"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
İnternetin yaygın bir ağ olması, bilginin uzak görünen yerlere de kolayca taşınabilmesi, kitle iletişim araçlarının insana düşünme payı bile bırakmadan yüzleşmeye çağırdığı bilgi bombardımanı, kimi zaman insanı enformasyon içinde boğabiliyor. Hele de MTV kuşağı dediğimiz, en uç rejimlerle idare edilen ülkelerde bile etkili olan sosyal yığınların seslerinin daha çok çıktığı bir dönem yaşamak, aynı zamanda bize ulaşan kültüre de bu biçimi, anlayışı veriyor. Reklamların bir klip haline dönüştüğü, dizilerin reklam arası verildiği, izleyiciye ulaşan her görüntüde çabucak algılanabilen ve kolay tüketilen materyallerin ağırlık kazanması hayatımızın her alanını değiştiriyor. Siyasetin, ekonominin, mimarinin, sanatın, estetiğin bu hızlılıktan ve kolaycılıktan etkilenmemesi düşünülemez bile. Bütün bunları bana düşündürten sebep bütün dünyayı kasıp kavuran Matrix oldu. Wichowski kardeşlerin sinemamıza armağanı olan ilk film felsefeyle sahici bağlar kurmanın gerekliliği üzerine tartışmalar başlatmıştı. Özellikle de her dünya görüşünün her medeniyetin kendinden bir şeyler katıldığını düşündüğü ilginç bir süreçten geçildi. Sinema eleştirmenlerinin söylediklerini gölgede bırakan bir beyin fırtınası zincirleme tüm dünyayı etkisi altına aldı. Bundan ülkemize düşen pay, acaba bu film sufizmden ne kadar etkilenmişti? sorusunu sordurduğu birçoğumuza. Mevlana’dan Muhittin Arabi’ye kadar pek çok düşünürümüzün ismi, tasavvufun merhalelerine kadar pek çok konu konuşuldu. İkinci film Matrix Rolatied gelince bütün bu konuşulanların filmle örtüşmediği, Batı’nın doğuya yaklaşımında bir farklılık olmadığı anlaşıldı. Bütün bu tartışmalar bir yana adeta daha önce bir örneği olmayan, uzaktan veya yakından bakıldığında farklı bir mimari tarzı olan binaya benzetilebilir Matrix. İnsana soru sorduran, bu dünyanın gerçekliğini sorgulatan, insanı kendiyle yüzleştiren ve hesaplaşmaya çağıran filmin üçüncüsü kasım ayında aynı anda dünyanın her yerinde gösterime girecek. İlk film Amerika’nın bildik binalarında, gökdelenlerinde, kalabalıkları sırtında ağrılar oluşmadan taşıyabilen yerleşim yerlerinde yaşayan insanların bir program tarafından yönetildiği fikrini geliştiriyor. Neo, özgürce yaşayan insanların aslında birer tutsak olduklarını farkediyor. Bilgisayar programcılığı yapan ve gizli programlar satan Neo, araştırmalarını yoğunlaştırdığı Matrix’le karşı karşıyadır. Kendisine bu bilgileri verecek olan Trinity ve Morpheus, Zion’dan gelmektedirler. Seçilmiş kişi Neo, ajanların kontrolünden kaçmayı başarabilen bir gemi içinde vücutlarını bırakıp, insanlar arasında dolaşabilen bu ‘kurtulma ve kurtarma ümidi’ni taşıyan kişilerin yanında pek çok merhaleden geçer. Dini çağrışımlara açık olan film boyunca Neo’nun bir bilgisayar programı içinde kendini geliştirdiğini, seçilmişliğe hazırlandığını görüyoruz. Gökdelenlerin tepesinde pek çok kovalamaca yaşanmakla birlikte Uzakdoğu dövüş sanatları eşliğinde ve kahinin yönlendirmesiyle kendiyle yüzleşir Neo. Gemideki kendi bedenlerine dönebilmeleri için bir telefon bulmaları ve çaldığı anda orada olmaları gerekmektedir. İkinci filmde ilkinden devreden sorular yavaş yavaş cevaplarını bulmaya başlar. Bu kez değişen bir şey vardır. İlk filmin içerdiği felsefenin izleyiciyi yorduğu varsayıldığından olsa gerek, aksiyon, otobanda takip sahneleriyle zenginleştirilen ikinci film cinsellikle ve izleyiciye daha önce izlediği filmleri hatırlatan sahneleriyle bir anlamda kolaycılığı ve aynı oranda takip edilebilirliği yakalamaya çalışmış. Burada bir şeyin daha farkına varıyoruz. Bu dünyanın kurtulabilmesi için insan ırkı acaba neleri feda etmek zorunda kalmıştır? Evet, Zion şehri borular içinden geçilebilen, gizli bir yerdedir. Topluca yaşanan mağaralarda kurulan şehir tam bir makine medeniyetinin eseridir. Başkanla Neo’nun dolaştığı yerlerden biri de makine dairesidir. Başkan en çok sevdiği yer olarak gösterir burayı. Birbirini tetikleyen, destekleyen ve kendi gürültüsü içinde bir şehri besleyen makineler insanların hava almasının, en önemlisi de yaşamasının sebebidir. İnsan nesli büyük bir savaşın eşiğinde olduğunu bilmektedir. Bu savaş ya toplu bir yok olmaya ya da güneş yüzü görmeye, doğal hayata dönmeye sebep olabilecektir. İlkel çağların insanlarının yaşantısına alışan bu insanlar kıstırılmışlık duygusundan kurtulabilecek, yeniden yaşanılır mekanlara, medeniyete dönebilecekler midir? Ya da şöyle soralım; onları Ergenekon’dan bir kurt çıkarabilecek midir? Film boyunca şehirlerde yaşayan, koca binalarda gündelik hayatını sürdüren insanların plastik hayatlar yaşadığı hissine kapılıyorsunuz. Helikopterin çarptığı ve alev alan binalar, kurşun yağmuru altında delik deşik olan havalandırma bölgeleri, kovalamalara sahne olan arka sokaklar, bir film içinde olduğunuzu fazlasıyla hissettiriyor. Avrupa’nın artık iyice oturmuş mimarisinin ikinci filme konuk olduğunu da görüyoruz. Hatta diyebilirim ki, Avrupa’nın ilgisini çekmek için yabancılık hissetmeyecekleri oyunculara yer verildiği gibi mekanlardan da Avrupa filmlerinden ödünç alınan sahnelerle yararlanılıyor. Dünya insanının en çok ilgisini çeken konuların başında gelecek faraziyeleri geliyor. Uzay yolu dizisinin alt metni iyice okunduğunda senaryonun büyük bir bilinçle oluşturulduğu, gerçekleşmesi yakınmış gibi bir izlenim verildiği biliniyor. Bugün pek çoğumuzu acaba uzaylılar var mı gibi bir soruyla karşı karşıya bırakan sağlam örgülere sahip bu filmler. Bu kez durum biraz farklı. Şimdi yeni bir soru sorduruyor Matrix. Acaba dünya var mı? Mizah dergilerimizin birinde bir karikatür görmüştüm. Neo, Trinity ve Morpheus siyah gözlüklerini takmış, bir evin bahçesindeler. Önlerindeki köpek kulübesinde şu yazı yer alıyor: “Dikkat köpek var belki de yok!” Farklı kültürlerin artık bir hapa dönüştürüldüğü ve her bünyeye uyabildiği global gerçeklik bu filmde de yakamızı bırakmıyor. Neo, kâhinin verdiği bilgilerle kaderinin peşinden giderken anahtarcıya ulaşıyor. Anahtarcı da onu Mimar’a götürüyor. Neo burada daha önce de seçilmiş kişiler olduğunu, Matrix’in bilgisayar programı olduğunu beş kez yok edildiğini öğreniyor. Mimar ona bir tek seçenek bırakır. Ya Trinity’nin ölümüne seyirci kalacak her şey aynen devam edecektir, ya da Zion şehri yok edilecek, çok az insan kurtulacaktır. Neo aşkı seçer ve izleyiciye, acaba gerçekten Zion yok oldu mu sorusunu sormak kalır. Filmin zihinlerimize serpiştirdiği sorular arasına yeniler katılıyor ama önce bir düşünürün şu sözünü hatırlayalım: “Üçüncü dünya savaşını bilemem ama dördüncü dünya savaşı taş ve sopalarla yapılacak” Dünyayı hep bir felaketin beklediği, insanların kurtuluş için yer altında ya da uzayda yaşayabileceği gerçeğine hazırlanıyoruz filmlerle. Bir de şu kurtarıcılardan daha çok çekeceğimiz anlaşılıyor. Cüneyt Arkın’ın “Dünyayı Kurtaran Adam” filmiyle dalga geçenler, Malkoçoğlu’ndan dem vuranlar Superman kılığında seçilmiş kişiyi oynayan Neo’nun yeni kurtarıcımız olması karşısında ne düşünüyorlar? Evet, şehirler inşa ediyoruz, yaşanabilir mekanlar özlüyoruz. Tarih ve tabiatla uyum içinde bir yaşam arzu ediyoruz. Ama şu soru gelip yakamızı bırakmıyor: Acaba dünya var mı? Acaba siz, biz, onlar var mıyız? Pek çok felsefe ve öğretiden ortaya karışık yapan senaristlerimiz bizi sorularla gerçeğe mi ulaştırmak istiyorlar, yoksa sorulardan bir tuzak mı hazırlıyorlar? Bunu bilemem. Yalnız, aga kafama bir şey takıldı. Neden şehirleri savaşla yerle bir edenler, petrol borsasını kanla yeniden kuranlar bize yıkılmış şehirler, güneş yüzü görmeyen gizemli şehirleri layık görüyorlar? Ya da şöyle soralım: Bize reva görülen üçüncü dünyacılık ya da daha düzeltilmiş ifadeyle gelişmekte olan ülkeler, ya da daha da düzeltilmiş haliyle müttefiklik damarı kabarık duran ülkelerimiz film içinde film gösterilerek yokmuşçasına neden davranılıyor.? Tarihi eserler yağmalanıyor, asırlar öncesinden günümüze kadar gelen mimari yapılar yerle bir ediliyor, insanın hayatına canlılık getiren yapılar tarihin sayfaları arasına gömülüyor. Bir filmde bizden esinlenildiğini düşünerek sevincimiz artarken gerçekte itibarımız sürekli bir düşüş kaydediyor. Filmin hasılatı yükselirken bizim istatistiklerdeki yerimiz Zion şehrinin akıbetine dönüşüyor. Filmi izlediğim sinema salonundan çıktığımda İstanbul’un yeşilliklerini alıcı gözle bir kez daha seyrettim. Kültür yarımadasında yer alan Topkapı sarayını, Galata kulesini, Ayasofya’yı Sultanahmet’i, Süleymaniye’yi gözlerim aradı. Şükür her şey yerli yerindeydi. Sarayburnu’ndan Üsküdar’a doğru baktığımda Kız Kulesi’nin asırlık ihtişamını, güzelliğini cömertçe sergilediğini gördüm. Onca karmaşa, aksiyon sahnelerinden başım dönmüştü, şimdi ise yüzümü İstanbul’a dönmüştüm. Ruhumda bir dinginlik. Dünyayı, dedim kendi kendime, tarihimizle iç içe onun güzelliğini bozmadan daha da zenginleştirmek kurtaracak. Uykudan uyandığımızda Neo’ya ihtiyacımız olmadığını biz insanların seçilmiş kişiler olduğumuzun ayırdına varacağız. Mesele güzelliği, zerafeti, doğruluğu seçebilmekte. İstanbul cömertliğine bizi ortak ediyor, biz de bu güzelliği farkedip daha da güzelleşmesine katkıda bulunmak için bir seçim yapmalıyız. Yani kendimizle hesaplaşmalıyız. Şimdi söyleyin, dünya gerçekte var mı?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nihat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |