Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Daha yakın zamanda yine bir genci yedi trafik canavarı. İnsanların yakından bildiği bir isimdi ölen. Adı Barış Akarsu’ydu. Yaşlı genç, çoluk çocuk bir çok insan yas tutmaya başladılar bu habere. Yakın çevremdeki insanların bazıları ölüme isyan edip bastılar feryadı. Hatta orta yaşa çoktan bay bay demiş bir teyzem hayatında yalnızca birkaç kez dinlediği Barış Akarsu için ağlıyordu. Yeni nesil gençlerin feryatlarının kaynağı olan tutkuyu anlayabiliyorum. Ancak orta yaşa çoktan elveda demiş teyzemin feryadı açıkçası beni düşündürdü. Gün geçmiyorki yeryüzünde biri ölmesin. Hele şu son günlerde özellikle asya kıtasında olup bitenler acının ve ölümün anlamını yeniden öğretiyor televizyon başındaki dünya halklarına. Peki hangi ölümler ağlatıyor onları? Filistin’de basınçlı bombaların duvarlarla birlikte parçaladığı çocukların ölümleri mi? Yoksa Irak’da Pazar yerine düzenlenen canlı bomba saldırısında emek emek yetiştirilen ürününü satan pazarcının ölümü mü? Yoksa birilerinin ünlü dediği birinin trafik kazası sonucu gerçekleşen ölümü mü? Hangisi daha çok kişiyi ağlatır? Hepsinin ölümü ölümdür. Hepsi de öyle yada böyle toprak ananın kucağında son uykularına başlar. Ve sevinilmez hiçbir ölüme. Ancak benim merak ettiğim yaşadıkları evlerin duvarlarıyla birlikte İsrail’in bombalarıyla parçalanan çocukların ölümleri küçük vahvahlarla geçiştirilirkken neden ünlü bir genç şarkıcının ölümüne daha çok kişi daha uzun ağıtlar yakar? Bu sorunun yanıtı insanın ölüm karşısındaki acizliğinde yada ölüm korkusundadır belki. Ancak bence sorunun asıl yanıtı bu gün insanın duygularını yönetmeyi hedefleyen medyanın sıradan faşist politikasından başka bir yerde aranmamalı. Barış Akarsu’nın ölümü de benim için ölümü hak etmeden ölenlerin ölümleri gibiydi. Üzüldüm. Çünkü ismi dışında hiçbir şeyi bilmiyordum. Birde bazen kamuya açık alanlarda çalan bazı şarkıları dışında… ölümü hak etmeden ölenler sınıfının diğer tarafındakilerin adları da bilinmez. Ölümü hak etmeden ölen o kadar çok kişiyi duyar ki televizyon karşısındaki dünya halkları; onların ölümü ve ölüm şekilleri dışında hiçbir ayrıntı vermez haber bültenleri çoğunlukla. Çünkü medyaya göre onlar sıradan ölülerdir. Her hangi bir ABD askerinin silahının dipçiğiyle kafasına vurularak öldürülen Irak’lı bir sivilin adının hiçbir önemi yoktur. Çünkü o sıradan bir sivildir. Evet ölümü hak etmemiştir ancak sıradan olması her hangi bir haber bülteninde yalnızca onbeş yirmi saniyeye sığdırılırken, medyanın insanlara yakın bir akraba gibi benimsettiği her hangi bir ünlünün ölümü hakkında haftalarca haber yapılır da yine o ölümün acısı yeterince anlatılamaz dünya halklarına. Irak’lı sivil de hak etmeden ölmüştür, Barış Akarsu da, hatta gelinim olurmusun adlı programın cadaloz kaynana adayı Semra hanımın oğlu Ata da ölümü hak etmeden ölenler arasındadır. Ancak Irak’lı sivil sıradan bir ölüdür diğerlerine bakarken. Sıradanlık ve sıradan olmamayı son günlerde tam anlamıyla medyanın dinamikleri belirliyor. Her hangi bir sıradan insan bir sabah uyandığında kendini kameraların spot ışıkları yada fotoğraf makinelerinin flashları altında zoraki gülümsemeyle poz verirken bulabiliyor. Peki bir insan nasıl bir anda sınıf atlayıveriyor? Ne oluyor da bir anda attığı adım televizyon ekranına ve gazetelerin birinci sayfalarına flash haber olarak geçiyor? İşte ölümü hak etmeden ölenlerin ardından yakılan ağıtlara giden ışıklı yolun öyküsü tam da burada başlıyor. Her hangi bir küresel medya kanalı insanlara diğer insanlardan bazılarının özel hayatlarını ap açık sunmayı hedefleyen yarışmalar düzenliyor. Başkalarının özel hayatlarını bilmeye can atan magazin (dedikodu) kültürünü özümsemiş toplulukları ekran başına kilitliyor. Telekominikasyon araçlarıyla gönderilen oylar ve o programlara katılan canlı yayın konuklarının yaptığı telefon görüşmeleri sonucunda yarışmaları düzenleyen kurumların kazandıkları paraların aldıkları reklamlar sonucunda kazandıkları paradan çok daha fazla olduğunu söylemenin sanırım gereği yok. Olup bitenlerin buraya kadar can yakmadığını var sayalım. Ancak sonrası içler acısı. “ibadet de gizlidir kabahat de.” “kol kırılır, yen içinde kalır.” Gibi atasözlerinin etkisinde büyümüş bir kültürün çocuklarının bir kısmı en mahrem sırlarını ülkenin en ücra köşesindeki bir köy evinde yaşayan bir teyzeye ifşa ederken, o kültürün çocuklarının geri kalan kısmının büyük bir bölümü de o sırları öğrenmek için tabiri caizse ekranlara yapışıyor. Ekran başındakiler öyle şeyler öğreniyorlarki ekrandakiler hakkında, çoğu kardeşlerinin sırlarına bile o kadar yakın değil. Gittikçe büyüyen kişisel sırlar hazinesi öğrenenleri sırrı verene bir akraba gibi yaklaştırıyor. Ve tek yönlü yakın bir akrabalık başlıyor. Bilinmesi gereken gerekmeyen her şey biliniyor medyanın ünlü olma çiftliğinde yaşayan hakkında. Sonrası o bildik manzara. Barış Akarsu öldüğünde kitlesel bir ağıt başlarken, Irak’lı sivilin ölümü küçük vahvahcıklarla geçiştiriliveriliyor. İran’lı bir şairin bir şiiri; “ölüm aynı haşmetle vurur fakiri şahı.” Diye başlar. Ölenin ölüm karşısındaki zorunlu boyun eğişini anlatmak için gerçekten daha güzel bir söz söylenemezdi sanırım. Ancak keşke şair arkada kalanların ölenin ölümüne tepkilerini de anlatabilseydi aynı şiirde. Ve Nazım Hikmet’in acem şairinin aynı dizesini kullandığı şiirindeki şu söz tam olarak söylemek istediğim şey: “neden şaşırdınız hocam? Hiçbir geminin ambarında ölen bir şah gördünüz mü?” bırakın her hangi bir gemi ambarında ölen şahı, hiçbir şahın ölümünün yalnızca 20 saniyelik bir haber vtr’si işgal ettiğini yada yalnızca gazetelerin gözden ırak sayfalarında küçük puntolarla ve küçük resimlerle haber yapıldığını gördünüz mü? “hayır görmedim.” Diyorsunuz değil mi? Madem ki ölümün haşmetli darbesi herkes için aynı, mademki fakir de şah da toprak altına iniyor arkada kalanların ölenin ölümüne bu bir birinden farklı tepkisi neden? Cadaloz kaynananın oğlu Ata aldığı aşırı doz uyuştuurcu haplarla annesi ve medyanın onda yarattığı bunalımdan kurtulma çaresi olarak inteharı dünyadan ayrılma yolu ve tek kurtuluş çaresi olarak benimsediğinde insanların gök kubbeyi sarsan feryatlarının tam karşısında sokakta top oynayan Filistin’li çocukların kaldırım taşlarına yapışan kafa taslarının görüntülerine yalnızca küçük vahvahları eşlik ederken görmek ne kadar acı. Hiçbir ölüme sevinilmez. Çünkü ölüm ayrılık demektir. Bırakın birinin birilerinden ayrılığını, daha dünyada yapabilecek çok şeyi olan birinin hayattan ayrılığı demektir. Bir dakika önce kurulan düşlerin tümünün iptali demektir ölüm. Bir sokak maçında karşı kaleye gol atma ümidinin roket ateşinde cayır cayır yanması demektir. Pazarda kazanılacak parayla üç yaşındaki çocuğunun istediği oyuncağı alma ümidinin c4 kalıbının parçalarına kurban verilmesi demektir. Ve bir sonraki yıl insanlara yeni şarkılar sunma ümidinin bir aracın lastiği altında ezilmesidir ölüm. Yanan, kurban verilen ve bir aracın lastiği altında ezilen hayatlar ve ümitlerdir. Hepsi birbirinden farklı yerlerdeki farklı acılardır. Ve sevinilmez hiçbir ölüme. Her ölümün acısı hep aynıdır, hep ayrılıktır. Deli Filozof. 09 Temmuz 2007 Pazartesi, 07:36
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mahmut dağ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |