"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Gerçekte görünen ışık yaşadığımız dünyaya aittir. Kişi o sırada ölü olmadığı için gözbebeklerinin baktığı yerde gerçek ışıkları görmektedir. Bir sedyede veya bir odada sırtüstü yatıyorsa, ameliyat masasında ise, gündüz vakti yerde yatıyorsa karşısında, bilinçsiz olarak baktığı yerde hep parlak ışıklar bulunur. Bilinci kaybolmadan önce veya yerine gelirken bu ışıkları görür. Bilinci yerine gelirken ışık yavaş yavaş bütün görüşünü dolduracağı için kendini o ışığa yürüyormuş gibi sanır. Bilinç giderken de bunun tam tersi olur. Tünelin ucundaki ışık yavaş yavaş küçülür, uzaklaşır, sonunda kaybolur. Ölüm böyle gerçekleşir. Bunun böyle olduğunu birkaç olayda ve doğrudan kendi üzerimde gözlemledim. Birinci olay lisedeyken oldu. Teneffüsteydik, ayakta duruyorduk. Bir arkadaşım şaka olsun diye parmağımı geriye kıvırdı. Onun verdiği acıyla gözlerim karardı, görüşüm gitti, yani kendimi kaybettim. Sonra bulunduğumuz yerden 7–8 metre uzakta havanın aydınlanmasına benzer bir şekilde çevre aydınlandı, şekiller yerine geldi yani kendime geldim. “Ne oldu?” dedim, “koşmaya başladın” dediler. Yere yıkılmadığım halde çok kısa bir süreyi hatırlamıyorum. Burada göz kararması olarak adlandırılan durum hem bayılırken hem ayılırken söylenenlere çok benziyordu. İkinci olay üniversitedeyken oldu. Birinci sınıftaydım. Okulda arkadaşlarla birlikte dönem bitirme projesine çalışıyorduk. Zaman yeterli olmadığı için sabahlamamız ve çalışmamız gerekiyordu. Peş peşe birkaç gün sabahladık. Sonuncusunda vücudum çok yorulmuştu. Maket yapıyordum (ben mimarım). Ancak gözlerim yalnız parmaklarımın ucunu ve o an yaptığım eylemi görüyordu. Çevre tümüyle karanlıktı. Yani bilincim iyice açık olduğu zamanki gibi değil, yalnız baktığım yeri görüyordum. Bu birdenbire olmadı tabi. Yorgunluk arttıkça görüşüm daraldı. Üçüncüsünde ve en ciddi olanında mimardım, Libya’da çalışıyordum. Bir şantiye ofisinde 5–6 kişi ile bir arada aynı odayı paylaşıyordum. Dışarıda hava hiç alışık olmadığım şekilde sıcaktı, ancak ofiste iki güçlü klima sonuna kadar açık, çalışıyordu ve odayı buzdolabına çeviriyordu. Asker iken yağmur altında yürümekten bronşit olmuştum ve geçmiyordu. Zaten zayıf bir bünyem vardı, klimalar beni çarptı, üşüttüm. Beni doktora götürdüler. Çekoslovakya polikliniğinde bir Çek doktor beni muayene etti ve damardan kalsiyum iğnesi vurmaya karar verdi. Çocukken de buna benzer iğneler olmuştum, itiraz etmedim. Yanımızda kimse yoktu. Doktor iğneyi koluma sapladı, ilacı vermeye başladı. Arada bir bana iyi misin diye soruyordu. Ben terliyordum, ağzımın çevresinde gariplikler duyuyordum ama hep iyiyim diyordum. Sonuncu soruşunda bayılmasaydım yine iyiyim diyecektim. İğne koluma takılı iken gözlerimin kaydığını fark ettim. Doktor kendi kendine “İyi değil!” diye bağırıp iğneyi hızla çekti, gerisini hatırlamıyorum. Bilincim geldiğinde yerde yatıyordum. Doktor üstüme eğilmiş, kolumdan tutuyordu, ayağını başımın altına yastık yapmıştı. Gülümsedim fakat hiç iyi değildim. İçimde pır pır bir şeyler oluyordu. Hemşireler koştular, beni kaldırıp muayene odasındaki sedyeye yatırdılar. Ama ben yatmak değil oturmak istiyordum. Yerimde doğruldum, beni yeniden yatırdılar. Çok fenaydım. İçimden kusmak geldi. Sabah kahvaltı yapmamıştım ve midem bomboştu. Birkaç öğürtüden sonra yanıma bir kova getirdiler, onun içine öğürmeye başladım. Yalnız beyaz renkli mide özsuyu çıkıyordu. Öğürtü periyodik olarak geliyordu. Birkaç kez öğürünce biraz olsun rahatlıyordum. Ama birkaç dakika sonra yine geliyordu. Bu defalarca böyle sürdü. Hiç durmuyordu (Sonradan İstanbul’da bir doktora muayene olduğumda Kalsiyum zehirlenmesi demişti) Ben de kendime telkin ederek öğürtüyü durdurmaya çalıştım. Bunu daha önce bir hastalığımda yapmıştım ve başarılı olmuştum. Gene başarılı oldu, öğürtüm durdu. Bir bardak su istedim, verdiler, içtim. Ama kendimi daha iyi hissetmiyordum. Bunu doktora söyledim. Orası bir poliklinikti, beni hastaneye götürmeye karar verdiler. Sedyede yatmıyor, oturuyordum. Ambulansa da yürüyerek gittim. İyi göründüğüm için yanıma kimseyi vermediler, üstelik Libyalı bir şoförün yanına oturttular. Yani arapça bilmediğim için iletişim sorunu olabilirdi. Onlarla hep İngilizce konuşmuştum. Yolda giderken parmaklarım karıncalanmaya ve görüşüm daralmaya başladı. Parmaklarıma kan gitmediğini anladım. Ellerimi hareket olsun diye açıp kapamaya, derin nefes almaya başladım. Ama nefesim de daralmaya başlamıştı. Bacaklarımdan yukarı doğru yükselen bir sertlik başladı. Galiba limde olmadan kaslarım kasılıyordu. Birkaç dakikada karnım kaskatı oldu. Göğüs kafesim sıklaşan nefes alışımda zar zor inip çıkıyordu. Kasılmayan bir göğsüm ve kalbim kalmıştı. Bilincim yavaş yavaş gidiyordu. Bu arada hastaneye geldik, durduk. Arabadan inemiyordum. Bundan sonrasını kesik kesik hatırlıyorum. Kapı açıldı. Libyalı şoför beni koltuk altlarımdan tutup dışarı çekti. Bir tekerlekli sandalye getirmiş, onun üstüne oturttu, sonra hastaneye soktu. Bir yerde durduk. Başım yukarı dönük, yalnız tavanda bir noktayı görüyordum. Vücudumu hissetmiyordum. Görüşüm iyice daralmıştı. Aynı ayılırken olduğu gibi, bu defa tersine, görüşüm, görüş açıklığım ve nefesim iyice azaldı, artık kaybolmak üzereydi, içimden kusmak geldi. Bu kez kendimi tutmadım. Başımı göğsüme çevirdim, poliklinikte içtiğim bir bardak suyu gömleğimin üstüne çıkardım. Ne olduysa birdenbire gevşemeye başladım. Kaskatı olmuştum ya. O ana kadar kimse benimle ilgilenmemişti. Ben gevşemeye başladıktan sonra bir doktor geldi. Geldiğimiz hastane Yugoslav hastanesi imiş. Doktor bir bayan doktordu. Bana “ellerini aç” dedi. Açmak istedim açamadım. Gözlerimin önüne kaldırıp baktım (kolumu hareket ettirebildim yani). Parmaklarım sımsıkı birbirine girmişti ve ellerim mosmordu. Moralim çok bozuldu. Konuşmaya çalıştım, konuşamadım, ağzım yüzüm katılaşmıştı. Gözlerimi açamıyordum gözkapaklarım da katılaşmıştı ama artık bunları fark edebiliyordum. Yarım aralık gözlerimden çevreyi gittikçe daha iyi görebiliyordum. Örneğin benimle ilgilenen, Sırp olduğunu sonradan öğrendiğim bayan doktor genç, uzun düz saçlı, çok güzel bir doktordu. Ya da o an gözüme öyle göründü. Başka bir doktor geldi, gözüme ışık tuttu, tepkimi anlamak için, gözbebeğim ışık tutunca küçülüyor mu acaba diye. Bu test de olumluydu ama çilem bitmemişti. Bundan sonrası yazının kapsamı dışında ancak merak edenlere özetle söyleyeyim. Ben gene elim ayağım doğru dürüst tutmadığı halde yatakta oturdum. Beni hastanede yatırmaya karar verdiler. Geldiğim tekerlekli sandalyede bir hemşire ile yukarıya odaya gönderdiler. Hemşire beni iterken ben hemşireye yardım olsun diye oturduğum yerde kapıları açıyordum. Beni 6 kişilik bir odaya yatırdılar. Kıçı boklu bir kez giyilmiş bir pijama verdiler, tabi giymedim. Yemek geldi, kaşık yoktu. Komşu hasta kendi kaşığını suya şöyle bir tutup bana verdi. Tabi almadım, yemeği de yemedim. Sonra adı Maria olan Filipinli bir hemşire ile önceki Sırp bayan doktor gelip bana serum takmaya çalıştılar. İki kolumu 10 yerinden deldiler. Burada bir tanesi el sinirlerime geldi (15 gün elim tutmadı). Ancak bir damar buldular. Poliklinikte yanımda şirketten kimse yoktu, Libya'nın Misurata kentinde izim kayboldu. Neyse ki Filipinli hemşire Maria İngilizce biliyordu. Bir pusula yazdı. Bir hasta ziyaretçisi de yardım etti. Pusula’yı gidip şirkete verdi. Ertesi gün beni buldular. Hemen hastaneden çıktım. Ölmedim ama moralim, psikolojim çok bozuldu. Elim tutmayacak diye 15 gün ağladım. Neyse sonra o da düzeldi. Hastanede tekerlekli sandalyenin üzerinde görüntünün yavaş yavaş gidişi, sedyede yatarken yavaş yavaş gelişi söylenenlere çok benziyordu. Kısa bir olay daha anlatmak istiyorum. Anneannemin ölümü. Bunu annemden duydum. Anneannem kinin ilacı zehirlenmesinden ölmüş. 6 çocuk doğurduktan sonra yedinciye hamile kalmış. 1940 yılında çocuk düşüreceğim diye kinin içmiş, benim gibi kanı zehirlenmiş. Ölmeden biraz önce bütün aile başında ağlaşırken (göz göre göre gidiyor çünkü) yanı başında olduğu halde anneme “Münire nerdesin? Seni göremiyorum” demiş. Annem de o görebilsin diye tam gözlerinin önüne eğilmiş. O zaman “Hah şimdi gördüm” demiş ve kısa bir süre sonra ölmüş. Travma ile olmadıkça bilincin gidişi ve gelişi ani değil yavaş oluyor ve bilincin varlığı ile yokluğu arasında bir alacakaranlık evresi bulunuyor. Ölümden dönenler bu evreyi anlatıyorlar. Dinsel duyguları güçlü olanlar ölümden dönmenin verdiği kurtuluş duygusu ile birlikte bu evreyi öteki dünyaya gidip gelmek olarak yorumluyorlar. Hepsi o kadar. 25.Ağustos.2007
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |