Her şey ancak sevgiyle satın alınabilmelidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Bazı şehirler çürümüş gibi kokar, bazı şehirler ölmüş gibi… Şimdi bu şehir, bu düş, bu çürüyüş… Yâr, yaralar, şehir sade is kokuyor, sade bir yangının, ertesi günü gibi… Adam, yağmurlu bir pazartesinin, ıslak camından yansıyan şehre arkasını dönmüş caddede ağlıyordu. Hatırladığı, vitrinlerden eli tutulup çekiştirilen çocukluğun, silinmesi gereken anılarıydı. "Bak şimdi zaman, dört mevsimi yenmişse eğer, ve ben hala adını, heceleyip okuyorsam, adının anlamını taşıyamıyorsan sen eğer, ben bilfiil sayıklayacağım kendi kendime: u-nut-ma..." Adam vitrin camına ağlıyordu. Yansıyan ve çürük kokulu kent zamanlarında, bahsi geçen dönemde, -ki kendisi sıcak bir Eylül’dü- şehrin akıp giden siyah, beyaz ve flu bir geçiş gibi uğuldayan, bol kornalı trafik ışıklarına aldırmadan, vitrine ağlıyordu. Boşalıyordu içindeki ses, boşalıyordu caddeler… Bir zamanlar kahve fincanına ağlayan bir kadın tanıyordu. Bir küfür gibi sessizce ağlayan kadını. Bir kayıp otobüsünün, sokakları arşınlayan tekerleri gibi, sessiz ve dingin ağlıyordu. "tüm yollar birleşir diye düşünme, şehirler bu kadar çokken, ve yalnızlık alıp götürürken bir gün seni, tüm yollar birleşir diye düşünme, tüm yollar yeni yollar... tüm şehirler yeni şehirler..." Adam, kitapçıdan içeri girdi. Belki kapısında zilleri olan bir eski sahaftan içeri sessizce dalsa, daha çok huzur bulacaktı ama, kitapçının vitrini parıldıyordu. Işıltılı rafların, ışıltılı renklerine ve ellerinden tutulmuş, cilt ve bant kaplı çocukların, mızmızlanışlarına aldırmaksızın ilerledi. "her söz bir yara bırakır, her düş bir yalan... delik deşik, paramparça bir ömrün tam kıyısında, her söz bir yalan bırakır, her düş bir yara..." Durmadan soruyor, sadece soru soruyordu. Rafları delik deşik etti. Bulamadı. Bu girdiği ve sayısını unuttuğu bilmem kaçıncı kitabeviydi. "Artık insanlara kitap vermiyorlar, ya da artık ben bulamıyorum… Eskisi gibi hiçbir şeyi / Eskisi gibi bıraktığım…" Soluğunun kesildiğini hissetti. Elindeki poşetleri bir kenara bırakıp yeniden aldı. Adam yine, şehrin vitrinlerine ağlıyordu. Sadece camekanların, şehri yansıttığı o karmaşık silsilenin tam içine... Büyük şehirlerin, büyük acıları vardır. Büyük şehirler çürümüş kokar. Ve adam, büyük şehirlerin, bakamadığı caddelerine, çocukluktan kalan bir alışkanlıktandır belki, sadece camekandan bakıyordu. Televizyonun karşısında, ağzını ayırarak salça ekmek yediği zamanlardaki gibi, küçük şehirlerin büyük düşlerini yaşamak için belki. Belki de büyük şehirlerin küçük düşlerinin arasında kaybettiği düşlerini bulamadığından, sadece camekandan, şehrin karanlığının tam içine... "yıkıntı kentlere götür beni, sebepsiz umutlara sal... utandır ele güne, susuşlarla kavur, kaçamak bakışlarla yak... al beni rüzgar... al beni..." Gökyüzüne bakamıyordu. Boş akvaryumun içine veya kuş kafesinin bitmiş su kabına. Yaşam orada durmalıydı belki. Belki de insan boyut değiştirebilecek bir varlık olana dek, buzdolabının içinde beklemeliydi. Kitapçılar artık o filmdeki o kitapları satmıyordu ve o acılar olanca yerinde, olanca hiddetiyle oracıktaydı. Şehrin vitrinleri, bir televizyon camekanından, daha çok kesiyordu soluğu. "Hani filmlerdeki gibi bir "elveda" sahnesi bıraksaydın, ne bileyim... Sen ise bir cinayet romanındaki seri katilin suretine bürünüp kaçmayı seçtin... Ve bana kalan, bir otopsi, bir de yakın mesafeden, susturucuyla ateşlenmiş uzun hikaye bir "keşke..." Adam yalnızlığı, ve olanca karartı acılarıyla doldurduğu beyaz poşetleri bir kenara savurup koştu. Durmadan, ve sağanağa aldırmaksızın. Sonbaharın bir yerlerde, bir başka şehirde daha aydınlık olmayacağını biliyordu ama, koştu durmadan. Kalabalık otobüs durakları, ışıkları geceyi aydınlatan alışveriş merkezleri, ve geç saate kalmayan kitapçıların ve diğer vitrinlerin, kepenk aralarından görünen camlarına aldırmaksızın. Koştu. Koştu, en çok yıllar evvel ölmüş ninesinin yattığı divanın altına, gökgürültülerinden kaçtığında sığınışını hatırlıyordu. Sağanak yağıyordu şimdi zaman belki ama, ninesinin kemikleri çoktan yerkürenin anlamsız bir coğrafyasında, çürüyen bedeniyle kalakalmıştı zaten. Dünyanın aydınlık yarısına koşası gelir mi insanın / her hatırladığında caddelerin alacalı ışıklarını? "Nehirler yalancıdır bilirsin. Kan da akar kül de. Gökyüzü maviliğini bağışlar karartı bulutlara. Kuşlar sitemli göçer işte o vakit. Ve kalır nehir, Susar gök. Ve uzak ışıklar yankılanır , Toz ve pus arasında. Şimdi bir çamur deryasında, Yürürken ben umarsız ve arsız, Bana bir orman yarat, Gecenin ıssızlığında." Şimdi tersine bir göçe, bir kaybedişin ardından, acılarından kaçmak için koşuyordu adam. Valizini topladı, “siktir git…” diyemediği için “vazgeçtim…” diyen bir kadının ardından, odanın camında, düşlerine ağlıyordu. Adam belki camlara ağlıyordu ama, dışarıdaki gök, sade çürük kokuyordu. "Bir intihar gibiydi aşk, Sade teşebbüs ettim ben…" Başka dilde anlamını yitiren bir cümle gibiydi şimdi aşk ve ekmek gibiydi hayat, kırıntıları kalıyordu bir… Her aşk bir otobüs yolculuğuydu, hem kendi gider, hem düşlerini götürürdü her zaman... Düşler ve zaman birbirini tutmayan imzalar gibiydi, ve bir yaz güneye göç ediyordu kuşların peşine takılıp… "sürer bu vardiya, dinmez bağırışı motorların... asfalttan yankılanan uğultular, sağırlaştırır geceyi... ışıklarla harelenir uzaklar... oysa artık bakamam... soğuk camın ardında, uyuklayan otobüs, aşar gider geceyi, ve ben bakamam..." Adam, düşlerin yakasında asılı kalmış ellerine ağlıyordu. Odanın kapısının gıcırtısını duymazdan gelip, son bir kez bir yankı duymak istedi evin içinde. Oysa ağlıyordu, kendi sesinden başka yansıyan bir şey yoktu duvarların arasında… Adam, camekanlara, duvarlara, şehrin kokusunu duyurmayacak ne varsa, işte tam da ona ağlıyordu. "sayıklıyorum geceleri, sabırların tükenmişliği ve inatların inançlılığıyla... yol göründü yine, uzanan yalnızlıkların doruklarına... yol göründü, dönüşü olmayan... dönüşü imkansız... bir kapı, bir kiriş, bir kol... gıcırtısız uyuyamadığım... saklıyorum defterini, içine sevda saçmaları karaladığım... saklıyorum senden kalan son kağıt parçalarını, yürüyüp bu koca yangınımla, ellerinden tutacağım... gidiyorum geceleri, hep geceleri... senden değil... senli bu topraklardan..." Kapı kilidi son kez çevrildiğinde, yağmur olanca hızıyla camlara ve duvarlara vuruyordu, deniz kükrüyor, camekanlar artık yansımıyordu. Adam hızla uzaklaştı, kediler sığınacak bir arabanın altına koşturuyordu. "Oysa ben herşeyden çok ayakkabılarını sakladım sen gitme diye."
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hıdır Murat Doğan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |