"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Yıllar önce İstanbul’da Şehir Hatları Vapuru’nda tanıştığım, Kıbrıslı ilk arkadaşım... Geçmiş zaman mimozalarına benzetmiştim o halimizi... Onca yılın sonunda onunla, bu kez onun ülkesinde, yeniden bir aradaydık. Akademi’den bir arkadaşımla evlenmişti. O gece oraya birlikte geldikleri diğer arkadaşlarının daha sonra çocuklarımın babası olacağından habersiz; öğrenciliğimiz sırasındaki ortak arkadaşlarımızdan, İstanbul’daki yaşama değin ne varsa konuşmuş, arada espriler yapmış, ortamdaki gülüşme seslerine kendimizinkini katmıştık. Kırnı, sırtını Beşparmak Dağı’na dayamış şirin bir dağ köyü. Konumundan olsa gerek, temmuz gecesinin sıcağı, yerini serinlikte yaşanan ılıklığa bırakmıştı. Bizden başka bir kaç masanın dolu olduğunu anımsıyorum. Arkamızdaki masada oturan üç bey, aralarında koyu bir sohbete dalmışlar. Masaya oturmadan hemen önce iki arkadaşım, onlarla selamlaşmış, ayaküstü konuşmuş, bu vesileyle ben de tanıştırılmıştım. Biri, bir siyasi partinin başkanı... Diğer ikisi ise bir başka partinin üst düzey görev yapan yöneticisiydi. Yemeğin ortasına doğru servis edilen Gleftiko –Küp Kebabı- ile yeni tanışmıştım. İri iri kesilmiş patatesler, yine iri et parçalarıyla -kuzu kolundan kesilmiş- ile birlikte, toprak bir fırın içinde saatlerce pişirildikten sonra yemeğe hazır hale gelmiş ve önümüze konmuştu. Ada’da yaşamaya başladıktan sonra öğrendim ki, et ve patatesin kurutulmaması, hafif sulu kalmasına dikkat edilmeliymiş. Yemeğin rayihasını kaybetmemesi özelliğini yitirmemesi gerekirmiş. İyi bildiğimiz Kuzu Tandır’a benzemekle birlikte aynı olmadığını söyleyebilirim. Ana yemek olarak yenilen Gleftiko, yanında nefis bir tabak salata ve köy ekmeği ile servis edilmişti. Salata tabağında bizim bize yabancı tek bir ot vardı. Koliandro... Yaprakları maydonoza benzediğinden ikisinin karıştırılması ilk bakışta mümkündü ama sadece otları tanımayanlar için... Çünkü keskin kokusu ve lezzeti onu maydanozdan kolaylıkla ayırır. Esmer köy ekmeğinden koparılan bir parça suya bandırıldığında öyle bir emer ki lezzeti, daha et tadılmadan ağza atıldığı anda inanılmaz bir lezzet hissiyle karşılaşırsınız. Kuzu eti ağızda dağılacak kadar yumuşamış, ortadan ikiye bölünmüş patates dilimleri, et suyunda pişmekle edindikleri ikinci bir lezzetle çoktan birleşmiştir. Kıbrıs’ta herhangi bir köy meyhanesinde yenen ve geleneksel mutfak kültürünün ürünü yemekler, değme lokantaya taş çıkartan bir lezzettedir. Yeter ki insan o lezzeti hissetmek istesin... Kıbrıs’ın o klasik köy meyhanelerine ve orada sunulan lezzetine şimdilerde, Kuzey’deki birkaçı dışında ancak Güney Kıbrıs’a geçtiğim zamanlarda rastlayabiliyorum. Kuzey’deki yemek sunum kültürü de ne yazık ki geleneksel olan diğerleri gibi özelliğini kaybetmekle yüz yüze kaldı. Eski, salaş görünümlü, verigo üzümlerinin tenteler üzerinden sarktığı, aralıklı dizilen ampullerin renkli loş ışığı ile aydınlanmış, hasır sandalyelere oturulan ve ev yapımı taze mezelerin sunulduğu küçük birer aile işletmesi olan köy meyhaneleri... Onların yerini, plastik masalarda servis yapan kebapçılar aldı. Her ülkenin kendinden daha farklı mutfaklara ait lezzetleriyle tanışması belki de globalleşmenin ilk yansımasıydı. Kuzey Kıbrıs’ın hâlâ tanınmamış bir ülke olma gerçeğinin bu asimilasyonu etkilememiş oluşu ise düşündürücü olmaya devam ediyor. ‘Peki o zaman yemek yeme kültürünü değiştiren gerçeklik ne?’ sorusu akla geliyor. Yanıt basit. Kontrolsüz göç. Hatta ‘hafif yollu kültürel asimilasyon’. Strabon, ünlü eseri ‘Strabon Coğrafyası’ndaki anlatımda anımsadığım kadarıyla şöyle yazmıştı Kıbrıs için; ‘Kıbrıs o kadar sık ağaçlarla kaplıdır ki; tarım yapmaya uygun değildir.’. Kıbrıs Muflon’undan bahsetmiş midir (?) anımsamıyorum. Ama zat-ı muhteremin Anadolu’yu anlatan betimlemelerden birinde; ‘Sinop’tan yola çıkan bir sincap ayağını yere basmadan Anamur’a gelir’ dediği aklımın bir yerinde kalmış. Verdiğim bu örneğin konu ile ne ilgisi olduğunu düşünmeye başlamışsınızdır, eminim. İlgisini basitçe şöyle açıklamak mümkün. Göç... Yani bir üst paragrafta sözü edilen olgunun tekrarı... Göç olgusunun tanımı sözlükte şöyle karşılık bulmuş. ‘Ekonomik, toplumsal veya siyasî sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, muhaceret’. Peki göç kontrollü olmazsa ve Ada ülkesi gibi küçük ölçekli bir yer için söz konusu ise, durum nasıl gelişir? Göç olgusu o toprakların üzerinde halihazırda yaşayan gerçek sahipler için bir trajediye dönüşme potansiyeli taşır mı? Malesef evet... Peki sonra ne olur? İnsanoğlunun, içgüdüsel vandalizmi içinde barındıran benlik devreye hemen girer. Önce gidilmiş yerin doğal dokusu tahrip edilir... Zaman içinde de yok edilip yeni gelen insanın kendi kültürel algısını yaşatacağı yer açılır. Sonra sıra, o topraklarda varolmuş kültüre gelmiştir. Göç eden, ilk karşılaştığında şöyle durup uzaktan gıptayla baktığı kültürü, bir leş yiyici ustalığı ile kemirmeye başlar. Kendinden önce orada varolanı anlamak gibi derdi de yoktur. Çünkü göç edenler, bir şey kaybetme korkusu olmayan insandır. Yeni yerleştiği toprak ise henüz ona ait değildir. Kendine ait olmayan toprağın kültürüne yabancı olmak... Onun için değer taşımayan her şeye karşı duruşu gibi hoyrattır karşısındakine. Onunki, göç ettiği yeni topraklarda bulduğu kültürü yok etmek üzerinden başlamış bir hayattır. İşe kendi gibi olan diğerleri ile biraraya gelerek başlar. Böylelikle kendilerini, orada kendilerinden evvel yaşayana karşı korumaya alır. Koloniler oluşturur... Toplumsal düzeni, kendi yaşam algılarına uydurmaya çalışır... Çoğu zaman da bunu pervasızca yapar. Sonraki aşama ise yıkımdır. Yaşamlarını sürdürmek için, kendi dünyalarını yansıtan mimari dile sahip alanlarda yaşar, varolan geleneksel mimari dokuyu tahrip ederler. Tıpkı Şehr-i İstanbul’u kocaman kimliksiz bir köye dönüştüren varoşlar gibi... Yemek kültürüne uyum sağlamaktansa, kendi yemek yeme biçimini evin dışına taşır, bir de o topluma mâl etmeye kalkar. İş bununla da kalmaz; kendi beğenileri doğrultusunda giyinmeye, kendi dillerini konuşmaya devam ederler. Uyum sağlamak gibi bir dertleri yoktur. Hele eli biraz iş tutanlar... Onlar kendilerini Arşimet’in suyun kaldırma gücünü bulduğunda hissettiği kadar mutlu hissederler. Bir birey olduğunu keşfetmişlerdir tesadüfen. Yeni keşif, kendilerini önemseyip, beğenmeye başlamalarının yolunu açar. Hayat boyu bekledikleri ve doğdukları topraklarda elde edemedikleri fırsatı sonunda yakalamışlardır. O toprakların gerçek sahiplerine karşı kullanacakları en büyük üstünlükleri iş gücüdür. Kendi kendilerini göreli bir üstünlükle onurlandırmışlardır. Kültüre hor bakma, beraberinde yozlaşmayı ve gereken değerin verilmemesini getirir. Ada’ya geldiğim ilk günler... O, 20 Temmuz gecesi... Kırnı köyündeki o hoş meyhanede yemek yerken, bu sıraladıklarımla ilgili henüz bir fikrim yoktu. Meğerse Kıbrıs kültürünün horlanışı çoktan başlamıştı. Arşiv belgelerini Kıbrıs'ta aramayın! Anlamlı olduğu kadar etkileyici bir söz. Duyulduğu an, insan üzerinde soğuk duş etkisi yapması ise işin cabası. Burada aranmazda nerede aranmalı? Bu yazının başlığı; o gece yan masamızda oturmuş yemek yiyen üç kişiden biri olan bir siyasi lidere ait. Yazı da o gecenin üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bir türlü unutmamış oluşumdan şekillendi. Geçen yıllar benim Kıbrıs ve Kıbrıslılar’la ilgili öncesinde çok da gelişmiş olmayan algımı değiştirmiş, bu ve buna benzer şahit olduğum durumlar yaşadığım dönüşüme ivme kazandırmıştı. O gece yemek sırasında tanıdığım Kıbrıslı siyasi ile kısa, ayaküstü bir sohbet yapmıştık. İlk sorusu bana Ada’ya neden geldiğimdi. Şaşırmıştım, bu soru karşısında. Hemen toparlayıp, İstanbul’da çalıştığım üniversiteden bir görevle geldiğimi söylemiştim. Sonra da kaldığım süre zarfında belki arşive gidip, Kıbrıs’la ilgili belgeleri tararım dediğimi anımsıyorum. Aldığım yanıt buydu; ‘Arşiv belgelerini Kıbrıs'ta aramayın!’ Bu ne demekti? Neden bu ülkeye ait belgeleri burada değilde başka bir yerde aramalıydım. ‘Başka yer’ neresiydi? Tuhaf, bir o kadar da şaşırtıcı ifade karşısında bir şey diyemediğimi anımsıyorum. Diyemezdim. Çünkü ne olup bittiği konusunda bir fikrim yoktu. Kıbrıs’a ait tüm arşivin... Bu ancak kötü bir şaka olabilirdi. İlerleyen zamanda Ada’ya yerleşme kararım, o dönemde yapamadığım araştırma fırsatını bana tanımış. Girne Milli Arşiv’ne gidip gelmiş. Arşiv belgeleri olarak karşıma çıkanların çoğu orjinallerin mikrofilmleri ya da fotokopilerden ibaret olduğunu görmüştüm. Lefkoşa’daki II. Mahmut Kütüphanesi envanterine kayıtlı belgeler Girne Milli Arşiv’e taşınmıştı. Doksanlı yılların ilk yarısında Ankara’dan görevle gelmiş bir grup arşiv araştırmacısı ile yine Milli Arşiv’de araştırma yaparken tanışmış, onların Kıbrıs’la ilgili belgelerin tasnifi için görevlendirildiklerini öğrenmiştim. Kıbrıs’la ilgili çoğu belgeye de İstanbul Osmanlı Arşivi’nde doktora tezimi hazırladığım sırada rastladım. Osmanlı belgelerinin Ada’da kalan orjinal kopyalarının bir kısmı da -bu gün Güney Lefkoşa’da kalmış, 1972 yılında açılmış- National State Arcives’de muhafaza edildiği ise çok sonraları bildiklerim arasına katıldı. Anladım ki; o söz arşiv belgeleri üzerinden başka değerlere dikkat çekmek için yapılmış bir uyarıydı. 6 Temmuz 1996 günü akşamı gerçekleşip ertesi gün Kuzey Kıbrıs ulusal gazetelerinin manşetlerine taşınan Kutlu Adalı cinayeti... O gün Ada sanki yerinden oynamışcasına sarsılmıştı. Cinayetin faillerinin kim olduğu üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılmış olsada aradan geçmiş on sekiz yılda aydınlanması mümkün olmamış. Kutlu Adalı cinayetinin Türkiye’de işlenmiş ve aydınlanmamış benzerlerinden bir farkı kalmamıştı. Bedrettin Cömert, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi öldürülmekle ölümsüzleştirilenler ismi ilk akla gelenler... Kutlu Adalı’nın gazeteci, yazar, araştırmacı ve siyasi kimliği üzerine günlerce, aylarca ve hatta yıllarca yazılmış, ancak bu cinayetin ilişkilendirildiği kültürel miras kaçakçılığı üzerine geniş kapsamlı araştırma yalnız Sayın Tuncer Bağışkan tarafından yapılmıştı. Çeşitli ulusal gazetelerdeki yazılarında konu olarak geçen bu cinayetin arka yüzüyle ilgili inceleme sonuçlarını Kıbrıslılarla paylaşan değerli arkeoloğun dikkat çekerek vurguladığı; St. Barnabas İkonları örneğinde olduğu gibi kültürel miras üzerinden götürülmeye çalışılanın salt ‘basit bir hırsızlık’ olarak tanımlanma güçlüğüydü. O dönemde Eski Eserler Dairesi Müdür Muavini olarak görev yapan Bağışkan’ın kaleme aldığı yazıdan yapacağım alıntılar, Kıbrıs’ta yaşanmış tarihi eser yağmasının ne düzeyde gerçekleştiğini örneklemek içindir. St. Barnabas’ta yaşanmış hırsızlık olayları sadece Kutlu Adalı’nın katlinden bir kaç ay öncesi gerçekleşenle sınırlı değildi ne yazık ki... Geçmişte de benzerleri görülmüş, hatta Kuzey Kıbrıs’ın diğer bölgelerinde yaşanmış, benzerleri de ulusal gazete sayfalarına düşmüştü. O bölge ile ilgili çeşitli söylentiler kulaktan kulağa yayılmış, yine alıntı yaptığım araştırmacının söz ettiğine göre de; ‘1974 savaşı sırasında çevre köylerden ganimet edilen ziynet eşyalarının St. Barnabas civarındaki mezarlara saklandığına inanılmış. Hatta kilisenin bazı kıymetli eşyalarının o sıralarda kilisede görevli bulunan Chariton, Stephanos ve Barnabas adlı üç kardeş papaz tarafından bu alandaki bir yerlere saklanmıştı.’ Sayın Bağışkan’ın yazısında devam ettiği biçimiyle; ‘… ne acıdır ki deri hastalıklarına şifa veren bir ayazması bulunan St. Barnabas Kilisesi 1974 yılına kadar Hiristiyanların sıkca uğradıkları kutsal bir yer iken, 1974’den sonra Kıbrıs’ı yurtdışında fazlasıyla ünlendiren eski eser kaçakçılarının bir uğrak yeri haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak kilise, 20-21. Mayıs 1980 gününün gecesi failleri hâlâ daha meçhul olan kişiler tarafından soyulmuştur. O günün gecesi kilisenin pencerelerini kıran hırsızlar kilisede bulunan 10.979 Kıbrıs Lirası değerindeki 36 adet tarihi ikonu alıp sırra kadem basarlar. 11 tanesi Değirmenlik köyünde terk edilmiş bir evde bulunurken, 13 adedi Girne Kalesi’nden çalınan ikonlarla birlikte Almanya’ya kaçırılırken Ankara Esenboğa Hava Limanı’nda yakalanır.’. Bellekte kalmış izi sağlamlaştıran ise Kutlu Adalı cinayetinin işlenme nedeni olarak gösterilen hırsızlıktı. Ada, içindeki kültürel değerleriyle birlikte Adalılar’ın elinde hızla kayıp gidiyor. Yazıyı kaleme alma nedenim olan aklımdaki o soru yıllar içinde yanıtını kendiliğinden bulmuştu. Yoksa göçle gelen mi?... Ada’ya geldiğim ilk günlerden birinin sıcak yaz gecesinde, Kırnı’da bir köy meyhanesinde bana dolaysız bir biçimde söylenmiş o cümle... ‘Arşiv belgelerini Kıbrıs'ta aramayın!’ Peki nerede arayalım?... Hatta yalnız onları değil, ikonları, Kapalı Maraş’tan yükte ve pahada hafif ya da ağır ayrımı yapılmadan gitmiş onca şeyi nerede arayalım? “Cogito ergo sum”… Düşünüyorum öyleyse varım (mı?) Burası neresi? Biz ne yapıyoruz? Özlem Salman Kıbrıs, 14/09/2012 Yazar Notu: Aşağıda alıntı yapılmış ifade, kaynaklar bölümünde yeralmış makalelerden alınmış ve resmi belgelere dayanmaktadır. Kıbrıs'ta hızla bozulmaya yüz tutmuş demografik yapının kültürel miras ve toplumsal yaşam değerlerinin dejenerasyonunu beraberinde getirişine bir örnek olması amacıyla konulmuştur. Kutlu Adalı cinayetinin arka planı olduğuna inanılan St. Barnabas ikon kaçakçılığı failleri tıpkı cinayeti işleyenler gibi bulunamamış. Türkiye, Kutlu Adalı cinayetini failleri bulunmadığı için AHİM’de 95 bin avro tazminat ödemeye mahküm olmuştur. “Eski Eserler ve Mizeler Dairesi Müdürlüğü, Lefkoşa. 14.3.1996 akşamı saat 19.00 civarında soyadının KOPARIR olduğunu nöbetçi bekçilerimize söyleyen albay ünüformalı bir kişi ve beraberindeki iki çavuş ve on askeri ile St. Barnabas İkon ve Arkeoloji Müzesine gelmiş ve nöbetçilere kendilerini ilgilendiren bir durum olmadığını, ufak çaplı bir tatbikat yapacaklarını söyleyerek içeri girmelerini söyledi. Bekçiler içeri girdikten sonra yanlarına bir inzibat bırakıp müze kapısına da bir inzibat dikildi. Bu araba Beyaz renkli Toros marka, plakası CV 765 olan bir araç daha gelerek Müze önündeki okaliptüs ağaçları altında durdu. Araçtan 4 sivil şahış çıktı. Bir müddet sonra yine Müze önündeki okaliptüs ağaçları altına 3 aracın daha geldiğini fakat plakalarını ve içinden çıkanları tam olarak teşhis edemediklerini bekçilerden öğrendim. Gelen şahıslar St. Barnabas’ın mezarına doğru gittiler ve saat 23.00 civarına kadar orada birşeyler yaptılar. Mezardaki olay devam ederken Albay ünvanlı kişi sık sık bekçilerin bulunduğu yere gelip gitmiş ve bekçilerle sohbet etmiştir. Bekçiler saat 21.00’de polisi mutad olarak aramaları gerektiği yönünde izin isteyip polise telefon açmışlar ancak polise herhangi bir bilgi vermemişlerdir. Saat 23.00 sularında askerlerin ayrılması üzerine telsizle bekçi kontrol görevlisi Şinasi Konur’u arayıp müzeye gelmesi yönünde bilgi vermişlerdir. Şinasi Konur’un müzeye gelmesinden sonra durum kendisine anlatılmış ve mezar kontrol edilmiştir. Mezarda yapılan kontrol ve müzede yapılan kontrolde herhangi bir olağanüstü durum görmedikleri için polis veya Şube Amirliğini haberdar etmek gerekmediği kanaatine varmışlardır. Sabahleyin olayın bana intikal etmesi üzerine mezarda yaptığımız incelemede bir miktar toprak ve iki adet taşın mezar dışına dökülmüş olduğunu gördük. Toprak ve taşlar mezarın kuzey doğu tarafındaki giriş kapısından alındığını tesbit ettik. Olayı daire Müdürlüğü ve Mağusa Emniyet Müdürlüğüne aktardım. Mağusa Emniyet Müdürü yerinde yapmış olduğu incelemede ve Güvenlik Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı ile yapmış olduğu görüşmeden sonra sözlü olarak bize büyütülecek bir olay olmadığını ve soruşturmayı daha ileri götürmememizi telkin etmiştir. Konuyu bilgilerinize saygı ile arz ederim. Nusret Mahirel Bölge Şube Amiri (v)” Kaynaklar: (1) http://www.cyprusaction.org/humanrights/terrorism/adali/tunceradalibelgeleri.html (2) http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/haber/postnews/messages/mkl/mkl6_27_Sat%20Jul%2027%2000:05:17%202002.html (3) http://tumhaber.com.tr/HaberOku.php?haber_id=58483 (4) http://www.afrikagazetesi.net/Afrika-Arsiv/Subat2012/26subat2012.pdf s: 7.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özlem Salman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |