Yaşamın her anı hakkını ister. -Goethe |
|
||||||||||
|
Basın için, olumsuzluğun haber değeri değişmez kuraldır elbette. Ya “Konya” sözcük olarak nasıl bu denli olumsuzluk çağrıştırır oldu? “Konya, Konyalı, Konyalım, Konyalım yürü…” hep belirli yan anlamları savuran, değer yargısı içeren nitelemeler haline ge[tiri]ldi. Bunun yakın tarihsel, siyasal, toplumsal kaynakları vardır kuşkusuz. Hanya/Konya ikilemi, başlangıçta her halde bugünkü anlamında değildi? Konya’yı gören kişi mi acaba “dünyanın kaç bucak olduğunu anlıyor, yoksa [H]anya’yı mı? Küçücük bir Hanya’yı sanki Konya’ya denk bir yer olarak kurgulayan ve bu kurgu içinde Konya’yı değersizleştirme isteğini saklamayan [değilse, aymazlığının farkında olmayan] nasıl bir anlayıştır bu? Uzakta, ulaşılması zor, denizaşırı bir yer olan Hanya kadar uyduruk/ önemsiz bir Mekân mıdır Konya? Hanya ile Konya arasındaki tahmini mesafeyi kat etmek midir “dünyanın kaç bucak olduğunu” anlamanın bedeli (öyle olduğu söyleniyor, çünkü deyimin tarihsel bağlamında Konya’dan Hanya’ya gönderilen Bektaşilerin çektiği yol sıkıntıları var)? İşte bu ve benzeri sorular, dışarıdan bakışın Konya’ya biçtiği kimlik, birazdan çok fazla “öteleyen“/ “ötekileştiren” ve nihayet “iteleyen” bir yaklaşımın kurgusal ürünü. Elbette Konya’dan Hanya’ya gidenler gibi, yakın tarihimizde Konya’ya gönderilen sürgünlerin de bu anlam kötüleşmesine katkısı, ne yazık ki bugünkü Konya imajına denk düşen tarihsel dayanak oluşturmakta. Bu “dış bakışın” yekpare kurgusal çağrışım yelpazesini, yegâne bir yorum içinde eriterek etkisizleştiren “içeriden bakış”, Hanya-Konya ikilemesini biri birine alternatif kılan, “ya biri ya da diğeri” biçiminde bir seçenek olarak algılamaktadır: “Gez dünyayı [= Hanya’yı?] gör Konya’yı”. Bu davette kapı, Hanya’yı [= dünyayı] görmeye kapatılmaz, tersine özendirme vardır. Nerdeyse bir ön koşul olarak vurgulanır Hanya’nın görülmesi. Çünkü Konya’nın anlaşılması ancak buna bağlıdır. Karşılaştırma işte o zaman işlevsel olacaktır. Alman şair Goethe, “atasözü ve deyimlerin insanları anlattığını söyler, “ama sen onları bizzat tanımalısın” diye ekler. Nitekim Konya üzerine deyimlerde ya da önyargılardaki varsayımsal gerçek, elbette orayı şu ya da bu şekilde görme olanağını bulmuş birileri tarafından münferit deneyimlerle teyit edilebilir. Ama bu asla genellenme hakkı elde edemez. Öylesine bir araya gelmiş toplulukların sohbetlerinde, gündeme Konya düşerse, herkesin söyleyeceği bir şeyler bulunur; bilinen kalıplar yinelenir. “En çok alkol, en çok fuhuş, etli ekmek, irtica, İslamcı, ramazanda Konya, başörtüsü, haremlik selamlık, kaçgöç” vb. Bunların en ilginci (gülüncü) ise, kendi burnunun ucundaki yaşam gerçeğinin farkında olmayıp, Konya’yı görmeden 800–1000 Km. öteden ahkâm kesenlerin iddialarıdır. “Konya denince benim aklıma, sokaklarında at arabalarının dolaştığı bir kasaba geliyor!” Bunu Çanakkale’de bir arkadaşımız saf saf, 20 yılını Konya’da geçirmiş olan bizim yanımızda kaçırıverdi ağzından. “Hah, dedik, işte sen tam Çanakkale’yi tarif ediyorsun!” Burada amaç ne orayı yüceltmek, ne de burayı küçümsemek değil. Bizim ülke gerçeğimiz üç aşağı beş yukarı aynı. Ama Çanakkale’de her gün ana caddelerde görmeyi kanıksadığımız at arabaları, her nedense bizim kafamızdaki Konya kategorisine layık bir konumda. İşte Size dışarıdaki Konya imajı: “Yürrüü at arabası!” Oysa Konya, bırakın at arabasını, seksenli yılların başında kullanılan “Pırpır” denilen motorize taşıtları da geride bırakalı hayli zaman geçti. Büyük kent olmanın tüm avantaj ve dezavantajlarını yaşamış, gerek ekonomik gerekse buna koşut olarak sosyal yaşamını boyutlandırmış, 80.000’e yakın öğrenci nüfusuyla bir üniversite kenti olmuş görüntüsüyle, gezenlerin kafasındaki “ezberi bozan” canlı/ hareketli bir diyar haline gelmiş. Orta Anadolu’nun kolektif yaşam tarzının, sıcak insan ilişkilerinin hâlâ varlığını koruduğu bir hemşerilik bilincinin, dostluk/ yarenliğin, hal-hatırın sorulup, sayıldığı bir mekânı olan bu diyarın kendisini anlatmak için özel bir çabaya gereksinimi yok (mu?) O kendinden gayet emin, bunun nedenlerini bu kitapta bulacaksınız. Burada yer verilen yazılar, ikisi hariç, hep Konya’da yazıldılar. Konya’da yaşanan (1981–2002 arası) yirmi yılın, akademik, sosyal, kültürel ve özel dostlukların, bu Mekâna ilişkin ortak zevklerin ve birlikteliklerin sindiği bu çalışmalar çoğu yerel olmak üzere ulusal dergilerde yayımlandı. Bu yirmi yıldan damıtılmış, yer yer hüzünlü anıları barındıran ürünlerin bir arada okunması, bu yılları bir anlamda yeniden kurgular. Konya’nın bir dönem kültür yaşamına yazarın bakışından biraz ışık tutacak yazılar, yayımlandıkları tarihe göre değil, konularına göre kümelendiler. Yazarın duyarlı olduğu Konyalı kimliğini tümleyen öğelere vurgu yapan ara başlıklardaki imlemeler, bu bütünselliği inşa edecek olan okurun yorumuna bırakıldı. Konya’nın alt yapısındaki sağlamlık, simgesel olarak üst yapısının da istikrarına gönderme yapabilir. Nasıl her doğal/yapay sarsıntılara karşı dayanaklı ise, sosyal anlamda da, gelip geçici değişikliklere karşı da o ölçüde dirençlidir Konya/lı. Bu ise olumsuz bir özellik değildir günümüz dünyasında. Nasıl olsa sürükleniyoruz akıntıyla birlikte, “feleğin çarkından” neyi kapabilirsek, o elimizde kalacak. Burada bize Konya’yı sevdiren dostlarımıza içten bir teşekkürü borç biliyorum. İyi ki Konya’ya geldik, iyi ki orada yaşadık, iyi ki o dostlarımızı tanıdık. İyi ki vardılar, iyi ki varlar, var olsunlar! Hepsine selam olsun! Konya/lı/ya gönül borcumuz, gönlümüzün derinliğince. Aramızdan erken ayrılan, sonsuzluğa uğurladığımız dostlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Onlar Konya’dan maddi manevi beslendiler, ama paylaşımcılıklarıyla Konyalı ruhunu da zenginleştirdiler. “Emekleri yağlı olsun.” Eylül 2002’de bir akşam vakti geç saat buruk ve hüzünle Konya’ya veda etmek zamanı geldiğinde (ve hâlâ zaman zaman), Konya’nın ekmeğini yiyip de, ona bir şey katmadığı gibi, daha da fakirleştiren gölgesiz “tip”leri düşündüm. Şimdi kurak ve verimsiz ellerine her baktıklarında, bu burukluğun izini görecekler. Kim bilir, soyları, ağaçları kara ve viran gönülleri ile halâ bir fırsat bulabilirler. Konya bunu bekliyor onlardan. “Ne verirsen elinle o gelir seninle!” Bu sade çalışmanın kitaplaşmasına olanak sağlayacak kitabevine sonsuz teşekkürler. Okurların gönlüne akacak bir damla mutluluk, bizim çabamızı fazlasıyla ödüllendirecektir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Osman Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |