Bir klasik herkesin okumuş olmayı istediği ancak kimsenin okumayı istemediği eserdir. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Doğdum. Her insanoğlu gibi büyüdüm. Bu büyümeyi zaman makinesinin sadece geleceğe seferlerinin olduğu, onun da istikameti bir saniye öte olan bir yolculuk olduğu gerçeğiyle harmanladım. On sekiz yaşıma kadar Anadolu’nun ortasında yıllar önce sarışın, mavi gözlü bir adamın tohumunu attığı, hala büyüyen bir ağacın meyvesi olan bir şehirde yaşadım. İnsanoğlunun dünyaya yaptığı hinlikleri fark edemeden… Aklım biraz ermeye başladığında anladım şehrimin mükemmel olmadığını. İnsanlarının yolun ortasından yürümesiyle meşhur olacak kadar az kaldırıma sahipti mesela. Sinema kırk yılda bir uğranan bir dost gibiydi benim şehrimde. Yapılanmayı buldukları iki karış araziye kapılanma zannetmişti bazı insanlar, avlu diye bir yerimiz yoktu ve yolda oynayarak büyüdük hep. Farkındaydım bunların. Ama çocuktum işte ve düşünmüyordum fazla. Beni bütün eksikliklerine rağmen şehrime bağlayan kocaman ilmikler vardı. On sekiz yaşıma geldiğimde bu ilmikleri çözüp okumaya başka bir şehre gitmek zor oldu. Sadece bir kısmını çözebildim ilmiklerin ve bunu anladığımda zaman makinesinin geleceğe yolculuğumuzda şu andan birçok güzelliği bavulumuza koymamıza izin vermediğini fark ettim. Yeni okuluma başlayalı bir ay olmuştu. Yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler tanımıştım. Hayatımda yeni insanlar vardı artık. Bir de yeni bir şehir... Fakat benim şehrim gibi kabuğuna çekilmiş bir salyangoz değildi bu şehir. O salyangozun bir yavrusu olan ben kabuğun dışına çıkmakta zorlanıyordum biraz. Geçici bir süre kabuğun içine girip rahatlama zamanı gelmişti işte bir ay sonra. Ailemi, tanıdıklarımı görecektim. Bir de şehrimde nelerin değiştiğini... Gözüm bir radar gibi değişiklik arıyordu otobüsten inip arabayla eve giderken. Mahalleye geldiğimizde berbat bir farklılıkla karşı karşıya kaldım. Mahallenin taksicilerinin kulübesi yerinde değildi. "Acaba gözlerim bana bir oyun mu oynuyor?" diyerek gözlerimi ovuşturdum. Ama gerçekten yoktu kulübe yerinde. Neden yıkıldığını anlamama rağmen dönüp babama sordum: -Baba, Şenol abilerin kulübesi nerede? -Şu yeni apartmanın arazisine giriyormuş. O yüzden yıktılar. Benim her günümü orda geçirdiğim taksi kulübesi yıkılıp gitmişti. Ne yüzünden? Çorbamın içine düşmüş bir sinek misali şehrimi çirkinleştiren o iğrenç bina yüzünden. "Yine yapılanmayı kapılanma zanneden zihniyet yaptı bunu." dedim kendime. Gittim Şenol abiye, Hüseyin abiye de dedim aynısını. Ama ne çare! Yoktu artık kulübemiz. "Olsun be canım, biz böyle de ekmeğimizi kazanırız inşallah." diyerek bu duruma da alıştıklarını gösterdiler gözlerime. Geride o kulübe de Hüseyin abiyle muhabbetimiz, Şenol abiyle şakalaşmalarımız kaldı. Bir gün sonra şehrimin çarşısına inmeye karar verdim. Evden çıkıp mahallenin camisinin bulunduğu yokuşu inmeye koyuldum. Yokuşu indikten sonra biraz daha yürüdüm. Aklımda ilerdeki merdivenden aşağı inip oradan çarşıya gitmek vardı. Bu merdiveni de özlediğimi hissettim bu anda. "İnsan bir merdiveni niye özler ki?" sözleri deldi kulaklarımın duvarlarını. O an karşılaşacağım herhangi bir insana sırf o merdiveni özlediğim için bu yolu seçtiğimi söylesem bana bu soruyu sorardı. Fakat birçok insan için inilip çıkılması dışında bir anlamı olmayan bu merdiven uzunlu kısalı basamaklarıyla hayatımın simgesiydi. Ne yazık ki aynı zihniyet merdivenime açtığı savaşı onu gazi ederek kazanmıştı. Artık merdivenin yarısına geldikten sonra paldır küldür yuvarlanacaktık alt sokağa inmek için. Üç tarafı evlerle kapalı bir araziye bir ev daha eklemek için yapılmıştı tüm bunlar. Sonradan gazi merdivene bir protez takıldı, ama salyangoz bir yara daha almıştı bir kere. Salyangozun dışına çıkma vakti geri gelmişti. Derslerime dönmem lazımdı artık. İngilizce yazma dersine girmek, hocanın ders arasında dünya hakkındaki yorumlarını dinlemek hem üniversite şehrimi hem de dünyayı anlama çabama cevap oluyordu. Bir gün hoca “Eski insanlar mı daha ilkel, yoksa biz mi öyleyiz?” diye sordu. Daha sonra da devam etti: -Biz daha ilkeliz. Eski insanların arabaları yoktu, ama eksoz gazları da… Yolları yoktu, ama yol yapmak için doğa katliamları da… Onların acelesi yoktu bir yere gitmek için. Kağnılar yetiyordu onlara. Ama biz bir yere yetişmek için bir otobüse tıkışmayı, saatlerce yol eziyeti çekmeyi, üstüne üstlük çevreyi kirletmeyi çağdaşlık sayıyoruz. Yok öyle bir doğru. Biz daha ilkeliz, çünkü bile bile yanlışı işliyoruz. -Hocam, olur mu hiç? Mağaralarda yaşayan, üstünde hayvan derisinden başka bir giyeceği olmayan insanlar ilkel olmayacak da biz mi ilkel olacağız? -Ne biliyorsun, gördün mü mağaralarda yaşayıp hayvan derisi giyen insanları karşında? “Böyle bir tarih var.” diye kandırıyorlarsa bizi… Onlar da bizim gibi giyinip bizim gibi evler yaptılar belki. Ama tek katlı, küçük evler; şehirlerin kanını emen gökdelenler değil. Bahçeli, doğayla iç içe evler; çocuklarımızın oynayamadığı, avlusuz evler değil. Şimdi söyleyin bana, onlar mı daha ilkel, biz mi? Ben konuştum: -Biz ilkeliz hocam. Sırf çıkarlarımız için bu dünyayı mahvediyorsak biz ilkeliz. Birileri üç kuruş fazla kazanmak için daracık yere üçgen odalı binalar yapıyorsa, yol yapılacak diye ormanlarda, denizlerde katliam yapılıyorsa, atmosfere salınan gazlar küresel ısınmayı her gün artırıyorsa ve bunda eksoz gazlarının payı büyükse biz ilkeliz. Aradan aylar geçti. Artık alışmıştım bu şehre. Salyangozun kıvrımlı kabuklarını seyrederek, bazen de o kabuğun içine girerek devam ediyordum hayata. Dünyayı daha iyi tanıyordum. Arkadaşlarıma da daha yakındım artık. Dertlerimizi, sevinçlerimizi, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı paylaşıyorduk birbirimizle. Bunlardan birisi de bir arkadaşımın tiyatrosuydu. Gidip izlemiştik, alkışlamıştık onu. Onun öğrettiği bir doğru vardı. İnsanlar bu dünyayı mahvediyordu. Biz insanlar yapıyorduk bunu. Doğru onun “Amerika Kyoto’yu imzalamadı.” repliğinde uzanıp yatıyordu. Engelleyemiyoruz. Zaman makinesindeki yolculuk devam ediyor. Durak yıkıldı, ama oradaki taksici abilerle anılarımı yıkamadılar. Emaneten getirilen bir halk ekmeği kulübesinde bile olsa devam ediyoruz anı bardağına yeni anı damlaları dökmeye. Merdivenim gazi olmuş olabilir. Öyle de devam ediyor benim hayatımı simgelemeye. Ama “Dur!” dememiz gerekenler var. Doğa katliamı yapılmamalı, yoksa doğa katliamı doğa soykırımı olacak ve bizden hesap soracak bir tek ağacımız ve bir damla suyumuz bile kalmayacak. Çorbanın içine düşmüş sinek değil, onun içindeki baharat olmalı evlerimiz. Yoksa çocuklarımız yollarda ezilme tehlikesi içerisinde oynayacaklar. Zaman makinesi güzelliklere yer vermiyorsa bavullarımızda, bunu yapması için ısrar edeceğiz. Yoksa salyangozların içi, dışı; tüm dünya ölecek. Ben bunu istemiyorum. Salyangozum ölmesin. Başkalarınınki de… Resimleri Çizen: İlker Ketre
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özgür Yenigün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |