Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk |
|
||||||||||
|
Adı Sevda Güneş"ti..Bingöl Karlıova"lıydı.Ama Bingöl"de hayat şartlarının bunalttığı babası “Ya kısmet” diyerek nispeten daha yaşanılır bir yer olan Malatya"yı seçmiş bu kente göçmüş, hayatla mücadeleye devam kararını burada sürdürmeye karar kılmıştı… Sevda Bingöllüydü ama Malatya"da gözlerini dünyaya açmıştı. Muhtemelen babası, hayatında yeni bir sayfa açtığı Malatya"da hayatla ve çetrefil yaşam koşullarıyla artık barışık olduğunu ima etmek babında yavrusuna “Sevda” ismini koymuştu. Doğu insanının kaderi gül gibi memleketinde kalamamak yaşayamamaktır!. Tarlasını tapanını, Ağılını sürüsünü, buz gibi çağıl çağıl çeşmeleri, papatya ve envai çeşit çiçeklerle süslü dereleri,güneşin doğuşunun en güzel haliyle vuku bulduğu mor tepeleri zaruretten terk etmek, göçe zorlanmak bir ömür boyu memleket hasretiyle mütemadiyen yanmaktır! Minik Sevda da bu zorunluluktan dolayı doğa harikası bir diyar olan Karlıova"da büyüyememiş, mis gibi kırlarda gezip tozamamış, kuzularla oğlaklarla doyasıya oynayamamış, kulaklarına vişne ve kirazlardan küpeler, saçlarına kır çiçeklerinden taklar takamamış, gürül gürül çeşmelerden bakraçlarla su taşıyamamış, uçsuz bucaksız yaylalarda at koşturamamış, kısacası doğup büyümesi ve her yönüyle özümsemesi gereken kendi yöresinin bir parçası olamamıştır Kendi diyarında doğmuş büyümüş olsaydı da hayat şartlarında fazla bir değişiklik olmayacaktı Sevdanın, gene yokluk ve çaresizliklerin içinde bocalayıp duracak, gene kısırdöngü bir yoksulluk labirentinin içinde çıkış yolunu bulmaya çalışacak ama maalesef bulamayıp makus bir talihin girdabında savrulacak hep savrulacaktı… Kaldı ki öyle de olsa insanın kendi memleketi başkadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar ah vatanım demiş” derler ya hani… Sevda"nın hicret ettiği yerde fazlalıktan iyi koşulları da yoktu hani. Hatta daha kötü şartlarda yaşadığı bile söylenebilirdi… Göçüp mesken tuttukları kentte gene bir kenar mahallede son zamanların tabiriyle bir varoşta yaşıyordu Sevdanın ailesi… Sevda büyümüş ve okula başlamıştı. Kısa zamanda öğretmenlerinin ve arkadaşlarının güvenini kazanmış çok sevilen başarılı bir öğrenci olmuştu. Lakin ah şu kahrolası maddiyat. Çocukları başarılı ama maddi durumu olmayan bütün babalar gibi Sevdanın babası da dünyalar tatlısı biricik kızına karşı hep mahcuptu.Kızının pekiyi dolu karnesine, teşekkürlerine, takdirlerine kendisinin de teşekkür etmesi babında gönlünce bir hediye alamıyordu. Benim tanıdığım böyle baba olmuştu.İşi bittiği halde çocuklarına bir şeyler alamamış olmanın mahcubiyetiyle evlerine gece yarısı dönmeyi tercih ediyorlardı. Oysa Sevda kendisine iyi bir hayat sağlayamamış olmalarına karşın Babasını ve Annesini çok seviyor onların bir dediklerini iki etmiyordu… Ev işlerinde annesine yardım etmekten tutun da akşam eve yorgun dönen babasının bütün yorgunluğunu yaptığı birbirinden komik espirilerle almasına kadar sevecenliğiyle, akıllılığıyla, çalışkanlığıyla, hamaratlığıyla yaşadığı mahallenin adeta maskotu ilgi odağıydı küçük Sevda… Küçüktü ama sorumluluğunun bilincindeydi. Henüz ondört yaşında olmasına rağmen hem ailesine katkıda bulunmak için hem de enazından okul masraflarında ailesine yük olmamak için öğrencilikle beraber çalışmak da istiyordu. Küçük omuzlarına yüklenen sorumluluğu en iyi şekilde ve yüzünün akıyla omuzlamak ve başarmak istiyordu. Annesi ve Babası ona hiç kıyamadıkları halde Onun çalışmak için yaptığı ısrarlara dayanamamış yaz tatilinde kayısı toplaması karşılığında kendi okul harçlıklarını teminine kerhen razı olmuşlardı… Sevda sevinçli ve bir o kadar da heyecanlıydı. Çok zor da olsa Anne ve Babasından çalışma izni koparabilmişti. Yapacağı iş zor ve meşakkatli de olsa para kazanacaktı. Okul masraflarını karşılayacak ailesine yük olmayacak çok çalışacak ve iyi bir meslek sahibi olacaktı. En çok da doktor olmak istiyordu. Çevresinde gördüğü ve yardım edemediği yoksullara hekim olunca bol bol yardım edebilecekti. İşe gideceği günün akşamı bütün hazırlıklarını tamamlamış, karmakarışık duygular içerisinde ancak sabaha karşı uyuyabilmişti… Sabahleyin evin kapısına yanaşan ve peş peşe klakson çalan minibüse koştu Sevda. Az kalsın heyecandan Geride bıraktıklarına el sallamayı bile unutacaktı… Minibüste kendi yaşıtı kızlarla karşılaşan çalışacağı yerde konuşulanlara şahit olan Sevda onlardan ikisinin arasına oturarak pür merak bir şekilde anlatılanlara kulak kesildi.En çok merak ettiği yapacağı iş karşılığında kaç lira yevmiye alacağıydı. Bunu anlatılanların arasında öğrenmiş ve buruk bir sevinçle gülümsemişti… 12 Lira alacaktı. Çok zeki bir kız olduğu için kafasında yaptığı toplama, çarpma, çıkarma, bölme işlemleriyle yaz tatili boyunca ne kadar kazanacağını, nasıl ve nerelere harcayacağını bir çırpıda hesaplamış ve geçtikleri yerde gördüğü manzarayı seyre koyulmuştu. Yaptığı yolculuğun mahiyetine bakılırsa Sevda biraz da olsa şanslı sayılabilirdi. Traktör römorkları ve kamyon kasalarında yolculuk eden tarım işçileriyle kıyaslandığında sevdanın yaptığı lüks(!) bir yolculuk sayılırdı. Sevda yüksek volümlü bir “Geçmiş olsun” sesiyle uyandı. Ne kadar da dalıp gitmişti böyle. Belki hani tıp fakültesini bitirdikten sonra muhteşem bir mezuniyet töreninde hayal ediyordu kendini, kepini sevinle havaya savuruşunu, parlak başarısını ve aldığı dereceyi ailesiyle ve arkadaşlarıyla paylaşma hazzını, tayin edildiği hastanede ilk hastasıyla diyalog anını, doktorlukta alacağı ilk maaşın heyecanını, Annesine, Babasına ilk maaşıyla alacağı hediyelerin ne tür şeyler olacağını, yoksullara ve kimsesizlere yardım edebileceği bir fırsat ikliminin doğduğuna binaen hissettiği yegâne mutluluğu… Sevda böyle güzel ve gönül okşayıcı hayallerden sıyrılarak uyandı. Tamamen yabancısı olduğu bir dünyadaydı sanki… Oysa yüzlerce boş meyve kasasının rastgele etrafa atıldığı bir kayısı bahçesinin kıyısındaydı. Ürkmüştü Sevda. Demek bu boş kasalar kendileri tarafın doldurulup taşınacaktı… Kısa bir şaşkınlıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte kalmaları için gösterilen yerde toplanıp pür dikkat bahçe sahibinin uyarılarını dinlediler… Bahçe sahibi eline esirler düşmüş bir kumandan kibri ve edasıyla en büyükleri 17- 18 yaşlarında olan bu narin bedenli işçilerce, sabah gün ağarmasından itibaren hava kararıncaya kadar hiç durmaksızın çalışmak zorunda olduklarını, aralarında sohbetin bile yasak olduğunu beş dakika bile işten ayrı kalanların gözlerinin yaşına bakılmadan işten kovulacağını, yüksek ve iğrenç bir ses tonuyla haykırıyor, daha ilk andan itibaren umutları, hayalleri üç beş kuruş kazanıp aile bütçelerine ve okul masraflarına ufak da olsa bir katkıda bulunmak istedikleri için her türlü zor koşullarda bile çalışmaya muhtaç olan bu çaresiz kırlangıçları hem korkutup hem rencide ediyordu… Sevda o gün adeta fırtına gibi çalıştı. Dere – tepe, bayır – çayır demeden habire kayısı topladı ve kasa taşıdı. Bütün kızların narin elleri çalılıklar arasına sızan kayısıları toplamaktan dolayı dikenlerle dolmuştu.. Akşam hava kararmaya başlayınca Sevdanın iki adım bile yürüyecek mecali, dermanı kalmamıştı. Eve döner dönmez ellerini yüzünü bir güzel yıkadıktan sonra hemen uyuyuverdi. Ne akşam yemeği yiyebilmiş ne de ailesine işiyle ilgili bir şey anlatabilmişti. İkinci üçüncü günlerde de aşırı yorgun olmasına rağmen aldığı 12 liralık yevmiyenin helal para olması için aynı tempoda çalıştı hep koşuştu Sevda. Dördüncü gün Sevda gene erkenden uyanmış, üzerinde tabiatın bütün müstesna renklerini barındıran giysiler giymiş ve yola koyulmuştu. Sevda o gün çok tuhaftı. İçinde tarif edilemez bir kaygı ve hüzün vardı. Tuhaflığı bariz bir şekilde yüzüne yansımıştı. Bindiği minibüs anormal bir hızla ilerliyordu. Sevdanın ve arkadaşlarının korkudan avuçları ter içinde kalmıştı. Sevda ömrünün son anlarını yaşadığından habersiz gene geleceğiyle ilgili hayallere daldı. Bir gün çiçeği burnunda bir doktor olup beyaz önlük giyebilecek miydi? Neden giymesin ki okulunun en çalışkan bir numara öğrencisiydi. SBS sınavı çok güzel geçmişti. Malatya genelinde önemli bir derece alabilirdi. Sonra bir gün yaşayacağı Mürüvveti düşündü sevda. Bilmediği bir yere telli duvaklı gelin gidişini. Eşi olacak insanla yaşayacakları güzel günleri, elinden geldiğince yapacağı hayır işlerini, bir ömür mutluk serpiştirecekleri hayat arkadaşlıklarını, beraber paylaşacakları sevinç ve acıları… Sevda bütün bu ati hayallerinin arasında bir daha uyanılamayan en derin uykuya gafil bir ölüme yakalandı. Trafik terörünün yeniden nüksettiği elim bir yol kazası küçük Sevdanın bütün umutlarını, hayallerini amaç ve ideallerini bir çırpıda silip götürmüştü… Kazanın şiddetinden aracın camından fırlayan Sevdanın cansız bedeni kayalık bir tümseğin içine öylesine serilmiş duruyordu. Yüzünü okşayan gök ehli meleklerin ilgisinden oldukça memnun olmalıydı ki öldüğü halde hayattaki cıvıl cıvıl günleri gibi her şeye rağmen gülümsüyordu… Aşırı hızla yol kateden aracın lastiklerinden biri yerinden fırlamış araç birkaç defa takla atabildikten sonra durabilmişti… Sevda’nın kişisel eşyaları da cansız bedeni gibi oraya buraya savrulup kalmıştı.. Olay yerindekileri en çok duygulandıran şey ise Okuldaki parlak başarısından dolayı Amcasının (M. Sait Güneş) aldığı altın künyenin gene aynı haşin kayaların bulunduğu tümsekte savruk halde bulunuşuydu… Sevda adı Dünya olan bu fani diyarda, Şahların Sultanların bile dört başı mamur bir rahatlık yaşayamadığı bu çileli misafirhanede uzun süre kalamadı. Şimdi Cennette ayağına serpilen uçsuz bucaksız nimetlerin ve yaşadığı debdebenin ortasında, yaslandığı yakut ve zümrüt çerçeveli pencerenin kenarında kendisine bahşedilen güzellikleri,dünyada yaşayanların gözlerini kör edecek kadar şua saçan eşsiz takıları, atlas ve sündüsten giysileri, bakmaya doyum olmayan zümrüt bahçeleri temaşa edip sadece ailesinden ayrı kaldığına hayıflanırken kendisi hakkında yazdığımız bu yazıdan haberdar olsa kendisinin bize acıyıp katıla katıla güleceğinden hiç kuşkum yok… Sevda’nın vefatından takriben bir hafta sonra Onun SBS sınavından Malatya üçüncüsü olduğu bilgisinin ailesine ulaştığını da son bir not olarak kaydedip bu çok trajik öyküyü bitireyim artık… Sevda’nın gelmiş geçmiş bütün tarım işçisi kızların adına tanzim edilmiş ulvi ve ebedi bir anıt olduğu kaydını da tarihe not düşerek… Ben Sevdayı hiç görmedim, tanıma ve konuşma şansına erişemedim. Onun bu hazin ve hayat dersi olacak öyküsün sadece anlatılanlardan yola çıkarak kaleme aldım. Yüce Rabbim Rahmet ve Mağfiretiyle ödüllendirsin.Amin….
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cafer ŞAHİN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |