..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Murat M. UĞURLU




25 Şubat 2005
Ahır  
Murat M. UĞURLU
Bir babaane, bir ahır ve bir torun üçgeninde babaanenin yaşam felsefesinin tezahürü.


:BGBB:
[

AHIR

“Dışarıda askerler geziyor, sakın odandan çıkma” dedi, babaannem.
Aynalı demir karyolanın sağ ayağımın ucundaki topuzlarına yaslanmış bana bakıyordu.
Yeni uyanmıştım ve yatağımın içinde keyif yapıyor, tavan tahtalarındaki budak yerlerinde beliren şekilleri bir şeylere benzetmeyi deniyordum. Yan odadan çay kaşığı şıngırtıları ve höpürdetme sesleri geliyordu.
Sol yanıma yatıyordum ve budak yerlerine öylesine dalmıştım ki, ayak ucumdaki kapıdan odaya süzüldüğünü fark edemedim. Bu yüzden, sağ omzumun üzerinden dönüp göz göze gelinceye kadar, fısıltılı sözlerini anlamakta birkaç saniye gecikmiştim.
Sakin durmasına karşın kaygılı bir hali vardı.
Her zamanki vakur, kendinden emin fakat ikircimli tavrını taşıyordu.
Yaz, kış çiçek desenli pazen gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırırdı. Çünkü, durup dinlenmeden çalışırdı. Eli hep suyun içindeydi sanki. Güneş doğmadan kalkar çamaşır, bulaşık, yemek, ineklere yal derken, gömleğinin kollarını aşağı indiremeden akşam olurdu.
Kollarındaki çamaşır ipi kalınlığındaki şişkin damarlar dirseğinden ellerinin üzerine, parmaklarına kadar uzanıyordu. Şafak kızılı kınalı saçlarını örten güllü, yapraklı yazmasının iki ucu hep başının üzerinde olur, nur gibi bembeyaz yüzünü tüm ihtişamı ile ortaya çıkarırdı.
Sol üst çenesinde bir tek azı dişi kalmıştı ve kocaman kemikli parmaklarının arasına aldığı fındık,elma türü yemişleri o dişine sürterek, ustalıkla yerdi. Kendisi küçücük, ufak tefek ve bir deri bir kemikti ama elleri kocamandı. Yaşı ilerlemesine karşın hiç kamburlaşmamıştı ve çivi gibi dimdikti.
Ayağa kalktım onların odasına geçmeye yeltenecek oldum, alışıldık emredici kaş, göz ve el hareketiyle
“beni dinle, beni!” dedi.
Henüz sözlerini tamamlamıştı, perdeye uzanacak oldum, tekrar atıldı,
” kitabını al, dersini çalış, ben söyleyinceye kadar yatağından çıkma...” diye, aynı otoriter sesiyle ültimatomu verdi ve kapıyı çekip gitti
İki göz gecekonduda oturuyorduk.
İki oda arasında hol benzeri bir şey yoktu ve aradaki kapı ile birbirine bağlıydılar. Yola bakan odayı onlar, bahçe tarafındakini biz torunlar kullanıyorduk.
Baharın ılık esintileri kış uyuşuklunu dağıtıyor, yaşam öpücükleri saçıyordu üzerimize. Pencere çerçevesinin aralıklarından sızan davetkar ot ve çiçek kokuları odama doluyordu.
Penceremden yol görünüyordu.Güneş olanca şefkatiyle okşuyordu yeşil çimenleri, körpe fidanların yeni açmış yapraklarını ve teneke kaplı tuvaletin önündeki şeftali fidesinin pembemsi çiçeklerini.
Bahçenin ortasında yığılı inek gübresinin üzerindeki yeşilliğe konan birkaç saka kuşu, çevresini kollayarak yığını eşeliyordu.
Güzel bir ilkbahar Cumartesi’nin sabah saatleriydi. Biraz sonra kahvaltı yapacak, ders kitaplarım kolumun altında, inekler ve keçiler önümde tepelere doğru yol alacaktım.
O günler, 12 Mart muhtırasının sancılı, acılı, sıkıcı güleriydi. Muhtıranın ekşimsi esintisi her yanı sarmış, baharın tadını kaçırmıştı.
Mahalleler asker kaynıyordu.
Bizim mahalle o zamanlar çok büyük değildi. Henüz kırk kadar, basık tavanlı, çoğu iki göz, beyaz badanalı, kiremit damlı evler katır tırnaklarının sarı çiçekleri arasında vadiden tepelere doğru serpilmişlerdi.
Pazartesi sabahları yeni kondular tünerdi yamaçlara, bir birine eklenen patika yollar uzar, kondu sayısı artar ve sevincinden kabına sığamayan yeni komşularımızla tanışırdık.
Bahçelerine dikilen ağaçlar bile henüz yeterince büyümediğinden, dereden, tepedeki yamaçlara kadar uzanan gecekonduların tümü birbirini görüyordu. Bir gecede yapılan, doğru düzgün sıvaları bile olmayan hakiki gecekondulardı evlerimiz.
Sivaslı, Kastamonulu, Giresunlu, Rizeli yurttaşlardandı çoğunluk.
Trakya göçmeni ve başka illerden olanlar azınlıktı.
Herkes tanışırdı.
Biz gençler ve çocuklar, ya sığır ve keçi otlatırdık sarı çiçekli katır tırnakları arasında saklambaç oynayarak, ya da fabrikanın içinde selvi ve çınar ağaçlarının gölgesinde top koştururduk.
Babaların hepsinin işi vardı. Köy geleneğine göre kadınların fabrikalarda çalışması ayıp sayılmasına karşın, bu mahalledekilerin çoğu karı-koca birlikte çalışıyordu aynı fabrikada.
Zaten mahalleyi kuranlar bu fabrika (Çayırbaşı Tekel Kibrit)nın işçileriyle, belediye işçileriydi. Zaman içinde burayı kuranların yakın akrabaları ve köylüleri de gelince mahalle nüfusu artışa geçmişti.
Yapılan istihbarat sonucu olsa gerek bizim mahalleye pek uğramazdı asker ayağı. Arada bir devriye gezen askeri araçlar olurdu. Onlar da durmaya bile gerek duymadan transit geçerlerdi.
Bugün nasıl olmuşsa evlere giriyorlardı. Kenarda kalmış yeni yetme mahalleyi de elden geçirelim, ne çıkarsa bahtımıza demiş olmalıydılar.
Perdeden izlediğim kadarıyla içerde fazla durmuyorlar, bazılarının eşiğinden bakmakla yetiniyorlardı.
Tepelerden başlamışlardı aramaya.
Biraz sonra bizim evlere geleceklerdi. Buralara kadar indiklerine göre erken saatlerde girmişlerdi mahalleye.
Bizim ev yol kenarındaydı. Bahçemizin eğreti çitleri boyunca askerler ve araçlar dizilmişti. Diğerleri sırayla evleri ararken onlar güvenliği sağlıyorlardı.
Tüfekleri ellerinde ve çapraz tutuşta, pür dikkat bekliyorlardı. Birisi sigarasını elinin içine saklamış, gizleyerek içmeye çalışıyordu.
Perdenin izin verdiği ölçüde kolaçan ettim, kenardan, köşeden baktım bir süre.
Sırf öğrenci olduğum için tehlikedeydim. Çünkü o günler öğrenciler potansiyel suçlu olarak değerlendiriliyordu. Radyo ve gazetelerde verilen yakalama haberlerinde öğrenciler başı çekiyordu.
Yakalananların yasadışı örgüte üye oldukları vurgulandıktan sonra, suç unsuru olarak da mutlaka belirli birkaç kitap adı okunuyordu. Anlaşıldığı kadarıyla kitap ve yasak yayın bulundurmanın dışında herhangi bir olay ve kanıt da zikredilmiyordu.
Duyumlarımıza göre, alıp götürüyorlar ve suçsuz olduğun kanıtlanana kadar aylar geçiyordu. Biraz şüphe hissederlerse işkence de vardı. Hem de yapmadığını, yaptım dedirtecek kadar ağır biçimde.
Bir önceki evden çıkan askerler bize doğru geliyorlardı. İçimde nereden geldiğini bilemediğim soğuk rüzgarlar esiyor, huzursuzluk dalgalarını midemden alıp her yanıma yayıyordu.
Oysa, ilkbaharın tazeliği gecekondularımızı sarmış, bahçelerimize, yeşil çimenlerin üze-rinde dolanma isteğimize dokunuyordu usul usul.
Havada huzur ve yaşama sevinci egemendi.
İki küçük kardeşim (ilkokula gidiyorlardı)in kahvaltıları devam ediyordu. Normal koşullarda önlerine koyulanı yalamadan yutar ve sokağa koşarlardı.
Babaannem kasıtlı olarak sofradan kalkmalarına izin vermiyordu. Gelecek ziyaretçiler için hazır tutuyordu bu sahneyi.
O oda, dedemlerin yatak odası, salon ve mutfak olarak kullanılıyordu. Aynı zamanda banyomuzdu da. Hemen kapının eşiğinden itibaren bir metre kare kadar olan beton zemin üzerine koyulan kocaman galvaniz leğenin içine oturarak yıkanırdık.
Ayrıca dış kapımız yoktu. Kapı doğrudan ilk odaya açılıyordu.
İki göz gecekondumuzun yanında bir de ahırımız vardı. İki ineğimiz, bir danamız, üç keçimiz ve iki oğlağımızın bulunduğu ahırın kapısı ile evimizin kapısı karşı karşıya idi.
Babaannemin “Geliyorlar, siz hiç konuşmayın, yemeğinizi yiyin” sözlerini duydum.
Dedem işe gitmişti. Onun sesi yoktu.
Potin seslerinin kapının önüne gelmesiyle, kapının vurulması aynı zamanda oldu.
Ahırın kapısını yumrukladıklarını ve “kimse yok mu, açın kapıyı” dediklerini duyuyordum.
Evimizin kapısına vurmalarına fırsat vermemişti babaannem.
Tahta kapı ağırdı ve menteşeleri paslıydı, bu nedenle gacırdayarak açılırdı. Yine gacırdadı ve açıldı kapı.“
Buyurun asker ağalar” dedi, babaannem.
Babaannem çok soğuk kanlıydı.
Yetmiş yaşın üzerinde ve çok deneyimliydi. Vücudu nasıl dimdikse, aklı ve mantığı da o oranda uyanık ve sağlıklıydı.
Birinci dünya savaşında Rus işgali altında kalmamak için Görele’den, Samsun’a kadar gitmişler. Kimi yerde yürüyerek, ki-mi yerde sandallarla sürmüş muhacirlikleri. Çilenin ve belanın bin türüyle karşılaşmış.
Bazen, bize ders olsun diye o günleri anlatırdı. Göz yaşları hüzne ve özleme boyanarak yanaklarından süzülürken, komik bir şey anımsar gülmeye başlardı. Biz de onunla ağlarken birden bire gülerdik. Üzüntüsü, sevinci, özlemi üzerimize sinerdi.
Tarih ne kadar uzaktaysa, sözleri de içinin o kadar derinliklerindeydi.
Sözlerinin sıcaklığı bizi mayıştırır, tüylerimiz diken olsa da ağzımız açık kıpırdamadan dinlerdik onu. Bir dönemin canlı tanığıydı. Savaş yıllarında on altı, on yedi yaşlarında ay parçası gibi, güzel mi güzel bir genç kız imiş.
Her yerde ev bulamazlarmış ve bir çok aile birlikte ağaç altlarında yatarmışlar. Kardeşleri sıtmanın pençesinde kıvranarak ölmüş gözlerinin önünde.
Bir keresinde, muhacir kadınlarla çalı çırpı toplarlarken, bir Alman süvarisi atını üzerlerine sürmüş. O çevik davranmış atın önünden kaçmış, gebe olan komşusu hareket edemediğinden yere yatmış ve süvari üzerinden atlatmış atını.
Bu sahneyi anlatırken yeniden yaşardı kadının korkusunu. Öyle bir verirdi ki kendisini, bakışlarına yansırdı kadının korkusu.
Küçücüktü gözleri, kuş gözü gibi. Yaşlanınca iyice küçülmüştü. Ancak parıltısını ve ne demek istediğini ifade etme yeteneğini fazlasıyla muhafaza ediyordu.
Bizimle, sözleriyle değil,gözleriyle iletişim kurmayı yeğlerdi. Herkesin yanında ulu orta konuşmayı sevmezdi.
Ve biz onun ne demek isteğini anlardık..
Kurtuluştan sonra tekrar Görele’ye dönmüşler.
Dedem yayladayken eşkiyalar basmış evimizi. Saatlerce ateş etmişler. Babaannemin kardeşi aşağı köyden mavzerle ateş ederek gelmiş ve eşkiyalar kaçmak zorunda kalmışlar.
Ateşlerden geçmiş babaannem. Yürekli, kurnaz ve zeki bir kadındı.
Çok sevdiği bir kıssası vardı ve fırsatını buldukça kulaklarımıza küpe mahiyetinde anlatırdı.
“Köyün birine gökten bir şey inmiş. Çoluk, çocuk herkes sevinçten sokaklara dökülmüş ve ‘Mehdi geldi, mehdi geldi...bizi kurtaracak’ diye sevinçten deliye dönmüş, koşup bağırıyorlarmış.
O köyde aksakallı, bilge bir dede varmış.
Köy meydanındaki kendisi gibi yaşlı bir kavak ağacının gölgesinde oturmuş, koşuşturanları seyrediyormuş. Yanından geçenlerden birini çevirip, sormuş.
‘Bu, mehdi dediğinizin ağzı var mı?’
’Evet , var’ diye yanıtlamış soru sorduğu kişi.
Ak sakallı dede sevinçten deliye dönenlerin yüzüne acıyarak bakmış ve
‘Ağzı olan yiyicidir. Boş yere sevinmeyin, varın evlerinize, işlerinizin başına dönün, size kurtarıcı değil, yiyici geldi’ demiş.”
Bu kıssa üzerine kurulmuş olan yaşam felsefesi, insan ilişkilerinde kuşkuyu ve tam güvensizlik ilkelerini egemen kılmıştı.
Düşünür ve sadece düşünürdü. Gözüyle aklı arasında olağanüstü bir eşgüdüm vardı. Gördüğünü hemen algılar, düşünceleri anında gözlerine yansırdı.
Sağduyu ile değil, olayların gelişine ve gidişine göre düşünmeyi ve davranmayı öğrenmişti. Olağanüstü öngörüleri ve önsezileri vardı.
“Burada kim kalıyor?” diye sordu askerin biri.
“Ahır burası, ineklerim, keçilerim bağlı. Azıcık bekleteceğim sizi, anahtarı alıp geliyorum. Bana bir dakika müsaade edin” dedi.
Onları evin dışında tutmak istiyordu.İçeri girdi, terekten anahtarı aldı ve dışarı çıktı. Kocaman kilidi iki kere kart.. kart etti ve kapı gacırtıyla açıldı.
“Buyur evladım, gir içeri dedi.
“Yok, gereği yok nene. Hadi kolay gelsin sana” dedi asker.
“Birer bardak ayran vereyim size, telesimişsiniz (susamış) dir.”
“Sağ ol nene, şimdi olmaz” diye geldi yanıt.
Babaannemin ayranı meşhurdur. Her konuğa öncelikle ayran ikram ederdi. Ekşi de olsa yayık ayranı bulunurdu bakracında.
Asker, sofrada çocukları, ahırda inekleri ve ev sahibi olarak yaşlı nineyi görünce, görevini bitirmişti.
Ayak sesleri evden uzaklaştı.
Babaannem kapımı araladı, “biraz daha bekle” dedi.
Kolları yine kıvrıktı ama yazmasını çenesinin altından bağlamıştı. Henüz tehlike geçmiş değil, tedbirli olalım, diyordu bakışları.
Kanatlarını üzerimize germiş, civcivlerini korumak için çırpınan kuluçka tavuğu gibiydi.
Aradan epey bir süre geçmiş, kahvaltı sonrası hayvanları otlatmaya gidecektim, kitaplara yönelmiştim ki, Sol Yayınları’ndan aldığım üç beş kitap geldi aklıma.
Sözüm ona bu kitaplar yasaktı ve Beyoğlu’ndaki bir büfeciden alıyordum.
Büfeci istediğim kitapları günlük gazetelerin altından çıkarıp veriyordu. Bir arkadaşım benden öğrenip o büfeciye gitmişti. Adam ona yok demiş ve istediği kitabı vermemiş. Akşama ben uğradım, aynı kitabı tereddütsüz çıkarmıştı. Bu davranış gururlandırmıştı beni.
Şimdi yoktular. Ders kitapları ve birkaç roman yerindeydi ama ne hikmetse o kitaplar sırra kadem basmıştı.Yatağın altına baktım, çocukların kitaplarını karıştırdım, yerdeki eşyaların altına baktım yoklar.
Kardeşlerimi çağırdım, onlara sordum, bilen, gören yok.
Son olasılık babaanneme başvurmaktı. Aslında umutsuzdum. Hiç ilgilenmezdi kitaplarla. Bazen kardeşlerimin defterlerini alır ve kırışan uçlarını düzeltirdi. Hoşlanıyordu kırışıklıkları düzeltmekten.
Benim kitaplarımla ilgilendiğini görmemiştim. Özellikle bu kitapları almasının bir anlamı olamazdı. Yine de bu evde neyin nerede olduğunu bilecek tek kişiydi.
İçeri girdim ve sormuş olmak için, ”babaanne, benim bazı kitaplarım eksik, haberin” dedim, “var mı ?” demeye kalmadı, gözüyle sus, dedi.
Bu işareti, kitapların yerini biliyorum demekti. Şimdilik kimsenin duymasını istemiyordu.
“Sağ kulağının duyduğunu, sol kulağından saklayacaksın. Tedbiri elden bırakmayacaksın. İstemediğin anda pahalın biri bitiverir burnunun dibinde” derdi.
Sevmediği, sinsi ve tehlikeli bulduğu kimseleri “pahal” sözüyle sıfatlandırırdı. Yüze gülen, arkadan dedikodu yapanlara “tatlı diken” derdi. Elden geldiğince sağlam basmaya çalışırdı.
Pahalların ve sinsilerin sillelerini yiye yiye olgunlaşmış, onlar gibi olmayı yeğlemeyerek, önlemler almayı ve tongaya basmamayı öğrenmişti.
Yıllardır onunla yaşamış olduğum için davranışlarının ne anlama geldiğini biliyordum. Sustum ve odama girdim.
Askerler gitti, ortalık duruldu. Kardeşlerim sokağa çıktı.
Odamın kapısı aralandı, içeri girdi babaannem. Keyfi yerine gelmiş, yaşmağının ve kara düşüncelerinin düğümleri çözülmüştü. Bu kereye ilişkin belanın defedilmesinin sevinci ile geleceğe yönelik tasa yan yanaydı bakışlarında ve yüz çizgilerinde.
Kaçıncı bininci kere tekrarladığı şükrünü çekiyor ve şükür orucuna hazırlanıyordu mutlaka. Evden ayrılan bir yolcu menziline ulaşıp “Sağ salim eve geldik. Selamlar” yazılı telgraf okunduğunda, sınavımız başarıyla sonuçlandığında, ineği doğumunu yaptığında ve benzeri önemsediği olaylar mutlu sona bağlandığında şükür orucu tutardı.
Ramazan ayı dışında namaz kıldığını görmemiştim ama yılın yarısını şükür orucu tutarak geçirirdi. Hem de akşam yemeği ile sahura kalkmadan tutardı oruçlarını. Hiçbir zaman dolu dolu sevinmez ve dolu dolu da üzülmezdi.
Sır perdesinin aralığından bakan küçücük gözleri ve yerin kulağından gizlediği sesiyle,
“O kitapları ahırdaki saman küfesinin içine saklayalı bir hafta oldu. Ne olur, ne olmaz diye sana söylemedim” dedi.
İçimi delip geçercesine bakakaldı bir süre. Çok uzaklara gitmişti yine, yorgun göz bebeklerinde bir demete sığdırdığı özgün tarihinin ruhu kokuyordu. Kaçıncı kez atlattığı bu tip vartaların kıvancıyla muzipçe gülüyor ve yılların bilgeliği ile duruyordu karşımda.
Kapıya yaslanmış omuzları dikleşti, bembeyaz yüzü nura boğuldu, aydınlandı gecekondumuzun duvarları, bahar kokularını duyduk yeniden. Kınalı saçları kızıl bir meşale gibi mutluluğunu haykırıcasına uçuşuyordu köpük beyazı alnında, olmuş ve olacak tüm melanetlere inat. Yüzündeki derin çizgiler yumuşamıştı.
“Ah sizi gidi ne yaptığını bilmezler, ezbere yaşayanlar... yaşamın hiç de sandığınız kadar kolay olmadığını ne zaman anlayacaksanız?” dercesine yavaşça iki yana salladı başını.
Kendi yaşamını çoktan düğümlemiş yalnız bizim için yaşıyordu.
” Daha yeni mi fark ediyorsun?... İçeri gel, bir bardak su vereyim sana” diye ekledi.
Dudaklarından dökülen sözler bitmişti ama gözleri konuşmasını sürdürüyordu ve daha günlerce konuşacaktı.
Hiç susmazdı gözleri, ya da bana öyle geliyordu.
Dondum kaldım.
Sadece aval aval bakıyordum.
Rast gele, gayri ciddi, uzak ve yakın tehlikelerden habersiz, dümdüz yaşıyordum işte. Elindeki oyuncağı kullanmasını bilmeyen aptal ve şımarık bir çocuk gibiydim.
Utandım yaptıklarımın farkında olamadığım için.
Korktum, korkma riskini azaltmayı beceremediğimden.
Ne soracak, ne de merakımı giderecek konuşmaya gücüm kalmamıştı, kıpırdatamadım dudaklarımı.
Babaannem, okuma yazma bilmiyordu.
Nasıl hissetmişse etmiş, o kitapların sırrına ermiş ve onların şerrini keşfetmişti.
Kitapları ahıra hapsederek kendi usulünce şer yollarını kapamıştı.

Öyle bir tehlike sezmişti ki, kitapları sakladığını bana söylemeyerek, beni, benden de korumak gereğini duymuştu.

.Eleştiriler & Yorumlar

:: etkilendim
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
11 Nisan 2005
Sevgili M.Murat Uğurlu; Analarımız!Teselli pınarlarımız, güç kaynaklarımız...Genç uykularında, beşiğimizi bekleyenlerimiz...Adı ister "anneanne" olsun, ister "babaanne"....Her biri, üzerimize titreyip duran bir yaprak gibi....Yıllar önce bir edebiyat dergisinde okuduğum şu satırları hiç unutmadım:"Türk folklörü, ana yüreği ile kavak yaprakları arasında bir benzerlik kurmuş ve ve ANA YÜREĞİ demiş kavak yapraklarına...Günün her saatinde kıpır kıpır, en ufak bir esintide bile tiril tiril.".........Yazınızı okuyunca, işte bu cümleleri hatırladım...Güzel, düzgün, akıcı anlatımınız için kutlarım...Devamını dilerim.......Sevgiyle kalın...Kâmuran Esen

:: Çok güzel bir öykü...
Gönderen: Kenan Şahin / İstanbul/Türkiye
26 Mart 2005
Sonradan… Kozdere’nin irili ufaklı onlarca kaynaktan beslene beslene semirdiği, tembel tembel denize ulaştığı yerden adımlar sonra iki yanı ulu ağaçlı, kaldırımları çürük yapraklı caddeye akaryakıt istasyonunu gördüğünüz yerden dönersiniz… Geldiğiniz yola bağlı olarak ya mistik coğrafyalara özenen Hacı Osman Bayırı’ndan; ya da umursuz, insanı dinlenceye çağıran Kireçburnu’ndan hayaller dolmuştur kafanıza… Yolun başında sağınız askeriye, solunuz taksi durağı ve büfeler ve birahane ve köftecidir. Tahtakale, saçı sakalı karışmış, mahallenin delisidir. Ardından otobüs durağı ve dolmuş durakları gelir ki dolmuşlardan biri eskiden olmayan bir yere, Kocataş’a gider… Dağevleri de adını değiştirmiş, kendini değiştirmiştir. 42K, Kazım Karabekir – Sarıyer hat otobüsü yanınızdan hızla geçer… Gayrimüslim Mezarlığı’nın yanı hâlâ çamurlu, hâlâ azıcık çöplüdür. İçinde bir gece kondu bacası tüten kaç mezarlık vardır ki dünya da? Kaldırımı işgal eden çok eski bir tanıdık daha vardır, ki Fidanlık yolun karşısında sessizce uzanmaktadır, epey bir sizinledir eğer daha yürüyecekseniz… Yaşlı Fabrika’nın atık suyu için yapılan kanalda kurbağalar zıplamakta, fareler yuvarlanmaktadır. Buraya su, artık yağmurdan yağmura dolmaktadır. Bir tuhaf tabela karşılar sizi… Uzun, anlamsız yazılar… İçki… Bölge… Dağıtım… Antrepo… v.s… Kibrit Fabrikası değil… Yüksek duvarlardan, paslı yıllanmış demirlerin ardından hayalet köpekler havlar, irkilirsiniz… Köşede karpuz tezgahı, karşıda kasap ve fırın… Yüz elli yıllık ağaca yaslanıp bir sigara yakın… Ya yukarı, ya Bahçeköy’e, ya karşı ormana dalıp bir yudum soğuk su içmeye… Anlattığınız dönemi görmedim, ama anlattığınız yeri biliyorum… Ellerinize sağlık…

:: Bir dönemden...
Gönderen: Deniz Canefe / İstanbul/Türkiye
25 Mart 2005
Okuyup bitirdiğimde kendi kendime gülümsediğimi fark ettim. Zorlu, karışık bir dönemden tatlı, hüzünlü, komik küçük anılarla çıkabilen bizler acaba bunlardan ne kadarını aktarabildik şimdiki yaşamımıza diye soruyor insan kendi kendine?




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bizim Köyün Hasan'ı
Kırat ve Sıpa
Ddt
Dedemin Aşk Öyküleri
Gece de Yatmaz Gündüz de

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yağlı Ekmek Yiyen Evliya
Burgazada
Soyunma Odaları
Güğümler Delinince
Arkadaşların Yanına Bir Yatak

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Zincire Vurulmuş Prometheus [Deneme]
Sokrates Neden Yazmadı [Deneme]
Victoria Gölü Kıyısından Esperanto'ya [Deneme]
Devletçilik veya Merkantilizm [Deneme]
Dünya Dengesini Arıyor [Deneme]
Sosyal Yaşam Çekirdeği [Deneme]
Türkiye 1 Mayıs Tarihsel Dizini [İnceleme]


Murat M. UĞURLU kimdir?

974_ İst. Ün. Edb. Fak. Felsefe mezunu. Okuyan, hobi olarak amatörce yazan, emekliyim. Yaşamayı ve yaşamı anlamayı, anlamlandırmayı istiyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Ayrımsız tüm yazarları okumaya ve onlardan aldıklarımı yaşamıma katmayı ilke edindim.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.