İyi bir aşk mektubu yazmak için, neler yazacağını bilmeden oturman, kalktığında da ne yazdığını bilmemen gerekir. -Rouesseua |
|
||||||||||
|
Televizyonun sinemayla alışverişine ‘tek’ örnek değil Deli Yürek. Sayılarının fazla olduğu da söylenemez. Televizyonda gönülleri bağlayan dizilerin sinemada daha zorlu bir süreçten geçtiği, daha farklı tekniklerle daha büyük engellerle karşılaştığı bilindiğinde bu durum anlaşılır olabiliyor. Özel televizyonların artması, Dallas’ların yerli taklitlerinin çoğalması, manipüle eden diziler dönemi televizyona ilgiyi artırdı. Şimdilerde ise modern hayatın sıkıcı yanlarını dizilere taşımaktan çok, bu halkın yaşantısına eğilen diziler kapladığı ortalığı. Evet, daha düne kadar, bu diziler bizi anlatmıyor, Türkiye gerçeğini teğet geçiyor diyenlerin başına öyle bir iş getirildi ki anlayabilene aşk olsun. Önce şarkılara dizi yaptırmaya başladılar. Emra’ın küçük dönemleri bittiyse, yeni imaja yüklenmek ve popçu Emrah’ı genç kızlarla buluşturmak gerek. Ama bunun bir de sosu olması lazım, elbette, alın size diziler... Bu furyanın, iyice cılkı çıkarıldıktan sonraki döneminde “İkinci Bahar” gibi çoğu Anadolu’dan büyük şehirlere göçmüş halkı, sorunlarını, uyumu, uyumsuzluğu yaşatması bir ilaç gibi geldi izleyiciye. Bu dizi genel görüntüsü içinde sessiz atışlarla seyircinin zihnine bazı noktaları taşımaya çalışınca işin tadı kaçtı. (Uzun soluklu dizilerde ‘din’ faktörü belirleyici oldu. TRT’den beri gelen Bizimkiler dizisinde Ramazan’daki bölümlerde dizi kahramanlarının oruç tutmayışını ve sanki ramazan gelmiş neyime tavrını yönetmeni açıklıyordu: “Biz laik bir dizi yapıyoruz” İkinci Bahar ikinci laik filmimizdi. Bütün dizilerin bu ayrımı yaptığını söyleyemeyiz. Çünkü Türkiye’de yönetime gelenler, şunlar bunlar ne düşünürse düşünsün halk katında inançlara saygı, karşılıklı anlayış sürüp gidiyordu.) Göç sorunlarını işleyen dizileri magandalık ağırlıklı diziler takip etti. Türk halkının ata sözlerine yansıyan anlayışı ve kendi yöresel kültürünün etkisiyle ata erkil bir yapıda olması iyi bir malzemeydi. Bu malzeme taş fırın ekmeği, light erkek tanımlamalarıyla somutlaştırıldı. Karınız bikiniyle denize girecek ve siz koca olarak buna karşısınız. Yaptığınız çok ayıp, bunu dizi boyunca gelen çeşitli baskılarla kavrıyor ve ilk söylediğinizden çark ediyorsunuz ve şunu söylüyorsunuz :Mayo olabilir” Bu Avrupa’nın bize öğretmeye çalıştığı ve bizim anlamaktan uzak davrandığımız meseleye benziyor. “İnançlarınızdan uzaklaşın, Batı toplumları gibi olun” Peki deyip çarığın üstüne şapka takıp gülünç olmayalım diye “çocuklar duymadan” ufak ufak medenileşiyoruz (!) Dizi insanı aileden vuruyor. Yatak odasına kadar hükmeden televizyon, seyircinin giyimine, kuşamına, aile içi davranışlarına, toplum içi yaşantıya, hatta neler düşündüğüne kadar bir çizgi belirleme gayretinde. Bu yönlendiriliş sürecinde çapkınlığı da öğreneceksiniz, rakı eşliğinde eğlenmeyi de... Ağa filmleri ise daha bir fecaat! İstanbul’daki eğlence dünyasıyla televolelerde tanışan halkımız ilkin “Bunlarda kim, nasıl bu kadar gamsız ve kedersiz eğlenebiliyorlar?” diye karşıladığı sabahlara kadar eğlenen güruha zamanla alıştırıldı. Selin’le, Ebru’nun, Asena’yla feşmekan hanımın ayırdına vardı ve makyaj sırlarına, güzelliğini neye borçlu olduğuna kadar bütün ayrıntıları büyük bir bombardımanla öğrendi. Sonra intihar vakaları gelmeye başladı geri kalmış olduğu ileri sürülen şehirlerden. Ağa dizileri İstanbul’daki Laila’ları bulundukları bölgeye taşıyor ve orada da çok renkli bir hayatın yaşanabileceğini gösteriyordu. Nitekim çok geçmeden gazetelerin ‘kıroyum ama para bende’ mantığını gözeterek verdikleri Diyarbakır “Raina”sı haberi televole- dizi işbirliğinin ürünü olduğunu gösterdi. Televoleden dizilere, ekranı dolduran mankenler, şunlar bunlar, şarkıcı taifesi, yarı erkek erkeksiler, toplumu kadınsılaştırmak için ‘kuşum’culuk yapan zayıf ve bir o kadar da pabuç dilli sunucular. Topluma, “seni olduğun gibi seviyorum’ diyebilecek bir ortam değildir bu. “Seni bugüne kadar eleştirdiklerine benzediğin kadarıyla seviyorum’ tavrı ve restiyle toplum farkına varmadan elindeki pusulayı kaybetmeye başlıyordu. Bu yıl biraz olsun dizilerin genel mantığıyla ilgilenen, televizyonların dizi üstüne dizi çektiğini fark eden insanların ufak bir araştırmayla elde edebilecekleri sonuç şu: Bu sezon 73 adet dizi film televizyon kanallarında oynuyor. Yuh artık dediğinizi duyar gibiyim, ama bu rakam doğru. Hey gidinin efesi diyenler de vardır aranızda eminim. Ahmet Hamdi Bey ve Ailesi, Bizim Ev gibi dizilerin TRT’den fazlaca dindar denilerek veto yediği dönemlere gidin ve bugünlere bakın. Toplumu önce televole manyağı haline getirmeye çalıştılar. Şimdi de dizilerle saldırıyorlar. Kimse bu dizilerin masum olduğunu, bizi anlattığını söylemeye kalkmasın. Birbirini tekrar eden bu dizilerde dedikodu, patlayan silahlar, eşi aldatmak, adeta dizilerin olmazsa olmazı. Bu bombardıman karşısında dindar insanların desteklediği kanallar ne yapıyor dersiniz? Bir kanalımız Kuruluş gibi TRT zamanı diziyi yeniden yayına soktu. Küçük Ağa’da seyirciyle buluşacak. Televizyonun kendi yapımı üç dizi ‘eh işte’ dizileri olarak suya sabuna dokunmadan geçip gidiyor. Bir diğer çokça önemsediğimiz ve beklentilerimizi karşılar mı diye baktığımız TV “İyi Aile Robotu” dizisiyle seyirciyi çoktan hayal kırıklığına uğrattı bile. Dekolte muhafazakar bir aileyi anlatan dizi, robot konusunu harcayarak sağlam bir hikayeyi elinden kaçırmış. Şimdi evin genç kızının Rick Martin’ini, küçük çocuğun âşk’ı keşfedişini filan izleyeceğiz. Sinemanın televizyona yenik düştüğünü söylemem gereksiz. Bu yıl Altın Portakal Film Festivaline sadece yedi film katılabilmiş. Gelin de çıkın işin içinden. 72 dizi, 7 film: İşte Türkiye’nin şu anki özeti bu! Televizyonu kuşatan taş fırıncı ve light erkekler şu sinemayı da kurtarsalar diyeceğim ama korkarım Hollywood filmlerinin altında kalıp ezilecekler. Sevgili taklit dizilerimizin rol çalmasına gerek yok, her birimiz artık taklit hayatlara alıştırıldık bile. Geçmiş güne ve gelecek güne hem dıştan hem içten ipotek koydular, dizilerle oynatıyorlar. Tostumu yedim gel çağrılarına toplum “hadi ordan” derse ne olacak. Ne olacak televole aç kalacak ve etrafa saldıracak.... Toplumun televolelerden olduğu kadar bu mantıkla hazırlanan dizilerden kalbini, beynini, vücudunu, en önemlisi aklını koruması gerekiyor. Bütün değerleri tüketim malzemesi haline getirilmeden tepkisini ortaya koyması gerekiyor. Kızarak değil, susarak değil, konuşarak ve yapması gereken ama yapmayanları sıkıştırarak. Televoleler, diziler yarın bir gün biter ya da etkisi azalır, bunlar önemli değil, asıl biz toplum olarak kendi değerlerimizi kaybedersek çok kötü olacak. İşte o gün Cengiz Aytmatov’un Mankurt adlı eserini okumak yerine yaşamak zorunda kalırız.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nihat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |