Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Sabaha karşı, korkunç bir susuzluk hissiyle sıcak yatağından kalktı. Sabah namazının ardından, sela veriliyordu. Sabahın o ilk saatlerinde, müezzinin sesini gayet net olarak duyabiliyordu. "Çeşme sokakta oturan Ali oğlu Ahmet Nasır'ın öldüğü" ilan ediliyordu. Ahmet Bey, duyduk-larından sonra rüyada olup olmadığını anlamak için kendini tokatladı. Öldüğü söylenen kendisiydi zira. Sokakların araba gürültüsüyle kirletilmediği bu erken saatlerde, sesi çok net duymasa, yanlış anladığından şüphelenecekti. Ama imkansızdı, işte müezzin tekrar tekrar duymayanlar da duysun diye yineliyordu. 'Bir yanlışlık olmalı, ben ölmedim ki, kötü bir şaka olmalı bu.' diye düşünerek, hemen cami hocasına gidip, durumu anlatmak üzere evden çıkıyordu ki, sokak kapısının zili çalındı. Kendisinin kapıya bakmasına fırsat kalmadan, yatağında yatıyor sandığı hanımı telaş içinde koşturup açtı kapıyı. Ahmet Bey; "Kim o hanım?" diye soracaktı ki, yıllardır baba ocağına uğramayan, bayramlarda bile görüşmedikleri büyük oğlu, elinde çantalarla girdi içeriye, ardından da hanımı. Hacer Hanım, sanki geleceklerinden haberi varmış da bekliyormuş gibi davranıyordu. Ahmet Bey öylece bakakaldı. Erhan, görmeyi umduğu en son kişiydi çünkü. Üstelik günün bu saatinde ve onca dargınlıktan sonra... Yüzüne kan oturduğunu hissetti bir an. Ama kimsenin ona aldırdığı yok gibiydi. Ana oğul birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Bu ağlaşma yılardır görüşememenin ağlaşmasından çok farklı gibi geldi Ahmet Bey'e, sanki bir felaketi paylaşırlarmış gibi. Hacer Hanım, neden sonra gelinin varlığını hatırlayarak ona döndü. Erhan ise koridorun ortasında kalakalan Ahmet Bey'e görmeyen gözlerle şöyle bir bakıp, boğazından çıkmasına hakim olamadığı garip bir iniltiyle, bildik adımlarla, lavaboya doğru yollandı. Arkasından da hanımı. Ahmet Bey, oğlunun çıkıp gelmesi şokunun ardından, hiç kabullenemediği gelininin böyle apansız gelip, bir de hiçbirşey yokmuş gibi davranmaları üzerine oldukça şaşırdı. O da onların ardından banyoya doğru seyirtti. Erhan, kusmuş, bir yandan yüzünü yıkamaya çalışırken diğer yandan da hıçkırarak ağlıyor, karısı da onu teselli etmeye çalışıyordu. Ahmet Bey o anda oğluna olan yılların tüm kızgınlığını ve gücenikliliğini bir anda unutup neler olduğunu sormaya yeltendi... Gene oralı olmadılar... Ahmet Bey, meraktan çıldırıyor, hanımını bulup neler olduğunu öğrenmek istiyordu; dışarıya çıkmak üzere olduğunu önemsemeyip, sırtına geçirdiği parkasını çıkartarak, oturma odasından gelen ağlama seslerine yöneldi. Neden Erhan'ın apansız geldiğini ve hanımının haberi olup olmadığını soracaktı. Orada da küçük oğlu gözlerini bir noktaya dikmiş öylece otururken, gelini ve hanımı bir köşede kendi alemlerinde ağlaşıyorlardı. "Yahu neler oluyor böyle?" diye bağırdı. Kimse dönüp bakmadı bile. Hanımının önüne geçip; "Hacer! Neler oluyor? Neden ağlayıp duruyorsunuz?" diyecek oldu, gene kimse cevap vermediği gibi, bu sefer de çalınan kapıya bakmaya giden geliniyle, kenara çekilmese az kalsın çarpışacaklardı. Gelenler akrabalardı. Biraz sonra da komşular gelmeye başladılar. Yıllardır içtikleri su ayrı gitmeyen karşı komşuları, Nezahat Hanım, hışımla odaya dalıp; "Hacer'ciğim başımız sağolsun!" dedi. Hacer onu görünce daha da hırsla ağlamaya başlamıştı. Nezahat Hanım, her ölü evinde söylenen "Çok iyi insandı rahmetli" nakaratını yineliyordu. Ahmet Bey bu sefer daha da meraklandı. "Ne olmuş, Hacer? Kim ölmüş?" dedi. Ama kimsenin ona aldırdığı yoktu. Meraklanmak bir yana, herkes sanki o orada yokmuş gibi davrandığı için, sinirlenmeye de başlamıştı. Bu sırada da Hacer Hanım, yıllardır aynı havayı soluduğu, aksi olmasına karşın sevdiği biricik kocasını dün akşam nasıl yatağında ölü bulduğunu, sabaha karşı nasıl da seslenmelerine cevap vermediğini ve dokununca buz kesmiş bedeninden ölmüş olduğunu anlayınca, nasıl korktuğunu ve hemen onların zilini çaldığını -ama şu talihsizliğe bakın ki, Nezahat Hanımların da evde olmadıkları bir güne denk gelmişti-, onları bulamayınca, hemen küçük oğullarına haber verdiğini, en kısa zamanda gelişlerini, sonra da büyük oğullarını arayıp acı gerçeği bildirdiğini, bir solukta anlattı. Ahmet Bey de o sırada, neler olduğunu anlamaya çalışarak dehşet içinde hanımının anlattıklarını dinliyordu. "Ben ölmedim Hacer burdayım". Neden sonra, sesini duydukları halde cevap vermediklerini değil de; onların arasında, orada olmasına rağmen, bir türlü sesini duyuramadığını, kendisine kabus gibi de gelse anladı. Birazdan büyük oğlunun hanımı gelerek, Erhan'ın bayılmak üzere olduğunu ve bu nedenle de yatırdığını haber verdi. Büyük oğlu vicdan azabı içinde kıvranıyordu. Ahmet Bey, oğlunun yatırıldığının söylendiği odaya gitti. Erhan babasının resmine sarılmış, ağlıyordu. Yüksek sesle geçmişte yapması gerekip de yapmadığı, yahut yapmaması gerekip de yaptığı herşey, herşey için babasından özür diliyordu, olmaması için verebileceği şeyleri sayıp döküyordu. Oğlu, artık 'yorgunluktan herşeyi unutup, sanki yaşadıkları rüyaymış gibi uyanmayı' diledikten sonra, elinden hiçbirşey gelmeyen Ahmet Bey oğlunu avutamamanın çaresizliği içinde tekrar oturma odasına döndüğünde, küçük oğlunu annesine, babasının cenazesinin ne zaman ve nereden kalkacağı hakkında bilgi verirken buldu. Böyle zamanlarda, birinin mutlaka daha güçlü davranıp, işleri halletmesi gerekirdi. Bu durumda görev, demek zavallı Mert'e kalmıştı. Ahmet Bey, evlenip çoluk çocuğa karıştığı halde büyüdüğünü hala kabullenemediği küçük oğlunun kararlılığı ve duruma hakimiyeti karşısında hayret etmekten kendini alamadı. Yoksa küçük oğlu annesi ve büyük ağabeyi gibi kendisini sevmiyor muydu ki böylesine, sanki babası ölmemiş, ailede olağan dışı bişey olmamış, hayat eski akışında devam ediyormuş da, halledilmesi gereken ufak bir problemle uğraşıyormuş gibi davranabiliyordu. Böyle düşünen Ahmet Bey, odayı terk eden küçük oğlunun ardından giden geliniyle birlikte dışarıya çıkıp, soğuk kış günlerinde pek kullanılmayan bir odaya gittiklerini görünce, merakla peşlerine takıldı. Oğlu bir divanın yanında diz çökmüştü. Gelini kocasının yanında onun omzuna hafifçe elini koymuş "Kendini sıkma, ağlarsan kimse seni ayıplamaz, o senin babandı", diyordu. Ahmet Bey biraz daha yaklaşınca dehşetle fark ettiği, divana yatırılmış kendi cesedi, çok beyaz göründü gözüne. 'Niye öldüğüm anı hatırlamıyorum', diye düşündü. Peki öldüyse niye hala buradaydı? Nerede olmayı umut ettiğini kendisi de bilmiyordu ya! Ama her zaman, ölümünün ardından bir rüya alemine geçeceğini, melekler arasında bir yerlere götürüleceğini -bu yerin de çoğu zaman cennet olacağını umut ederdi. Ne kötülüğü olabilirdi ki?- düşünmüştü. Geride kalacakların da bir süre ağlaşacaklarını sonra da unutup hayatlarına devam edeceklerini düşünecek kadar sadece kendi başına geleceklerle ilgilenmişti. Başına gelenleri daha yeni yeni idrak edebiliyordu. Tekrar oturma odasına dönüp, kendisinin o hatırlayamadığı ölüm anını tekrar tekrar hanımının ağzından dinledi. Tanıdıkların, eş dostun 'ne kadar iyi biri olduğu' yolunda bitip tükenmeyen laflarını biraz da midesi bulanarak dinledi. Kendisi bile bu kadar iyi biri olmadığını biliyorken, tüm bu insanlar nereden çıkartıyorlardı. Hayatta gerçek saflığıyla pek seyrek ortaya çıkan sevgi, ölümde her köşeden ışıldamaya ve en bol keseden dökülmeye başlıyordu. Ahmet Bey yaşarken katıldığı cenazelerde de bu durumdan çok rahatsız olurdu ki, kendi cenazesinde midesine kramp girmesine neden oluyordu. Ortalıkta hala, birinci sınıf erdemler, gönülden yakınlıklar, derin dindarlıklar, özveriler kaynaşıyordu. Tekrar cesedinin bulunduğu odaya döndü. Buranın boşalmış olduğunu görünce sevindi. Bir koltuğa çökerek, geçmişi ve kendisini düşünmeye daldı. İçerideki odada baygınlık geçiren oğluna, bu derece pişmanlığa gerek olmadığını söyleyebilmeyi istedi. Ona yaptıklarını düşündü. Onun için tasarladığı bir hayatın çerçevesinden bir milim bile çıkmasına müsade edemediğini, oğlunun her zaman buna uymaya çalıştığını, ancak babasının seçtiği değil de kendi sevdiği kızla evlenmeye kalkınca, o ana kadar hep kendisini memnun etmeye çalıştığı halde, nasıl her şeyi unutup, ona kapıyı gösterdiğini, düğünlerine de gitmediğini, kindarlığını devam ettirip oğlunun her barışma girişimini geri çevirdiği yetmiyormuş gibi, hanımına da onunla görüşmeyi yasaklayışını hatırladı. Küçük oğlu Mert'i düşündü, her zaman büyük oğlu göz bebeği olduğu için, küçük oğlunu hep ihmal ettiğini, yaradılıştan iyi, uyumlu ve içli bir çocuk olan Mert'in durumun hep farkında olduğunu ve çocukken babasına nasıl da yaklaşmaya çalıştığını gözleri yaşararak hatırladı. Büyük oğlunu evden ayrılmaya zorlayınca, küçük oğluna karşı daha da ilgisiz davranmış, hatta büyük oğluna kızgınlığını zaman zaman ondan çıkartmaya bile çalışmıştı. Mert de çocukluk çağından gençlik yıllarına geçtikten sonra babasına, onun çocukluğundan beri kendisine davrandığı aynı ilgisizlikle davranır olmuştu. Hanımını, onu sevdiğini düşündü. Yıllarını paylaştığı hanımı her zaman itaatkar olmuş, hırçınlıklarını sineye çekmişti. Bir an, kendi ölümünün ardından hanımının hayatını maddi yönden güvenceye almak için hiçbir şey yapmadığını hatırlayıp, şimdi Hacer'in binbir bürokratik engelle uğraşmak zorunda kalacağını, belki bir süre için oğullarının eline bakacağını acı acı düşünüp, kendinden olan bu insanlara karşı hayatı boyunca sürdürdüğü inanılmaz bencillik yüzünden pişmanlık duydu. Ölüsünün yattığı odanın kapısı açılıp içeriye tekrar küçük oğluyla hanımı girdi. Oğlu; "Biliyor musun?" diyordu hanımına. "Şu insanlara hayret ediyorum. Babamın çok fazla seveni olduğunu sanmıyorum. Aksi, bencil biriydi o..." Oğlu daha devam ediyordu ki, biraz önce kendisi de aynı şeyleri düşünmüş olmasına rağmen, bunları bir kez de oğlunun ağzından duyunca sarsıldı. " ...kendini aldatmaya ve yalana şaşılacak derecede yatkın şu insanoğlu. Biliyor musum canım, bu hal özellikle ölüm zamanlarında midemi bulandıran bir şekilde ortaya çıkıyor. Buna da ölüye saygı diyorlar. Sanki sihirbaz şapkasına sokulmuş bir farenin az sonra bembeyaz bir oda tavşanı olarak çıkarılması gibi, insanlar ortaya attıkları laflara kısa bir süre sonra kendileri de adamakıllı inanıyorlar. Ağabeyime bak, onun geçmişte olup bitenlerde hiç suçu yoktu, hem de hiç. Herşeyin, bencilce en ince ayrıntısına kadar kendi istediği şekilde olmasını isteyen babamın hatasıydı olanlar. Annemi düşün, yıllarca ona hizmet etti de bir tatlı laf mı duydu, kendisinin Erhan'a kızgınlığı yetmiyormuş gibi bir de ana oğulu görüştürmemesine ne demeli? Yıllarca bana üvey evlat muamelesi yapan o değil miydi.... Biliyor musun, şu insanlar içinde onu belki de gerçekten sadece ben seviyorumdur. Çünkü onu olduğu gibi kabul ediyorum." Ahmet Bey küçük oğlundan duyduğu şeylerden sonra, yıkıldı. Onu üzen, oğlunun kendi hakkında düşündükleri değildi, aksine oğlunun söylediklerinin doğru olduğunu bilmesiydi. Hatta daha ağır lafları hakettiğini düşünmesiydi. Tüm bedenini saran bir pişmanlık hissediyordu. Ölmemiş olmayı ve tüm yaptığı hataları affettirmek isteği tüm bedenini kasıp kavurdu. Yerinden kalkıp, Mert'in tam önüne geçerek ona sarıldı. Tabii o hiçbirşey hissetmedi. Sadece titreyerek; "Burası birden soğudu" dedi hanımına. Ahmet Bey ise ona kendisini daha objektif görmesine yardımcı olduğu için -bu saatten sonra ne işe yarayacaksa- minnet duyarak ayrıldı odadan. Hemen, hala baygın vaziyette yatan diğer oğlunun yanına koştu. Karşısına geçip, ona duyuramadığı sesiyle, yaptığı tüm haksızlıklar için özür diledi. Sonra koşup karısının karşısına geçerek, ondan da tüm bencillekleri için özür diledi. Fakat bunlar onu tatmin etmedi. Kendi pişmanlıklarına, onların mutsuzluğu, duymamaları gerekip de duydukları pişmanlık yüzünden çektikleri acılar da eklenince, geri dönüp yaptığı tüm hataları, kırdığı tüm kalpleri düzeltebilmesi için bir şans daha vermesini, saatlerce ağlayarak Allah'tan diledi. Ne kadar o şekilde ağladı, bağırdı bilmiyordu ama, karısının dürtmesiyle uyandı. "Ne oluyorsun Ahmet? Kötü bir rüya mı gördün? Ağlıyordun." Ahmet Bey bir an kendisini karısının yanında yatakta bulunca neler olduğunu anlayamadı. Yaşadıkları sadece bir rüya mıydı yani? Ama ona rüya olamayacak kadar canlı görünmüştü oysa. Yoksa.....yoksa duaları kabul edilip de bir şans daha mı verilmişti kendisine? Artık bunun öneminin olmadığını düşündü. Hanımına var gücüyle sarılarak, yıllardır kendisine hayat arkadaşlığı yaptığı için teşekkür etti. Zavallı kadıncağız alışkın olmadığı bu tutum karşısında, şaşkınlık içinde neler olduğu yolundaki sorularına bir cevap alamadı. Ahmet Bey, hemen yataktan kalkarak hanımına bu gün akşam yemeğine hem Mert'leri hem de Erhan'ları hanımlarıyla birlikte çağırmasını söyledi. Kadıncağız duyduklarına inanamadı ama kocasının fikir değiştirmesine fırsat vermeden, günün erken saatleri olduğuna aldırmadan denileni yapıp, akşam için hazırlıklara girişti ve tüm gün kendinde olmayan Ahmet Bey'in haline hayret etti. Akşam olup da büyük oğlu, çekine çekine hanımıyla gelince Ahmet Bey onları bağrına bastı ve tüm anlayışsızlığı için af diledi, Mert'ten de özür dileyip, bu oğluna da o günden sonra, kimsenin anlayamayacağı yepyeni bir anlam yükleyip, kimseyi sevmediği şekilde sevdi ve bunu da ona hissettirdi. Yakınları ondaki bu değişikliğe hayret ettiler, ama o bunlara aldırmadı bile. Hayatın dışına çıkıp, kendine ve hayata karşıdan bakabilmiş çok şanslı biriydi o. Yaşadıklarının rüya ya da gerçek olması bir şeyi değiştirmiyordu. Yepyeni bir Ahmet Bey, yepyeni bir dünyaya 'merhaba' diyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Arzu Menteşeoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |