamaya başladığım ilk yıllardan itibaren çevremdeki kız çocukların, ailenin erkek çocuğundan daha fazla ilgi görüp sevildiğinin tanığıyım. Kıbrıslıların kız çocuklarına karşı pozitif bir ayrımcılıkla davranışı, çocuğun cinsiyetine göre ayrım görmediği bir yerden gelmiş olan benim bile dikkatimi çekmiş, altında yatan gerçekliği merak etmeye başlamıştım. Yakın çevremdeki kadınların Batılı hemcinslerinden farklı olmayan yaşam biçimi, eğitimli oluşu, kendi kararlarını kendileri vermeleri gibi özgüven içeren davranışlar sergileyişleri... Bunun temeli olmayan, kendiliğinden ortaya çıkmış bir tercih olması zordu. Yaşça geçkin olanlar, ailenin kendinden sonra gelen kuşağı tarafından sanki bir Ana Tanrıça gibi kabul görüyor, kadın ya da erkek, onun söylediklerini her zaman dikkate alıyordu. Kız çocuğu olmayan kadınların, oğullarıyla kurdukları ilişki kızlarıyla kurduğundan farklı değildi. Daha önce rastlamadığım, hatta Türkiye’nin büyük bir kesiminde görülmesi hâlâ bir hayal olan bu davranışı temellendirmenin Kıbrıs kültürünü anlamakla mümkün olduğu ortadaydı. Annelerine bir Ana Tanrıça’ya tapar gibi itaat eden Kıbrıslı erkekler, kendi kızlarını da sanki Tanrıça olacaklarmış gibi yetiştiriyor, eşlerine ise onların kararına saygı gösteren, onlar üzerinde tahakküm kurmaya kalkmayan bir davranış sergiliyorlardı. Ataerkil toplumların kabulü olan, soyun erkek üzerinden devam etme geleneği, bu topraklar üzerinde görülse de bu sadece kağıt üzerinde bırakılmış, hayat başka bir pratik üzerinden devam ettirilmişti. Zaman içinde Kıbrıs’ın kuzeyinde, herhangi bir Kıbrıslı erkeğin karısına şiddet uyguladığı ve bunun diğerleri tarafından üzerinde durulmayan bir konu olarak bırakıldığına hiç şahit olmadım. Münferit yaşanmış bazı şiddet olayları, gazete sayfalarına düşmüş olsa da, bu hiç bir zaman Kıbrıs toplumunun kabul ölçüleri içinde yer bulmamıştı. Gazetelere yansıyan olayların bir çoğunun muhataplarından en az biri yine Ada’ya dışarıdan gelendi. Miras konu olduğunda, kız çocuklar en az erkek kardeşinin aldığı payın aynını alırken, çoğu zamanda onlardan biraz daha fazlasıyla ödüllendirilmişti. Hemen her aile; kız çocukların doğumundan itibaren hangi yaşta olursa olsun ellerini onların üzerinden eksik etmiyor, torunları ile de sanki onların tüm sorumluluğu da kendilerine aitmiş gibi birebir ilgileniyorlardı. Kız çocuğunun kendisine yakın bir yerde yaşaması için elden geleni yapan ebeveyn, eğer bu konuda başarılı olamadıysa, bir biçimde onun yaşadığı yere ulaşmanın yolunu bulur. Damatlar hoş tutulur, gönülleri okşanır. Bunun nedeni basittir. İkinci sihirli cümle, ‘Üzülmesin gızcık’. Bununla ilgili bir çok anektod var belleğimde. İşte bir tanesi... Sakın uydurduğumu düşünmeyin. Bu tip olaylara sıklıkla rastlamak mümkündür. İş yerime servisle gidip geldim bir kaç yıl. Sonra ne olduysa oldu, servis birdenbire kaldırıldı. Eh!.. İş yeri Lefke’de ev de Girne’de olunca, ulaşım sorunu içinden çıkılması güç bir hâl almıştı. “Neden?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Nedeni basit. Bir kere Ada’da toplu taşıma yerleşmiş bir uygulama değildir. Bir kaç firmanın, o da otuz ya da kırk senelik araçlarıyla seyahat etmek zorunda bırakılırsınız. Ayrıca Girne’den Lefke’ye dek tek bir vasıta ile gitme şansınız yok. Okurken, “alt tarafı bir ada, ne kadar uzak olur ki?” diyeniniz olur diye yazma gereği duyuyorum. Girne ile Lefke arası 67 kilometre. Yani daha kolay anlaşılması için her gün Yalova-Bursa arasında gidip gelmek zorunda kaldığınızı düşünmeniz yeterli. Bir de doğru dürüst bir ulaşım aracı yoksa, hayat sabah yaşanan bir kabusla başlar. Neyse, iş yerinin ben ve benim gibi Lefke dışında yaşayan çalışanlarını götürüp getirdiği servis devre dışı kalınca, ben de İstanbul’dan kalan alışkanlıkla minübüs kullanarak bu yolu gidebileceğimi düşünmüştüm. Önce Girne’den Lefkoşa’ya bir minübüsle gidip, şehrin hemen girişinde yer alan Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi durağında inip, Güzelyurt’a gideceğim minübüsü beklerdim. Saati pek de belli olmayan araç beni Güzelyurt terminaline kadar götürürdü. Orada aldığım ve ilk bindiklerime göre daha eski, içi son derece yıpranmış ve oldukça kirli minübüsle, kötü kokular içinde Lefke’de çalıştığım üniversiteye, bir buçuk saat süren meşakkatli bir yolculuğun sonunda varırdım. Bunu niçin yaptığıma gelince; birincisi o zaman henüz yollar çift yön değildi, araba kullanarak gelmek tehlikeliydi. İkinci önemli neden ise benzinin pahalı oluşu. Şimdiye dek Kıbrıs’ta kullanılan araba markaları ilgili yargı sayesinde; ‘Benzin parasını mı düşünüyor?’ deyip, bıyık altından gülümsediğinizi görür gibiyim. Ama Renault marka bir araç kullandığımı hemen belirtmeliyim. O günlerde eğer işim çıkıp da başka bir ulaşım yolu kullanarak Girne’ye dönüş yapmam gerekmişse bir trajikomik bir yolculuk beni bekliyor olurdu. Sinema izlemeyi sevenlerin Fellini filmlerini anımsaması, bu noktada benim işimi kolaylaştıracak; yaşadığım gerçekliğin görsel sahnelerini hayal etmek, onları da güldürecektir. Yol hikayesi, kendini bu kurgunun içinde bulan yolcu için şu şekilde gelişir: Güzelyurt’tan tarife ile kalkan(!) taksi dolmuşlardan biri ile gitmek istediğinizi ilgili ulaşım firmasını telefonla arayıp bildirirsiniz. Tarifeli derken çekince koymam, kalkış saati gibi ne zaman varacağınız konusunda da kesin bir öngörünün olmayışındandır. Nedenine gelince; “Bir tane daha çocucuk et. Gız olsun!” düşüncesi... Güzelyurt’tan kıvrıla kıvrıla ilerleyen ve hiç bitmeyecekmiş hissiyle sizi hemen sarıveren Beşparmaklar’ın dağ yolundan Girne’ye gitmeye mecburen niyet etmişsinizdir. Lefke’den size verdiği saatten mutlaka daha geç almaya gelen taksi dolmuşa girdiğinizde, yere çökmüş hissi ile doğrulur, bu kez de kafanızı tavana çarparsınız. Yayları bozuk, döşemesi yırtık, oldukça da havadar Mercedes taksi; – eğer firma aransa, kesin marka müzesine kabul edilir- sizi aldıktan sonra ağır ağır yola koyulur. Lefke ile Güzelyurt arasını – gerçekte 19 kilometredir ve maksimum 50 km. Hız ile gidilir- yolun virajlı, dar ve yerleşim bölgelerinden geçmesi nedeniyle insanın zaman algısını allak bullak edecek bir sürede alırsınız. Yol üzerindeki köylerde yaşayan birileri, Girne tarafında oturan kızları için yemek yapmış ise, bindiğiniz taksi dolmuş onları almak üzere; genelde şoförün elinde tuttuğu ve kargacık burgacık yazı ile yazılmış adreslere mutlaka uğrar. Eğer şansınız yaver gitmezse, annelerin kızlarına gönderdikleri yemek tencerelerinin birden fazla olduğu bir sefere rastlamışsınızdır. Tam bir kabustur. Adreslerin olduğu köylere, yol üzerinde olsun olmasın bir bir girilir. Yemek tencereleri alınır, arabanın bagajına, yemeği gönderen tarafından itina ile yerleştirilir. Şoförün elinde tuttuğu kağıt üzerindeki tüm adreslere uğranıp, bu işlem defalarca yaşanır. Nihayet Güzelyurt terminalinden çıkıldığında insanın içinde anlamsız bir ferahlama oluşmuştur. Artık Girne’ye doğru yol alınacak, hiçbir yere sapılmayacaktır. Bu anlamsız ferahlık hissi, Girne sınırına girildiğinde yerini kabusun henüz sonlanmadığı duygusuna bırakmıştır. Karşıyaka’dan, Girne merkeze kadar olan yol boyunca, araba bagajındaki tencerelerde duran yemeklerin adreslere teslim edilme işleminin zamanı gelmiştir. Kaç tencere varsa o kadar da uğranacak durak... Bir başka örnek... Bu da yine sıklıkla görülür. Kız çocukları olan anneler sadece onların çocuklarına bakıp, bizim de alıştığımız üzre anneanne görevlerini yapmazlar. İlk örnekten anlaşılmış olduğu üzre her gün kızlarının kendi evlerinde yiyecekleri yemekleri yapıp verme gibi bir görevleri de vardır. Evin kızı işe giderken annesine bıraktığı çocuğunu almak için iş çıkışı uğrar. Eğer akşam yemeği anne evinde yenmeyecekse, arabasına çocuğuyla birlikte akşam yiyeceği yemeğin olduğu tencere de konur. Anneler elde olmayan nedenle durumu yine abartmışlardır. Ada insanı, evine yakın işyerlerinde çalışır. Örneğin bir öğretmen mecburi hizmeti bittikten sonra tercih ettiği kasabada çalışmaya başlar ve hiç ayrılmaz. Ya da bir memur... Çok seyrek olarak, evinin olduğu yerleşim bölgesinden uzakta çalışmak zorunda kalmış Adalılar’a rastlanır, onlar da bir elin parmaklarını geçmez. Anlaşılacağı gibi bir Adalı’nın evi ile işi arasındaki mesafe on dakikayı geçmez. İş böyle olunca, öğle yemeği yemek üzre eve gitmek bir adettir. Bu adeti sürdüren anneler, hayatta olan dünürleri ile dönüşümlü olarak çocuklarının öğle yemeklerini finanse ederler. Her şey çocuk üzülmesin mantığı üzerinden şekillenmiştir. Çocuk üzülmesin kısmının en önemli muhatabı ise elbette ki kız çocuklarıdır. Bazı ebeveynlerin evini, arabasını alıp, cep telefonu faturasını ödeyip, bir de kendi isminin konduğu torunun okul masrafını karşılaması Adalılar için olağan, hatta fazlasıyla sıradandır. En fazla; yapıp edilenler söylenir ve cümleler “Helâl olsun cocucuğa” lafı ile tamamlanır. Görüleceği üzre kız çocukları evlendiklerinde ya da bir iş sahibi olduklarında evden ayrılmamışlardır. Onlar anne ve babaları hayatta olduğu sürece doğdukları günden itibaren o evin ferdi olarak yaşam sürerler. Bu fiziksel bir kalış olmaktan ziyade, sorumluluklarının ebeveynler tarafından paylaşılmasıdır. Gerek Anadolu, gerekse de İstanbul’un toplumsal kültüründen farklı olan bu durumun bir de Araplar’da olduğunu uzun yıllar yurt dışında çalışmış babam söylemişti. Adalılar için de çocuk çok değerlidir. Araplardan farklı olarak da kız çocukları... Her ailenin ‘paradan sorumlu devlet bakanı’ kadındır. Kıbrıslı erkeklerin çoğu parasının idaresini karısına bırakmıştır. Bunun nasıl olduğuna kafa yormak bu topraklarda yaşayanlar için saçmalıkla harcanan zaman tanımlamasına girer. Zira kadın ya da erkek kendi doğduğu aile içinde de benzer bir anlayışla büyütülmüştür. Münferit ilişkilere rastlanmaz mı? Rastlanır. Ama adı üzerinde onlar ‘münferit’tir. 2000’li yılların başında uzunca bir aradan sonra yeniden başlayan Kıbrıs Görüşmeleri, Ada’da yeni bir süreci tetiklemişti. Oldukça hareketli geçen bir kaç yıl Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yapmış Kıbrıslı Rumlar, Yeni Dünya’ya açılan kapının anahtarını ellerine almıştı. Kuzey’de yaşayan Kıbrıslılar, diğerlerinin Kıbrıs üzerinden elde edecekleri üyeliğin ortağı olunduğunun anlaşılmasını istemişlerdi. 2002 yılında Annan Planı ortaya çıktığında Kıbrıslı Türk siyasetçiler önce biraz mesafe ile yaklaştılar, bu yeni öneriye. Zaman aralığının dar oluşu, trenin yola hızla devam edişi, ellerinden kaçırmak istemedikleri bir fırsatı yitirme kaygısı, halkı hareketlendirmişti. ‘Bir Evet’le Dünyaya bağlan’ sloganının altında yatan gerçek, tanınmayan ülke vatandaşlığının ne olduğu bilen Kıbrıslı Türklerin bu çaresizlikten sıyrılma çabasıydı. O dönemde çoğu gazete yazısında eleştirildiği gibi salt Avrupa Birliği pasaportu almak istemekle açıklanacak kadar basit değildi. Kuzey’de yaşayan Adalılar, bu son tren olarak gördükleri plan üzerinde kafa yormaya başlamışlar; daralan zamanı kendi lehlerine çevirmenin derdine düşmüşlerdi. Ve sonrasında, binlerce insan sokaklara dökülmüştü. Harekete ivme kazandıranlar siyasiler değil, kadınlardı. Kıbrıslı kadınlar; eğitim için yurtdışına gidip bir daha geri dönmeyen ya da Ada’da kalıp işsizlikle kıvranan çocuklarına daha güvenli bir yaşam sunabilmek adına sokaklardaydı. Kıbrıslı kadınlar çocuklarının geleceğini kurtarmak için yaşanmakta olan sürece dahil olup, onu yönlendirdi. Geçmişte yaşanmış çatışmalar veya savaş sırasında en az erkekler kadar çaba göstermiş oluşlarının verdiği cesaretle, yeniden sahnedeki yerlerini almışlardı. Onlar artık başka bir platformda savaşan Yeni Milenyum Amanzonları’ydı. Bu; çocuğuna sahip çıkma, onu doğduğu topraklarda tutabilme ve onlara insanca yaşam olanakları sunulan bir hayatın kapısını açabilme savaşıydı. Kıbrıs’ta hüküm süren düzeni sarsarak kendine getirmek yine onlara düşmüştü. Kadınlar... Kıbrıslı Kadınlar... Hepsi birer Amazon askeri kadar cesaretli ve dirençliydi. Bugün Kıbrıs’ta taşlar biraz yerinden oynamış ise; bunun altında siyasilerin başarılarından çok Kıbrıs Amazonları’nın başarısı aranmalıdır. Çünkü kadın sokağa çıkınca, her şey değişmiştir. Bu satırları okurken ‘bizim için çocuklarımız değerli değil mi?’ diye sitemkâr bir soru yönelttiğinizi hayal eder gibiyim. Bunu söylemekteki niyetim Kıbrıs insanının sahip olduğu değerleri koruma çabasını örneklemekti. Peki bu tavrın dayanak noktası nedir? Yanıt basit; kültüreldir. Anakara’yla benzeşen yönleri ancak dini ritüellerin bazısı için sözkonusu olan toplumsal kültür, melez yapı dinamiklerinin etkisiyle bu davranış biçiminin şekillenmesini olanaklı kılmıştır. 1571’de Ada’ya yerleştirilen Türkler ağırlıklı olarak Anadolu Alevileri’nden –zaman içinde hepsi sunnileşmiştir- seçilmiştir. İlk gelmiş Sunni Türkler’in daha çok Osmanlı bürokratları ve yöneticileri olduğu görülür. Az sayıda da Osmanlı tebaası olan başka etnik gruplardan Ada’ya yerleştirilenlere tarihi kayıtlarda rastlanır. Ada’da yaşamaya başladığım ilk yıllar, Alevi kültürünü biraz tanımaktan kaynaklanan bir öngörü ile kız çocuklarına verilen değerin, etnik kökenden çok, Kıbrıslıların dini inanç kökeninden kaynaklandığını düşünmüştüm. Sonra İngiliz hakimiyetinde geçirilen uzun süre bu bakış açısını olgunlaştıran dinamiği kolaylıkla yaratmış olabilirdi. Ancak, kadına değer verilmesinin salt bunlarla sınırlı olmadığı biraz araştırılınca ortaya çıktı. Kıbrıslı Rumlar için de kız çocukları tıpkı Kuzey’de yaşayan Türklerde olduğu gibi değer görüyordu. 2003 yılının sıcak Nisan gününde kapıların açılışı sonrası daha yakından tanımaya başladığımız Güney’de yaşayan Kıbrıslılar... Aynı Kuzey’de yaşayanlar gibi ‘insan çocuğunun tahtını yapar ama bahtını yapamaz’ sözüne karşı durabilmenin bir yolunu bulmaya çalışmışlar; kızlarının üzerinden ellerini eksik etmemişler. Oradaki damatlar da; ‘prestijli iç güveysi’ olmanın ötesinde ailenin çocuklarından biri gibi görülmüştü. Hatta Ortaçağ’dan gelen drahoma geleneği biçim değiştirerek sürdürülmüş. Kız çocukların evlilik hayatına rahat bir başlangıç yapabilmeleri için yeniden dizayn edilmiş, onlar için bir yatırıma dönüştürülmüştü. Ada’nın ayrı kalmış iki yakasında değişmeyen toplumsal algılardan biri haline gelmişti, kız çocuğunun değerli oluşu. Bu bakış açısı kadın kültü ve onun yarattığı dinamiklerin bir sonucuydu. Toplumsal kültür; coğrafi konumdan tutun, etnik köken, tarihsel geçmişe dek uzanan geniş bir yelpazenin ürünüdür. Kültürel çeşitlilik ise dinamikleri diri tutan en önemli unsur... Geniş bir tanım içeren kültür; dini, etnik ve coğrafi özelliklerle şekillenir. Toplumların yaşadığı coğrafya üzerinde iz bırakmış uygarlıkların; mitleri, yaşam tarzları, sanat anlayışları, gelişmişlik düzeyleri ise toplumsal algıyı biçimlendirir. Biçim verme, tıpkı bir heykel ustasının mermere her darbeyi düşünerek vuruşu gibidir. Elle biçim verilmiş gibi farklılaşır, bir organizma gibi sürekli değişkenlik gösterip kendini yenileyebilir. Kıbrıs kültürü kendini tıpkı yaşayan bir organizmanın yenileyerek çoğaltması gibi beslemiş, çeşitlendirmiştir. Bütün hikaye mitolojide anlatıldığı gibi başlar. Kronos, kral babası Uranos’un hayalarını orakla kesip denize atmıştır. Onun düştüğü sular köpürür, köpürür ve Tanrıça Aphrodite doğar. Zephiros’un ılık nefesi -ki bu meltem rüzgarıdır-, bir istiridyenin içinde saklı Tanrıça'yı azgın dalgalar üzerinden sürükleyerek kendi yaşadığı topraklara, Kıbrıs’a kadar taşır. Kıbrıs adasının Sümer’deki İştar, Anadolu’daki Kybele ya da Yunan’daki adıyla Astarte’nin izlerinin görüldüğü kadın kültü Aphrodite’nin doğumuyla sağlamlaşır. Kültürel oluşum serüveni... Bu süreci anlayabilmek ancak Kıbrıs’ın tarih içindeki konumuna bakmakla olasıdır. Anadolu Uygarlıkları’nın etkisini hissetmiş, kendi de benzeri bir süreçten geçmiştir. Neolitik dönemden itibaren yaşam izlerine rastlanır bu küçük Ada da. İlk yerleşimcilerin Anadolu ve Suriye’den geldikleri tarih kitaplarında belgelenmiştir. Kimler gelip kimler geçmiştir bu doğal sahneden; Fenikeliler’den Perslere, Büyük İskender’den Romalılara... Antoinus’un, Kıbrıs’ı, Mısır kraliçesi Kleopatra’ya, aşkının sembolü olarak hediye ettiği söylenir. Ve elbette Doğu Roma’nın güneşi Bizans... Sonrası en çok bilinendir. Lüsignan’lar, Venedikliler, Osmanlı ve İngilizler... Adonis’in annesi, Kıbrıs Prensesi Symrna... Hera’nın gazabına uğrayıp sonradan kendi adını verdiği topraklara Kıbrıs’tan göç etmiştir. Kıbrıs’ın en bilinen kraliçesi Caterina Cornaro, yine bu küçük ada ülkesinde hüküm sürmüştür. Salamis kentinin adı İncil’de geçer. Havari Barnabas ile Havari Pavlus bu topraklarda inançlarını yaymaya çalışmışken, sormazlar mı insana; “peki ya Meryem Ana geçmedi mi acaba?” diye... Aziz Barnabas Kıbrıs’a ait bir figürdür. Aziz Catherine, Salamis kentinin yöneticisidir ve dayısı tarafından bu topraklarda hapse mahkum edilmiş, belki de o zindanda ölmüştür. Kıbrıs adasının mutsuzluk serüveni sonlanmak bilmeden devam etmiştir. Kadın kültü merkezlerinden biri olmanın diyetini, hayırsız çıkan kocaların saçtığı mutsuzlukla baş etmeye çalışarak ödemiş güzel bir kadın gibidir o... “Bir tane daha çocucuk et. Gız olsun!” Peki kızı olmayan ne yapsın? Bu bir sorun gibi yaşanmaz bu topraklarda. Erkek çocuklar, hayatta tanıdıkları ilk kadın olan annelerine tıpkı bir Tanrıça’ya tapar gibi bağlıdır. Kadının sırtı asla yere gelmez, yalnız da bırakılmaz. Bu tesadüfen söylenen bir temenni değildir. Aksine tarihsel süreç içinde gelişip, serpilmiş ve şimdiki halini almıştır. Kıbrıslı kadınlara; Yeni Milenyum Amazonları dememdeki neden de bu yüzdendir. Onlar anne ve babalarının, birer Tanrıça olacaklarmış gibi yetiştirdiği, çevrelerindeki diğerlerinin ise fikirlerine değer verip öyle davrandığı kadınlardır. Kadın kültünün bu denli sağlam oluşu; belki bir parça İngiliz idaresinde yaşamış olmanın getirdiği Batı’lı bir davranış olabilir, ancak sağlam bir temeli vardır. Kıbrıslı kadınların Yeni Milenyum Amazonlar’ı gibi oluşu asla bir tesadüf değildir. Özlem Salman 8 /Temmuz 2012/ Kıbrıs
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özlem Salman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |