Kötü bir barış, iyi bir savaştan daha iyidir. -Puşkin |
|
||||||||||
|
Hava berrak ve Güneş vurdukça yeşil çimenlerin arasından mis gibi toprak kokusu yayılıyor. Damalarda dolaşan kanın ısısı arttıkça şeytani duyguları kabartıp, kışkırtıyor insanları kış ortasının gelgeç sıcağı. Derisi yeni soyulmuş ve karnı yarılmış inek etinden dumanlar yükseliyor. Henüz ocakta pişirilmeden bile yemeğe ilişkin salgıları harekete geçiriyor. Keskin et bıçağını maharetli elinde gergef işler gibi kullanırken izleyenlerde hayranlık uyandırıyor ve kasaplığı seyirlik oyuna döndürüyor. Ne varsa o an için orada olup biten, heyecana çevrilmek için kurgulanmış gibi. “A, babam... babam... ete bak, ete, ne yem yedirmiş adam be.” dedi doymaz bir iştahla. Kafasını kaldırmadan eti işlemeye devam etti. Müşteriler gelmeden önce parçalama işlemini, uygun parçaları yan yana getirerek iyinin yanında kötüyü de satabilecek düzenlemeyi yapmalıydı. Yoksa, onu verme, bunu tartma derken etin yarısı elinde kalabilirdi. Kilosu yüz yirmi, boyu bir yetmiş civarında, kapkara, beton gibi bir adamdı dedem. Kol bilekleri baldırımın iki katı kalınlıkta, kilosunun üstünde sığırları bile tek başına devirip keserdi. Koca cüssesine orantılı denebilecek kadar esprili, nüktedan ve akla gelmedik anılarla doluydu. Yaptığınız her hareket, söylediğiniz her söze karşı mutlaka bir “darb-ı mesel” yakıştırırdı. Adı koyulmamış feylesoflardandı. Sözleri dikkatlice dinlenir, ağzından çıkanın ders niteliğinde olduğu bilinirdi. Elli beş yaşında girmiş fabrikaya ve İstanbullu olmuş. Zamanın hatırı sayılı siyasilerindenmiş ki o yaşta bir KİT’e girmeyi başarmış. Şimdi yetmiş dokuz yaşında ve yine bir başına yere yatırdığı ineği ete dönüştürme çabasında. Çalıştığı fabrikadan iş arkadaşları gelecek ve kargalar gibi üşüşecekler taze kesilmiş inek etine. Elleri çalışırken ağzı boş durmaz, işini gözü kapalı yapacak derecede ustalaşmıştır ve bıçağı milim sektirmeden kullanırken aynı maharetle konuşmalarını da sürdürür. Onun konuştuğu yerde herkes susar, dinleyici konumuna geçer. Sadece açıklayıcı ve tamamlayıcı sorular sorulur. Sanki et kesmiyor da konferans veriyor ya da meddahlık yapıyor gibidir. En çok istek toplayan, pür dikkat dinlenense aşk öyküleridir. Gerçeklik payı olduğundan kuşku duyulmasa da dedemin kattıkları vardı sanıyorum. Bu öyküler, ev ile iş arasında ve zavallı karılarının eteği altında yaşayan insanlar arasında büyük ilgi görürdü. Sinemaya gitmenin ayıp sayıldığı dünyalarında dedemin öyküleri gündelik yaşamlarının tek açılımı ve fantazileri oluyordu sanırım. Hiçbir yasak ilişki yaşamamış bu insanlar öykülerin gölgesinde kendilerine ayrı dünyalar kuruyorlardı. Dinlemek, yapmanın yerini alıyordu, hal ve tavırlarından böyle okuyordum. Küçücük dünyalarına kocaman bir pencere açıyordu birkaç tümcelik anlatılar. Sohbetinin tadı kestiği ete karıştığından mıdır bilinmez, müşterileri kokusunu alır ve et kesileceği günler burnunun dibinde biterlerdi. Durup dururken söze başlamaz, birinin ortaya laf atmasını beklerdi. Bilerek yapıyordu bekleme faslını. Karşı taraftakilerin sabrını deniyor, nabızlarını elinde tutuyordu belki de. Teklif karşı taraftan gelirse tadı artıyordu. “Satılığa çıkardığın malın değeri az olur, müşterisi kendiliğinden gelen malı pahalıya satma şansın yüksektir” felsefesiyle bakardı her olaya. Yine öyle oldu. Bir kaç kişi vardı inek kesime hazırlanırken. Zaman ilerledikçe çoğalıyordu çevremizdekiler. “Dur bakalım ona da sıra gelecek. Ananın ...ında nasıl bekledin dokuz ay on gün” diye yanıtladı. “İyi güzel de kalabalıkta her türlü et kesilmez ki dayı...” diye atıldı sabırsız müşteri. “Bak yeğenim bu yaşa kolay gelinmiyor. İyisi, kötüsü, güzeli, çirkini bir çok olay yaşıyor insan. Hiç aklına gelmeyecek, rüyanda görmediğin işlerle karşılaşırsın. Bir anda olup biter, ne olduğunu anlayamazsın. Ben, fabrikaya girmeden önce kurbanlık mal getiriyordum memleketten İstanbul’a. O zamanlar kamyonculuk, otobüsçülük yok. Gemilerle geliyoruz. Rezilliğin bini bir para. Mecidiyeköy’de dutlukların altında bekletiyoruz malı. Ağaçların altına ağıl çeviriyoruz, ağaç dallarından yatak yapıyor, altımıza üstümüze birer çul serip malın yanı sıra yatıyoruz. Arada sırada Sarıyer’de hamamda yıkanmayı saymazsak tozun toprağın içindeyiz. Oralarda ev, mev yok o günlerde, çakallar mala saldırıyor, geceleri nöbetleşe uyuyoruz hırsızdan, ursuzdan sakındığımızdan. Uzatmayalım, malı sattım, bir, iki teneke tereyağı kaldı elimde. Onları da satıp bir an evvel memlekete dönmek istiyorum. Mevsim kış, şimdi olduğu gibi şubat ortaları, ama, hava bugünkü gibi günlük, güneşlik değil. Sarıyer pazarında tereyağı sattım iki teneke. Boş tenekeler elimde Çayırbaşı’na doğru geliyorum yürüyerek.. Boğazdan esen rüzgarlar dalgaları kaldırımlara savuruyor. Elli iki yaşımda, yayla adamıyım, bastığım yeri ırgalıyorum. Soğuğu yedikçe dumanlar buğuluyor gövdemden. Sokakta Allah’ın kulu yok benden başka. Rus konsolosluğunun önünden sonra arkam sıra bir tak. tak, tak sesi geliyor. Benimle ilgili olmadığı için dönüp bakmıyorum. Beyaz Park’ı geçtim ses benimle birlikte geliyor arkam sıra. “Beyefendi” diyen bir kadın sesi duydum. Kimse tanımaz beni burada diye düşündüm ve yoluma devam ettim. Aynı ses bir kaç kere üstelenince durdum, geri baktım. “Beyefendi, sana sesleniyorum deminden beri” dedi. Beni buralarda kimse tanımaz ve çağırmaz diyerek aldırmadım da.. dedim. “Bu tenekeleri bana verir misin?” dedi. Parayla değil mi? Veririm, dedim. “Yalnız , ben bunları taşıyamam, evime kadar getirebilir misin?” dedi. Canıma minnet, hem paramı alırım, hem de bu tenekelerden kurtulurum diye sevindim bile ve olur dedim.Ermeni Kilisesi’nin yanındaki sokaktan içeri girdik. Rüzgarın şiddeti kesildi, sokakta kimsecikler yok. Kadının birileriyle işbirliği yapıp beni soyduracağı düştü aklıma. Biraz çekiniyorum ama, erkekliğe de bok süremiyorum. Ayaklarım geri geri gidiyor nerdeyse ya yola girdik bir kere, dönüş yok artık.” Bıçağı ağzına, dişlerinin arasına aldı dedem; derinin bir ucundan tuttu öteki eliyle eti bastırdı ve deriden ayırdı. Etten ayrılan deriyi iyice yaydı yere, kestiği parçaları derinin üzerinde sergileyecek. Hemen derinin bittiği yere de bir telis çuvalı serdim. Deriye sığmayan parçaları oraya dizeceğiz. Benim görevim böyle ek işleri yapıp, hesap tutmak. Peşinleri, veresiyeleri kilolarıyla yazıyorum. Üniversite öğrencisiyim, lise için İstanbul’a geldiğimden beri dedemin yamaklığını yapıyorum. Sürekli olarak, ayda bir iki kez yapıyoruz bu kasaplık faaliyetini ve ek harçlığımı da veriyor işimiz bittikten sonra. Dedemle oturup baş başa konuşmuşluğumuz pek yoktur. Örflerimiz bunu emreder, büyüklerle olur olmaz konularda konuşmak ayıptır, günahtır ve yasaktır. O nedenle kesim günlerinin ayrı bir önemi vardır. Yakası açılmadık yaşam ve aşk öykülerini bu günlere saklar, ve başkalarıyla birlikte ben de dinlerim. Son parça eti de satar ama, dedemin anıları, başkalarına ait anıları ve felsefi boyuttaki kıssadan hisseleri bitmez. Sığır ve küçükbaş hayvan toplamak için Giresun yaylalarını aşıp Erzurum’a, Erzincan’a kadar çıkar, Torul ve Gümüşhane köylerini ayağına katarmış. Bu yolculukları sırasında onlarca insanla ve olayla karşılaşmış, her birinden ilginç sonuçlar çıkararak yaşadığımız olaylara kıssadan hisseler çıkarırdı. Bu anılara İstanbul da eklenince dağarcığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Dedemin müşterilerinin gerçekten et almaya mı, yoksa anlatacaklarını mı dinlemeye geldiklerini anlayamamışımdır. Öylesine dalarlar ve kendilerinden geçerek dinlerlerdi ki, bu soruyu sormaktan alamazdım kendimi. Sanki hiç bir şey yaşamıyorlardı ve bu öykülerle tutunuyorlardı yaşama. Tek eğlenceleri ve evleri kadar benimsedikleri kahvehanede, iş arkadaşları ve hemşehrileriyle kağıt oyunları oynayarak vakit geçirmekti. Dedem ayrı bir dünyaya her nasılsa girmiş ve onlarla paylaşıyordu. “Eeee.. sonra” dedi meraklı iş arkadaşı. “ Yahu ben ...ümden alıyorum soluğu, sen ne derdindesin” dedi, dedem. Başladığı öyküyü bitirmediği görülmemişti ama, vatandaş gerektiğinden fazla heyecanlıydı. “Bir apartmanın önünde durduk, para çantasını açtı anahtarını çıkardı, kapıyı açtı Allah biliyor ya ben, cüzdandan para çıkarıp verecek sandım. ‘hadi köylüm yukarı kadar çıkar tenekeleri dedi. İyice korktum ben, pek caniye benzemiyordu ama, insanoğlu bu, çiğ süt emmiş ne yapacağı belli mi olur. Merdivenleri çıkıp ikinci kata çıktık. Her katta üç daire kapısı var. Güvenim yerine geldi biraz. Ne de olsa gürültüye koşanlar bulunur bana saldırılarsa, bağırıp çağırırım. Daire kapısını da açtı, sıcak vurdu içerden yüzüme, her ne kadar üşümesem de sıcağın yeri başka oluyor. Misler gibi kokuyor ev. Artık paramı alır giderim de kaç lira isteyeceğimi hiç düşünmemiştim. Panikledim biraz, ne söyleyeceğimi düşünürken, bana döndü; ‘gel köylüm sana bir kahve yapayım, için ısınır’ demez mi... Doğrusu donup kalmıştım, böyle bir teklif aklımın köşesinden geçmemişti. Hiçbir şey söyleyemedim, öylece bakıyordum yüzüne doğru bön bön. ‘Çekinme.. gir içeri... sıcak bir kahve iyi gelir. Gurbettesin de, yorgunsundur, dinlenirsin’diye, binbir işve ile cilvelenmez mi? Zaten şaşırmışım, sözler kulağımdan içeri gire girmez sarhoş etti beni, beynim iyice uyuştu. O ise çok sakindi. Uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi davranıyordu. Ben de ister istemez etkilendim ondaki gevşeklikten, çekinmeyi unutur gibi oldum, girdim eşikten içeri. Bir terlik attı önüme ‘giy bunu’ dedi. ‘Paltonu da çıkar, asayım‘ dedi. Paltonun cebinde paralarım var. Çıkarıp versem paralardan olmak korkusu, vermesem ayıpların en büyüğü olacak.... İstemeyerek sıyırdım sırtımdan verdim. Aldığı gibi astı koltuğun arkasına. Dönüp bakamıyorum arkama ama aklım paralarda...Paltonun altında ne ceket ne de kazak var. Kadına eğlence oldum durduk yerde. Kışın ortasında paltosuz kazaksız gezmenin ayıbını da tattım orada. “Neredeyse gömleksiz gezeceksin, ne kadar ateşliymişsin köylüm” dedi. Ateşliymişsin sözünü duyunca kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Her yanımı ateş bastı. Bir kadından böyle sözler duymamıştım ömrümün bu gününe kadar. Ne yapacağımı, nasıl cevap vereceğimi iyice şaşırmıştım. Mantosunu çıkarmış, etek, kazak kalmıştı üzerinde. Otuz beş yaşlarında sülün gibi bir afetti. Yemyeşil gözleri insanın canını alıyordu. ‘Gel seni banyoya götüreyim, elini yüzünü yıka. Ben de kahveni yapayım’ dedi, salına salına banyoya kadar götürdü beni, yanımdan ayrıldı. Bolca köpürttüm sabunu elimi, yüzümü adamakıllı yıkadım. Soğuk suyu bol bol çaldım yüzüme, kollarımı sıvadım, boynumu boğazımı da mes ettim. Sıcaklığım düştü biraz, heyecanım yatıştı.” Yorulmuştu dedem ve nefeslenmek için İki dizinin üzerinde doğruldu, şöyle bir bakındı yolun gelişine doğru. Etin hemen hemen tümünü ayırmıştı deriden ve yalnız sırt kısmındaki parçalar kalmıştı. Bir iki bıçak darbesinden sonra satışa hazır olunacaktı. “Anasını sattığımın gençliği, şu kadar iş yordu beni. Eskiden bana mısın demezdim. Sinek vızıltısı gelirdi üç dört malı arka arkaya devirmek. Çek oğlum çuvalın ucunu, şu parçaları biraz ayrı koy.” dedi. “Kara dayı, daha önce bir yerlerde görmüş müydün karıyı?” dedi, öteki müşteri. “Nereden göreyim yahu... elin karısını. Büyükdere’de oturmuşluğum mu var. Kaç yıldır buralarda yaşarım, halen Büyükdere’de bir kahvede oturmuşluğum yoktur.” Diye yanıtladı. “Kahve güzel miydi bari?” dedi adam. Sözün arkasını getirtmeye yönlendiriyordu dedemi.“Şekerli yapmıştı kahveyi. Bugünkü gibi hatırlıyorum tadını. ‘Zor mu işiniz, sıla özlemini nasıl gideriyorsun, nerelerde yatıp kalkıyorsun, burası rahat mı?’ dedi. Hemen yanıma oturdu. Koltuk da rahattı doğrusu ama, benim konuşacak halim kalmamıştı. Ellerini boynumda dolaştırmağa başladı, ’çekiniyor musun benden, burası rahat değilse yatağa geçebiliriz’ dedi. Öylesine işveli söylüyordu ki, aklı başta tutmanın mümkünü yoktu. Yavaşça doğruldu, elimi tuttu ayağa kaldırdı beni. Dizlerimin üzerinde güçlükle doğrulabildim. Kokusu bile baş döndürmeye yetiyordu, işvesine, cilvesine nasıl dayanayım. Korkuyu morkuyu unuttum ne olacaksa olsun diye sarsak adımlarla düştüm peşine. Yatak, yatak değil kocaman top sahası, başında anadan doğma soyunmuş bir kadın resmi, yorganlar saf ipekten pırıl pırıl yanıyor. Kocaman bir aynanın önündeyim. Kendime bakamadım utancımdan. Şaşkın şaşkın duruyorum. Artık ondan emir bekliyorum. Ne yapıp, ne yapmayacağımıza o karar veriyor nasıl olsa. ‘Böyle mi yatacaksın, çıkar üzerini’ dedi. Yahu kırk yıllık karımla hiç böyle işim olmamış, elin karısı evirip çeviriyor beni ve sesimi çıkarmadan talimatlarını bekliyorum. Ben daha davranamadan eteğini sıyırdı. İp kadar küçücük donla kaldı. Yarmaça gibi bacaklar çıktı ortaya baksam mı, bakmasam mı? ‘Utanma.. doya doya bakabilirsin.’ Dedi. Sonra bana doğru gelerek, ‘Sana kalsa akşama kadar soyunmayacaksın, bari ben yardım edeyim’ diyerek gömleğimin düğmelerini açtı. Bu arada nasıl becerdimse pantolonumun kayışını çözdüm. Bunu kapıp yatağa kapadım. Gövdemin altında boğulur gibi sesler çıkararak, ‘Dur hele, acele etme. Açlığını anlıyorum ama, yattığımız bir işe yarasın. Kalk üzerimden ve sırt üstü yat, kendini bana bırak çocuk yapmayacağız, aşk yapacağız’ dedi. Aldığım komutu bir kez daha yerine getirdim. Keten donumu çıkaramamıştım, tuttu paçalarından, çekti çıkarttı. ‘Daha uzununu bulamadın mı köylüm? Üç paçalının içine birlikte girelim, daha hoş olur..’ dedi. Onun donuna göre, bir köyü giydirecek don çıkardı benimkinden. Çıktı üstüme, gözlerini dikti gözlerime can alıcı gibi, ‘Nasıl, hayatından memnun musun? Tüm yorgunluğunu alacağım senin, birlikte çok güzel vakit geçireceğiz, yalnız acele etmeyeceksin köylüm’ dedi. O ne ses, nereden çıkıyor, nasıl terbiye edilmiş; zavallı bir enik yavrusunun paçalarına sürünmesi gibi sakin, azgın dişi bir kedi gibi şehvet saçıyor. Böyle bir işve ne gördüm ne de duydum. Başımı döndürüyor, tüylerimi diken diken ediyor gözlerimin önünde kelebekler uçuşuyor. Üzerime çıkarken belden üstünü soymamıştı. Siyah boğazlı bir kazak vardı. Kazağı çıkardı, siyah sütyenin örttüğü göğüslerinin dışında bir şey kalmadı üzerinde. Sütyen olduğunu da bilmiyordum o zamanlar, ilk kez görmüştüm çünkü. Teni fırın darısı esmerliğinde ve yılan derisi gibi parlıyordu. Ellerini arkasına götürüp sütyenini de çıkarttı sonunda. Kara dut gibi pütür pütür olmuştu uçları ve mavzer mermisi gibi dimdik duruyordu. Uzun saçları darmadağın olmuş, yüzüme, gözüme değdikçe yüreğim erim eriyordu. Ben kendimi kaybetmek üzereydim ama, o atına hakim süvari gibi güvenle bakıyordu gözlerimin içine. Gözlerimi kapamak geçti içimden, onu da yapamadım. Mars olacakmışım duygusuna kapıldım. Ellerini göğsüme bastırmış, kafasını geriye doğru atmış deh deyip mahmuzlayacak gibi tetikte.. Bir damla yağ yoktu göbeğinde, benim karnım harar gibi duruyordu. Ha patladım, ha patlayacağım. Birisi dayanamadı atıldı ortaya “erkek adama alta düşmek yakışır mı kara dayı?” dedi. Doğrusu bu sözün altında kalması muhtemeldi dedemin, erkek daima üstte gerekti.“Sen bu kadar anlarsın işte, benim bunca anlattığım boşa demek ki” dedi dedem. Kara kuru arkadaşı oldukça heyecanlanmıştı, “yatacak yerin var mı karadayı, bu dünyada yaşadın da, aşağısı ne olur bilemem” dedi, iç geçirerek. Aferin dercesine baktı adamın yüzüne, o anlamıştı dedemi. Öteki atıldı, “Tam yerinde kestin adamın lafını, su kaçırmasan olmaz yani. Sen ona bakma karadayı, zevzeğin sözlerini duyma, devam et demi üzerindeyken.” Dedi arkadaşına oldukça bozulmuştu. “ Öyle becerikliydi ki iliklerime kadar işlediğini hissettim dokunmalarının. Dörtnala kalkmış bir atın üzerindeki süvari gibi coştu, ‘Köylüm okşa kalçalarımı, yavaş yavaş kuzularını okşar gibi’ diyor, ama ben sustalı maymun gibi oldum. Ne yapsam ki diye düşünüp duruyorum. O yaşa gelmişim harama kuşak çözmemişim. Benimki haramın daniskası. Karakucak güreşmeye alışmış adamım, kocaman yatak dar geliyor. Biraz cesaret bulsam kalkıp kaçacağım. Aklımın yarısı kalk git, yarısı gidersen iyi halt edersin diyor. Yumurta gibi yuvarlak kalçalarına dokunmak için can atıyor, kötü bir şey söyler diye dokunamıyordum. Uzattım ellerimi atlas ipek ne yanında, yumuşacık kalçaları. Kendi kendime de söyleniyorum bir yanda, şimdi kapı açılsa, içeri girse biri dımdızlak kalırım orta yerde, nasıl bir işe düştüm, diye sardı mı korku. Korku, heyecan, zevk, adını bildiğim, bilemediğim ne kadar duygu varsa boydan boya sardı bedenimi. Kendimi tutamıyorum, heyecandan cereyana tutulmuş gibi zangır zangır titriyorum. Ne yapsam ne düşünsem nafile, kendimi tutamıyorum. Ama, o, tam fayrabı aldı, kanatlandı uçuyor.” Hiç istifini bozmuyor, izleyicilerine dönüp bakmıyor göz ucuyla bile, sakin sakin asli işi olan etleri parçalıyor, telis çuvalının üzerine ve derinin boşluklarına yerleştiriyor. Oysa dinleyenlerin ağızlarının suyu akıyor, küçülen göz bebeklerinden kıvılcımlar çıkıyordu.Tam anlamıyla bir profesyonel rahatlığı içinde sürdürüyor anlatısını. Kasaplık yapmıyor da sözlerini anlaşılır kılmak için kullanıyor gibiydi ellerini. Artık epeyce yorulmuştu, iki dizinin üzerine çökmüş, soluksuz çalışıyordu dakikalardır. Geçmişte yaşadıklarını anımsayıp yılların yıpratıcı etkilerinden kurtulmak için çırpınıyordu.Komodinin çekmecesinde bir şeyler ararken seks gücünü artırıcı olduğu yazılı haplar bulmuş, yadırgamıştım. Demek ki bu yaşında da bir şeyler yapıyordu. Doğrusu onun bu yaşta faal durumda olması, geleceğime yönelik olarak beni de umutlandırmıştı. Öyle ya, aynı genleri taşıdığıma göre umutlanmakta haklıydım. Derin bir nefes aldı, işini hemen hemen bitirmişti. Dimdik durdu dizlerinin üzerinde ve eserine alıcı gözle baktı, son kontrolünü yaptı. Başına toplananlara şöyle bir göz attı sırayla, “Al külahı ver takkeyi iliklerime, hatta kemiklerimin yok olması derecesine kadar eridim. Kadın neymiş, neye benziyormuş; kadınla yatmak nasıl şeymiş, bunca yıldır yaşadığın hayat ne kadar yavanmış, erkek olmak nasıl şeymiş hepsini ancak o zaman anladım. Sağımdan soluma dönemeyecek, göz kapaklarımı açamayacak duruma geldim. Uyku bastırdı ki gömüldüm yatağa, kımıldayacak mecalim kalmadı. Günlerdir ağılda ayazın altında çula-çaputa sarınıp yatmaktan tutulan yanlarım gevşedi ki sormayın gitsin.” “Bir daha da iflah olmadın değil mi kara dayı?” dedi şehvetten gözleri en çok kararan müşterisi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |