Kendinden daha uyanık insanları işe aldığın zaman, senin onlardan daha uyanık olduğunu kanıtlamış oluyorsun. -R. H. Grant |
|
||||||||||
|
Belki de Allah’ın Sözlerine karşı böyle saygısız ve kibirli hakaret benzeri fikirler beyan edilmeliydi ki, inanan insanlar imanlarını bu eleştirilere cevap verebilmek adına sorgulamalıydılar. Allah’ın sözlerinin yaşantılarındaki tahakkümünden sıyrılmak için gerçekleştirilen bu tür zihinsel çırpınışlar olmasaydı, belki de Kelam, Akaid, Fıkıh, Hadis, Tefsir ilmi gibi ilimler doğmaz, mesela Mevlana „Fihi Mafih“i, İmam-ı Rabbani „Mektubat“ı, İmam Gazali „İhya-yı Ulumuddin“i ve diğer eserlerini, Yunus Emre „Risale-tün Nush’u“ yazamazdı. Demek ki bu gibi haksız eleştiriler her ortaya konuşunda, Sonsuzluk kendi „mukaddesliğini ve münezzehliğini“ göstermek için öyle beyinleri, öyle ruhları görevlendiriyor ki, bu insanların yazdıkları eserler dönemlerindeki her türlü fikri ve imani sapmışlığı kökünden söküp atıyor. Zaten içimize yerleştirilen nefis şeytanının bizatihi kendisi bu fikirlerden daha dehşetli fikirleri yeri geldiğinde bizlere fısıldamıyor mu? Bu da bir imtihanın, ruhsal olgunlaşma sürecinin kamçılayıcı bir unsuru değil mi? Görüldüğü gibi Kur’an’a yöneltilen her haksız eleştiri aslında onu küçültmüyor ya da yaralamıyor, aksine bu haksız eleştirileri yapanlar, asırlar önce gelmiş ve de asırlar boyu gelecek benzerlerinin de eleştirilerine karşılık gelecek güçlü cevapların Kur’an’ın „altın fikirler“ madeninden çıkarılmasına vesile oluyorlar. Bu nedenledir ki, zayıflatılmış virüslerin enjekte edildiği vücutların hastalıklara yakalanmaması gibi, Allah da İslam bünyesinin ve iman bilincinin daha da güçlenmesi, daha büyük sarsıntılardan zarar görmemesi için böyle zayıflatılmış fikir virüslerinin ortaya konmasına izin veriyor. İslam bünyesi her saldırı sonrasında mucizevi bir şekilde her defasında güçleniyor, yenileniyor, karşıt fikirlerse her defasında daha bir ümitsizliğe kapılıyor. Fikirde yenilenler inananları psikolojik hasta gösterecek derecede seviyesizce hakaretlere, bilimsel çarpıtmalara, duygusal abartmalara, mantık hilelerine, güç gösterilerine başvurmak zorunda kalıyorlar ki, işte bu durum onların Kur’an karşısında yenilgiyi kabul ettiklerinin en bariz göstergesi olmaktadır. ÖZDEMİR İNCE’NİN ANLAMSIZ İDDİALARI Kendisi gibi düşünen seleflerinin binlerce yıl öncesinden ortaya attığı iddiaları yeniden canlandırmaya çalışan Özdemir İnce’nin geçenlerde yazdığı bir yazısını tekrar hatırlayalım. Özdemir İnce, ne iddia ediyordu bu yazısında? „Bütün Kutsal Kitaplar mitolojik hikayelerden alıntıdır“ gibi bir şey söylüyordu. Üstelik bilimsel olarak ispat edilmesi imkansız böyle bir subjektif genel yargının bilimsel bir gerçek olduğunu bile iddia edecek kadar okuyucusunu yanıltma taktiklerine girişiyordu. Bu taktik Dawkins gibi „Doğacıların“ ve diğer Evrimcilerinin taktiklerinin apaçık bir benzeriydi. Eğer bu iddia dünyanın dönüşünün kesinliği ya da yerçekimi kanunun varlığı kadar kesin bir bilimsel gerçek olsaydı, herhalde bugün dünyada bilim adamları dahil, inanan hiç kimsenin kalmamış olması gerekirdi. İddianın temeli o kadar basitti ki, bu yoksu temelden yola çıkarak dinlerin hurafe ve uydurma olduğunu iddia etmek, örümcek ağından bir temel atıp koca bir saray inşa etmekten daha imkansızdı. Tarihte yaşamış pek çok toplumun, mesela Sümerlerin inanışlarını, yaşayışlarını ortaya koyan pek çok tablet gerçekten de bulunmuştu. Ama bu gerçeklik sadece o tabletlerin yazıldıkları kendi dönemlerinin gelişmelerini ortaya koyan bir gerçeklikti. Bu keşiflerden yola çıkarak o tarihi dönemler hakkında elbette çok şey öğrenebilirdik. Elbette buraya kadarı bilimsel olma sıfatını hak ediyordu. Ama o günkü gerçeklikten yol çıkarak, söz gelimi bin yıl sonraki bir Tevrat gerçekliğini ya da üç bin yıl sonraki İncil gerçekliğini hatta dört bin yıl sonraki Kur’an gerçekliğini yok saymak felsefi bir oyundan başka bir şey değildi. Yüz yıl önce yaşamış bir insanın arşivlerden bulunan karnesindeki „5“ notunu görüp, yüz yıl yıl sonra okula gitmekte olan bir çocuğun karnesindeki „5“ notunun bu önceki nottan alıntı olduğunu iddia etmek kadar imkansız bir iddiaydı ortaya atılan iddialar. Böyle yaparak sevilmeyen o çocuğun ya da insanın aldığı o güzel not anlamsızlaş mı oluyordu? Elbetteki hayır. Bu iki benzerlik arasında „bir benzerlik“ olmaktan öte hiçbir bağlantı kurulamazdı. Hatta bu iki benzerlik arasında fikir bağlantıları kurarak ortaya konulacak bütün hikayelerin bizatihi kendisi „kurgusal ve masalsı“ kuruntulardan başka da bir şey olamazdı. Bir de bu tarz kafalar Kur’an’ı eleştirmeye çalışırken Tevrat ve İncil gibi kutsal kitaplar için kullanılan eleştiri argümanlarını kullanmaya çalışmaktadırlar ki, bu eleştiri tarzı Kur’an-ı Kerim’in güçlü delilleri karşısında hiçbir tutunacak dal bulamamakta, sönüp kalmaktadır. Aslında Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladığı andan itibaren Allah, mucize bir şekilde Kur’an-ı Kerim hakkında ortaya atılabilecek bütün iddialara cevap vermiştir. Hatta bu iddialar bilimsellik süsüyle ortaya atılmadan binlerce yıl önce Kur’an-ı Kerim bütün o iddiaları cevaplamıştır ki, bu durum bile Kur’an’ı eleştirmeye çalışanların yine Kur’an’ın örnek gösterdiği eleştiri yörüngelerine takılıp kalarak, bir ileri bir geri gidip durdukları, komik bir eleştiri oyunu oynamalarına sebebiyet vermiştir. „Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, “Öncekilerin masalları” dediler.“ (Nahl 24) Sonraki ayette ise Allah böyle iddialarda bulunanların neden böyle saçma bir iddiada bulunabildiklerini de ortaya koyar: „Bunu söylemelerinin sebebi şu: Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür“ Bir de bu iddialarda bulunanlar, İslam dininde Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün Peygamberlere suhuf, levha ya da kitaplar vahyedildiğine inanıldığını unutuyorlar… Bu inanç, İslam dininin değiştirilemeyecek kesin bir inancıdır. 1400 yıl önce ortaya konan bu inancın Müminlerin iman esasları içinde olduğunu (Peygamberlere ve Kutsal Kitaplara iman) görmezlikten gelip, Hıristiyan ya da Yahudilerin kitaplarına getirilen eleştirinin bir benzerini Kur’an-ı Kerim için getirmeye çalışmak, Dalton Atom modeliyle Atom’un yapısını anlamaya çalışmak kadar anlamsızdır. Yani bir mümin, zaten ilk insandan bu yana İlahi Sözlerin vahyedildiğine, sahifelere ya da levhalara kaydedildiğine inanmaktadır. Bu durumda „Nuh Tufanı“ benzeri bir büyük olayın Gılgamış Destanının kitabelerinde ya da pek çok tarihi hikayede tasvir edilmiş olması, Kur’an-ı Kerim’in kesin bir ilahi vahiy olduğu inancını kuvvetlendirmekten başka hiçbir şüphe verici hüküm icra edemezler. Aksine bir mümin de şöyle düşünür: „Madem ki Kutsal Kitabımın haber verdiği böyle bir Tufan gerçeği pek çok destanda ve efsanede geçiyor, o halde farklı farklı milletlerin haber verdiği böyle bir tufan olayı, tarihin herhangi bir zaman diliminde mutlaka olmuş olmalıdır. O halde Kutsal Kitabım’ın anlattığı bu hikaye asla bir hurafe ya da uydurma olamaz. Öyle ki, böyle bir Tufanın olduğu gerçeği, jeolojik araştırmalarla da desteklenmektedir. Madem ki onun her söylediğinin ardında mutlaka tarihi bir gerçeklik yatıyor, o halde bütün bu tarihi gerçeklikleri bizzat gören birisi yani Allah’ın kendisi, bize bu olayları anlatmaktadır. Yine Kutsal Kitaplarda geçen bazı hükümlerin ya da dini prensiplerin başka tarihi kaynaklarda da benzer şekilde geçiyor olması, Hz. Adem’den bu yana Allah’ın göndermiş olduğu Hak Dinin kalıntılarının bir delili olabilir ancak. Yahudi’nin ya da Hıristiyan’ın inancını bilemem ama bir Müslüman’ın inancı kesinlikle böyledir ve kimse böyle bir inancı bu tarz basit iddialarla sarsamaz. „ DÜNYA HAYATI OYUN VE EĞLENCE MİDİR? Allah kendisine bakan cihette „hiçbir şeyi oyun ve eğlence olarak yaratmamıştı“ ancak mutluluk hormanlarının oyuncağı olan insanlar için dünya, sadece mutlu olunması gereken bir yer ve ölümden sonrası olmayan kısa süreli bir „oyun ve eğlence“ mekanıydı. İlahi vahye göre bu dünyaya bağlanıp kalınmamalıydı. İnsanlar vehimlerle kendilerini kandırabildikleri ve de mutlu olmayı başarabildikleri için şu dünya ile aldanıyorlardı. Halbuki ondan sonrası, bütün gerçeklerin ortaya konulacağı, bütün zıtların ayrılacağı, iyilerin ve kötülerin yaptıklarının karşılıklarını eksiksiz göreceği bir Sonsuz Adalet Mekanıydı. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ortaya koyuyordu Kur’an-ı Kerim’de: „Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; (ya da) Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.“ (HADİD/20) MEVLANA BU MESELE HAKKINDA NE DİYOR? “MEN BENDE-İ KUR'ANEM EGER CAN DAREM /MEN HÂK-İ REH-İ MUHAMMED MUHTAREM / EGER NAKL KUNED CÜZ İN KES EZGÜFTAREM / BİZAREM EZ U VEZ AN SUHEN BİZAREM” Yani “Bu canım var oldukça ben Kur'ana tutsağım / Muhammed Mustafa'nın yolundaki toprağım / Benden başkaca bir söz nakledenler olursa / Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım” diyen Mevlana da bu gerçeği bakın eserlerinde nasıl haykırmıştı: “Gece, kalpazanın bahtı sahihin bahtsızlığıdır. Karanlıkta iyiyle kötü, kalp altınla sahici olan kucak kucağadır. Kalp altın ister ki bu gece hiç bitmesin ve foyası ortaya çıkmasın. Saf altınsa gündüze âşıktır. Ta ki bulaşıklık töhmetinden kurtulsun, kadri kıymeti belli olsun. O gece dünyadır gündüzse ahiret. Bu âlemde hakla haksızlık, iyilikle kötülük, zulümle adalet iç içe kucak kucağadır. Ama hesap günü kurulacak terazi kimin kaç ayar olduğunu tek tek açıklaya-cak. O gün altın gibi bir gönül götürenlerin günüdür, gönül kalpazanlarının değil.” “Bâki nur, bu aşağılık dünyanın ardındadır. Unutma ki; süt de kan nehirlerinin içinden akarak saf oldu.” “Bil ki ahiret deve kervanı, dünya da deve tüyüdür. Katara sahip olursan yün de deve de mal da sana gelir. Yünü alırsan deve senin olur mu?” "Dünya nedir! Allah'tan gafil olmaktır.” “Dünya uykudaki kişinin gördüğü rüyadır.” DÜNYAYI OYUN VE EĞLENCE GÖRENLER... Gerçekten de bu dünya günahlarını, zulümlerini hiçbir engelle karşılaşmadan işleyebilenler için kısa süreli bir „oyun, oyalanma ve eğlenceden“ başka bir şey değildir. Hatta bu dünyada en zor şartlarda yaşayan insanların yaşayışlarıyla, Sonsuz Alemin ceza mekanları karşılaştırıldığında, gerçekten de bu dünyadaki yaşamın bir geçici „oyun ve eğlence“den ibaret olduğunu anlayacaktık. Mutluluk hormonlarını tatmin etmek uğruna sapkın ilişkiler içine girenler, çocuklara tecavüz edenler, kendi çocuklarını öldürenler, suçsuz insanları katledenler, başkalarının mallarını ya da paralarını çalanlar, uyuşturuculara müptela olup insanları da bunlara müptela edenler, fuhuşu yaygınlaştıranlar, rüşvet alanlar, insanların ve yetimlerin kul haklarına tecavüz edenler, belki mutluluk hormonlarını ve egolarını tatmin etmek açısından dünyayı kendilerine „oyun ve eğlenceye“ çevirmiş olabilirlerdi ama, bu dünyada kurtulsalar bile başka bir hayatta yaptıklarıyla yüzleşeceklerdi. Bu yapılanlar cezasız ya da mükafatsız kalacak olsaydı, o halde Adaletli Bir Allah’ın varlığına inanmamızın ne anlamı kalacaktı ki? Demek ki Allah kendi açısından kainatı, dünyayı ve her şeyi oldukça anlamlı, ciddi sebepler ve sonuçlar üzerine yaratmıştı ama insanlar „Sonsuz Hayatı“ redderek, kendilerini adeta İlahlar gibi „sorumsuzlaştırarak“, bu geçici dünyada „mutluluk hormonlarının“ götürdüğü en uç noktalara bile gidebiliyorlar, suçsuzlar için dünyayı cehenneme, kendileri içinse „oyun ve eğlence“ mekanına çevirebiliyorlardı. Allah da Kur’an-ı Kerim’inde kainata dönük kendi amaçlarıyla, kendi hükümlerinden özgürleşen insanların amaçlarını şöyle karşılaştırır yer yer: „Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık“ (ENBİYA/16-17) Görüldüğü gibi Allah kainatı boş amaçlar için yaratmamıştır. Ancak mutluluk hormonlarıyla, biyolojik zevklerle, egoyla sınırlandırılmış insanın bakış açısına göre bakıldığında dünya bir „oyun eğlence“ mekanı olarak görülmektedir. Örneğin evlilik, pek çok yüce amaçları içinde barındıran kutsal bir birlikteliktir ama bir kaç dakikalık cinsel zevk o evlilik için biyolojik bir teşvik edici kamçıdır. İşte evliliğin bu yönü „oyun ve eğlence“ yönüdür ve bu da Allah tarafından insanlara bilhassa soyun devam etmesini sağlamak için verilmiş bir gerekli özelliktir. Fakat sadece bu özelliği öncelemek, hayatın sadece bu bir kaç dakikalık zevk üzerinde durduğunu iddia etmek, bu özelliğin yüksek sonuçlarını ve ulvi gayelerini düşünmemek Allah’ın kainatı yaratış gayesiyle uyumlu bir davranış olmayacaktır. Demek ki dünyanın iki yüzü var. Birisi insanların biyolojik yönlerine bakan „oyun ve eğlence“ dünyasıdır ki Kur’an-ı Kerim’de bu durum: „Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.“ (HADİD/20) Ayetleriyle ifade edilir. Diğeri ise Sonsuz bir Bakış Açısına sahip Allah’a bakan yönüdür ki, bu bakış açısı az önce de dilediğim ayetle dile getirilir: „Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık“ (ENBİYA/16-17) Demek ki bu iki ayet arasında hiçbir çelişki bulunmamaktadır. Televizyonu üreten bir firma düşünün. Bu televizyon üreticisi, bizim televizyondan beklediğimizden daha başka amaçları gaye edinmiştir. Para kazanmak, toplumu dönüştürmek, insanlığın iletişimine katkıda bulunmak gibi gayeleri olabilir o üreticinin… Ancak biz televizyonu seyrederken daha başka gayelerle bu eylemi gerçekleştiririz. İki bakış açısı da apaçık bir gerçekliktir. Yine kitabı yazanla, kitabı okuyanın gayeleri arasında müthiş farklar bulunabilir. O kitabın yazarı bu kitabı „şu amaca yönelik“ yazdığını söylerken, o kitabı okuyanlar okuma eylemi sırasında „başka amaçları“ güdebilirler. İşte Allah katında şu kâinatın Yaratılış Amacı pek çok ulvi gayeye yönelikken, biyolojik yönlerine hapsolmuş insanların çoğu için dünya bedensel manada lezzet alma ve istediklerini elde etmek açısından mutlu olma yeridir. İşte Allah bu ciheti „oyun ve eğlence“ olarak nitelemektedir. Aslında en dindar insanlar bile dünyanın bu biyolojik merkezli „oyun ve eğlence“ yönünden nasiplerini almaktadırlar. Çünkü o biyolojik merkezli zevk ya da lezzet alma istekleri, tad alma organımızdan tenasül organımıza varana kadar bizzat Allah tarafından bizlere verilmiştir. O’nun bizden istediği, kendi yarattığı bu biyolojik gerçekliği bütün bütün red etmemiz değil, bütün bu zenginliklerimizi, sınırlarını kendisinin tayin ettiği „helal dairesi“ içinde kullanmamızdır. Çünkü bütün bu gerçekliklerden daha büyük gerçeklik, aslında her yerde ayan beyan ortada olan ama şiddetinden dolayı zuhurunu fark edemediğimiz o Sonsuz Gerçekliktir. Allah, insanların ilahi bakış açısıyla, yani onların ve evrenin gerçek yaratılış amacına uygun olarak şu kâinata bakmalarını istemektedir. Elbette insanlar bu evrende yaşamayı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici mutluluk hormonlarıyla iritbatlı „oyun ve eğlence“ yönüne de açıktırlar ve bu da Allah tarafından onlara yerleştirilmiş biyolojik bir gerçekliktir ama, bilinç yoluyla bu fani bakış açısı „İlahi bakış açısına“ uyumlu hale getirilecektir ki, biz bu sürece, olgunlaşma, Cennete layık olma, imtihan ya da deneme sürecini kazanabilme, diyoruz. Bu bakış açısını kazanabilirsek aslında dünyadan aldığımız lezzet de azalmaz, aksine artar. Çünkü o zaman Hz. Muhammed’in de söylediği gibi dünyayı „Ahiretin tarlası“ olarak görmeye başlar, onu „kesben“ değil, ama özellikle „kalben“ terkederiz. Ancak o zaman „hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın“ hadis-i şerifinin bizlere ne demek istediğini de anlamış oluruz… ARSENİKTE YAŞAYAN BAKTERİLER Hayatın kendiliğinden ve tesadüfen oluşmuş olduğuna inanan bir kısım bilim adamları, „yaşam“ denilen mucizenin formüllerle ifade edilebileceğine inanmaktaydılar. Buna göre ''karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve kükürt“ gibi elementlerin basitçe birleşimi sayesinde hayat oluşmaktaydı. Onlara göre bu elementler uygun şartların da tesadüfen bir araya gelmesiyle hayatı meydana getirmişlerdi. Ancak NASA’nın son buluşu hayatın oluşumu konusundaki bütün teorileri adeta anlamsızlaştırdı. İnternette konuyla ilgili yayımlanan haberde şu gerçeklere yer veriliyordu: „Felisa Wolfe-Simon, yüksek düzeyde tuz ve arseniğin bulunduğu Kaliforniya'daki Mono Gölü'nde bu teorisini deneylerle ortaya koymak için çalışmalara başladı. Gölün tortularından numuneleri çok miktarda arsenik ve çok az miktarda fosfor içeren bir şişeye koydu. Deneyin sonunda kökü GFAJ-1 olarak bilinen bir bakteri yaşamını sürdürdü. Bunun bilinen bir bakteri olduğunun altını çizen bilimadamları, bunun aslında yeni bir durum olmadığını, ama şimdiye kadar kimsenin ''arsenik gibi yaşam düşmanı bir ortamda gelişimin'' olabileceğini düşünmediğini, farketmediğini kaydettiler. Profesör Anbar, ''Burada yeni olan unsur, arseniğin bir organizma için yapı taşı olarak kullanılmasıdır'' dedi. „ Görüldüğü gibi Allah, hayatı hesapsız bir şekilde veriyor varlıklarına… Arsenik gibi bir yaşam düşmanında varlıkları yaşatan böyle bir Yaratıcı’nın insanlara Sonsuz bir Yaşam vermesi hakikatinin de en azından bugünkü bilimin ulaştığı nokta açısından da imkan dahilinde görülmelidir. Ahiretin varlığını ortaya koyan binlerce delil arasına bir delil daha girmiş oldu böylelikle. Bilhassa arsenik gibi bir hayat karşıtı maddede yaşayan böyle bir varlığın bir Yaratıcı tarafından oluşturulduğuna inananlar için, ölüm gibi hayat düşmanı olduğuna inanılan görece korkunç bir olayın ötesinde de hayatın devam edebileceğine kendilerini inandırmaları gerekiyor. Böylelikle koskoca kâinatları Yaratabilen, kendisi ölümsüz olan ama insanların en büyük derdi olan ölüme derman bulamayan (Haşa) Bitkisel Hayat’ta yaşayan bir Tanrı inanışını derhal terk etmeleri; Sonsuz Olan’ın iyiye ve zalime layık olduğu mükafatı ya da cezayı verebilecek Sonsuz Adaleti olduğuna ve O Sonsuz’un Sonsuz Yaşatıcılığının varlığına inanmaları gerekiyor… http://www.internethaber.com/nasanin-tarihi-kesfi-foto-galerisi-10617.htm
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |