Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve alçalamaz. -Hölderlin |
|
||||||||||
|
Alman Tarihçi Noumark Der ki “Tarihten Türk’ü çıkarırsanız Tarih kalmaz.” Türk Milletinin tarihteki izleri, bilinen insanlık tarihine kadar uzanır. Henüz yazının keşfedilmediği on binlerce yıl öncesine ait olan kaya resimleri, damgalar, Türk izlerini taşımaktadır. Demiri, insanlığın hizmetine Türkler kazandırmıştır. Atı, evcilleştiren Türkler, insanlara hızlı bir ulaşım ve kolay bir taşıma hizmeti armağan etmiştir. Türkler, tarihte Türk adıyla ilk olarak 552 yılında Göktürk Devleti’ni kurmuştu. 16 İmparatorluk, Yüzlerce Devlet ve Beylikler kurarak Sibirya’dan, Çin Seddi’nden Avrupa’nın içlerine kadar uzanan milyonlarca kilometre karelik coğrafyaya hükmetmiş ve gittikleri her yere, Adalet, Medeniyet ve Bilimi götürmüşlerdir. Büyük Hun İmparatoru Attila, Avrupalılar tarafından “Tanrı’nın Kırbacı” adını almıştır. Adaletiyle tüm Dünyaya ün salan, bu nedenle kendine “Kanuni” denmiş olan Sultan Süleyman’a tüm Dünya “Muhteşem Süleyman” adını vermiştir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethini gerçekleştirerek Dünyada bir çağın değişmesine sebep olmuştur. Türklerde kadının yeri de ayrıdır. Türk toplumunda kadın da çok büyük değer taşımıştır. Batı, daha birkaç yüzyıl öncesinde, güzel olduğu için, “İçinde Şeytan var” diyerek, 2 kişinin şahitliği ile yüz binlerce kadını yakarken, Türk Milleti Binlerce yıl önce devletlerini kadınıyla birlikte yönetiyordu. Tomris Kağan, bundan 2300 yıl önce İskit İmparatorluğu’na Hükümdar olmuştu. Süyüm Bike Han, Mama Hatun, Dilşad Hatun, Begüm Sultan bilinen kadın Hükümdarlarımızdandı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İhtiyaç sahiplerinin alması için köşe taşlarına atılan paralara ihtiyaç duymayacak bir saadet yaşatmıştır halkına. “Aman” dileyene el kaldırmayan, gönlü ve gözü tok Türk Milleti, insanlık tarihinin en büyük devleti olan Osmanlı Devleti’ni kurmuş bu devlet, 3 kıtaya hâkim olmuştur. Batı, daha birkaç yüzyıl öncesine kadar “Veba Mikrobunun yıkanmaktan geldiğini” düşünürken Türkler, bugünkü bilim ve medeniyetin temel taşlarını inşa etmişlerdi. Ancak, uzaydan tespit edilebilecek doğrulukta, bu gün bile bir mucize olarak kabul edilen bir Dünya Haritası çizen “Piri Reis”, Eserleri, Avrupa’da yüzyıllar ders kitabı olarak okutulan, Tıp kanunlarını yazan ve insanlığa 220 eser bırakan “İbn-i Sina”, Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü Colomb’dan 500 yıl önce yazan, Avrupalıların bir Çağa adını verdikleri “Biruni”, Kızamık ve Çiçek Hastalığını bulan “Fahrettin-i Razi”, 160 eserle Batının “Öğretmen” adıyla andığı “Farabi”, Sıfır rakamını, denklem çözme metodlarını bulan “Harezmi”, Verem mikrobunu bulan “Abbas Vesim”, Newton’dan yüzlerce yıl önce yer çekimini bulan “Razi” Ve daha yüzlerce sayıda bilimin, sanatın, kimyanın, matematiğin, tıbbın, astronominin temellerini atan bilim adamları yetiştirmişti. 3 kıtaya hâkim olmuş Osmanlı Devleti, En geniş sınırlarına ulaşmış, Akdeniz neredeyse bir Türk Gölü haline gelmişti. Ancak Akdeniz’in ortasında Venediklilerin hâkimiyetinde bulunan Kıbrıs, Osmanlı Devleti için bir çıbanbaşı gibiydi… Anadolu topraklarına sadece 75 km uzaklıktaki bu adada yuvalanan korsanlar, Osmanlı Ticaret Gemilerine saldırıyor, sahil kasabalarına baskınlar düzenliyor, bölgede yaşayanları hayatlarından bezdiriyordu… Adanın yerli halklarından olan Rumları da katletmeye başlamış, adadan onları kovmuşlardı. Bunun üzerine Rumlar, Osmanlı Devletinden yardım istiyorlardı… Kıbrıs’ın Tarihini şekillendirecek an, gelip çatmıştı. Sultan 2. Selim Vezirlerini Divan-ı Humayun’a toplamış ve kararlarını açıklamıştı: “Bu korsanların bizim için tehdit olmasına daha fazla izin veremeyiz. Bu, nasıl bir cüret ki yaptıkları yetmezmiş gibi bir de Mısır’dan bana gönderilen hediyelerin bulunduğu gemiye de saldırabiliyorlar. Kıbrıs Mutlaka alınmalı. Gazanız Mübarek olsun” diyordu… Osmanlı Donanması, Kıbrıs’ın Batısından geçerek Adanın Güneyindeki Larnaka’ya demir atar. 170 Kadırga, 30 Kalyon ve çeşitli türlerdeki 160 gemiyle 360 parçalık donanmadan deniz adeta görünmez hale gelir. Kısa sürede savaş düzeni alan Osmanlı Ordusu taarruza geçer, Lefkoşa Kalesi’ni düşürür. Girne ve Baf ise can kaybı olmasın diye teslim olur. Böylece Mağusa dışında Kıbrıs Osmanlı Hâkimiyetine girer. Mağusa, sağlam surlarla çevrili bir kale şehridir. Kalenin etrafı da, içi su dolu hendekle çevriliydi. Dolayısıyla alınması uzun sürerdi. Rumlar da dışarıdan yardım gelecek umuduyla teslim olmamışlardı. Hıristiyan dünyası yardıma gelecek ve Türkleri adadan mutlaka geri püskürteceklerdi. Buna inanıyorlardı… Bu arada, Osmanlı ordusu, kışlık bir karargâh kurmuştu. İlkbaharla birlikte Kıbrıs’ın fethini tamamlamak üzere hazırlıklara başlanmış 21 Haziran’da ise hücuma geçilmişti. Bir buçuk aylık bir direnişten sonra 1 Ağustos 1571 yılında Mağusa da teslim olmuş ve Kıbrıs tamamen Osmanlı Devleti’ne geçmişti. Rivayete göre aylar süren kuşatmadan sonra Türk askerlerinin sakalları uzamış ve kapkara olmuştu. Savaş sürecinde sakallarını kesemeyen asker sakallı bir şekilde savaşmak zorunda kalmıştı. Son taarruzu yaparken de Türkleri gören Rumlar, “Karasakallar Geliyor!” diye kaçmışlardı. Günümüzde de yerli halk, Türkiye’den gelip Kıbrıs’a yerleşen vatandaşlara hala“Karasakal” demektedir. Kıbrıs, bu gün Türk toprağıdır. Kıbrıs, Hiçbir zaman Rum Egemenliğinde olmamıştır. Ada, korsanların elindeyken Rumlar adadan kovulmuş, öldürülmüş, kiliseleri kapatılmıştır. Rumlar, Osmanlıdan yardım istemiş ve ada, 52 bin şehit vermek pahasına korsanlardan alınmıştır. 1571’de Osmanlı ile birlikte adaya dönen Rumlar, ibadet ettikleri kiliseleri tekrar açmışlar, can ve mal güvenliğine Osmanlı Devleti sayesinde kavuşmuşlar ve bunun sonucunda adada, 300 yıl boyunca Türklerle birlikte adalet ve huzur içinde yaşamışlardır Kıbrıs fethedildikten sonra buraya Osmanlı iskân politikasının bir gereği olarak Türk aileleri yerleştirilmiş ve fethin kalıcı olması sağlanmıştır. Burada akıllara hep şu soru gelmektedir: “Fetihten önce adada Türk var mıydı?” Bu soruya cevap olarak kitaplarda rastlanmaz. Belki de ilgisizlikten böyle olagelmiştir. Baf Kazası’na bağlı Çıralıköy (Rumca adı Lemba) de anlatılan bir hikâye kesin olmamakla birlikte fetihten önce Türklerin adada var olduğunu ortaya koyar: “Osmanlı Ordusu adayı aldığı günlerde yerli halk Rumlar veya Müslüman olmayanlar, çok korkmuş ve askerlerin hiddeti geçene kadar köşe bucak saklanmışlar. Bu arada yer altına sığınak, mağaralar kazıp içine girenler de olmuş. Ama adada yaşayan Türkler, gelenlerle hemen kaynaşmış. Bir grup yeniçeri yerli bir kemaneci (Kemancı) olan Galo namında birisiyle köy içinde çalgı eşliğinde gezip eğleniyorlarmış, Bir mahalleden geçerken kemaneci, çocuk ağlamaları duymuş. Çocuğa acıdığı için bulunmasına gönlü razı olmamış. Hemen yüksek sesle şu maniyi okumuş: ‘Ya emzir ya da sustur Yoksa vermezler destur Bu gelenler duymadan Goy da üstüne otur.’ Asker hemen pirelenmiş. Kemaneciden sormuşlar. Kemaneci, zorda kalınca başını biraz kaşımış ve yine mani ile: ‘Söylemek tel işidir Gaşınmak kel işidir Gücünüze gitmesin Türkünün gelişidir.’ Diye cevap verince askerler de çekip gitmişler Arap kayıtlarına göre 621 yılında Kıbrıs’ta Arap İskânına dair belgeler vardır. Bu belgelerde, Muaviye’nin ordularıyla Kıbrıs’a çıktığı yazılıdır. Ordusunun önemli bir kısmı paralı asker olarak kullandığı Türklerdir. Bunlar, fetihten önce yerleşip Kıbrıs’ta kalmışlardır. Törelerini devam ettirmişlerdir. Atı iyi kullandıkları için, hızlı, güçlü ve güvenilir oldukları için emniyet görevlerine de getirilmişlerdir. Bu sebeple baskıya maruz kalmamış, kimliklerini korumuşlardır… Günümüzde ortaya atılan bir iddia var: “Fetihten sonra Kıbrıs’a çapulcuların, hırsızların, katillerin, çeşitli suçlar nedeniyle ceza alıp hapse atılanların Kıbrıs’a gönderilerek buraya yerleştirildiği ve burada yaşamaya mecbur kılındığı” iddiası… Bunun ne kadar doğru olup olunmadığı tam olarak bilinmiyor. Fetihten sonra, hapse atılanların, ceza alanların, isyancıların, kaçakların kurtulması için onlara bir şans verilerek Kıbrıs’a yerleşmeleri istenmiştir. Kıbrıs, onlar için bir sürgün yeri olmuştur. Ancak Kıbrıs’ta Türk Devrinden kalan eserler, çapulcu, katil, hırsız iddialarını yalanlıyor. Çünkü adadaki Türk varlığı bir çapulcu kalabalığının torunları olmaktan çok, sanatkâr, üretken, dürüst, kültürlü ve bilgili bir neslin devamıdırlar… Fetihten sonra padişah tarafından çıkarılan Sürgün Fermanı başvurulacak ilk kaynaktır. Ferman, dikkatle incelendiğinde her sınıf halk, özellikle sanatkârlar, eşya ve hayvanları ile adaya göç ettirilmiş, fetihte görev alan askerler terhis ettirilip Kıbrıs’a yerleştirilmiştir. Sonradan pek çok din adamı, şair, yazar, siyaset adamı, tarikat kurucusu, hükümet için tehlike teşkil edecek kadar sivrilmiş kişiler, padişah tahtının selameti için adaya sürgün edilmiş veya kendileri padişahın gazabından kurtulmak için gizlice gidip Kıbrıs’a yerleşmiştir. Kıbrıs’tan yetişmiş nice devlet adamları, sanatçılar, şairler vardır. Kutup Osman gibi bir tarikatçıyı, Kamil Paşa gibi defalarca Sadrazamlık etmiş bir devlet adamını, Namık Kemal gibi bir Vatan şairini, 28 Mehmet Çelebi’yi bağrına basmış bir toplum, çapulcunun, katilin, hırsızın torunları olamaz… Bilindiği gibi vatan şairi Namık Kemal “Vatan Yahut Silistre” oyununu yazar. Oyun, İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu’nda oynanır. Oyunu izleyen seyirciler heyecanlanarak galeyana gelir. Oyundan sonra sokakta yürüyerek bir gösteriş yaparlar. Bu gösteriye kışkırtıcılar da karışır. “Muradımızı isteriz, Kemalimizi isteriz” diye bağırırlar. Padişah bunu isyan olarak kabul eder. Çünkü Murat’tan kast edilen Sultan Murat’tır. Buradan “Padişahın yerine Sultan Murat’ı isteriz” düşüncesi de çıkarılabilir. Bu nedenle bu, bir isyan olarak kabul edilir. O gece, bir şey yapmaz. Ama ertesi gün Namık Kemal’i Kalebent olarak yani Kale bekçisi olarak Kıbrıs’a gönderir. Bu, aslında bir sürgündür. Namık Kemal, Kıbrıs’ta Mağusa Kalesi’ne getirilir. Burada başta çok zor şartlar altındadır. Kıbrıs’ta 38 ay kalır. Başka bir deyimle tam 1001 gece kalır. O zamanlar Mağusa’da büyük bir sıtma hastalığı vardır. Namık Kemal de birçok kez sıtmaya ve astım hastalığına yakalanır. Mutasarruftan (O dönemin Kıbrıs yöneticisi. Vali de diyebiliriz) izin alarak kendi parasıyla, havadar olması için bulunduğu evin üstüne bir oda daha yaptırır. Nispeten de olsa hastalıkları düzelir. Kıbrıs Mutasarrufu Veyis Paşa, bir Namık Kemal hayranıdır. Onun şiirlerinin hastasıdır. Bu nedenle Namık Kemal, Mağusa’da bir sürgünden ziyade dinlenmeye gelmiş, tatil yapan bir sanatçı gibi hareket eder. En güzel eserlerini burada kaleme alır. Türk Edebiyatının ilk edebi romanı olan “İntibah” adlı eserini burada yazar. Yine birçok önemli eserine burada hayat verir. Yani Mağusa, Namık Kemal için bir sürgün yeri değil de eserlerini yazabilmek için kendine tahsis edilmiş bir dinlenme mekânı olmuştur… Namık Kemal, burada izin almak şartıyla akşama kadar şehir dışına çıkabiliyor, kaledeki askerlerle tavla oynayabiliyor, diledikleri kişilere yemek partileri verebiliyordu. Rivayete göre kendisi hakkında çıkan dedikodular yüzünden Namık Kemal’in Mağusalılarla pek yakın olmadığı, hatta onları pek sevmediği söylenir. Ama buna rağmen, Mağusalılar Namık Kemal’i çok sevmişler, ondan vatan sevgisini, özgürlük ateşini, hak ve adalet kavramını almışlardır. Bunu da 1963-1974 yılları arasında Rumlara karşı verdikleri direniş ve mücadele ile ortaya koymuşlardır… Bu gün Mağusa’da bir meydan ile Mağusa’nın ve Kıbrısın en büyük okullarından bir olan lise onun adını taşımaktadır: Namık Kemal Meydanı, Namık Kemal Lisesi. Ve bu gün Mağusa’da yaşayan birçok kişinin adı Kemal’dir. Mağusalılar için 2 Kemal önemlidir. Bu iki Kemal’den biri, “Mustafa Kemal”; diğeri de “Namık Kemal”dir. Birinden milliyetçiliği, direnmeyi, mücadeleyi, birlik ve beraberlik içinde olmayı, diğerinden de vatan sevgisini, eşitliği, hak ve adalet kavramlarını öğrenmişlerdir. Kıbrıs, Türkiye’ye o kadar yakındır ki adeta burnunun dibindedir. Öyle ki Kıbrıs’ın tarih içinde Anadolu’dan koptuğu ve ayrıldığı rivayeti ortaya atılmıştır. Kıbrıs’ın Karpas Burnu dediğimiz burun kısmının ucuna bakarsanız, Anadolu’ya baktığını, İskenderun Körfezi’ni işaret ettiğini görürsünüz. İşte bu inanç da Kıbrıs’ta efsanelere yol açmıştır. Kıbrıs’ın Anadolu’dan ayrıldığı düşüncesi, efsanelerde dile getirilmiştir: “Derler ki Değirmenlik Köyü’nün suyu Anadolu’dan gelir. (20- 25 yıl öncesine kadar, Değirmenlik de büyük bir pınar suyu vardı. Yer altından dere gibi yıllarca akıp gelirdi. Ama insanlarımız sağ olsun, cahillikleriyle yatağı genişletelim diye kaynağa dinamit atıyorlar ve kaynağın yatağının değişmesine sebep oluyorlar. Ve bir daha da bu kaynak bulunamadı) İşte bu su, yazın kar gibi soğuk, kışın ılık ılıktır. Bir zamanlar Anadolulu bir değirmenci, kimine göre gezmeğe, Yeniceköylü Veli dayı’ya göre ise değirmen taşı satmaya gelmiş. Yolu Değirmenlik’e ve o zamanın en meşhur değirmencisine düşmüş. Bakmış orada bir tahta tekne duruyor. Dönüp bakmış bu tekneye. Bir daha bakmış, yine dönüp dikkatlice bakmış. Değirmenci meraklanmış ve “Hayrola” demiş. “Neçin tekneye bakan öyle?” Adam, heyecanla “Benimdi bu tekne demiş.” Değirmenci, şaşkınlıkla “Nereden senin olur? 15 seneden beridir o tekne orada durur? Nasıl senin olur?” demiş. Öbür adam, “Peki senin mi? Nerede, nasıl yaptırdın? Benim gemiye çok benziyor” demiş. Yerli Değirmenci kızmış: “Be adam, misafirsin diye bir şey demedik. Yakınlık gösterdik. Malımıza da sahip çıkacaaan?” demiş. Misafir adam “ Yok” demiş. “Bu gemi benim. Hemen kızma. İnanmazsan ters çevir bak. Dikkat ettiysen teknenin altı oyuktur. Ve içinde de bu kadar altın vardır.” Öteki tekneyi çevirince oyuktaki tapayı görmüş. Onu çekip çıkarmış. Bir de ne görsün, adamın dediği kadar altın var.” Yabancı altınları almış, öteki de bakakalmış. Yabancı “Tekne de sana yadigâr kalsın. Bizim yamak, gemiyi su arkının yanına bırakmıştı. Nasıl oldu da oradan buraya geldi? Demek ki su buraya geliyor. Kimse kimsenin kısmetini yemez. Bu gemi senin kısmetinmiş. Hadi kal sağlıcakla deyip ayrılmış.” Başka bir efsane de şöyledir. : “Anadolu’da ürünlerini satan bir çiftçi, paralarını içi boşaltılmış bir kabağın içine koymuş ve evinin yolunu tutmuş. Toroslara geldiğinde sıcaktan bunaldığı için bir ırmakta elini, yüzünü yıkamak istemiş. Elini, yüzünü yıkarken, içi para dolu olan kabak, suya düşmüş. Akarsu, almış kabağı götürmüş. Çiftçi arkasından koştuysa da yetişememiş. Ve parasını böylece kaybetmiş. Yıllar sonra bu çiftçinin yolu Kıbrıs’a düşmüş. Değirmenlik Köyü’ne geldiğinde Değirmenlik Pınar suyunu görünce serinlemek istemiş. Elini, yüzünü pınarın buz gibi soğuk suyu ile yıkamaya başlamış. Yıkarken sudan gelen bir şey eline takılmış. Bir bakmış ki bir su kabağı. Bir de ne görsün, bu su kabağı, birkaç yıl önce Toroslarda bir nehirde kaybettiği para dolu kabak değil miymiş. Kabağı hemen açmış. İçine bakmış. İçi para dolu. Parayı bir saymış ki kendi parası. Allah’a şükür edip oradan ayrılmış.” Bu efsaneler de gösteriyor ki, Türkiye ile Kıbrıs arasında gerek kültür bakımından, gerekse gelenek görenek bakımından aralarında sıkı bir bağ vardır. Buradan da Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğu düşüncesi çıkarılabilir… Zaten de öyledir… Bu güne Türkiye ile Kıbrıs birbirlerine tamamlayan iki unsur olmuştur. Türkiye’siz Kıbrıs, Kıbrıs’sız Türkiye düşünülemez. Bunlar et ile tırnak gibidir. İç içe bir yumaktır… Yüzyıllar boyunca, sınırları içinde yaşayan halkları adalet, hoşgörü ile idare eden Osmanlı İmparatorluğu, bilim ve akıl yolunu terk edince çökmeye ve gerilemeye başladı. Kendi değerlerinden uzaklaştı. Batıyı taklit eder oldu. 3 kıtaya hükmeden devlet yangın yerine döndü. Sınırları içinde huzur ve barış içinde yaşayan halkların kışkırtılmasıyla isyanlar birbirini kovaladı. Kendilerini Venediklilerin zulmünden ve korsanların baskınlarından kurtaran Osmanlı’yı sevinç içinde karşılayan Rumlar, diğer devletlerin kışkırtması ve yardımlarıyla, kendilerine yardım eden Osmanlıya düşman olmuşlardı. Osmanlının çekilmek zorunda kaldığı her yerde Müslümanlar, Türkler soykırıma uğruyordu. Kıbrıs da Osmanlının bu çöküşünden payını alacaktı. Kıbrıs halkı yaklaşık 300 yıllık bir süre yaşadığı huzurla geçen günlerin sonuna gelmişti. 1877-1878 yıllarında meydana gelen halk arasında 93 Harbi de denilen Osmanlı-Rus Savaşlarında ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devletinin durumu daha da kötüye gidiyordu. Rus ordularına yenilen Osmanlı, Rusların dayattığı ağır şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu antlaşma Osmanlının itibarını sarsmıştı. Osmanlının gücünü iyice kaybetmesi batılıları da sevindirmişti. Diğer yandan çıkar kaygısı da yaşadılar. Kıbrıs, İngiltere için Doğu Akdeniz ve çevresi, Orta Doğu, Hindistan politikası bakımından önemli bir yere sahipti. 1868 yılında Süveyş Kanalı açılınca Kıbrıs’ın önemi daha da arttı. Avrupa’dan Hindistan’a gidecek olan bir gemi Süveyş’ten geçmek için mutlaka Kıbrıs’a uğrayacak, burada mola verecek ve bazı ihtiyaçlarını karşılayacaktı. İngiltere, en değerli sömürgesi olan Hindistan ile İmparatorluğun arasındaki ulaşım yolunu güvenceye almak açısından Kıbrıs’ı ele geçirmek istiyordu. Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalana Ayastefanos diğer adıyla Yeşilköy Antlaşması, Kıbrıs’s daha yoğun bir şekilde İngiltere’nin gündemine getirdi. Ayastefanos Antlaşmasıyla güçlenen Rusya, Avrupa devletlerini özellikle de İngiltere’yi rahatsız etti. İngiltere Mayıs 1878’de Osmanlı Devletine resmen baş vuruda bulunarak Kıbrıs’ı kiralamak istedi. Karşılığında da Osmanlı Devletini Rus tehdidine karşı koruma garantisi verdi. İngiltere’nin adaya girmesinin ne demek olduğunu Osmanlı padişahı çok iyi biliyordu. İngiltere girdiği yerden bir daha asla çıkmıyordu. Padişah “Kıbrıs, bizim burnumuzun dibinde. Kıbrıs’la göbek bağımız var. Kıbrıs, bizim göz bebeğimiz” dediyse de şartlı olarak bu öneriyi kabul etti. Adanın mülkiyeti Türklerin olmak şartı ile adayı 100 yıllığına İngiltere’ye kiraladı. Kira sözleşmesine de “ Egemenlik hakkımız saklı kalmak kaydıyla” notunu da kendi eliyle yazmıştır. Avrupa ülkelerinin sömürgecilik yarışına girmeleri ve bunun sonucunda iki askeri gruba ayrılması sonucu Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı imparatorluğu İngiltere’nin yanında değil de karşı tarafta Almanya’nın yanında yer alınca İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak 5 Kasım 1914 yılında İngiltere’ye ilhak etti. 1923 Lozan Barış Antlaşması’nda öncelikli konu yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığının bütün dünya tarafından tanınmasını sağlamak olduğundan Kıbrıs’ın yanı sıra Batı Trakya ve Musul’dan da vazgeçilmek zorunda kalındı. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçiyor, ancak adanın geleceği üzerinde ileride yer alabilecek değişikliklerde söz hakkını saklı tutuyordu. Bu antlaşmaya göre Kıbrıs Türklerine Türk vatandaşlığı ile İngiliz vatandaşlığı arasında seçim yapma hakkı tanınıyordu. Türk vatandaşlığını seçecek olanlar adayı terk etmek zorundaydı. Bu dönemde İngiliz vatandaşlığını kabul etmeyen birçok Kıbrıs Türkü Türkiye’ye göç etti. 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk, bir Türk toprağı olan ve İngilizlere 100 yıllığına verilen Kıbrıs’ı asla unutmadı. Atatürk, 1937 yılında etrafındakilere “Efendiler, Kıbrıs’a çok dikkat ediniz. Kıbrıs, düşmanın elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada, bizim için çok önemlidir” diyerek Kıbrıs’ın önemini dile getirmiştir. Rumların en büyük emelleri Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak ve böylece yüzyıllardır taşıdıkları “Megalo İdea” yani “Büyük İdeal” dedikleri hayallerini gerçekleştirecekti. Onlara göre Türkler, adada 400 yıllık misafir idi. Er veya geç Türkler, adadan gideceklerdi. Bu nedenle onlara göre “En iyi Türk ölü Türk” idi. Yıllar geçti. Kıbrıs’la ilgili emperyalist emeller hiç dinmedi. İngiltere, girdiği adadan bir daha çıkmadı. Adayı sömürge haline getirdi. Rum çeteler, Türklere karşı saldırıya başladılar. Türkleri adadan temizlemek için katliamlara başladılar. Bir oldubittiye getirip Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak istiyorlardı. 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle Avrupa ve Ortadoğu’da sınırlar yeniden şekillendi. İngiltere’nin Ortadoğu ve Asya’daki sömürgelerinden çekilmeye başlamasıyla bu ülkelerde yaşayan toplumlar bağımsız devletlerini kurma arayışına girdiler. Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rumlar da arayış içindeydiler. Rum tarafı Ortodoks Rum Kilisesinin de etkisiyle Enosis tezine sarılarak adanın Yunanistan’a bağlanmasını istedi. Kıbrıs Türkleri ise Rumların bu isteğine karşı çıkarak TAKSİM tezini savundu. Adanın ikiye bölünmesini ve Türk tarafının da Türkiye’ye bağlanmasını istediler. Bunu üzerine Rumlar, 1955’te EOKA tedhiş örgütünü kurdular. Önce İngilizlere daha sonra da Türklere karşı saldırılarda bulundular. Özellikle Türklere karşı acımasızca davranarak onları katletmeye başladılar. Öyle ki Türkler artık, tek başlarına ne sokağa çıkabiliyor, ne tarlaya, ne bahçeye, ne de işyerlerine gidebiliyorlardı. Evden çıkan bir Türk ailesi ile helalleşip öyle çıkıyordu. Bir çok Türkün akıbeti bilinmedi. Birçoğu eve geri dönmedi. Öldürülerek çukurlara, kuyulara atıldılar… Türkler de bu durum karşısında kendilerini savunmak amacıyla örgütler kurdular. Karaçete, 9 Eylül, Volkan adlı Teşkilatları kurarlar. 1958 yılında ise Kısa adı TMT olan Türk Mukavemet Teşkilatı Türkiye’nin desteği ile kurulur. Artık Türkler eğitimli ve düzenli bir savunma gücüne sahiptir. Ortaya çıkan bu karışık durumla baş etmekte zorlanan İngiltere ise kendisine adada askeri bir üs bırakılması şartıyla yönetimi iki topluma bırakmayı teklif etti. Nihayet 1960 yılında ortaklık Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilir. Başpiskopos Makarios Cumhurbaşkanı yardımcısı ise Dr Fazıl Küçük olur. Ancak Rumların Türkleri kovma hayalleri devam eder… 1963 yılı Makarios, adadan tüm Türkleri yok edecek bir plan uygulamak ister: AKRİTAS PLANI. Çünkü Türkler, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için adada tek engeldir. Bu engelin de yok edilmesi gerekir. Akritas, adına şarkılar ve şiirler yazılmış bir Yunan savaşçıdır. Plana göre Noel gecesi adadaki tüm Türkler öldürülecek ve adada, tek bir Türk kalmayacaktır. Bu iş de en fazla 48 saatte bitecektir. . Akritas Planı çerçevesinde başlatılan Rum saldırıları 1974 yılına kadar devam edecek ve Kıbrıs Türkleri yaşadıkları toprakları terk ederek daha güvenli bölgelerde çadır kentlerde yaşamaya mahkûm edileceklerdir. Batının desteğinden emin olan Rum çeteleri, Türkiye’nin yardıma gelmeyeceğinden emindiler. Bu nedenle katliamdan geri kalmıyorlardı. Rum radyoları Türkçe “Bekledim de gelmedin” şarkısını anlamlı bir şekilde sürekli yayınlıyordu. Kıbrıs Türkleri de bunlara cevap olarak “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısını yayınlıyordu… Rum lideri Makarios açıkça tehdit ederek: “Eğer Türkiye adaya gelmeye kalkarsa, adada kurtaracak tek bir Türk bulamayacak” diyordu… Türkler, boyun eğmektense ölümü göze alarak, kadınıyla, erkeğiyle omuz omuza vererek direnmeye devam ediyorlardı. Tek umutları Türkiye idi. Er veya geç, Türkiye’nin geleceğini ve müdahale edeceğini biliyordu. Rum saldırıları arttıkça arttı. Her yerden şehit haberleri geliyordu. TMT’nin mükemmel direnişi büyük bir katliamı önlüyordu. Rumlar, kadın, çocuk demiyor, önüne çıkan savunmasız bütün Türkleri öldürüyordu. Lefkoşa .arpışmaları, Ayvasıl çarpışmaları, Boğaz Çarpışmaları Larnaka Bölgesi Çatışmaları, Lefke, Limasol, Baf Çarpışmaları, Erenköy Direnişi artık Kıbrıs’ta bir savaşın başladığını gösteriyordu. Silah bakımından çok güçsüz olan Türkler adada var olmakla yok olmak mücadelesi veriyordu. Gözü dönmüş Rumlar, Lefkoşa’da Doktor Binbaşı Nihat İlhan’ın evini de basmış savunmasız olan karısını ve 3 çocuğunu sığındıkları banyo küvetinde acımadan, gözlerini bile kırpmadan katletmişlerdi. Manzara korkunçtu. Nihayet Türkiye’deki siyasi karışıklık sona ermiş ve azınlık hükümeti kurulmuştu. Türkiye garantörlük antlaşmasına göre hareket ederek savaş uçaklarını korku vermek amacıyla Kıbrıs’a yollamıştı. Lefkoşa semalarında alçak uşuş yapan bu uçakların görünmesi bile yetmişti. Rumlar, çekilmek zorunda kalmış fakat yüzlerce Türk ölmüştü. Artık ilişkilerin düzelmesi zor bir duruma gelmişti. Sözde barış vardı ama çatışmanın olmadığı bir gün yoktu. Rumlar, her gün bir yerlere saldırıyorlardı. Türklerin can ve mal güvenliği kalmamıştı. Olaylar 1974 yılına kadar devam etti. Kıbrıs’ın huzura ve güvene kavuşması için Türkiye çok uğraştı. Toplumlararası görüşmeler yapıldı. Fakat bu görüşmelerin hiç birinde sonuç alınamadı. 1974 nisan ayında Rumların görüşmelerden çekilmesiyle beşli görüşmeler işlemez oldu. Bu durum Rumların ikiye ayrılmasına yol açtı. EOKA-B adlı gizli bir örgüt kuruldu. 15 temmuz 1974 yılında Yunan Cuntası Kıbrıs’ta bir darbe yaptı. Makarios devrildi. Cumhurbaşkanlığına en fanatik EOKA’cılardan biri olan milletvekili Nikos Sampson getirildi. Makarios adadan kaçarak Malta üzerinden İngiltere’ye geçti. 16 Temmuz 1974’te Türkiye Garanti Antlaşması’nın uygulanması konusunda İngiliz Hükümetine işbirliği önerdi. Ancak İngiltere, kendi çıkar ve görüşlerine dayanarak buna yanaşmadı. Türkiye, Enosis ilan edilmesine karşı olduğunu her fırsatta vurguladı. Garanti Antlaşması’na atfen İngiltere ile ortak bir müdahaleyi gerçekleştirmek hususunda İngiltere’yi ikna edemeyince Garanti Antlaşması’nın üçüncü maddesinden aldığı yetkiyle 20 Temmuz 1974’te adaya askeri bir hareket gerçekleştirdi. Adadaki tüm Türkler, Kıbrıs’ın Kuzey Kısmına yerleştirilerek barış ve güven altına alınmıştır. Bir süre otonom sistemle yönetilen Kıbrıs önce Kıbrıs Türk Federe Devletini kurmuş ve sonra 15 Kasım 1983 tarihinde bağımsızlığını ilan ederek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tüm Dünyaya ilan etmiştir. 1974 yılından bu yana Türkler, Kuzey Kıbrıs’ta, Rumlar da Güney Kıbrıs’ta yaşamaktadırlar. Bu tarihten itibaren aradan 40 yıl geçmiştir. Bu süre içinde adada hiçbir kimsenin burnu dahi kanamamıştır. 1974 Mutlu Barış Harekâtı, adada sadece Türklere değil, Rumlara da barışı, huzuru ve güveni sağlamıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bu gün sadece Türkiye tarafından tanınan bir ülkedir. Ama 40 yıllık süre içinde KKTC devlet olmanın bütün yükümlülüklerini yerine getirmiş, bu süre içinde gelişmiş, büyümüş, kalkınmış ve imar edilmiştir. Siyasi partileriyle, Meclisiyle demokrasisi son derece gelişmiş bir ülke olmuştur. Yollarıyla, hastaneleriyle, okullarıyla,teknolojisi ile, sağlıkta gösterdiği ilerleme ile, sanatı, kültürü, gelenek ve görenekleriyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bir Dünya ülkesi olduğunu ispatlamıştır… 1571 yılında Osmanlı Türklerinin adaya girmesiyle birlikte yaklaşık 20.000 Türkün adaya yerleştiği bilinmektedir. Ama yerleşimin bundan çok daha önceleri de yapıldığını söylemek mümkün. Çünkü elde edilen veriler bunu ispatlıyor. Şu halde Kıbrıs’ta en az 500 yıllık bir kültürün var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu süre içerisinde Kıbrıs’ta yaşayan Türkler, Anadolu’dan kendi değerlerini buraya taşımış, bunlarla birlikte 500 yıl içerisinde kendi değerlerini yaratmayı başarabilmiştir. Gelenek ve görenekleriyle, diliyle, edebiyatıyla, yaşam biçimleriyle, şiirleri, manileri, türküleri ve şarkılarıyla, halk oyunları, kıyafetleriyle, mutfağıyla kendi kültürlerini yaratmışlardır. Bu gün Kıbrıs’ta mani bilmeyen, mani sevmeyen yoktur sanırım: Ah gargalar gargalar Denizdeki dalgalar Topçuköyün gızları Çifte göbek çalkalar Ay doğar aşmak isder Al yanak yaşmak isder O benim deli gönlüm Yare gavuşmak isder Ay doğar sini sini Severim birisini Cellad boynumu vursa Söylemem gendisini Bagarada ipliğim Gel yanıma kekliğim Yar üstüne yar seven Nedir senden çektiğim Deniz dalgasız olmaz Kapu halkasız olmaz Benü müftüye danışdım Gızlar gocasız olmaz. Bu gelen kimin gızı Gara geyer gırmızı Uzagdan gördüm seni Sandım da vezir gızı Bu gelen kimin oğlu Fesi garanfil dolu Gurumundan geçilmez Kesesi saman dolu Kıbrıs türküleri, şiirleri, fıkraları ayrı bir kültürü oluşturmaktadır. Yüzyıllardan beri oluşan bu kültür beraberinde Kıbrıs Türk Kültürünü oluşturacaktır. Kıbrıs Türk’ü erkeklerde ayağında dizliği, (Dizlik, Adana’nın şalvarına benzer, geniş ve bol olan bir giysidir. Şalvardan ayrılan tek yönü, dizliğin dize kadar dikilmesidir. Diz kısmından aşağısı olmadığından, uzun bir beyaz çorap giyilir ve çizme giyilirdi. Bu giysi dize kadar olduğu için Kıbrıslılar buna dizlik demektedir.) üzerinde yeleği, başına koyduğu mendil ile adanın iklimine göre kendine bir kıyafet yaratmış, kadınlarda ise bindallı, mintan ile ayrı bir güzellik ortaya çıkarmıştır. Bunlar da zamanla Kıbrıs Türk Folklorunu ortaya çıkaracaktır. Kıbrıs’ta halk dansları ayrı bir sevgidir, tutkudur, aşktır… Kıbrıslı Türk, kendi insanının içinden çıkan özelliklerden, halk danslarını yaratmış ve ortaya nefis bir seyirlik çıkmıştır. Kemanıyla, kıyafetleriyle, orakları ve su kabaklarıyla bambaşka bir halk dansı yaratılmıştır… Hele de mutfağında apayrı lezzetler vardır: Çakızdesi, (Çakızdes, yeşil zeytinlerin taşla ezilerek, tuzlanıp salamura haline getirilmesidir. Kıbrıslılar bunu yağ ve bol limonla karıştırıp yerler.) bu gün, hangi soframızda görmezsiniz? Fırın makarnayı kimler sevmez? Ceviz macunu, portakal macunu, gabbar turşusu hangi evden eksik olur? Ya peksimetlere, çöreklere, pilavunalara ne demeli? Kahve içmeyi bile ayrı bir kültür haline getirmiştir Kıbrıs Türkü. Kendine has bir kahve kültürü vardır. Kahveden sonra fal bakma faslı yok mu? Hangi kadın dost sohbetlerinde kahve içtikten sonra fincanı devirip de fala bakmaz? Kahvehanelerde erkeklerimiz hasırdan yapılmış sandalyelere öyle bir otururlar ki sanki bütün sandalyeler, bütün kahvehane kendisinindir. Çünkü Kıbrıslı bir erkek, birden fazla sandalyeye oturmayı çok sever. Birine oturur, bir diğerine yaslanır, üçüncüye ayaklarını uzatır, dördüncüye kahvesini koyar… Anlayacağınız 4-5-6 sandalye yetmez Kıbrıslı erkeğe oturmak için… Dışarıda tavla oynamak, bu sandalyeleri doldurmak ve kahveler eşliğinde şakalaşmak adeta bir gelenektir Kıbrıs’ta… Kimse kimseye kızmaz, herkes birbirini tanır ve herkes birbirine saygılı davranır… İşte bunlar bu 500 yıllık kültürün birikimi sonrası meydana gelen kültürümüz değil midir? Ve daha nice sayamadığımız kültürümüz... Sanat da kültürün bir parçasıdır. Sanat bir toplumun aynası olarak kabul edilir. Çünkü ortaya çıkan sanat eserleri toplumun yaşayış biçimlerinden örnekler verir. İnsanın yaşamındaki her şey bu sanat eserine yansır. Bir insan da çıkar, kendi duygu ve düşüncelerini de katarak insan yaşamındaki olaylara hayat verir. Bu, bazen bir resim, bir müzik, bir roman, bir öykü, bir şiir, bazen bir sinema filmi, bir tiyatro oyunu, bazen de bir folklor ürünü ve bunlar gibi ürünler olabilir. Bunu yapan kişiye de sanatçı denir. Sanatçılar, toplumdaki çalkalanmaları, hayat olaylarını, doğal afetleri, sevinçleri, üzüntüleri kendi duygularıyla birlikte eserlerinde anlatır. Böylece topluma hem yön verir, hem umut verir, hem de toplumun karanlık dünyasını aydınlatır. Böylece toplumda birlik ve beraberliğin sağlanması için büyük bir adım atmış olur. Ve bu birlik de sanatın gücü sayesinde zaman sonra ortaya çıkarak sağlanır. Kıbrıs Türk sanatçısı da yıllar içerisinde kendi sanatını yaratmıştır. Edebiyatçılarımız, ressamlarımız, müzisyenlerimiz, heykeltıraşçılarımız, sinema ve tiyatrocularımız ve daha birçok daldaki sanatçılarımız kendi duygularını insanlarıyla paylaşmışlar ve Kıbrıs Türk Kültürünün oluşmasına büyük katkı sağlamışlardır. Özellikle edebiyatımızda şiir alanında birçok eserler ortaya çıkarılmıştır. Ünlü şairlerimiz kendi duygularını şiirin büyülü edasıyla dile getirmişlerdir. Romancılarımız, köşe yazarlarımız, tiyatro oyunu yazarlarımız bu alanda başarılı eserler vermişlerdir. Tiyatro sanatı da kültürün bir parçasıdır. Tiyatro hayat olaylarını sahnede canlandırma sanatıdır. Ve bu sanat, insanlar tarafından çok sevilmiştir. Binlerce yıldır tiyatro sanatı insanlar tarafından bıkmadan, usanmadan yapılmıştır. Sahneler, izleyiciyle dolup taşmıştır. Artık tiyatro, insan için vazgeçilmez olmuştur. Kıbrıs’ta da durum böyledir. Kıbrıs Türkü, tiyatro sanatını her zaman çok sevmiş ve her şartlarda ondan bir an olsa bile uzak kalmamıştır. Daha 1908 yılında Mağusa Limanı ambarlarından biri, Kıbrıs Türk tiyatroseveri için sahne görevini üstlenmiştir. Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” Oyunu burada oynanmıştır. Bu oyun, ülkede önemli bir toplumsal olay haline gelmiştir. Oyunu izlemek için Lefkoşa’dan Mağusa’ya izleyiciler akın etmiştir. Oyun öncesinde çeşitli konuşmalar yapılmış, marşlar söylenmiş, nutuklar atılmış, şiirler okunmuş ve gece milli bir havaya bürünmüştür. Gazeteler, günlerce bu olayı sayfalarına taşımıştır. Daha sonra çeşitli dernekler, spor kulüpleri tiyatro sanatına önem vermişler ve çeşitli oyunlar sahnelemişlerdir. Elde edilen gelirlerle çeşitli okullara, fakir öğrencilere yardım olarak dağıtılmıştır. En önemlisi topluma umut vererek birlik ve beraberliğin sağlanmasında önemli rol oynanmış ve Kurtuluş Savaşı sırasında tiyatrodan toplanılan paralarla Türkiye’ye katkı sağlanmıştır. 1962 yılında konservatuvarın tiyatro bölümünü bitiren Üner Ulutuğ, Kıbrıs’ta ilk konservatuvar mezunu olan öğrenci ünvanını almıştır. Kıbrıs’a dönen Üner Ulutuğ, arkadaşlarıyla birlikte 1963 yılında bu günkü Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nın temeli olan İLK SAHNE’yi kurmuşlardır. Dolayısıyla Üner Ulutuğ da Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nın kurucusu ünvanını almıştır. Kemal Tunç, Ayla Haşmet gibi isimler de bu sırada Üner Ulutuğ’un yanında yer almıştır. İlk Sahne, ilk kez Vedat Nedim Tör’ün KÖR adlı oyunu sahneler. Oyunu Üner Ulutuğ yönetir ve oyunda oyuncu olarak Üner Ulutuğ, Hatice Söğüt, Kemal Tunç ve Biler Demircioğlu görev alır. Ve sonra oyunlar düzenli bir şekilde sahnelenmeye başlar. 1963’te kurulan İlk Sahne Tiyatro Topluluğu, Türk Cemaat Meclisi İcra Heyeti’nin 14 ekim 1965 tarih ve 15 Numaralı kararı ile resmi bir kimlik kazanarak Kıbrıs Türk Tiyatrosu İlk Sahne olarak adlandırılır. Kıbrıs Türk Tiyatrosu İlk Sahne Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin 1975 yılının Şubat ayında kurulmasıyla Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları olarak adlandırılır. 15 Kasım 1983’ten itibaren Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları doğal olarak Kuzey Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları adını alarak kamuoyuna duyurulur. Bundan sonraki faaliyetlerini de bu isimle bu güne kadar sürdürür. Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları kurulduğu günden beri günümüze kadar halkımıza kültür hizmeti sunmayı kendine amaç edinmiştir. Gerek kendimizden, gerekse tüm Dünya’dan tiyatro oyunları ile seyircilerimize ulaşmayı başarmıştır. 1999 Şubat ayında talihsiz bir olayla karşı karşıya kalan Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları bir elektrik kaçağı sonucu salonundan olmuştur. Bu tarih, Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları için bir acının baş noktası olmuştur. Salonu yanan Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları evsiz, barksız, yuvasız kalmıştır. 14 yıldır salonsuzluğun acısını yaşayan Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları sanatçıları göçmen kuşları misali nerede salon bulurlarsa orada oyunlarını sahnelemişlerdir. Çalışma salonları da olmadığı için bazen sanatçıların evlerinde, bazen de sokaklarda çalışılmıştır. Bu durum Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları için üzüntü vericidir. 14 yıldır, “Yaralar sarılacak” denmesine rağmen bu konuda iktidara gelen hükümetler maalesef bir şey yapamamışlardır. Bu da sanat adına çok üzücüdür. Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları 2011 yılında Antalya’da kurulan TÜRKSOY Türk Devletleri Tiyatro Birliği’nin kurucuları arasında yer almıştır. Dönemin Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Hakan Yozcu Antalya’da yapılan Türk Dünyası Ülkeleri Tiyatro Toplantısına katılmış ve KKTC adına bu birliğin kurucuları arasında yer almıştır. Yine Azerbaycan Devlet Tiyatroları ile İşbirliği Protokolu imzalanmış ve bu protokol gereği Azerbaycan’dan ünlü bir yönetmen KKTC’ye getirilmiştir. Son dönemde Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları Yurt dışından birçok ödül almış ve büyük başarılara imza atmıştır. Bu gün Kuzey Kıbrıs’ta gelenekleriyle, görenekleriyle, sanatıyla, sanatçısıyla güçlü bir kültür ortaya çıkmıştır. Biz bu kültüre Kıbrıs Türk Kültürü diyoruz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yaşadıkça, var oldukça Kıbrıs’ta Türk Kültürü de var olacaktır. Kıbrıs Türkü, Kültürüne, sanatına, devletine, bayrağına sahip çıkmaktadır. Ve de sahip çıkacaktır... Kültürüne sahip çıkan ülkeler kalkınmada daima hep en ön sırada yer almıştır... Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 300 bin nüfusa sahip bir ülkedir. Dili Türkçedir. Dini İslam’dır. Başkenti Lefkoşa’dır. Lefkoşa içinden ikiye bölünmüş bir şehirdir. Güney kısmında Rumlar, kuzey kısmında Türkler oturmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 50 sandalyesi olan bir meclise sahiptir. Her 5 yılda bir seçim yapılmaktadır. Lefkoşa, Mağusa, Girne, Güzelyurt ve Yeniiskele olmak üzer 5 ilçesi vardır. Türkiye’ya bakan ve burunu andıran bölge Karpaz Bölgesidir. Burası bakir doğasıyla, altın kumsalıyla, özgür eşekleriyle meşhur bir bölgedir. Akdeniz iklimine sahip KKTC Deniziyle, kumuyla, güneşiyle, havasıyla turizm cennetidir. Kendine has gelenekleriyle, kültür ve sanatıyla sizleri misafir etmek için bekleyen bir cennet köşesidir. Kıbrıs’a gelenler, Kıbrıs’ı kolay kolay terk edemiyor. Terk etse de kalbi orada kalıyor. Ve en kısa zamanda tekrar Kıbrıs’a dönmek için can atıyor… Kıbrıs’a ait yiyecekleri tadanlar ömürleri boyunca bu tatları unutamıyorlar… Molihasını, çakıztesini, hellimli ve zeytinli çöreklerini, peksemetlerini, pilavunasını, hele hele de verigo üzümlerini tadanlar, narlarından yiyenler asla Kıbrıs’tan vazgeçemiyorlar… Öğrencileri unutmadık. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu gün üniversiteler ülkesi olmuştur. 7 ayrı üniversitesi ile tüm Dünya öğrencilerine modern bir eğitim fırsatı sunmaktadır. Buradan mezun olan öğrencilerin her biri Kuzey Kıbrıs’ın birer gönüllü elçisi olarak gittikleri her yere Kıbrıs sevgisini de götürüyorlar. Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türkleri, orada yaşadıkları güzel anıları herkese anlatıyorlar… Sizleri de Kıbrıs’a bekliyoruz… Beni sabırla ve inatla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |