Özgürlük sevdası insanın başkalarına duyduğu sevgidir; güç sevdası insanın kendine duyduğu sevgidir. -Hazlitt |
|
||||||||||
|
"Kaybettiklerimin arasında en çok aklımı özlüyorum."M.T Uzun yıllar sonra Marmara Üniversitesinin Ortodonti Bölümüne gittiğimde,"Kaydınız yok," denildiğinde donup kalmıştım. Gerçek şu ki; devir değişmişti: Bilgisayar dönemi başlamış, artık kalem, kağıtlarla, defterlerle iş görülmüyordu. Artık çağ atlamışlardı; sararmış defterler arşivlere kaldırılmış, ilkel kayıtlar tutulmuyordu. Eskiye dair ne varsa, diş hastanesinin tüm bilgileri bilgisayara aktarılırken bizim kayıt sakata gelmiş olduğunu öğrendiğimde öfkem tepeme fırlamıştı. Dalgın memure hanım oğlumun adını eklemeyi unutmuş olduğu gibi bir de ihmal vardı. Aradan 11 sene geçtiği halde; bize ne bir mektup, ne de herhangi bir yazı ulaşmamıştı. Her seferinde üniversiteye telefon açtığımda, "Henüz size sıra gelmedi," yanıtını alıyordum. Ama bu kez kararlıydım, her ne olursa olsun, bu kadar gecikmenin gerçek sebebini öğrenmeliydim. Zira oğlum artık üç yaşındaki bir çocuk değil, bir ergen olmuştu. Gecikmeden dolayı üstelik de dişleri katlanmıştı; akordiyonun körüğüne benzer dişlerinin tedavisi hemen yapılmalıydı, çok gecikmiş olduğumuzu biliyordum. Ama görün ki, yıllar önce kaydımızı almış olan şişe dipli gözlüklerinin üstünden yeşil gözlerini kısarak bakıp da “Maalesef üzgünüm hanımefendi oğlunuzun burada kaydı yok," diyen memure hanımın, unutkanlığını bir şekilde aşmalıydım. Sabrımın gemlerinin gevşediği, beynimden aşağı kaynar suların döküldüğü andı... Gözlüklerin üstünden bakan kadına; - Bir kez daha o dosyayı iyice incelerseniz, belki görürsünüz hanımefendi, nasıl olur!.. Dedikten sonra elimde sıkıca tutmakta olduğum, bilgisayara geçmeden önceki sararmış, rengi yitmiş randevu kâğıdını gösterdim: - Bakın, elimde sizin yıllar önce verdiğiniz randevu kayıt kartı... Hanımefendi, peki bu kart da mı güncelliğini yitirdi? Ne sorularım, ne randevu kartım memure hanımı ilgilendirmemişti, umarsızca omuz silkti: - Ne yapayım kardeşim. Gelmeliydiniz işte. Bilgilerinizi güncelletmeliydiniz. Bu benim sorunum değil, demez mi? Kadının vurdum-duymazlığı aklımın kayalıklarından keçileri indiriyor, öfkemi daha da havalandırıp beynime sıçratıyordu. - Bakın hanımefendi, sistem ne zaman, nasıl yenilendi, biz nereden bilelim? Hem siz yenilikler, güncellemeler, vs... hakkında bizi bilgilendirmeliydiniz. Bize bilgi vermekle yükümlü olan sizlersiniz. Ne söylediysem kar etmedi, her bir sözcüğüm havada asılı kalıyordu. Kadın 98 Windows ekranına bir kez daha bakıp, dudaklarını büküyor, alaylı bakışları boynumdaki mavi eşarba takılı kalıyordu. Neden boynuma baktığını çok sonraları algıladım. Arkamdaki beyefendinin sesiyle dikkatim dağılıvermişti: "Hanımefendi işiniz bittiyse şöyle kenara çekilin de bizim de işimiz görülsün hele!" Allah’ım aklımı kaçıracaktım!.. Senelerdir biz bugünü boşuna mı beklemiştik? Yeniden camlı bölmenin ardındaki kişiye eğilip sordum: -"Eğer bu işi kendi paramızla yaptırmaya kalksak, bana maliyeti ne olur?" -"15 Bin Türk Lirası." -"Hımm, peki devlet hepsini üstleniyor mu?" -"Evet, siz sadece malzemeyi alacaksınız." -"Malzemenin ederi nedir?" -"1000 TL." Arkamda ki beyefendi haklı olarak omzuma dokundu: -"Ee, yeter artık hanımefendi, hem memuru, hem de bizi gereksiz yere meşgul ediyorsunuz. Ayıp olmuyor mu ha?" Olacak iş miydi şimdi? Adama verilecek yanıtım vardı, ama ben aklımı yitirmek üzereydim. Akıl bir gitti mi, ara da bulasın. İster istemez camlı bölümden uzaklaştım. Bir süre boş boş etrafıma bakınıp durdum. Nereden başlamalıydım? Kime danışmalıydım? Etrafımda koşturan hasta ve aileleri, diş doktorları, talebeleri hareket halindeydi. O anda herkes, her şey dönmeye başlamıştı. Öfkenin sinyalleri beynimde zillerini çalmaya başlamıştı bile... Saç diplerim geriliyor ve sıcaklık başımdan yüzüme doğru yayılıyor, yüreğimdeki çarpıntılar Harbiyeli subayların ritimli adımları gibi hızlı atıyordu. Saatime baktığımda 11.30’u gösteriyordu. Az sonra herkes öğle yemeği telaşına kapılacaktı. Acele etmeliydim... Yüzüm yanmaya, kulaklarım uğuldamaya başladı mı, o an anlardım ki, içimde patlamaya hazır volkanlar kaynıyor olurdu. Kendime engel olmalıydım. "Kaybettiklerimin arasında en çok aklımı özlüyorum." Sözcükler kulaklarımda akisler çizmeye başlamıştı. M.Twain’in bu sözleri aklıma gelince hızımı alamamış Marmara Üniversitesinin merdivenlerini hızla çıkmıştım. Dekanın oda kapısını çalıp aniden içeri daldığımda, peşimdeki sekreterin, "hanımefendi durun lütfen!.. Bu şekilde giremezsiniz dekanın odasına..! Hem sizin randevunuz var mıydı?" sözlerini işitmedim bile… İçeri girdiğimde üç çift bakış bana doğru uzanmıştı. Bakışlarında merak ve şaşkınlık ifadesi yerleşmişti. Lacivert takım elbise giyinmiş, orta yaşlarda iki beyefendi, dekan beyle karşılıklı oturmuşlar, kahve içmekteydiler. Öyle doluydum ki, kendimi zor tutuyor, -beynimde binlerce atların ayak sesleri gibiydi öfkem- gemlere asılıyor, şaha kalkmaması için dizginliyordum. Pervasızca atıldım dilimin ucundan tutamadığım sözcükler, o anda dudaklarımdan makineli tüfekten atılan kurşunlar, gibi odada dağılıyordu. - Dekan bey, özür dilerim. İçeri bu şekilde girmemeliydim. Ama binanızda aklımı kaybettim. Onu arıyordum. Lütfen bana yardım edebilir misiniz? Bu sözlerimden sonra, dekan ve konukları olduğu her halinden belli olan iyi giyimli iki beyefendinin bakışları, boynumdaki mavi eşarba dikkat kesilmişlerdi. Bir anda üçünün de bakışlarındaki ifade değişmeye başlamıştı. “Aslında insanı en çok acıtan şey; hayal kırıkları değil. Yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır.” Dostoyevski Ne zaman beni şaşırtan, aklımın havalanmasına neden olan, mantığıma ters düşen bir olaya tanık olsam, Rus yazarımızın sözüyle öfkemi sağardım. Bu anlamlı aforizmayı acaba Dostoyevski 1849 yılında karıştığı bir komplo sonrası mı yazdığı, yoksa çok sevdiği eşinin ona aldığı -nikâh yüzüğünü- kumarda kaybettiği anlarda mı söylediği tartışılır belki, ama ben en sevdiği kızının -beklenmedik ölümü- karşısında söylediğini düşünüyorum. Bir anne veya bir babanın ciğerinin en yandığı an; acıların en koyu rengine bulandığı an; evladının gülüşüne bir kez daha gözlerinin, değmeyeceğini kavradığı an, değil midir? Her ne zaman söylemiş olursa olsun, ben o günü sanki -bugün yaşamış- gibi belleğimde canlı yaşattığımı düşünüyorum. Biz anılara arkamızı döndükçe, anılar bizden vazgeçmiyor. O gün dekan eliyle oturmamı işaret etmişti. -“Buyurun oturmaz mısınız? Size nasıl yardımcı olabilirim?” Öfkem o kadar tazeydi ki, henüz ruhumun ışığını söndürmemiş, sakin olmaya kendimi zorluyor, hiddet ekip, pişmanlık biçmek istemiyordum. Buruk bir gülüş sonrası; - Hayır, teşekkür ederim, oturmayacağım. Değerli vaktinizi daha fazla almak istemiyorum. Siz yeter ki aklımı daha fazla özletmeyin bana. - O halde bende ayakta dinlerim sizi, nedir sorununuz? dedikten sonra hiç beklenmedik bir tepkiyle karşılaşmıştım. Gayet centilmen, yapmacıksız bir tavırla oturduğu yerden kalkıp yanıma gelmişti. Onun ve yan gözle izlediğim iki konuğun bakışları hala üzerimdeydi. Onların gözleri boynumdaki mavi eşarba takılıyken, Nasrettin Hocanın “ye kürküm ye” sözlerini anımsamış, hafiften tebessümle onları görmezlikten gelmiştim. Bu arada sakinlemiş, içimde bastırdığım öfkeden kurtulmuştum. - Efendim, ben ve oğlum bundan tam 15 sene önce… Sözlerimi soluksuz sürdürmüş, beş dakika içinde konuyu özetlemiştim. Konuşmamı bitirir bitirmez odada kısa bir sessizlik olmuştu. Can sıkıntısından, işaret parmağım V A K K O yazılı mavi eşarbın ucunda kıvrılıyor, ardından kıvırdığım ipek eşarbın ucunu birden bırakıyordum. Dekan beyin konuşmam sonrası nasıl bir eylemde bulunacağını bakışlarım sorgular gibiydi. Sözcükleri tane tane dudaklarımdan yuvarladım: - Şayet yitirdiğim aklıma kavuşamazsam bu hoş olmayan sağlık skandalını, basına taşımaya kararlıyım. Sözlerim odada yankılanmıştı. Ama dekanı da eyleme geçirmeye yetmişti: - Merak etmeyin buna hiç gerek duymayacaksınız. Anlaşılan sistemdeki teknik bir hatayı size yüklemişler. Sözlerini tamamlar tamamlamaz masasının üzerindeki telefona uzanıp, ahizeyi kaldırdı. Tuşlara seri halde birkaç kez dokundu. Bir yandan da yönetici asistanı odasına –çağırma- ziline de basmıştı. Bir iki saniye içinde siyah meşin kapı açılmış, 5-10 dakika öncesi içeriye girmemi engel olmaya çalışan, başaramayan, bayan içeri sakınarak girmişti. Belli ki, paylanmaya hazırlamıştı kendisini; - Efendim, engel olamadım. Özür dilerim… - Sorun değil kızım, sen şimdi bana Doç.Dr. Ömer Kilimci’yi bana hemen bul, hadi çabuk, koş koş! - Peki, efendim.”der demez girdiği gibi yarı açık kapıdan dışarı çıkmıştı. Dekan, ahizeyi yerine koyup koltuğa oturmamı yeniden işaret etti: - Lütfen oturun. Ne içerdiniz? Size içecek bir şey ikram etmek istiyorum. Kaybolan yıllarınızı telafi etmek için, elimizden ne gelirse … Sözlerini henüz tamamlamamıştı ki, oda kapısı çalınmasıyla birlikte açılmıştı. İçeri zayıf, orta boylu, şakakları kırlaşmış beyaz önlük giyinmiş biri girince, onun az önce, ulaşamadığı Dr. Ömer olduğunu anlamıştım. Dekan, - Ömer Bey, bu hanımefendi, pardon adınız? - Emine Pişiren, - Dr. Ömer Bey, Emine Hanımın işini mutlak bugün çözmeliyiz. Bunu da en iyi sen çözersin. Bundan sonraki süreçte kazanan mı, kaybeden mi olduğumuz tartışılır tabi ki, çünkü erken tedavimiz gecikmiş, oğlumun -eğitim ve öğretimini- etkileyecek bir tedavi sürecine girmiştik. Üstelik artık İstanbul’da yaşamıyorduk! Aylar sonra Dr. Ömer beyin ve asistanlarının azimli, sabırlı, başarılı çalışmalarıyla oğlumun alt –üst çene uyuşmazlığını düzeltmişlerdi. Dişleri kat kat olmaktan kurtulmuş, yemek yerken zorlanması hafiflemişti. Üstelik ne dilini, ne de yanağının iç kesimlerini ısırmıyor, kanatmıyordu. Her şeyden önemlisi artık oğlumun psikolojisi düzelmişti. Uzun soluklu süren ortodonti tedavisi, ayda bir kez gidip gelerek tam beş sene daha sürmüştü. Peki, yılları içine alan yorucu, pahalı mücadeleye değmiş miydi? Galiba değmişti. Bir gün oğlum ayna karşısına geçmiş gülümsüyordu: - Anne, bak, artık gülebiliyorum! Oğlumun neşesi yerine gelmişti. Bende aklımı özlemekten vazgeçmiştim. Emine Pişiren
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |