İnsan bir küçük dünyadır. (Mibres Kosmos) -Demokritos |
|
||||||||||
|
‘Şu kedilere bak, ne kadar uzun bacakları var hepsinin’ diyorum Ayhan abiye. ‘Bütün Türk kedileri uzun bacaklı, bizim oradakilerin hepsi bastıbacak demişti bana bir Alman turist bir defasında’ diye ekliyorum. Sadece Ayhan abi değil, sözlerimi duyan herkes dönüp iğde ağacının önünden Taş Kahveye doğru yürüyen kedilere bakıyor. Gülümsüyorum. Saat altı olmuş ama etraf çok aydınlık, güneş hala tepede. Cunda akşama hazırlık yapıyor. Tüm restoranlarda masalar hazırlanıyor. Buraya ait olmadığı fazlasıyla belli olan insanlar bir oraya bir buraya yürüyor, önümden geçiyorlar. Çevremdeki insanlara bakıyorum, etraftan geçenlere de. Kimse fark etmiyor iğde ağacını. Göz kırpıp gülümsüyorum iğde ağacıma. Bacağımda bir acı, sanki iğne batırılmış gibi. ‘Ay’ diye bağırıyorum. Kulağı kesik minik suratlı tekir yüzüme bakıyor. Patisiyle ‘ben buradayım’ diyor bana. ‘Akşam balığımı veririm, şimdi sana verecek bir şeyim yok’ diyorum. Sanki anlamış gibi bakıyor ve o da diğer kediler gibi salına salına Taş Kahveye doğru yürüyor. Tüm kedilerin üstüne alınacağı bir ‘pisi pisi pisi pisi’ çekiyorum. Birkaç tanesi koşarak yanıma geliyor, kendini sevdirenleri sevmeye başlıyorum. Gözümün önünden son zamanlarda ne hikmetse çoğalmaya başlayan kötü resimler geçiyor. İnsan müsveddelerinin hayvanlara yaptıkları kötülükler... Gözlerim doluyor. Garsonlardan biri deniz kenarındaki masaları hazırlamak için yanımdan hızla geçerken ‘kediler sizi özlemiş Nükhet hanım’ diyor. Hani bana o anda dünyanın tüm ödüllerini, armağanlarını verseler, bu kadar mutlu olamam. Biraz kasılarak ve kedilerin başlarını okşamaya devam ederek ‘özlerler tabii, insanlar o kadar sevgisiz oldular ki’ diyorum, ama garson beni duymuyor bile. Gözüm gene iğde ağacına takılıyor. Normalde hep balıkçı ağları dolanmış vaziyettedir gövdesine. Ama bu aralar ağların hepsi yerde. Sepetler de ağacın yanında iç içe konmuş öylece duruyorlar. Düşünüyorum da, bunca senelik ömrümde böyle takıldığım, aklımın ve gönlümün aynı anda böylesine kaydığı başka bir ağaç yok. Ben ona ne zaman aşık olmuştum? Bundan yıllar önceydi. Cunda’da yemek yiyordum Taş Kahvenin hemen yanındaki Deniz restoranda. Restoranın yan sokağında bir resim sergisi vardı. Restoranın sahiplerinden Ayhan abinin sonraları çok sevdiğim bir arkadaşım olacak olan karısı Emine Alışık’ın sokak sergisi. Resimlerden birinde Taş Kahve’nin yanındaki iğde ağacı ve ağacının gövdesine doladığı ağlarını tamir eden bir balıkçı var. O resimde iğde ağacına değil de balıkçıya daha dikkatli baktığımı, hemen iğde ağacının yanına gidip dakikalarca onu incelediğimi hatırlıyorum. Hatta onunla konuşup, ne kadar da zeytin ağaçlarına benzediğini, ama gözüme onlardan daha güzel geldiğini söylemiştim. Elimi dudaklarıma götürüp parmaklarıma bir öpücük kondurup sonra da parmaklarımı iğde ağacının gövdesinde gezdirmiş ve ona ‘bundan sonra sen benim ağacımsın’ demiştim. Garsonlar deniz kenarındaki masaların yanındaki fesleğenleri ve bitkileri suluyorlar. Aklımdan geçenleri okumuş gibi ‘Pencerenin önündeki fesleğenleri sulatmıyorum, akşam geleceksin herhalde, o senin görevin’ diyor Ayhan abi. Gerçekten de Deniz Restoranın önündeki fesleğenleri ve diğer tüm saksı bitkilerini orada olduğum zaman ben sularım, kimseye de sulatmam. Yüzümü Ayhan abiden tarafa çevirince arkasından yaklaşmakta olan beş adam gözüme çarpıyor. Beşi de nevi şahsına münhasır diyeceğiniz tarzda. Ta uzaktan dikkatleri üstlerine çekiyorlar. ‘Bunlar kim?’ diye soruyorum Ayhan abiye. Ayhan dönüp benim baktığım tarafa bakıyor ve yüzünde zaten onları bekliyormuş gibi bir gülümsemeyle ‘Onlar her Salı gelirler buraya böyle’ diyor. ‘Hepsi emekli, çoğu doktor. Salı akşamları Ayvalık’tan otobüse biner buraya gelir, balıklarını ısmarlar, sonra Taş Kahveye gider kağıt oynar gelir, yemeklerini yer, tekrar kahveye gider, bir el daha oynar, sonra da Ayvalığa dönerler.’ Adamlarda değişik bir şey var. Ne olduğunu ilk anda çözemiyorum. ‘Çok şekerler’ diyorum alçak sesle. Adamlar muzip muzip gülümseyerek balık dolabına yaklaştılar, Ayhan hemen yanlarına gidip onları selamladı. ‘Ne balık var?’ diye sordu bir tanesi. Ayhan balıkları saydı. İçlerinde bir tanesi –ki bence grubun tüm havasını veren o, ufak tefek son derece muzip bir adam- ‘Sonra ısmarlarız, yemeğe buradayız nasıl olsa’ dedi. Ayhan sanki bu cevabı bekliyormuş gibi gülümseyerek ‘tamam’ dedi. Adamlar birbirleriyle şakalaşa şakalaşa Taş Kahveye doğru yürüdüler. ‘Kim bunlar ya?’ diye tekrar sordum. ‘Salıcılar’ dedi Ayhan abi. ‘Çok şekerler, bayıldım ben bu adamlara’ dedim. Kahveye girene kadar baktım arkalarından. İğde ağacının önünden geçip Taş Kahveye giriyorlar. Ağlar yerde duruyor, balık sepetleri de ağların yanında. Bir köpek ağların üzerine tuvaletini yapıyor. Güldüm. ‘Ne oynuyor bunlar?’ diye sordum, sanki anlarmış gibi. ‘Maça Kızı’ dedi Süleyman. Ayhan da, Süleyman da muzip muzip gülüyorlardı. Akşam çöktü Türkiye’nin en batı noktalarına da. Cunda’nın üzerine ay doğuyor, hem de dolunay. Ne yesem? Kedileri de beslemem lazım. İçeri girip mezelerimi ısmarlıyorum, genelde otlar ve börülce ağırlıklı. Çoğunu kedilerin yiyeceği harika balıklar da sipariş ediyorum. Deniz kenarındaki masalar tıklım tıklım dolu. İğne atsan yere düşmez. Her zamanki gibi kapının yanındaki masama yerleşiyorum ve deniz kenarında oturan insanları anlamadığımı düşünüyorum. Sanırım benim gibi düşünen birileri daha var. Bir karı koca. Onlar da restoranın önünde oturuyorlar benim gibi. O da ne? Sonradan adlarını ve kim olduklarını öğrenip koyu sohbete dalacağım bu çiftin (Necdet bey ve hanımı) etrafı kedi dolu. Kıskanıyorum. Neden benim yanımda değil kediler? Sanki Cunda’nın tüm kedileri onların etrafını sarmış. (Çok doğal. Bir insan ki, hayvan haklarından bahseder, hayvanı sevmek Allah’ı sevmektir der... Kaçar mı kediler onun gibi insanlardan? Böyle insanların varlığı gözümün önündeki o kötü fotoğrafları yok etmiyor belki ama biraz umutlandırıyor beni.) Hayda, bir tane uzun tüylü çok güzel tekir adamcağızın önce kucağına sonra da sırtına ve omzuna çıkıyor. Necdet bey bir şey demiyor, kediyi rahatsız etmeyecek biçimde oturuşunu ayarlayıp yemeğini yiyor. Onların masasındaki balıklar ve diğer yiyecekler tükenince tüm kediler benim masaya hücum ediyorlar. Biraz evvel omuzlarda dolaşan kedi de kucağımda ve elimden balık yiyor. Kesik kulak minik tekir de pati ata ata benden balıklarımı alıyor. Bir sonraki Salı ve onu takip eden Salı günlerinde fark ediyorum ki, Cunda’nın kış aylarını özlüyorum ben. Hemen bir çare bulup yaz aylarının Cunda fotoğrafının üstüne montajladıklarını yok etmem lazım. Yoksa gözüme garip görünüyor her şey. Bir şey dikkatimi çekiyor: Her Salı aynı şeyler yaşanıyor. Saat altıya doğru ben hep Deniz restoranın deniz kenarındaki masalarından birinde çay içip, ‘akşama geliyorum’ diyorum, beş dakika sonra Salıcılar eksiksiz geliyorlar, balık dolabının önünde ‘ne balık var?’ diye sorup önce Taş Kahveye gidip kağıt oynamaya sonra yemek saatinde balığı seçmeye karar veriyorlar. Bu arada Cunda’nın kedileri iğde ağacının önünden Taş Kahveye doğru yürüyorlar. Ben akşam geldiğimde Deniz restoranın önündeki masama oturuyorum, fesleğenleri ve diğer bitkileri suluyorum. Necdet bey ve hanımı da aynı masalarında oturuyorlar. Aynı kediler yerlerini alıp balıklarını yiyorlar. Gene o tekir Necdet beyin omzunda. Salıcılar yemeğe oturup etraftaki masaları gülme krizine sokup tekrar Taş Kahveye gidip bir el daha kağıt oynayıp yavaş yavaş dönüşe geçiyorlar. Bir döngünün farkına varıyorum. Sanki evrenin hareketi gibi bir hareket var, bir dönüş. Dikkatli bakınca görüyorsun bunu. Bir de bunun dışında, bu dönüşün tersine dış halkayı oluşturan bir dönüş var ki, o da işte fotoğrafın üstüne geçici bir süreliğine montajlananlar. Bu arada ben iğde ağacını neden bu kadar çok sevdiğimi buldum galiba. İlk önce zeytin ağacına benzediği için olsa gerek diyordum. Olabilir de tabii. Ama aslında iğde ağacı insana benziyor. Ömrü insan ömrü kadar, 60-80 yıl. Daha fazla yaşamıyormuş. Bu beni çok etkiledi. Bir de insan gibi her ortama uyum sağlıyor, her yerde yaşayabiliyor. Araştırdım ve öğrendim ki, güneşli, sıcak ve kuru yerlerde, sığ-kuru, çok fakir topraklarda yetişir, kirece ve tuzlu topraklara, kent iklimine dayanır, hatta deniz suyu ile ıslanan topraklarda bile yetişirmiş. Bu onu daha da sevimli kıldı gözümde, daha bir sevdim. Ağacıma dönüp baktım. Dibinde uzun bacaklı bir Cunda kedisi oturmuş temizlik yapıyor. Tüm Cunda kedilerinin kendine ait uzun hikayeleri var. Başını kaldırıp bana bakıyor. Bir öpücük yolluyorum ona. İlgilenmiyor ve temizlenmeye devam ediyor. İğde ağacıma bakıyorum, yanına gidip ona dokunmak, kabuklu gövdesini öpmek istiyorum. ‘Saçmalama deli derler’ diyor bana gibi geliyor iğde ağacım. Uzaktan sarılıyorum ona ve hissediyorum gövdesinin kabuklarını. Kedi tekrar başını kaldırıp bana bakıyor: ‘Biliyor musun’ diyorum kediye, ‘bana şimdi sorsan, desen ki, bana Türkiye’nin herhangi başka bir yerinde başka bir iğde ağacı göster, inan bilmiyorum.’ ‘Haydi yürü’ der gibi bakıyor suratıma tekrar. Dıştaki halkaya ait olmamak ve içteki halkanın dönüşünü bozmamak için yoluma devam ediyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nükhet Everi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |