Tarih, hiçbir zaman orada bulunmamış kişiler tarafından anlatılan hiçbir zaman olmamış olaylarla dolu bir yalan. -Santayana |
|
||||||||||
|
Sustu adam... Bir anda çocukça küsme krizlerine girdi. Perdelerini kapadı, hatta belki pijamalarını bile giydi. Akşam karanlığına sarılıp yattı. Üşüyordu ve sabahın serinliği bastırdığında – koskoca adam- altına işeyebilirdi, tıpkı eskisi gibi, tıpkı o duygulara gark olduğundaki gibi... Sustu adam... Neriman onu terk etmemeliydi. İKİ Hem de bir cumartesi akşamı... Hem de bir bahar akşamı... İlk karşılaştıkları iklimde hem de.. Hem de ilk karşılaştıkları günki kadar güzel ve masumken, kirletmemeliydi kendini... ÜÇ Sustu adam... Sanki tüm kainattan saklayarak gözlerini saate baktı. Saatin akrebi zehirliydi ya da ‘artık’ zehirliydi... Yalnızca yelkovana sığınabiliyordu, bir arı gibi, daha evvel damarı çatlamış arı gibi... Beyninden bir domuz kurşunu yemiş, kurşunun içinden boşalan saçmalar, beyninin muhtelif ve telif yerlerine zerk olmuş, beyni karalanmaya başlamıştı. Saçmalıyordu adam. Niye terk etti onu Neriman? Saçma! DÖRT Yıllardır şairini arayan bir şiir gibiydi adam; yalnız, uyaksız ve fiyakasız dörtlükler gibi... Tek başına bir anlam ifade etmeyen, yer yer küfürlü, yer yer şizofrenik ama senfonik mısralar gibi... Yazıldıktan çok kısa bir süre sonra beğenilmeyip çöpe atılmış eserler gibiydi adam, belki de tanrının çöplüğündeydi. Tıpkı beğenilmemiş ayetler gibi, artık cüzlerin yanında, vazgeçilmiş surelerle yan yanaydı... Gökkuşağında ilk yediye girememiş renklerden biriydi sanki. Artık o yoktu çünkü... Değersizdi her şey ve diğer aşklarına, diğer aşk yaralarına benzemiyordu bu seferki. Kabuk bağlamaz, apse yapmış, kan kaybettiren -bilirsiniz işte- lanet bir yara. Çürümüş yumurta kokan irinlerin kucağı bir yara! BEŞ Zehirli bir yılan gibiydi onun hasreti, adamın tüm vücudunda sürünen, zaman zaman bir karabasan gibi boynuna sıkıca dolanan zehirli bir yılan... Duygu hesabıyla ve tam tamına bir ton ağırlığında bir piton belki. Vahşi, acımasız... ALTI Şimdi ne olacaktı peki, hayat anlamını yeniden ne zaman ve nasıl kazanacaktı? Yoksa mütemadiyen ve ebediyen kaybediliş üzerine kurulu bir yazgının sahibi miydi adam? Hayat boyu tek sahip olabildiği biricik şey bu mu olacaktı, nasıl bir kurgunun talihsiz kahramanıydı fakir? Hep böyle mi olurdu yaşamları, ünlü yazarların karakterlerinin, Dostoyevski gibi misal ya da bilmem kimin hangi romanındaki yazgıdaşlar gibilik kavramı... Gri renkli akademisyenlerden birinin tez konusu muydu yoksa adam? Yoksa... Adam yoksa... Peki, adam yoksa? Saçma! YEDİ Hem de bir cumartesi akşamı düşünülecek şeyler miydi bunlar? Oysa daha geçen cumartesi akşamını nasıl da bir keyifle beyaz şaraba buluyorlardı sevişmeden evvel... Bir haftada nasıl bir neşter darbesi hızında ve keskinliğinde bitiveriyordu her şey, hiç steril olmayan şartlarda hem de... Hem de hiçbir cerrahlığı olmayan Neriman’ın tütün, beyaz şarap, kısmen kolonyalı mendil ve kısmen adamın deodorantı kokan, ojeli elleri tarafından... Nasıl, nasıl, nasıl, nasıl... Ve niye, niye, niye... Hem de bir cumartesi akşamı, bir bahar akşamı üstelik... Niye? SEKİZ Sustu adam. Susadı, suratı def gibi gerilmişti. Gözlerini önündeki kül tablasında duran izmarit deryasına dikmiş ve şarap döküğü kokan yatağına – ki eskiden ikisinin yatağıydı – yığılmış, adeta bir bok çuvalı gibi, zaman zaman iniltiler çıkaran, göğüsü hırlayan bir fotoğraftı şimdi... Beynindeki saçmaları ayıklamak istiyor, kafasının içinde tıpkı filmlerdeki gibi ekolu ve çok yüksek perdelerden bağıran bir adamın soru cümleleriyle boğuşuyordu... Artık iyiden iyiye uyuşuyor, nefes alış verişleri yavaşlıyor, şimdiye kadarki alış verişlerinin hesabını ödemeye hazırlanıyordu... DOKUZ Uyuşuyordu... Yatağının emektar çarşafı A RH + bir tabloydu artık... Şarap döküğü lekesiyle büyük bir uyum içindeydi carmen kırmızı... Aklına, artık bir filmin son repliği olacak olan, o çok sevdiği yazarın bir cümlesi düştü: “Aşk da bir cinayettir.” Evet, ayrılık da bir cinayettir çünkü ayrılık da sevdaya dahil değildir artık. Böyle damdan düşen manasız ve dilsiz bir ayrılık hiç değildir... Son olarak böyle düşündü adam ve damdan düşer gibi ve tıpkı Mayakovski gibi kanıyla, halıflekse: “Hayatın gerçeği acıdır!” yazarak ölüverdi. ‘The End’ oldu film, ya da ‘Fin’ ne fark eder... Bütün dillerde aynıydı filmin sonu, tıpça ‘ex’ oldu, yazık oldu.... Bir cumartesi akşamını seçmemişti adam oysa, dokuz mayıs dokuz yuz dosan dokuz çok sıradan bir gündü onun için... Gel gör ki Neriman onu terk etmemeliydi! İki Bin Üç, Kasım Ankara / İncesu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Fatih PESTİL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |