Yaşamın tanımı yoktur. -Halikarnas Balıkçısı |
|
||||||||||
|
Sırtıma vurulan çekiç sesleri ile uyandım az önce. Bana doğru eğilmiş, kirli beyaz sakallı, üzerindeki kırışıkların arasından hafifçe terlemiş olduğunu ayırımsadığım bir yüzdü ilk gördüğüm... Canımı pervasızca yakan bu yaşlı adam bir eli ile ayaklarımdan tutmuş bastırıyor, bir yandan da küçük ama sağlam darbelerle gövdeme şekil vermeye çalışıyordu. Peki neden kımıldatamıyorum ayaklarımı? Herhalde hala uyanmış değildim aslında ve hala rüya görüyordum, böyle bir saçmalığa sebep, yatmadan önce yediğim üç dilim su böreği olsa gerekti... Doktorlar boşuna demiyorlar boş mide ile yatın diye, laf dinlemezmisin, gece böyle garipliklerle cebelleşirsin işte uykunda! Neyse ki daha içindeyken bile bütün bunların rüya olduğunu ve birazdan uyanacağımı biliyorum, çocukken gördüğüm kabuslarda da böyle rahatlatmaz mıydım kendimi, ya da maceradan maceraya koştuğum ilk gençlik uykularımda sabah uyanmadan önce yaşadıklarımın rüya olduğunu anlamanın bilinciyle keyfini çıkarmaz mıydım gerçek hayatta karşıma çıkma olasılığı çok düşük olan fırsatların... Bu koşullar altında keyfini çıkarabileceğim bir durum var mı bilmiyorum. Adamın biri neden bana böyle vurup duruyor, hem de dev gibi birşey, ben de sanki Gulliver'in cüceler ülkesindeki küçük insancıklardan biri gibiyim... Tam da avucunun içine aldı ben şimdi, ne kadar sert bir avuç içi bu, belki de onca darbeyi yediğim için tenim hassaslaştı ve ondan bana öyle geliyor... Hey, gidiyoruz, beni elinde sıkı sıkı tutmuş götürüyor, neler oluyor?! Soğuk metal kaplı bir masaya koydu beni, tam karşıda bir ayna, ama ben nerdeyim? Aynaya bakıyorum kendimi görmeye çalışarak... Yaşlı adamın gri-mavi tulumdaki bütün detayları aynada görebiliyorum da, kendi görüntüm nerde peki? Bu rüyanın iyiden iyiye tadı kaçmaya başladı artık! Yine işkence başladı, şimdi de kafamın içine birşey sokmaya çalışıyor, aynaya bakmaya çalışıyorum can havliyle, ama...ama hayır bu olamaz! Aynada gördüğüm manzara karşısında dehşete düşüyorum, yaşlı adamın gözündeki gözlükleri neredeyse yüzüme değecek kadar yakınımda hissediyorsam ve aynadaki yansımada da yaşlı adamın başı şu altın kolye üzerine eğilmişse... Yok artık daha neler, rüyamda kendimi bir kedi olarak görebilirim hatta bir böcek ya da sardunya olarak bile ama "bir altın kolye" olmak! Gerçekten de çok yemiş olmalıyım yatmadan önce! Uyanır uyanmaz akşam sekizden sonra ağzıma lokma koymamaya yemin edeceğim! Burası bir kuyumcu atölyesi ve ve aynada gördüklerimden anladığım kadarıyla bu adamcağız da bir telkari ustası. Geçenlerde izlediğim programın etkisinde kalmış olmalıyım, telkari ustalarının ne kadar azaldığını anlatıyordu sunucu, kalan birkaç meslek erbabının sanatıyla vücut bulmuş eserleri gösterirken... Masadan birşey alıyor eline, bir kaynak çubuğu bu, diğer elinde ise minik bir altın parçası var, kafama doğru yaklaştırıyor ikisini de, ne yapacak şimdi bana?.. Yok böyle bir acı! Tam da başımın üstüne bir ateş topu atılıyor sanki. Cehennemde yanmak dedikleri bu olsa gerek! Yoksa öldüm de bu da benim cezam mı; ne de olsa anlatılan cehennem zebanilerini ve kazanları gidip de görüp, geri gelip de anlatan olmadı. Belki de cehennemdeki görevliler kategorilere ayrılmıştır, çeşitli meslek gruplarına mesela, ben de bu emektar görünümlü yaşlı zebaninin elinden acı çekerek ödüyorumdur günahlarımın bedelini ... Dayanamaz hale geldiğimde beni tutup soğuk su dolu bir çanağa batırıyor, sonra çıkarıp, kirli bir bezle ovalayıp, tekrar başlıyor işkenceye... Bütün bedenime minik minik altın tel parçaları koyup lehimliyor, çekiçliyor, suya batırıp çıkarıyor; başımı döndürecek kadar büyük bir hızla. Bayılmak üzereyim neredeyse, ne sesim çıkıyor ne de kımıldayabiliyorum, ya gerçekten ölüyüm ya da uyanmak bilmediğim benzersiz korkunçlukta bir kabusun icindeyim... Neyse ki artık elinde sadece bir güderi parçası var, onunla temizleyip siliyor acıyan yerlerimi. Bir annenin, bebeğini yıkadıktan sonra kurularken gösterdiği özenle ve sevgiyle... Bana az önce tarifsiz acılar veren adam o değilmiş gibi... Gözlüğünü çıkarıp iki eliyle iki ucumdan tutup gererek, oturduğu sandalyeye sırtını iyice yaslayarak bakıyor bana, tam o sırada kendimi(!) tekrar görüyorum aynada, inanamıyorum, ne kadar da güzelim! Saçlarımı, makyajımı itinayla yapıp, güzelce giyinip, oturmuş sevgilimi beklerken, ara sıra kalkıp da aynaya baktığımda hissettiklerime benzer bir duygu bu sanki... Üzerimdeki işlemeler ışıl ışıl parlıyor, çok gösterişli ve alımlı bir kolye olmuşum, Allahım ben ne diyorum?! Deliriyor olmalıyım! Güzelcene mavi bir kutuya yerleştiriyor beni, içi ne kadar da yumuşacık... Rahatlıyorum bir hayli, kapağı kapatıyor, anladım ki dinlenebileceğim artık. Ama ya havasızlıktan ölürsem? Nefes alabiliyor muyum ki? Hem belki de zaten ölüyüm. Aklım iyice karıştı... Neyse ki aklım olduğuna eminim, hiçbir şeyden emin olamadığım bu garipliğin içerisinde... Karanlık ve sıcak burası, yine de iyi geldi... Bir insan sesi duyuyorum, tok sesli bir erkek konuşuyor, sesinden tahmin ettiğim kadariyla kırklı yaşlarda ve çok sigara içiyor... "Selamun aleyküm Yakup usta, bitirdin mi benim siparişleri?" "Aleyküm selam Hasan oğlum, hazırdır hepsi." 'Hepsi?' Benden başka kurbanlar da var demek. Acaba bizler de kendi aramızda konuşabiliyor muyuzdur? Ne de olsa yaşamakta olduğum bu tuhaflıklar silsilesi içinde mantık dahilinde yürüyen birşey yok, hem çiçeklerin bile dili olduğu söylenir, bir kolyenin canı yanabildiyse; konuşabileceği, derdini anlatabileceği bir yol olsa gerek, en azından kendi benzerlerine. "Peki benim özel siparişe ne oldu, onu da bitirdin mi usta?" "O da az önce bitti, bak şu kutuda aç bak istersen." Tekrar ışığı görüyorum, karşımda mavi gözlü sarışın, orta yaşlı bir adam... Demek o 'özel sipariş' benim. Pek bir gururum okşandı, pek bir mutlu hissettim kendimi. Gülmek istiyorum şu halime, deliler gibi gülmek... Ama ağzımı bulmam lazım önce, kullanabilmek için. Demin başımın acıdığını hissetmiştim, hoş sonra onun tam da agraf yerim olduğunu anlamıştım ya. Bir baş hissedilebiliyorsa bir ağız da olmalı bedenimde. Bulsam güleceğim! Hooop! Kapak yine kapanıyor üstüme. Para hesabı görülüyor ve apar topar götürülüyorum oradan. Tam da -diğerleri- ile nasıl iletişim kurabileceğimi kestirmeye çalışırken, başka biri tarafından, başka bir yere götürüldüğümü anladım. Duyduğum seslerden anladığım kadarıyla sokağa çıktık ve arabaya bindik. Tahminimce ya bir kuyumcu vitrinine koyulacağım birazdan ya da çok uzun süre bu karanlık kutuda bekleyeceğim. Ama mavi gözlü çatal sesli adam özel sipariş dediğine göre, belki de özel biri için yapıldım. Neyse, anlarım birazdan. Artık canım yanmıyor ya, ben de maceramın sonunu merak eder oldum. II. Uyumuş olmalıyım herhalde çünkü arada neler olduğunu anımsamıyorum; ve ne kadar zaman geçtiğini... Zaten uykudaysam ve rüyanın içinde yolculuk yapıyorsam o zaman uykumda mı uyudum ben şimdi? Bu kadın kim? "Hasan sana inanmıyorummm, bu ne kadar güzel birşey böyle! Nasıl da bilirsin böyle takılardan hoşlandığımı!" Off o nasıl bir öpücüktür böyle... Kadının elinde iki beden arasında sıkışıp kalıyorum bir süre... "Doğumgünün kutlu olsun aşkım... Babamın çocukluk arkadaşı Yakup amca var ya, hani Eminönü'nde küçük bir atölyesi olan; senin için yaptı bunu, bak üstünde en sevdiğin sarmaşık desenleri var bitanem..." "Canım, ne kadar düşüncelisin." "İyi günlerde kullan sevgilim." Gülmek için ağzımı arıyordum ya, şimdi de ağlamak için gözlerimi arayacağım, bu ne aşktır böyle? Kadın da güzelmiş. Esmer, uzun boylu, kocaman gözleri ve kocaman dudakları var... İnce bir boynu... Boyun... Ne yani, şimdi ben... İsminin Hasan olduğunu atölyede duyduğum bu adam beni ilk defa eline alıyor, kadının boynuna takmak için tabii... Hmm ne kadar da hoş bir parfüm bu, sandalağacı tütsüsü gibi kokuyor... Demek ki koku alabiliyorum! Ve tabii ki burnum nerde anlayamıyorum. Anlamam da gerekmiyor artık, sonuçta bütün bunlara sebep ya üç dilim su böreği, ya da hayattayken işlediğim günahlar.. Asıl merak ettiğimse hangisi olduğu, bu saçma sapan hikayenin sonunun nereye varacağı... Biraz koyun koyuna sohbet ettikten sonra oturdukları kanepede, dışarı çıkıyorlar. Yine arabaya bineceğim ama bu defa nerede olduğunu bilmediğim gözlerimle etrafı görebiliyor olmaktan sevinçliyim, kutu içinde yolculuk yapmaktan daha iyi olacağı bir gerçek. Kısa bir yolculuktan sonra, çok şık ve kaliteli olduğu her halinden belli olan bir restorana giriyoruz. Daha kapıdan girer girmez biz, garsonlar etrafımızda pervane oluyor. Pek itibarlı biri olsa gerek şu Hasan beyimiz. "Eda'cığım bak tam da pencere kenarında yer ayırttım, denize nazır olsun bu özel gecemiz diye." Kadının ismi de cismine pek yakışmış doğrusu. Hem edalı hem de pek cilveli. Uzun kırmızı tırnaklarıyla üzerime dokunuyor; öpmek için sevgilisine uzanırken. "Aşkım benim!" Bunlar böyle öpüşüp, koklaşıp duracaklar mı bütün gece? Kendimi röntgenci küçük çocuklar gibi hissettim birden ve utandım. Masaya geçiyoruz, karşılıklı oturuyorlar. Hasan tam karşımda, şimdi onu daha bir alıcı gözüyle inceleyebilirim... Çok güzel bakıyor kadına, hayranlık dolu ama hafiften bir hinlik, bir ikiyüzlülük de var o bakışların altında. "Bu gece bir başka güzelsin." "Sen beni sevdikçe daha da güzelleşiyorum aşkım." İşveli bir gülüş..Adam da gülümsüyor; oturduğumuzdan beri hiç bırakmadığı ellerini okşarken kadının. Yemekler geliyor, servis ne kadar da hızlı... Balıklar ve mezeler pek lezzetli, salata da sanki az önce toplanmış marul yapraklarından yapılmış gibi taptaze görünüyorlar. Adam servis tabağından aldığı balığı, kılçıklarını kendi tabağında ayıklayıp öyle koyuyor kadının tabağına... Benim eski eşim de öyle yapardı... Üstelik aynı hin bakışlar onun gözlerinde de vardı; ikiyüzlü mavi.... "Hasan, biz ne zaman evleneceğiz? Bak benim yaşım geçiyor artık." Tam da sıkılmaya başlamıştım. Bu kadınların beylik evde kalma korkularıyla sevgililerini evliliğe ikna etme çırpınışlarını, o sevgililerin de esaret prangasını parmaklarına takmamak için türlü teraneyle konuyu savuşturmaya çalışmalarını her zaman çok eğlenerek izlemişimdir! Şenlik başlıyor birazdan demek ki! Bakışları donuklaşıyor adamın birden... "Eda, biliyorsun, ben zaten evliyim.Boşanamayacağımı sana en başından söylemiştim ve sen da razı olmuştun bu koşula, peki ne bu şimdi... Lütfen tadımızı kaçırma yine sorun çıkararak." Tahminimde yanılmışım... Metres-evli erkek açmazının yarattığı bir polemiğe tanık olacağım sanırım. "Peki ne zamana dek böyle sürecek? Ben de çocuklarım olsun istiyorum, bir yuvam, eşim olmasını istiyorum. Sen haftada bir ya geliyorsun ya gelmiyorsun. Bu şehirde yapayalnızım. Sen Ankara'da işin, ailen, çocuklarınla, kurulu düzeninle mutlusun, ben neyim peki senin için, bir oyuncak mı?" İki damla gözyaşı düşüyor kadının göğsüne; susup, başını önüne eğdiğinde... Bakışları yumuşuyor adamın: "Sevgilim, sen herşeyimsin benim, ama ben bir babayım, çocuklarım daha çok küçükler, bana ihtiyaçları var, annelerinden de ayıramam onları, haksızlık bu." Haksızlıktan bahsedene de bakın! Sanki şu anda yaptığın başka birşey, o çocukları kandırıyorsun, baba olduğunu metresinle sevişirken de hatırlasana! Hayat arkadaşını kandırıyor, aldatıyorsun ve haktan hukuktan bahsediyorsun utanmadan! Ah şu erkeklerin çifte standartları, her koşulu kendi mazeretlerine göre kullanıp, bütün o mazeretlerin kılıflarını da hazır tutmaları yok mu! Allah bilir her şehirde başka sevgilisi vardır bu Hasan denen çok bilmiş zamparanın! Hem Yakup usta ne demişti, 'hepsi hazır' demişti, beni ve -diğerlerini- kastederek; yani bu ne anlama geliyor? Demek ki diğer sevgilileri için de birşeyler yaptırmış. Para, bozuyor şu erkekleri, rahmetli anneannem ne derdi; 'erkeğin iki çanağı varsa birini kıracaksın kızım"... Hele ki böylelerinin, kafasında kırmak lazım o çanakları! Kadın da az değil hani, bile bile lades derler böylesine, madem ki en başından kabul etmişsin şartları, o zaman gıkını çıkarmayacaksın. Aklı sıra birinci kadın olacak böyle mızmızlanarak. Dünyanın çivisi çıktı çıkalı çok gördük böyle oyuncuları, göre göre de alıştık artık. Bildik senaryolar, sonu da üç aşağı beş yukarı belli. Pek fazla konuşmadan yemeklerini bitiriyorlar... Arabaya gidiyoruz sanıyordum ama sahilde yürüyüş yapacaklar galiba... Gece, İstanbul boğazı ne kadar da ihtişamlı görünüyor... Benim bu cansız(?) olması gereken kolyede vücut bulmam dışındaki herşey gayet mantıklı ve olağandışı olaylardan uzak gelişiyor, rüyada olduğumdan iyice şüphe etmeye başladım. "Bitsin o zaman Hasan.. Bu şehire ve bana her veda edişinde ölüyorum zaten, bir kere ölürüm hiç olmazsa." Yine ağlamaya başladı... Buna psikolojide 'su kuvveti' diyorlarmış. Kadının elindeki en büyük silah; gözyaşı... "Sana İstanbul'un en güzel evlerinden birini tuttum, dayayıp döşedim, çuvalla para gönderiyorum, en sevdiğin giysileri, takıları alıyorum. O boynundaki kolye bile senin zevkine göre özel olarak yaptırıldı, ne nankör kadınsın sen!" Şu an hareket edebiliyor olsaydım, bunların burada durup karşılıklı bağırışmalarına tanık olmamak için koşarak uzaklaşırdım. Oldum olası sevmem kavga ortamlarını... "Kolye ha?? Kolye! Al sana kolye!" Ne oluyoruz?... Yoo hayır olamaz, hayır yapma Eda hayırrrr!!! Atma beni denize! Boğazın suları ne kadar da soğukmuş, unutmuşum! Gençlikte bir denemiştim burada denize girmeyi, daha doğrusu atlamak zorunda kalmıştım... Ama şimdi yüzemiyorum da, batıp çıkıyorum küçük dalgalar ile akıntı beni farklı yerlere sürüklemeye çalışırken... Bir bu eksikti! Ben ne olduğunu bile anlamadan denize fırlatıldım ama Eda bunu yaptığında Hasan'ın yüzünü görmek isterdim doğrusu! Bir daha onları görebilecek miyim acaba? Şimdiden çok uzaklaştım bulundukları yerden, akıntı çok kuvvetli... Bu ne kadar da güzel bir gemi böyle, ismi de... Tam okuyamıyorum biraz daha yaklaşması lazım... İnanamıyorum, bu benim onbeş yaşımdan beri yazdığım şiirleri, öyküleri imzalarken kullandığım rumuz! İyilik tanrıçası Bona Dea! Bu bir tesadüf mü şimdi? Herşeyin bir anlamı olmalı'ya fena takılmıştım son günlerde. Al sana anlam işte! Gecenin bir vakti telkari bir kolye olarak boğazın sularında kendini akıntıya bırakmış(bırakmak zorunda kalmış) bir halde gelen geçen gemilerin isimlerini okuyarak oyalanıyorsun! Herşeyi anlamlandırmak ve adlandırmak zorunda değilsin anlasana! Hadi açıkla bakalım başına gelen bütün bu olayları, yapabilirsen tabii!!! III. Boğazın sularında nereye sürüklendiğimi bilmez halde savrulup kaybolacağımı düşünüyordum ama şu anda bir balık gibi kıvrıla kıvrıla suyun derinliklerine ilerliyorum. Bir balık gibi... Balık... Başımı arkama bakmaya çalışarak hafifçe sola döndürüyorum, gördüğüm pullu beden ve kuyruk; bütün bu gariplikler zinciri başladığı andan beri ikinci defa dehşete düşürüyor beni. Uyandığında kolye olduğunu öğrenen kadın; denize atıldığında balığa dönüşen kolye! Kaç saat geçti bilmiyorum. Hiç yorulmadan denizin dibine yakın bir yerlerde dolaşırken binlerce balık görüyorum, seslerini de duyuyorum sanki, tuhaf bir uğultu var denizin içinde. Nasıl acıktım.... Bu ikinci dönüşümümden daha hoşnutum, en azından -canlı- belirtileri gösterebilmek daha tanıdık geliyor... Ne yesem acaba... Çok fazla seçenek yok gibi, şu yanımdan geçen minik balık sürüsüne dalıp birkaç tanesini yutsam mı?... Pek leziz görünüyorlar. Büyük balık küçük balığı yutarmış hem. Peki ya beni de benden büyük bir balık yutarsa... Canlı tepkileri göstermek kolye olmaktan iyiymiş ama daha büyük bir balığın midesinde yokolmak çok daha kötü geliyor düşününce... Birden iştahım kaçtı. Ben bütün bunları düşünürken minik balık sürüsü de çoktan uzaklaştı zaten. Şu ileride belli belirsiz gördüğüm şey bir ekmek parçasına benziyor. Bari onu yesem de biraz kendime gelsem... Mideme birşey girmiş olsa. Midem olduğunu bilmek ne güzel. Hem artık gözlerimin de nerede olduklarını kestirebiliyorum. Bu fırsatı kaçırmadan yutmalıyım bu yemeği, belki başka birşey bulamam. Damağımda çok şiddetli bir acı hissediyorum, ve ağzımda kan tadı... Sanki bilinmeyen bir güç süratle beni yukarı çekiyor. Suyun üstüne çıkıyorum ve hızla havada bir manevra, su dolu bir kovanın içine dalış... Ahh, anlamalıydım! Sonum geldi.... Karnımı doyurayım derken, kimbilir hangi serserinin rakı sofrasında akşam yemeği olacağım! Sen ömrün boyunca oltaya gelme, şimdi elin adamının oltasına gel, o da yetmezmiş gibi küçük kırmızı kovasının içinde çırpın deli gibi... Daha sakin, daha sıradan bir ölüm düşlerdim hep... Yaşlı yatağımda, gözleri yaşlı torunlarıma son nasihatlerimi verip de teslim edecektim ruhumu... Her fani gibi, benim de günün birinde toprağın altında bir mezarım, bir de mezar taşım olacaktı, üç beş sevenimin ara sıra ziyarete gelip, üstümde biten otlara, çiçeklere su dökeceği... Oysa ki bundan birkaç saat sonra bir kılçıktan ibaret olacağım, onu da kimbilir hangi kedi ya da karga parçalayıp midesine indirecek! Çırpınmanın bana bir hayrı olmadığını anlayıp biraz sakinleştiğim an, kovanın içinde yalnız olmadığımı görüyorum. Gözlerini dikmiş bana bakan, gri-mavi parlak pullu büyükçe bir balıkla aynı kaderi paylaşıyoruz demek ki. "Ne bakıyorsun öyle dik dik!" Kulaklarıma inanamıyorum! Yok artık, bu kadarı olamaz! Herhalde tüm bu yaşananlara dayanamayıp sonunda kontağı atan beynimin bir oyunu bu. "Sana diyorum balık bozuntusu. Dilini mi yuttun, cevap versene!" Hayır yanılmamışım, bu balık benimle konuşuyor! Dudaklarımı kıpırdatmaya çalıştığım anda sözcükler çıkıveriyor ağzımdan. "Sen, konuşuyorsun!" "Sen de konuşuyorsun, balıklar birbiri ile konuşamaz diye bir kaide yok herhalde! Onu bunu bırak da bu kovadan nasıl çıkabiliriz onu düşün. Ben zıplayıp atlamaya çalıştım dışarı ama çok yüksek olduğundan beceremedim. Sen şimdi bana yardım et, ben senin üstüne çıkayım sen beni zıplat ve bir de öyle deneyelim." Kendini çok akıllı sanıyor bu balık galiba... Bu şekilde sadece o kurtulabilir bu kovadan. Yine de ona yardım etmeye karar veriyorum. Benden daha küçük bir balık gibi görünüyor.. Yanına iyice yaklaşıp üstüme çıkmasına izin veriyorum, kuyruğu ile sertçe vuruyor sırtıma ve zıplayıp kovanın dışına fırlıyor. Çıkan seslerden anladığım kadarıyla burası Haliç Köprüsü, işe gidip gelirken her gün geçtiğim yol, sıra sıra dizilmiş balıkçıların seslerine karışık duyuyorum köprüden geçen araçların uğultusunu... Balıktan ses yok, galiba birkaç hamle daha yapıp suya atlayabildi. Başını kovaya doğru eğdiğinde gördüm yüzünü adamın... Bir yerden tanıyorum sanki ama çıkaramadım bir türlü... Şimdi hareket halindeyiz. Suyun içinde bir sağa bir sola kayıyorum, sabit durmaya çalışsam da beceremiyorum. Beni evine götürüyor olmalı, tek bir balık ancak akşam yemeği için değer taşıyabilir.Bu koca kafalı adamın ağzında çiğnenip, midesine yollanacağımı düşünmek çok korkunç! Kısa bir süre geçiyor, merdivenleri tırmanan ayak sesleri, kapı zili... "Hoşgeldin bey." Buğulu, sakin, orta yaşı biraz geçkin bir kadın sesi... "Hoşbulduk hanım... Bugün tam ağzımıza layık kocaman bir palamut yakaladım, bir de çinekop tutmuştum ondan evvel ama nasıl olduysa kovadan kaçmış gitmiş." "Kısmetimiz değilmiş demek ki... Şimdi ben bu palamutu temizleyip fırına vereyim, hem Ayşe de uğrayacakmış bize bu akşam, az önce aradı. Belki yemeğe de kalır." Benim de ismim Ayşe... Ne tesadüf. Adaşımı görebilecek kadar yaşayabileceğimi sanmıyorum... "Ooo, çok iyi! Sen birkaç da meze yap ben de inip aşağı kıvırcık, roka filan alayım, bir de küçük rakı... İçeriz değil mi hanım? " "Küçük al ama, biliyorsun alkol yasak sana. Ben de gümüş yılımızın hatırına azıcık içerim bey. Dile kolay 25 senemiz geçti aynı yastıkta..." "Ne güzel kadınsın sen, ne iyisin. Ud da çalarsın bize bu akşam, 'O ağacın altını şimdi anıyor musun' diye içli içli okursun sultanım..." "Hemen de mutlu olur küçücük şeyleri düşününce benim kocam. İyi ki evlenmişim seninle, inşallah 50.yılımızı da böyle kutlarız canım." "İnşallah. Hadi çıkıyorum ben, gelirim birazdan." Sıcacık sarılıyorlar birbirlerine kapının önünde... İşte hep hayalini kurduğum evlilik... Kolye olduğumda gördüğüm çiftten ne kadar farklı... Sevgi, emek, vefa, ve hala umut dolu bu iki insanın sesleri... O kadar etkilendim ki duyduklarımdan, az sonra ölecek olmamı umursamıyorum artık. Ve balık olduğumu anladıktan kısa süre sonra oltasına geldiğim adam hakkındaki önyargılarımdan dolayı da utanıyorum. Böyle insanların midelerinde birkaç saat sonra son bulacak bir hayatı, o küçük fahişenin boynunu süsleyerek geçireceğim uzun yıllara bin defa yeğlerim... Kadın eline alıp kovadan çıkarıyor beni, diğer elinde bıçak... Buraya kadarmış demek ki... Bu garip yolculuğun sonu geldi. Mutfak tezgahının üstüne koyuyor beni, istemdışı çırpınıyorum... Tüm ömrüm saniyeler içinde geçiyor gözümün önünden...Ve geçmişten tek bir kare, sabitlenip kalıyor karşımda... Küçücük bir çocukken, oyun oynamak için sokağa çıktığımda kaybolduğum bir yolda karşıma çıkan söğüt ağacı... Bütün heybeti ile üzerime eğiyor dallarını.... İçim boşalıyor sanki... Bıçak darbesi, kan... Uyku... Ölüm... "Aç gözlerini Ayşe, tamam geçti, iyisin, birşeyin yok." Boğuluyorum sanki, ne oldu bana böyle birden, ölüme teslim oluyordum az önce, herşey öylesine dingin ve huzur vericiydi ki... Söğüt ağacı kucaklamıştı beni yemyeşil dalları ile ve gökyüzüne kaldırıyordu... Şimdi ise karşımda en yakın dostumun yüzü... Öksürüklerimin arasında güç bela şu sözcükler dökülüyor dilimden: "Ne oldu bana?" "Hayatım, yemekteydik, birdenbire sen öksürmeye başladın ve sandalyeden düştün. Sanırım beklemediğin anda aldığın evlenme teklifinin şaşkınlığından olsa gerek... O arada kısa bir süre bilincini kaybettin. Nefes boruna kılçık kaçmış, Ender büyük bir soğukkanlılıkla ve ustalıkla çıkardı az önce... Sen de hemen kendine geldin. O olmasaydı, hayatta olmayacaktın belki şu an... Hepimiz çok korktuk." "Ne yani, bütün bunlar birkaç dakika içinde mi oldu? Telkari ustası, şu Hasan ismindeki meymenetsiz zampara, onun şımarık metresi, boğazın soğuk suları, damağıma takılan kanca... Kurnaz küçük balık, yaşlı çiftin evlilik yıldönümü..." Kahkahalar... Herkes katıla katıla gülüyor söylediklerime... Beni kollarının arasına almış sevgilim ise gözü yaşlı bir halde bana bakıyor. "Ayşe'm, bilincini kaybettiğinde olur böyle şeyler, sen iyisin ya, offf çok korktum." Sıkıca sarılıyor bana Ender... O sesleri kulağımdan gitmeyen tatlı çiftin birbirine sarıldığı gibi... Radyoda bir şarkı çalmaya başlıyor: "Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz... Hep elele vererek hayaller kurduğumuz... Kimi üzgün, kimi gün neşeyle dolduğumuz... O ağacın altını şimdi anıyor musun? " Elim saçlarıma gidiyor, parmaklarımın arasına küçük bir yosun parçası takılıyor... Hayır, hiçbiri rüya değildi... Ama neydi, onu ben de bilmiyorum. Sıkıca sarılıyorum sevgilime, öyle yorgunum ki... Güçlükle birkaç kelime çıkıyor dudaklarımdan: "Evet sevgilim, kabul ediyorum."
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İlke ERSOY, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |