..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Fırtınalar insanın denizi sevmesine engel olamaz. -Maurois
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Bilim Kurgu > Mehmet Sinan Gür




5 Ağustos 2001
01 02 Yamantau  
Mehmet Sinan Gür
Öykünün esin kaynağı: Bir fosil kazısında bulunmuş milyonlarca yıl öncesine ait bir cıvata. Dünyadan kaç uygarlık geçti, kaç kıyamet yaşandı kim bilir? Dağcılar, maceracılar, Yamantau'dan hoşlanabilirler.


:FDJE:
Ural dağları bir duvar gibi dümdüz Kuzey denizinden güneye, Hazar denizinin kuzeyindeki ovaya kadar uzanır. Asya ve Avrupa’yı birbirinden ayırdığı söylense de, dağların doğusu ile batısı arasında bir fark yoktur. Tepelerinden yaz kış karlar hiç eksik olmaz. Sert iklim koşulları kendilerine zor şartlar arayan maceraperestler için her zaman çekici olmuştur. Doğal güzelliği dışında bu yüzden de Ural dağları çok kişiyi kendine çekmiştir.

Güney Ural dağlarında, ovaların hemen bittiği yerde, yüksek tepeli yalnızca bir tane dağ vardır: Yamantau. Yamantau’ya çok uzak olmayan Katav, orta büyüklükte bir kenttir. Burada insanlar her yerde olduğu gibi günlük işleriyle boğuşurlar. Katav’da Yamantau’nun (tau = dağ) verdiği ilhamla hafta içinde görevlerini yapan, ancak hafta sonlarında amatör dağcı olan birçok meraklı genç vardır.

İnsanlar neden dağlara tırmanmak, denizlere dalmak isterler? Neden başka ülkelere yolculuk yaparlar? Bu soruyu biri şöyle yanıtlamış:

“Çünkü onlar oradadır.”

Bilinmeyen bir şey her zaman merak uyandırmıştır. Eğer bu duygu olmasaydı, insan hala karnını doyurmak için elini yumruk yaparak hemcinsi ile dövüşüyor olurdu. Bir düşünüre göre, “Tüm insanlar doğal olarak bilmek isterler.” İnsanın başına ne geldiyse meraktan gelmiştir. Bu anlamda söylenmiş olsa da aynı kapıya çıkan esprili bir deyişle de: “Curiosity killed the cat.” Yani “Merak kediyi öldürdü.”

Vladimir, işte böyle bir kişiydi. Katav’da, çok sayıdaki Bistrolardan birinde çalışan genç adam, hafta sonu izinliydi. İşi gereği kolay kolay hafta sonu izinli olamayan Vlad bu şansını değerlendirmek istedi. İki günlüğüne de olsa biraz macera yaşamak kişiliğine iyi gelecekti. İki de arkadaşını kandırdı. Arkadaşlarından Boris kendisi gibi Rus idi. Marat ise Kazakistan’dan gelmiş bir Kazak idi. Üç genç dağcı, Yamantau yamaçlarında kaderlerini aramak için yola çıktılar.

Başlarında dağcı baretleri, üzerlerinde tulumları, ipleri, kancaları, özel kazmaları, bütün teçhizat ve çadırları ile birlikte nispeten düz olan yamaçlardan daha dik olan tepelerin başlangıcına henüz ulaşmışlardı. Mevsim yaz olduğu için karlı bölgeler daha yukarılardaydı. Bulundukları yere kadar çok rahat gelmişlerdi. Dik yamaçların başladığı yerin hemen altında kamp kurdular. Manzara bu yükseklikten bile harikaydı. Aşağıda uzanan uçsuz bucaksız ova, kilometrelerce ötede sisler içinde kayboluyordu. Rüzgar serin esiyordu ama öğleden sonra güneşi yakıyordu. Orada karınlarını doyurup bir saat kadar ovaya karşı dinlendikten sonra çıkışa devam etmeye karar verdiler. Çadır, yiyecek malzemeleri gibi ağırlıklarını orada bıraktılar. Emniyet olarak bellerinden birbirlerine iple bağlandılar ve yola koyuldular.

Yamantau çok yüksek bir dağ değildi. Birçok dağcı da daha önce tırmanmıştı. Ama dağcı olanlar bilirler. Her ne kadar görülmemiş yeri görmenin, çıkılmamış dağa çıkmanın ayrı bir zevki varsa da bir dağa daha önceden tırmanılmış olunması çok da önemli değildir. Çünkü her tırmanış ayrı bir maceradır. Yamantau’nun çok sarp yerleri vardı. Bizim dağcılar da tırmanmak için kendilerine öyle bir yer seçmişlerdi.

Yamaç dik olmasına rağmen onlara tırmanmaları için izin veriyordu. Bir süre böyle tırmandılar. Sonra çok sarp bir yere geldiler. Zor da olsa burada da bir süre tırmandılar. En tecrübeli olan ve önde giden Vlad yorulmak nedir bilmiyordu. Ancak işi tehlikeli olduğu için her hareketini bilerek ve emniyetle yapmak zorundaydı. Oldukça dik bir noktaya gelince biraz durmak zorunda kaldı. Başını kaldırıp baktığı zaman geniş bir oyuntu ve yukarıda tersine dönmüş bir sırt görünüyordu. Aşağıdan gelen arkadaşlarından Marat seslendi.
-Hey, Vlad, burada heyelan olmuş gibi sanki. Devam etmek tehlikeli değil mi?
-Ben de gördüm. Merak etmeyin bir şey olmaz. Biraz yana kayarız. Dedi Vlad.
Aslında görüntüden kendisi de çekiniyordu ama geri dönmeye hiç niyeti yoktu. Elini uzatarak yukarısındaki sağlam görünen kayaya kancalı bir çivi çaktı. Beline bağladığı tırmanma ipini kancalı çividen geçirdi. İpe asıldı; böylece kendini biraz yukarıya çekebildi. Bu durumda, yan tarafında, bel hizasında ayağına destek yapabileceği bir taş çıkıntısı buldu. Çaktığı çividen ve ayağından destek alarak daha yukarıya uzanmak niyetiyle çıkıntıya bastı ve güç aldı. Fakat bastığı taş yerinden oynadı; ayağı taştan kurtuldu. Taş çevresi ile birlikte koptu; az kalsın aşağıdakilerin kafasına düşüyordu. Onları sıyırdı geçti ve kayalara çarparak aşağılara yuvarlandı. Kendisi de çaktığı çiviye iple asılı kaldı. Biraz sallandıktan, aşağıdakilerin ve kendisinin emniyette olduğunu gördükten sonra gözü taşın koptuğu yere takıldı. Taşın bulunduğu yer oyuk gibi görünüyordu. Biraz daha dikkatli bakınca arkasının boş olduğunu fark etti. Orada küçük bir delik açılmıştı. Kendisini emniyete aldıktan sonra gene kayalardan destek alarak deliğe yaklaşmaya çalıştı. Belindeki küçük kazma-çekici aldı ve deliğin çevresini genişletti. Taşların bir kısmı aşağıya düşeceğine delikten içeriye düşüyorlardı. Aşağıya seslendi.
-Hey, burada bir oyuk buldum!
-Çok iyi yaptın! Bizi öldürmek mi istiyorsun?
-Özür dilerim, istemeden oldu.
-Haydi Vlad, geri dönelim.
Vlad hiç oralı olmadı ve işine devam etti. Arkadaşlarına “Tamam, tamam” derken oyuğun çevresini genişletmekle meşguldü. Yeni bir çivi çakmaksızın bir iki kez asıldığı ipte sallandı ve hop, ayağını oyuktan içeriye attı. Bu durumda az bir gayretle önce bacağı, sonra beli, başı dışarıda olmak üzere tersten oyuğa girebildi. Arkadaşları bulundukları yerlere tutunmuş şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Kendisi emniyetteydi artık. Yatar durumda gülerek arkadaşlarına baktı.
-Burası çok güzel. Oldukça da derin galiba. Ne kadar derin olduğu belli değil. Dibini göremiyorum. Aşağıya doğru gidiyor. Hem de geniş. Burada iki kişi rahatlıkla durabilir. Hala dönmeye niyetiniz var mı?
-...
-Ben içeriye giriyorum; siz de gelin. Dedikten sonra gözden kayboldu.
Arkadaşları Vlad’la tırmandıklarına çoktan pişman olmuşlardı olmasına ama onu yalnız bırakamazlardı. Üstelik oyuk ortaya çıkınca onların da merakı kabarmıştı. Çaresiz devam ettiler. Vlad arkadaşlarının çıkış hızına bağlı olarak biraz ilerledikten sonra ışıldağını yaktı. Dönerek gideceği yolu aydınlattı. Kayalar –kim bilir kaç yıl sonra– belki de ilk kez aydınlanıyorlardı. Yol dipsiz bir kuyu gibiydi. Genç adam elindeki ipi bırakmıyordu. Yavaş yavaş kayarak yuvarlanan küçük taşlarla birlikte aşağıya indi. Diğerleri de oyuktan içeriye girdiler. Onlar da ışıldaklarını kullandılar. Genç adam bayağı derine inmişti. Hemen hemen yatar vaziyette bir taraftan yolunu aydınlatıyor bir taraftan iniyordu. Sonra yolun sonu göründü. Vlad önce yolun bittiğini sandı fakat yaklaşıp dikkatli bakınca büküldüğünü fark etti. O da yolu takip etti. İpe asılmamaya dikkat ederek ve geri geri yürüyerek köşeyi döndü. Ayakları yere çok sağlam basıyordu. Herhangi bir tehlike yoktu.

Ayağının altındaki yol düzleşmişti. İpi bırakmadan arkasına dönüp gideceği yöne tekrar bakmak istedi. Önce karanlıkta hiçbir şey göremedi; Doğruldu; bir an durdu. Şaşkınlığını çabucak üzerinden attı ve arkadaşlarını çağırdı.
-Gelin, gelin buraya çabuk
Arkadaşları da geldiler. Bulundukları yerde ışıldak sayısı üçe çıktı. Gözleri de karanlığa alışınca çevrelerini görmeye başladılar. Tavanı basık da olsa kayaların ortasında büyük bir alana çıkmışlardı. Gençler birdenbire yakınmalarını unutuverdiler.
-Oh. Harika.
-Çok güzel, çok korunaklı. Burada bütün bir kışı geçirebiliriz.
-Acaba canlı var mıdır Ayı filan gibi?
-Sanmıyorum; girişi kapalıydı. Heyelandan önce daha da kapalıydı herhalde. Son darbeyi de ben vurdum.
-Ya başka girişi varsa?
-Evet ama öyle olsa şimdi bir hava akımı olurdu. Bakıyoruz...
Cebinden çıkardığı çakmağı çakmak isterken Boris onu engelledi.
-Yapma! Ya grizu varsa? Patlarsak?
-Grizu için maden ocağı olmalı. Ama peki dediğin gibi olsun.
Bu kez parmağıyla alnındaki terleri iyice sildi ve geldikleri tünel girişine doğru tuttu. Hiçbir şey hissetmemişti.
-Hava akımı da yok.
-Öyleyse hiç bilinmeyen bir yer bulduk.
-Evet, bu çok büyük bir keşif...
-Amma da abarttın ha.
Güldüler. Marat sordu:
-Yahu burada zehirlenip kalmayalım?
-Bir şey olmaz merak etme; yaşıyoruz gördüğün gibi. Evet, bakalım başka neler varmış.
Çevrelerini kolaçan etmeye başladılar.
-Çok garip dedi biri. Benim bildiğim bir mağarada sarkıtlar dikitler olur. Yerler biraz ıslak olur. Su sızar, yarasalar olur; mantar olur. Burada her yer tertemiz. Toz ve taştan başka bir şey yok.
-Çok iyi korunmuş. Taşların yapısından olacak... Girişi de zaten kapalıydı. Herhalde o yüzdendir.
-Yer düz değil.
-Yerin düz olmaması normal bir şey ancak sanki biri düzeltilmişte sonra bir tarafa doğru eğrilmiş gibi duruyor.
-Evet, işte bu çok garip.
-Neden?
-Sen böyle bir yer yapsan yerçekimine göre düz yapmaz mısın?
Arkadaşı yanıt vermedi. Bakınmaya devam ettiler. Çevrelerinde taştan ve tozdan başka hiçbir şey yoktu. Tam başka bir şey olmadığına karar vereceklerdi ki Marat geldikleri yoldan başka bir delik buldu.
-Bakın, burada başka bir delik var.
Diğerleri de oraya toplandılar. Bu delik geldikleri kadar geniş değildi. Bir kişinin ancak sığabileceği kadar vardı. Bellerindeki ipi henüz çözmüşlerdi. Daha tecrübeli ve meraklı olan Vlad ipi tekrar beline bağladı. İpin diğer ucunu Boris’in eline tutuşturup başı önde olmak üzere kendini delikten aşağı bıraktı. Bu biçimde hem gittiği yeri daha rahat görüyordu hem de daha az toz yutuyordu. Bir elinde ışıldağı, yüzmeye benzer hareketlerle süratle aşağıya kaydı. İleride yol daha da dikleşerek gene bitiyordu. Göğsünün üzerinde kayarak yaptığı yolculuğu bir takla atarak bitirdi. Ayakları öne geldi ve oturur durumda çevresine bakındı. Işıldağını elinden bırakmamıştı. Daha derinde ikinci bir açık alana çıkmıştı. Arkadaşları seslendiler.
-Hey, iyi misin? Bir yerine bir şey olmadı ya?
-İyiyim, iyiyim. Bir şeyim yok. Gelin, burada bir alan daha var.
Arkadaşları da yanına geldiler. Işıldaklar gene çevreyi aydınlattı.
-Burası da güzelmiş.
-Gene taştan başka bir şey yok galiba.
-Ne kadar derindeyiz acaba?
-Yaklaşık elli metre girdik sanıyorum.
-Ne kadar korunaklı bir yer yahu, dışarıda bomba patlasa haberin olmaz.
Çevrelerini gene kolaçan ettiler. Bu kez başka bir delik bulamadılar. Yerin eğimi önceki alanın eğimine benziyordu. Belki biraz daha fazlaydı. Ancak burada, yerde yarımküre biçiminde taşlar vardı. Vlad yarımküreleri fark etti.
-Baksanıza, burada çok güzel yarımküre, kubbe gibi taşlar var.
-Evet; ben de gördüm.
-Şu ortadaki çok büyük.
Marat bunu söyledikten sonra koşarak büyük taşın tepesine çıktı. Diğer ikisi de onu takip ettiler. Kendilerini dağın tepesine tırmanmış gibi görüyorlardı. Orada sevinç gösterisinde bulundular.
-Heey! Yaşasın! Çıktık, çıktık.
Taş üçünün de durabileceği kadar büyüktü. Bulundukları yerden bütün alanı görüyorlardı.
-Çevrede de küçükler var... dedi Boris.
Vlad biraz durgunlaştı.
-Evet. Dedi. Daha küçük yuvarlak taşlar. Hey, durun bir dakika. Diyerek arkadaşlarını sakinleştirdi.
-Ne oldu?
-Şuradaki taşın çevresine bakın.
-Halkalar var. Halkaları olan yuvarlak bir taş.
-Bu taşlar...
-Ne olmuş taşlara?
-Şeye benziyor.
Taşların durumuna bir daha dikkatle baktılar. Gördükleri ve anladıkları şeye inanmakta güçlük çekiyorlardı. Işıldaklarını çevrede gezdirip altlarındaki büyük taşın üzerine tuttular. Ayaklarının altındaki taşın üzerinde sanki deniz dalgaları imiş gibi kabartılar vardı.
-Bu... bu...şey...
-Güneş!
Bir süre sessizlik oldu. Kalpleri yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. İçinde bulundukları alana gezegenleriyle birlikte olduğu gibi güneş sistemi kurulmuştu. Boris sihirli kelimeyi yineledi.
-Güneş... güneş sistemi bu...
-Evet... dedi Vlad. Üstüne bastığımız taş güneş. İşte şu Merkür en yakınında, şu Venüs, şu Dünya, şu Mars. Bunlar açıkça belli oluyor ama şunu bilemedim.
Vlad durakladı; sıralamada bilmediği bir şey vardı. Boris devam etti.
-Şu koca gezegen Jüpiter, şu halkalı dediğimiz Satürn, şunlar da Uranüs, Neptün, şu da Plüton.
-Bakın gezegenlerin uyduları bile var. Olmaz böyle şey.
-Büyüklüklerine de hemen hemen uyulmuş. Büyükler büyük, küçükler küçük yapılmış.
Vlad kayarak aşağıya indi. Çevredeki taşlara bakınmaya başladı. Diğerleri de onu takip etti. Vlad biraz gezindikten sonra gitti, Jüpiter yarımküresinin üzerine oturdu; ayaklarını altına topladı. Işıldakları çevrede geziniyordu.
-Akıllı birileri buraya bizden önce gelmiş demek ki.
-Hem de çok akıllı. Mağara adamı değil. Uzayı bilen biri.
Bir süredir sessiz duran Marat ilk kez konuştu.
-Baksanıza, ben gezegenlerden filan pek anlamam. Dedi ve arkadaşlarını görebilecek şekilde bir taşı gözüne kestirip o da oturdu.
Boris de biraz ilerideki dünya taşının üzerine oturdu.
-İyi ya işte öğrenirsin o zaman. Baksana adam ne güzel yapmış. Mars o oturduğun taş.
-Şu küçük taşlar herhalde uydu falan oluyor.
-Evet, dedi Vlad. Onlar Jüpiter’in uyduları. Bak, şu da Ay. Ancak benim anlamadığım bir şey var. Mars’tan sonra bir taş daha geliyor. Bayağı da büyük. Bu uydu olamaz ama orada öyle bir gezegen de yok?
Boris Vlad’ın sözünü destekledi.
-Benim de bildiğim orada bir asteroit kuşağı var.
-Evet; üstelik o taşı karpuz gibi dörde bölmüş. Nedir bunun anlamı? Bu kadar şeyi bilen biri böyle büyük bir hata yapabilir mi?
-Sanmıyorum. Bunu yapan kişi her kim ise belki burada bir zamanlar bir gezegen vardı demek istiyordur.
Ben anlamam diyen Marat atıldı.
-Hah, biz de bir keşif yaptık sanıyorduk. Birazdan adam gelecek; bize de burada ne arıyorsunuz diyecek.
-Tabi bunlar yeni yapılmışsa.
-Ya ne zaman yapılmış olabilir ki bunlar?
-Evet; bunlar acaba ne zaman yapılmış olabilir?
-Ne zaman?
Vlad yanıt veremedi. Elindeki ışıldakla sisteme bakmaya devam ediyordu. Oturduğu Jüpiter taşının üzerinde ayağa kalktı. Gözüne başka bir taş ilişmişti. Sesini yükseltmeden konuştu:
-Burada uymayan bir şey daha var... Şu küçük taş...
Güneşe dünya kadar uzaklıkta duran bir taşı işaret ediyordu. Bu taş da diğerleri kadar özenle yapılmış ve yerleştirilmişti. Mars’ta oturan Marat biraz dönünce küçük taşı görebiliyordu. Ama Dünya’da oturan Boris, Güneş taşından ötürü küçük taşı göremediği için oraya ayağa kalkarak bakmak zorunda kaldı.. Taşı gördükten sonra Vlad’a sordu.
-Gerçekte böyle bir şey yok... Var mı?
-Nereden bilebilirsin ki olmadığını? Orayı göremiyoruz. Orası bir kör nokta!
Küçük taş, güneş ve dünya aynı hizada duruyorlardı. Üç arkadaş, ellerinde ışıldaklar, birbirlerine bakarak buldukları şeyin dehşetini üzerlerinden atmaya, sorulara yanıt bulmaya çalışıyorlardı. Sanki bir güç omuzlarından aşağı bastırıyor, üzerlerindeki teçhizat gittikçe ağırlaşıyordu. Çevrelerinde bildiklerinden farklı bir güneş sistemi vardı. Yanıtları belki hiçbir zaman bulamayacaklardı.

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Devamını bekliyorum...
Gönderen: Ebru Boran / Bursa/Türkiye
14 Ekim 2005
Diliniz çok güzel, fikir de harika olunca heyecanlı bir roman çıkmış karşımıza. Fakat devamını heyecanla bekliyorum. Umarım vardır!

:: Yaman bir yazı
Gönderen: orkun atila / İstanbul/Türkiye
19 Ocak 2005
Diliniz çok sade ve sabun gibi; nasıl oldu da okudum bir çırpıda yazınızı anlayamadım. Dağcılık ile ilgili detaylarınız bu sporu yaptığınız izlemini doğurdu. Öyle olsa da olmasa da tasvirleriniz pek net. Uslup ve dilinize ait söyleyeceğim son şey, haddim olmayarak, şu anda hatırlayamasam da bir-iki yerin üzerinden geçmeniz gerektini düşünüyorum. Öykünüzü okurken Jules Verne'in Dünyanın merkezine yolcuğu geldi aklıma, bu çağrışımı bana yaşattığınız için teşekkür ederim. Konu ise Kubrick / 2001 Uzay Yolculuğu'nun ekseninde dönüyor. Bunu niye yazdım ki... Her neyse, özet olarak teşekkür ederim. Saygılarımla, Orkun Atila




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bilim kurgu kümesinde bulunan diğer yazıları...
01 01 Göçmen Kelebekler

Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Büyükada
İnsanın Yükselişi

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Nazım Hikmet'ten Çanakkale Şiiri [Şiir]
Ateş ve Ölüm (Bütün Şiirler 16. 07. 2009) [Şiir]
Seni Seviyorum Bunalımı [Şiir]
İncir Ağacı [Şiir]
Bir Dosta E - Mektup [Şiir]
10 Ağustos 1915 Anafarta Ovası [Şiir]
Sevgisizlik [Şiir]
Mor Çiçekler [Şiir]
Eskiden [Şiir]
Bir Ruh Çağırma Operasyonu [Öykü]


Mehmet Sinan Gür kimdir?

Yazmayı seviyorum. Bir tümce, bir satır, bir sözcük yazıp altına tarihi atınca onu zaman içine hapsetmiş gibi oluyorum. Ya da akıp giden zamanı durdurmuş gibi. . . Bir fotoğraf, dondurulmuş bir film karesi gibi. Her okuduğunuzda orada oluyorlar ve neredeyse her zaman aynı tadı veriyorlar. Siz de yazın, zamanı durdurun, göreceksiniz, başaracaksınız. . . . Savaş cinayettir. Savaş olursa pozitif edebiyat olmaz. Yurdumuz insanları ölenlerin ardından ağıt yakmayı edebiyat olarak kabullenmiş. Yazgımız bu olmasın. Biz demiştik demeyelim. Yaşam, her geçen gün, bir daha elde edemeyeceğimiz, dolarla, altınla ölçülemeyecek bir değer. (Ancak başkaları için değeri olmayabilir. ) Nazım Hikmet’in 25 Cent şiiri gerçek olmasın. Yaşamı ıskalamayın ve onun hakkını verin. Başkalarının da sizin yaşamınızı harcamasına izin vermeyin. Çünkü o bir tanedir. Sevgisizlik öldürür. Karşımıza bazen bir kedi yavrusunun ölümüne aldırmamak, bazen savaşa –yani ölüme- asker göndermek biçiminde çıkar. Nasıl oluyor da çoğunlukla siyasi yazılar yazarken bakıyorsunuz bir kedi yavrusu için şiir yazabiliyorum. Kimileri bu davranışımı yadırgıyor. Leonardo da Vinci’nin ‘Connessione’ prensibine göre her şey birbiriyle ilintilidir. Buna göre Çin’de kanatlarını çırpan bir kelebek İtalya’da bir fırtınaya neden olur. Ya da tam tersi. İtalya’daki bir fırtınanın nedeni Çin’de kantlarını çırpan bir kelebek olabilir. Bu düşünceden hareketle biliyorum ki sevgisizlik bir gün döner, dolaşır, kaynağına geri gelir. "Düşünüyorum, peki neden yazmıyorum?" dedim, işte böyle oldu. .

Etkilendiği Yazarlar:
Herşeyden ve herkesten etkilenirim. Ama isim gerekliyse, Ömer Seyfettin, Orhan Veli Kanık, Tolstoy ilk aklıma gelenler.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.