İslam'ın temel inançlarından biri, Allah’ın mutlak egemenliği ve her şeyin O’nun kudretiyle gerçekleşmesidir. Bu anlayış, şefaat gibi kavramların doğru bir şekilde anlaşılmasını gerektirir. Şefaat, halk arasında doğru bir şekilde anlaşılmayan ve kimi zaman yanlış bir şekilde İslam’ın hükümleriyle çelişen bir kavram olmuştur. Kur’an’a ve sahih hadislere dayanan bir bakış açısıyla, şefaat inancının ne şekilde şekillendiğini ve İslam’daki doğru yerini irdelemek oldukça önemlidir. Kur’an’da şefaat, genellikle Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaate bulunamayacağı vurgusuyla ele alınır. Zümer Suresi 19. ayette, “Ateşte olanı artık sen mi kurtaracaksın?” denilerek, Allah’ın hükmünün mutlak olduğu ifade edilmiştir. İnsanlar, ne peygamberler ne de diğer kimseler, Allah’ın iradesinin dışında bir şey yapamazlar. Bu bakış açısı, şefaate dair geleneksel anlayışların doğru olmadığını, aksine bir hurafe olduğunu gösterir. Birçok gelenekçi düşünce, nebilerin, özellikle de Nebimiz Muhammed’in, ümmetine şefaatte bulunabileceğini savunur. Ancak, Kur’an’a göre şefaat yalnızca Allah’ın izniyle olabilir ve Allah, hükmünde hiçbir ortak kabul etmez. Kehf Suresi 26. ayette, "Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz" denilerek, bu mutlak egemenlik açıkça belirtilmiştir. Şefaat, aslında Allah’ın rahmetinin bir yansımasıdır, ancak bu rahmetin sınırlarını sadece Allah belirler. Şefaat inancının en yaygın yanlış anlamalarından biri, büyük günah işleyenlerin, nebilerin şefaatıyla cehennem azabından kurtulacakları inancıdır. Ancak, Kur’an’a göre, büyük günahları işleyenler, doğru yolu seçtiklerinde Allah’ın rahmetine kavuşabilirler. Nisâ Suresi 31. ayette, "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi onurlu-üstün bir makama sokarız" denilmektedir. Bu ayet, büyük günahları işleyenlerin tövbe edip Allah’a yöneldiklerinde affedileceğine işaret etmektedir. Tüm bu noktalar, şefaat inancının, ahiretteki kurtuluşu Allah’tan beklemek yerine, başkalarına bağlı bir anlayışa dayandığını ve bu anlayışın Kur’an’a aykırı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Gerçek bir mümin, İslam’ın hükümlerini yaşamanın amacını sadece cennet kazanmak ya da cehennem azabından kurtulmak olarak görmez. Asıl amaç, Allah’a yakın olabilmek, O’nun rızasını kazanmaktır. Bu nedenle, şefaat inancı, sadece dünya nimetlerinden istifade etmek isteyenlerin uydurduğu bir hurafedir. Müminler, hayatlarını Allah’ın emirlerine göre şekillendirir, her türlü zorluğa katlanarak, O’na olan bağlılıklarını gösterirler. Bu, gerçek bir inanç ve yaşam tarzıdır. Müşrikler, Allah’a, Resulüne ve İslam’ın hükümlerine gerçek anlamda bağlı olmayan kişilerdir. Bu kişiler, dünya nimetleri peşinde koşar ve yaşamlarının merkezine dünyevi hedeflerini koyarlar. Ancak, Nebi Muhammed, gerçek müminlerin amacının sadece Allah’a ibadet etmek, O’nun yolunda çaba harcamak olduğunu bildirmiştir. Sahabe ve önceki müminlerin yaşadıkları zorluklar, bu yolda gösterdikleri sabır ve gayret, tüm müminler için örnek teşkil etmelidir. Sahabe, Allah’a olan imanları ve Resulullah’a olan bağlılıklarıyla, dünya ve ahiretteki kurtuluşlarını sağladılar. Kur’an, şefaati ve cehennemle ilgili bir diğer önemli öğretiyi de sunar. Bakara Suresi 214. ayette, müminlerin, önceki ümmetlerin başına gelenlerden ders alması gerektiği belirtilmektedir. "Zorluklar onları o kadar sarsmıştı ki, elçi, beraberindeki mü'minlerle: ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ diyordu" denilir. Müminler, sadece Allah’ın yardımını beklerler ve her türlü zorluğa sabırla dayanırlar. Şefaat ise bu sabır ve azmin yerine geçemez. Cehennem, Allah’ın hükmüyle belirlenir ve kimse, bir başkasının şefaatiyle bu kaderi değiştiremez. İslam’da, gerçek kurtuluş Allah’a iman etmek, O’nun rızasını kazanmak ve İslam’ın emirlerine tam anlamıyla uymaktır. Şefaat gibi kavramlar, Kur’an’ın hükümleriyle çelişmekte ve insanların Allah’ın kudretini küçültmelerine yol açmaktadır. Müminlerin, gerçek inançlarını yaşarken, dünya ve ahiretteki hedefleri yalnızca Allah’a yönelmelidir. Bu anlayış, İslam’ın özünü anlamak ve doğru bir yaşam sürdürmek için gereklidir.