"İnsan - işte tüm sır burada. Bu sır üzerinde çalışıyorum, çünkü kendim de insan olmak istiyorum." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşmüş hayatlarımızın bilinmeyenleri sürekli değişiyor. Değişmeyen şeyler de var elbette. Hala evimizden istediğimiz an sıcak su akıyor mesela. Kredi kartıyla da olsa buzdolaplarımızı doldurup istediğimizi yiyip içebiliyor, diğer bütün temel ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyoruz. Evimizde tuvaletten banyoya, telefondan televizyona her türlü imkânımız var. Ama sanki bir şey eksik. Huzur… Huzursuz bir ruh haliyle yaşıyorum epeydir. Bu salgın bende bir garip sendrom oluşturdu sanki. Salgın sendromu diyebilirim buna belki. Bu düşüncelerden sıyrıldığımda cep telefonumun ekranına kaç saattir baktığımı hatırlayamadığımı fark ediyorum. Bunca zamandır ne yapıyorum ki ben bu telefonda? Sol alt köşedeki simgeye tıkladığımda son kullanılan uygulamalar arasında oynamaktan zevk aldığım kelime oyununu, haber sitelerini ve sosyal medyayı takip ettiğim internet tarayıcısını, alışveriş listesini, diğer yapılacak işlerimi not ettiğim uygulamayı ve anlık mesajlaşma uygulamasını görüyorum. Telefonu usulca masanın üstüne bırakıyorum. Girişle birlikte beş kattan oluşan apartmanın tam orta katındaki evimin balkonundan dışarıya bakmaya başlıyorum. İnsanlar yirmi günlük kısıtlamanın içinde hiç kısıtlama yokmuş gibi arabalarıyla veya yaya dolaşıp alışveriş yapıyorlar. Saat dört. Bir saat sonra marketler kapanacak. Dalıyor gidiyorum bu manzaraya. Onlu yaşlarımdayım. Çocuk mu genç mi olduğumu pek anlayamadığım garip bir geçiş döneminin ortasında. Yaz aylarını iple çekiyorum ya ipin diğer ucu gelmiş elime. Niye önemli ki bu ipin yaz tarafındaki ucu? Yaz demek köy demek de ondan. Peki, köy demek ne demek? Özgürlük… Doya doya gezip tozduğum o özgür zamanlar… Annemin babası ben daha bebekken ahrete göçtü. Anneannem kışı Ankara’da geçirdikten sonra her yaz olduğu gibi köye geldi. Babam çalıştığı için annemi, abimi ve beni köye bıraktıktan sonra şehre geri döndü. Bir süre sonra izne ayrılıp geri gelecek yanımıza. Belki bir hafta, belki on gün, belki iki ay annemin köyündeyiz. Belli bir planımız yok. Ne de olsa okul yok. Avluya adımımı atınca kısa boylu, zayıf, saçları kınalı ebemi hem evin kapısının bulunduğu hem de balkon olarak kullanılan yerde kurutmak için domates doğrarken buluyorum. Sevgiyle gülümsüyor bize. Anneannemin adı Hanım… Her zaman bir hitap olarak duyduğum bu kelime aslında anneannemin gerçek ismidir. “Anneanne” demem ama ben ona. Hep “Ebe” diye seslenirim. Taş ve betondan yapılmış dik merdivenden hızla ama biraz zorlanarak çıkıp elini ve yanaklarını öpüyorum. O da benim yanaklarımdan öpüyor ve sarılıyoruz. Sonra hepimize birden sesleniyor: -Hoş geldiniz. -Hoş bulduk. Annemle ebem konuşmaya dalarken avluya iniyorum. Avlu girişinin sağ tarafındaki dut ağacı gözüme çarpıyor. Tam yeme vakti… Bal gibi dutlardan yiyorum üçer beşer. Ağacın ötesinde kerpiçten örülü tuvalet duruyor. Bir kuyu kazılıp iki yanına tahta konulan, her girdiğimde içine düşmekten korktuğum tuvalet… Ağacın berisinde taşlardan örülmüş, üstünde buğday zamanı bulgur, üzüm zamanı pekmez kaynatılan bir ocak… Bir de haftada bir banyo için su kaynatılırdı bu ocakta. Eğer hava güneşliyse bidonlara su konulur, güneşte ısıtılırdı. Evin arka tarafına dolanıyoruz abimle. Ufak bir bahçe kısmı var burada. Bazen nane, yeşil soğan filan yetiştirir ebem. Bazen de bir şey kurutmak isteyince bir örtü serer, üstüne kurutmak istediğimiz sebzeleri ya da bulguru koyarız. Birkaç da meyve ağacı… Abimle yeni yeten bir kayısı ağacını görüyoruz. Abim bana dönüyor: -Kayısı mı, zerdali mi acaba? -Ne farkı var ki? -Çekirdeği tatlıysa kayısı acıysa zerdali denir. -Ebeme soralım. -Şimdi birer tane yeriz meyvesinden. Sonra çekirdeğini kırıp bakarız. Daha çağla gerçi. Olgunlaşması çok yakın ama. Meyvesi de az. -Biz yine ebeme soralım abi. Belki olgunlaşmasını bekliyordur. Koşuyorum ön tarafa. Ebeme sesleniyorum: -Ebe, ebe… Şu çağlalardan yiyelim mi azıcık? -Yiyin tabi oğlum. Sen yemeyeceksin de kim yiyecek? Yalnız hepsini yemeyin. Dayılarının oğlanlara da kalsın. Annem de ayrı tembihliyor: -Çok yeme bak. Sonra cırcır olursun. Abimle birer tane koparıyoruz. Önce meyveyi sonra da çekirdeğin içini yiyoruz. Tadı acı. Zerdaliymiş meğer. -Bu kendi kendine bitmiştir kardeşim. Biri yiyince çekirdeği buraya fırlattı herhalde. -Belki de kuşun biri getirdi. -Belki de. Eve çıkıyoruz. İki katlı kerpiç evin altında kazma, kürek, el arabası gibi malzemelerle bir musluk var. Üstte ise bizim yaşam alanımız… Kapıdan içeri girince terekte kap kacakların olduğu, yemek pişirilip yenilen bir kısım var. Sağda ve solda birer oda var. Ev bu üç kısımdan ibaret… Sağdaki odada üstünde oturup yattığımız sedirler var. Yastıklar, yorganlar, seccadeler de burada. Bir de duvarın içinde raf olarak kullanılan bir oyuk… Oyuğun içinde rahmetli dedemin eski radyosu yerli yerinde duruyor. Köydeki tek iletişim aracımız… Odaya girince biri sağda, biri karşıda iki tane pencere; onların önlerinde de üstüne bir şeyler koymak için genişçe bir alan var. Karşı pencerede üç tane yumurta bir tabağın içinde duruyor. Girişin solundaki odaya bakıyorum. Odanın bir köşesinde betondan bir yükselti var. Buraya yunaklık diyoruz. Banyo yaptığımız yer yani. Geri kalanında bir pencere var ve ufak tefek eşyalar yerde duruyor. Ne buzdolabı ne de televizyon var. Getirdiğimiz yiyecekleri ve valizlerimizi bu odaya koyup dinleniyoruz. Kerpiç evin uykusu bir başkadır. Yazın içerisi çok serin olur. O yüzden insan sıcaktan bunalmadan uyur. Hafif bir şekerlemeden sonra ebemle annem yemek yapma derdine düşüyorlar: -Bulgur pilavı yapıp yufkanın üstüne devirelim mi, anne? -Dur o zaman Zeynep’e gideyim de dolabından yoğurt alayım. Yanına cacık da yaparız. Merdivenden ağır ağır inerek Zeynep Bibi’nin evine doğru yürüyor ebem. Şehirde teyze, hala dediğimiz yaşlı konu komşuya burada “bibi” diyoruz. Eve varmak üzereyken seslenmeye başlıyor: -Zeyneeep! Zeyneeep kııız! Eve varınca avlu kapısının kilitli olduğunu görüyor. -Karaltın kaybolmasın, gene mi tarladasın kııız? Çaresiz dönüyor. Annem: -Hele biz pilavı pişirelim. O zamana kadar gelir, diyor. Pilav piştikten sonra tekrar Zeynep Bibi’nin evine giden ebem bu sefer bibiyi evinde buluyor. -Kııız! Çocuklar geldi. Yoğurt alacaktım. Gene tarlaya mı gittin? -Hee! Tarlaya gittim. Gel al aha yoğurdu. Elindeki bakraca doldurduğu yoğurtla dönüyor az sonra. Biz gelmeden köyün içinden topladığı semizotunu yoğurdun üstüne doğruyor. Şehirde pazarda satılan yetiştirme semizotuna benzemez bu. Bu, orada burada Allah’ın bir hikmeti olarak çıkar. Tadı da nefistir adı da bir başkadır. Semizotundan ziyade soğukluk denir köy yerinde buna. Doğrama işi bitince bir yandan üstüne su eklerken bir yandan da benimle konuşuyor: -Soğukluklu cacık çok güzel olur. -He ebe. Çok severim. -Afiyet olsun kuzum. Pilavın altındaki yufkayı yuvarlayıp koparıyorum ve ağzıma atıyorum. Sonra cacıktan bir kaşık alıyorum. Bir kaşık daha… Sonra bir yufka parçası daha… Pilav bitmeden cacık azalıveriyor. Ne yapacağını bilemeyen ebem üstüne tekrar su ekliyor. Abim: -Yettiği kadar yeriz, dese de az sonra gene azalıyor ve ebem tekrar su ekliyor. Cacık bir anda dupduru suya dönüyor ve abim sinirlenip sofradan kalkıyor. Köyün meydanına doğru gidiyor. O gidince ebemle annem bir yandan üzülürlerken bir yandan da gülüveriyorlar. -Bir buzdolabın olsa ne iyi olurdu, anne? -İyi olurdu ya yok işte. Yemek bitince ben de abimin peşi sıra gidiyorum. Köydeki üç beş meraklı yaşlı bizi süzüyor. Zaten kışın bu üç beş yaşlıdan ibarettir köyün nüfusu. Yazın tatil zamanı bizim gibiler gelince biraz kalabalıklaşır. Yaşlı teyzelerden biri en sonunda merakına yenik düşüp soruyor bize: -Siz kimin uşaklarısınız? -Dursun Çavuş’un torunuyuz biz. -Ha! Hanım’ın torunusunuz. Hanım’ın oğlandan torunu musunuz, kızdan mı? -Kızı Huriye’nin çocuklarıyız. -İyi! Hoş geldiniz bakalım. -Hoş bulduk. Yaşlıları geçip köyde biraz daha dolandıktan sonra eve geliyoruz. Gelirken yanımda getirdiğim, Jules Verne’nin “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” ve “Dünyanın Merkezine Yolculuk” kitaplarına bakıyorum. Okurken kendimi dünyanın merkezinde gibi hissettiğim hayal dünyam gece de rüyalarımı süslüyor. Dünyanın en güzel uykusunda dünyanın en güzel rüyasını görüyorum. Sabah olunca ebem evde içmek için su kalmadığını söylüyor. Evin musluğundan akan su biraz tuzludur. Anayoldan köye girişte suyu içilebilen bir çeşme var. Tüm köylü, hatta suyu olmayan yan köyün insanları gelip bu çeşmeden su doldurur. Elini çabuk tutup doldurmazsan su kalmaz. O yüzden abimle apar topar kahvaltımızı edip bidonları el arabasına yüklüyor ve çeşmenin yolunu tutuyoruz. Bidonlar boş olduğu için giderken el arabasını ben kullanıyorum. Cep telefonları yeni yeni yaygınlaşıyor. Benim cep telefonum yok. Ama abim üniversiteye gideceği için ona bir tane alındı. Köyün içinde telefon çekmiyor. Abimle konuşarak çeşmeye doğru gidiyoruz: -Çeşmenin yukarısındaki tepede çekebilir. Oraya çıkıp babamı arayalım mı? -Olur. -Balığa da gidecek miyiz abi? -Oltalar hazır bile. Ama ona yarın gideriz artık. Halaoğullarımızla beraber gidelim. -Tamam. Çeşmenin başına gelince el arabasını kenara bırakıp tepeye doğru çıkıyoruz. Çok az da olsa çeken telefonla babamı arayıp konuşuyoruz. Hafta sonu izne ayrılıp geleceğini söylüyor. Telefonu kapattıktan sonra aşağı inip suyu dolduruyoruz. Allah’tan kimse yok su doldurmaya gelen. Bidonların hepsi dolunca elimi musluğun altına tutuyorum, ağzımı da elimin kenarına dayıyorum ve buz gibi sudan kana kana içiyorum. Tepeye çıkıp indiğimiz için sıcaktan bunalmış haldeyim. Başımın tamamına su çarpıp serinliyorum. Eve dönüp suları indirdikten sonra tarlaya gitmeye karar veriyoruz. Adı tarla, ama ebemin ektiği üç beş sebze dışında pek bir şey yok. Ebem bize hemen yufka, kuru peynir, domates ve biberden oluşan bir azık çıkını hazırlıyor ve hep beraber tarlanın yolunu tutuyoruz. Hem yol boyunca hem de tarlada muhabbet ediyoruz. -Ebe, köydeki lakapları saysana bize yine. -Bir Osman vardı. Konuşurken ağzından tükürük saçardı. Köpüklü Osman derlerdi. -Hacı Mamık’la Kütük Mamık vardı bir de, değil mi ebe? -He ya! -Mamık mıymış adamların adı? -Mahmut isimleri de burada Mamık derler oğlum. -Haa! Hacca gittiği için Hacı Mamık demişlerdir emmiye o zaman. -Öbürü de üzüm bağıyla ilgilenirmiş hep. O yüzden Kütük Mamık demişler. Bir de Deli Hacı dedikleri var. Köyde adına “Guracı” denilen bir tepe var. Bu tepeyi görünce abimle bir türkü uyduruyoruz: Ekin ektim Guracı’ya Yoldurmadım Deli Hacı’ya Gel dedim de Hanım Bacı Niye gelmiyon Hep bir ağızdan gülüyoruz. Ebem ektiği sebzelerin dibinin otunu alıyor. Azığımızı da yedikten sonra eve dönüyoruz. Ebem her gün sabah namazını kılar, balkona çıkıp ilçeden her sabah gelen ekmekçiyi gözler. Ekmekçi gelip de arabasının kornasına basınca ebem hemen gider, ekmeğini alıp gelir. Köyün imamı da ekmekçiyi tembihlemiş. Her sabah caminin dibindeki elektrik direğine iki ekmek bırakır. Bu sabah da aynen böyle oldu. Abimle balığa gitmek için uyanınca ebemle köydeki diğer yaşlı kadınları şakalaşır vaziyette görüyoruz. -Kız gidip şunun ekmeğini alsak mı? İki saattir direkte duruyor. -Amma da uyurmuş imam da! -Adam uyumasın mı? Elbet gelir alır ekmeğini. Abim kamıştan oltaları, oltaların ucuna yem diye takacağımız solucan ve ıslak ekmekleri hazırlamış bile. Yanımıza su ve azık alıp halaoğullarının yanına varıyoruz. Annemizin halasının oğlu olurlar. Büyüğü öğretmen… Küçüğü de öğretmen olmak için üniversiteyi kazandı. Hep beraber düşüyoruz ırmağın yoluna. Kamışların arasında konuşlanıyoruz. Abimler oltaların ucuna yemleri takıp salıyorlar ırmağa. Ben meraklı meraklı sorular sormaya başlıyorum: -Niye kamışların arasında balık tutuyoruz? -Buralarda daha çok balık olur çünkü. -Ne zaman gelecek balık? -Bak suyun üstünde senin tuttuğun oltanın mantarı duruyor. Bu mantar batarsa balık yemi yedi demektir. Hemen hızlıca çekeceksin oltanı. Ama artık sessiz olmalısın. Balıklar sesimizi duyunca kaçarlar. -Tamam. Ne kadar “Tamam.” desem de dayanamayıp iki de bir mantarın ne zaman batacağını soruyorum. Bu arada kamışların arasındaki sivrisinekler her yerimizi yiyor. Bir müddet sonra mantar aniden batıveriyor. Halaoğlu: -İşte battı. Çek hadi hemen, diyor. Tüm gücümle asılıyorum. Balığı görüyorum, ama çırpınıyor. Bense yeterince güçlü çekemiyorum. Biraz daha cesaretlendiriyorlar ve çekip karaya atıyorum. Hayatımda ilk defa balık tutuyorum. Bir anda dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Böyle böyle bir torba balık yakalıyoruz. Az sonra hava bozuyor. Hiç ummuyorken yağmur iniveriyor. Hepimiz sığınacak bir yer ararken büyük halaoğlumuz üstünü çıkarıp yağmurun altında bekliyor. O yağmurun altında sadece maddi değil manevi bir arınma da yaşıyor adeta. Akşama köydeki her evde balık pişiyor. Her yer balık kokuyor. Tutarken çok mutlu olduğum balığı yerken mutlu olmuyorum. Irmak balığının kılçığı çok olur. Yerken boğazıma birkaç tanesi kaçınca yemekten vazgeçiyorum. Belki de balık böylece intikam alıyor benden. Ertesi gün Cuma… Cuma günü köy halkı için iki sebepten önemlidir. Birincisi Cuma namazında tüm köy bir araya gelir ve sohbet ortamı olur. İkincisi ise o gün köye gezici bakkalın gelecek olmasıdır. Abimle abdestlerimizi alıp camiye doğru yol alıyoruz. Köyün küçücük bir camisi var. Yazın cuma namazlarında dolar. Abime dönüp şaka olsun diye bir laf söylüyorum: -Maşallah! Cami de tıka basa doldu. Abimle gülüyoruz. Namazdan sonra gezici bakkalı beklemeye başlıyoruz. Cebimde az bir para var. Heyecanla bekliyorum. Az sonra araba yanaşıyor. Küçük bir kamyonetin kapalı kasasında bir bakkalda bulanabilecek her şey var. Yaşı büyükler sigara, tuz, yağ gibi ihtiyaçları temin ederken ben ve benim gibi çocuklar şeker, çikolata, bisküvi gibi atıştırmalıkları alıyoruz. Eve gelince iştahla yiyorum aldıklarımı. Ebem her akşam yatsı namazının okunmasını sabırsızlıkla bekler. Çünkü gün içinde yorulur ve bir an önce namazı kılıp uyumak ister. Bu akşamda balkonda kulağını camiye verip bekliyor. Yarın babam geleceği için sevinçliyim. Özledim onu. Bunları düşünürken köyün yaşlılarından biri ezanı okumaya başlıyor. Ezanı bitirmeye yakın “Essalatu hayrun minen nevm.” deyince abimle ben şaşırıyoruz. Yaşlı amca da yaptığı hatanın farkına varmış olacak ki ezanı bitirdikten sonra “Tüh! Yanlış okuduk.” diyerek sesi kapatıyor. hep beraber gülüyoruz yine. Ertesi gün öğlene doğru babam geliyor. Bulgur kaynatma, kışlık sebze kurutma gibi işlerle uğraşacaklar. Onlar uğraşırken biz işin eğlencesinde olacağız tabi. İkindiye doğru halaoğlu elinde kelime oyunu ile geliyor. Zaten canım sıkılıyordu. Oldum olası kelimelere ve Türkçe dersine hevesli olan ben oyunu görünce heyecanımı gizleyemiyorum. Bahçeye hemen kilimleri serip oyuna başlıyoruz. Bazen öyle kelimeler buluyorum ki halaoğlu yanında getirdiği sözlükten kontrol etmek zorunda kalıyor. Oyun bittiğinde çok eğlendiğimizi fark ediyoruz. Köyün işlerini yapıp eğlenerek epeyce vakit geçirdikten sonra bir Ağustos sabahı bir adamın sesiyle uyanıyorum: -Çok büyük deprem olmuş. Marmara’da şehirler haritadan silinmiş. Babamın yanına yaklaşıp soruyorum: -Bizim eve de bir şey olmuş mudur baba? -Yok oğlum. Marmara Bölgesi’ni etkilemiş. Bizim burayla alakası yok. Ama işlerimiz bitti zaten. Yarın evimize döneriz. Saatime tekrar baktığımda dört buçuğa geldiğini fark ediyorum. İçerden eşim sesleniyor: -Markete gitmeyecek misin? Bak, yarım saat sonra kapanacak her yer. Ekmek lazım. Meyve de al. Bir de atıştırmalık bir şeyler al da akşam yeriz. -Tamam, yazayım telefonun not uygulamasına da unutmayayım. -Eşim, balık yemiyoruz ne zamandır. Balıkçılar açık oluyor mu kısıtlama günlerinde? Gidip alırdın? -Açık oluyormuş herhalde. Oraya kadar gitmeye izin veriyorlarmış. -Bugünkü vaka sayıları kaç olacak acaba? Birkaç gündür artışa geçti gene. -Nasılsa ya sosyal medyada ya da haber sitelerinde denk geliriz. Telefona bakınca birkaç tane mesajla karşılaşıyorum, ama şu an bakacak vaktim yok. Epeyce zamandır babamları ve abimi aramadığımı fark edip akşama aramaya karar veriyorum. Oynadığım kelime oyununda rakibimin hamle yaptığını fark ediyorum. Rakibim “salgın” kelimesini yazmış. Kendi kendime konuşuyorum: -Yine mi salgın? Her yerde karşımıza çıkıyor. Biraz önce daldığım hayallerin verdiği ümitle kalkıyorum. Yaşadığım salgın sendromunu yarım saatliğine de olsa unuttuğumu düşünerek maskemi takıp dışarı çıkıyorum. Sanırım hayallere dalmayı epeyce bir süre devam ettireceğim. Salgın bitene kadar…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özgür Yenigün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |