Hiçbir şey yaşam kadar tatlı değildir. -Euripides |
|
||||||||||
|
Gerek meclisteki yasama ve Anayasa değişikliği çalışmaları, gerekse meclis dışında yürütülen tüm siyasi politikaların hiçbirisi, Türkiye’deki sistem tıkanıklığını aşacak nitelikte değildir. Herkesin bildiği gibi siyasette yaşanan çarpıklık ve tıkanıklık yüzünden, Anayasa değişikliği Türkiye gündeminden hiçbir zaman düşmemektedir. Buna neden olansa, Türkiye’nin hâlâ I. ve 2. Dünya Savaş koşullarında yapılan Anayasa maddeleriyle yaşamaya devam etmesidir. Hâlbuki dünyanın birçok ülkesi aynı koşullarda benzer Anayasalar yapmışlardır. Ancak daha sonra bu Anayasa ile bir yere varılamayacağını anlayan devletler, çağın ve dünyanın yeni koşullarına göre daha modern yasalar yaparak barışçıl bir ortamda yaşamayı sürdürmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti ise kurulduğu günden bu zamana kadar, Anayasalarını sürekli siyasal ve sosyal karışıklıkların yükseldiği olağan dönemlere denk getirilerek hazırlamış olması, yapılan Anayasalar her zaman tartışma konusu olmaktadır. Çünkü mevcut Anayasalar, Asker kökenli kişilerden oluşan komisyonlarca hazırlanması neticesinde, ağırlıklı olarak Asker kafasındaki dikta ve emir komuta mantığına göre şekillendirilmiştir. Bu yüzden toplumun büyük çoğunluğu mevcut Anayasalardan hiçbir zaman memnun kalmamıştır. Siyasal ve sosyal sorunların her geçen gün artması neticesinde, halkın memnunsuzluğu daha da yükselmektedir. Onun için herkesin bilincinde, acilen yeni ve sivil bir Anayasa değişimi kanaati oluşmuştur. Genel olarak toplumun bilincinde oluşan bu kanaati gören ve duyan siyasi partiler, halkın taleplerinden her zaman kaçamadıkları için, kendilerinin de böyle bir talepleri varmış gibi davranarak, Anayasa değişikliğine çalışıyoruz adıyla, adeta ipe un sermeye devam etmektedirler. Bunu “Mini Anayasa” paketi denilen değişiklikten rahatlıkla anlamaktayız. Parlamento’da bulunan partilerden, iktidar ve muhalefetiyle hepsinin gerçek bir Anayasa değişikliğinde samimi olmadıkları, uzlaşmış olunan yedi maddelik çalışmadan belli olmaktadır. Aslında Türkiye’de hem halkın hem de egemen olan siyasi parti temsilcilerinin de bildiği gibi, Türkiye’nin çok büyük bir siyasi ve sistem krizi içerisinde olduğu bilinmektedir. Buna rağmen siyasi sorumlulukları olan kurumlar samimi bir şekilde sorunu çözmek yerine, sürekli oyalamayı tercih etmeleri, Türkiye siyaset yapısının hâlâ feodal mantıkla yürüdüğünü göstermektedir. Siyasilere bu cesareti veren kaynaksa, toplumun büyük bir çoğunluğunun örgütsüz ve kültürsüz olmasıdır. Örneğin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) gibi % 50’lere varan oy oranı ve de bu tür partilerin örgütlediği kişiler örgütlü topluluk sınıfına girmiyor mu? Şeklinde bir soru yöneltilebilir. Evet! bu tür örgütlenmeler siyasal olarak örgütlü halklar sınıfına girmemektedir. Çünkü siyasi partilerin hemen hemen hepsi, mevcut Anayasadaki Askeri kafayla yapılmış diktatör yönetim şeklini sahiplenip, toplumu bununla arkalarından sürüklemektedirler. Papağan gibi devlet otoritesinin her dediğini tekrar eden siyasi partilerin varlığının ve sürdürmüş oldukları siyasetin hiçbir önemi ve ciddiyeti bulunmamaktadır. Türkiye gibi ülkelerde siyasi partiler olmasa da toplum zaten devletin arkasından yürümektedir. Devlet otoritesinin her dediğinin geçerli olduğu toplumlarda, siya partilerin varlığı vitrinleri süsleyen manken misalinden başka bir anlam ifade etmemektedir. İşte bunun için sürekli Türkiye’de demokrasinin olmayışı dile getirilmektedir. Gerçekten devletin otoriter yapısına alternatif toplumun insani, sosyal, siyasal ve kültürel taleplerini sahiplenip örgütleyen, eğitip planlar sunan siyasi partilerin olduğu ülkelerde, demokrasinin varlığından bahsedilebilir. Devletin diktatör ve otoriter mantığını papağan gibi tekrarlayan siyasi partilere demokrasinin temsilcileri demek, ya demokrasiden anlamamaktır veya bilinçli olarak toplumu sürü yerine koymaktır. Bunun başka bir izahatı bulunmamaktadır. Diktatör ve otoriter yapıların hâkim olduğu devletlerde, toplum eğitilip yetiştirilirken, yeni kuşakların her şeyi geniş çaplı ve rahat şekilde tartışmak, bilgilenmek ve alternatif sunma gibi bir şansları bulunmamaktadır. Devlet otoritesi var olduğu günden bu zamana kadar, kendi otoriter yapısının dışında farklı hiçbir düşünceye tahammül göstermemektedir. Bu şekilde yetişen bir toplumda, siyasi partilere bile gerek kalmadan, her devlet görevlisi insanları istediği yöne çok rahat bir şekilde çekip çevirdiği için, var olan siyasi partiler devletin ekonomisine zarar vermekten başka bir işe yaramamaktadırlar. Örgütlü ve kültürlü toplumlarda ise, her meslek grubu kendi alanı içerisinde sürekli tartışan, araştıran, sorgulayan ve alternatifler sunan bir kültürle yetiştikleri için, hem devleti hem de siyasi partileri, daha çağdaş ve demokratik olmaya zorlarlar. Sivil toplum örgütleri, meslek grupları ve de sendikaların genel ve özel araştırmalarını ilke olarak sahiplenen siyasi partiler, ancak o zaman demokrasinin temsilcisi sayılırlar. Ve bu ilkeler doğrultusunda da devleti demokratikleştirmeye çalışırlar. Bizdeki siyasi partiler, genelde sivil toplum örgütlerine ve sendikalara düşmanca baktıkları gibi, devletten daha devletçi kesilip, sürekli tekrar edilen feodal din ve ırk milliyetçiliğini en büyük siyaset saymaktadırlar. Bu yüzden devlet otoritesi ile siyasi partiler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Bu tür partilere oy veren halk, ya feodal ilişkilere göre veya iş kapma düşüncesiyle arkasından gitmektedirler. İfade edilenlerden de anlaşılacağı gibi, örgütsüz ve kültürsüz olan her toplumda, istisnaların dışında hiçbir devlet toplumun yararına demokratik bir Anayasa ya da sistem oluşturmayı düşünmez. Çünkü resmi ideolojinin (Devlet) karşısında alternatif sunan gerçek siyasi yapılar olmadıkça, her devlet diktatör yapısını daha da sağlamlaştırmaya çalışır. Bu yüzden Marks ve Engels devletleri tarif ederken, belirli güçlerin sömürü ve baskı araçları olduğunu belirlemişlerdir. Türkiye’deki siyasi partiler, her zaman kendilerini devletin en sadık sahibi görüp, devletin emrettiği basmakalıp bilgileri aynen tekrarladıkları için, genel kültür, bilinç ve örgütlülük açısından topluma hiçbir şey kazandırmamaktadırlar. Bu sayede her şeyi kendilerinin belirleyeceğine güvenerek, toplumu sürekli iç ve dış düşman fobisiyle pısırıklaştırıp, o eski bildik muhafazakâr düşüncelerle toplumun yaşamına yön vermektedirler. Benim yaşlarımda olan her insanın, en az üç “Askeri Darbeyi” yaşamış olması, devletten daha otoriter düşünen siyasi partiler sayesinde gerçekleşmiştir. Bu dönemlerde toplumun üzerinde uygulanan baskı, korku ve panik insanlarda ciddi bir kişilik bozukluğu yaratmıştır. Hafızalar biraz uyandırılırsa, Türkiye’de olağan durumla geçmeyen bir sürecin olduğunu kimse iddia edemez. Yapılan tüm Anayasalar bilinçli olarak hep bu olağan zamanlara denk getirilmiştir. Örneğin 1924 Anayasası, Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemin sonuna denk gelmesi neticesinde, gerçekten herkes bir olağan durum içerisinde idi. Yapılan bu Anayasa sözde ilk sivil Anayasa sayılmasına rağmen, yine de Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere diğer yer alan kişilerin hemen hemen hepsi Asker kökenlidir. Bu yüzden adı sivil Anayasa olsa da, aslında tam bir “Askeri Diktatörlük Anayasasıdır”. İlk Anayasanın gerçek yapısı bu şekilde iken, toplum olarak büyük bir savaşın içerisinden çıkıldığı için, halk Anayasayı normal karşılayıp itirazda bulunmamıştır. Ya da itiraz edecek ne bilgileri ne de güçleri olmadığı için sahiplenmeyi sürdürmüştür. Aradan 20 yıl geçmeden Demokrat Parti (DP) iktidarıyla birlikte yeniden bir siyasal ve sosyal hoşnutsuzluklar baş göstermesi neticesinde, tekrar olağan üstü dönemler daha da hız kazanmıştır. Yaşanan siyasal ve sosyal çalkantıları fırsata çeviren Askeri yapı, 1961’de Askeri Darbe ile eski Anayasaya yeniden farklı diktatörlük maddeleri eklenerek, kolayca ortadan kaldırılamayacak demir zırha dönüştürülmüştür. Ve arkasından 1971 Askeri Muhtıranın hezeyanı ile 1980’deki Askeri Darbeyle, yeniden Diktatörlük Anayasası toplumun yaşamına yön vermiştir. Her seferinde “Askeri Diktatörlük Yasalarını” sivil Anayasaymış gibi topluma empoze eden devlet yetkilileri ve siyasi partiler, sonucun ne olacağını anlayamayacak kadar cahil ve kültürsüz davranmışlardır. Herkesin bildiği gibi o zamandan bugüne kadar olağan üstü hallerle iç savaş, çatışma, kaos, karmaşa, cinayetler, kavgalar, yolsuzluklar ve hırsızlıklarla yaşamak adeta kanıksanmıştır. Yaşanan tüm bu olayların birinci sorumluları mevcut siyasi partiler olduğunu şu kaynaklarla açıklamak mümkündür. Örneğin günümüzün Adalet ve Kalkınma Partisi, (AKP) Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) gibileri, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu zamana kadar, devletin en önde gelen sahipleri olmuşlardır. Aslında sivil Anayasa ve birazcık demokratik olan ülkelerde, siyasi partiler asla devlet otoritesinin temsilcileri değillerdir. Bunun yerine sivil toplum ve halkın genelini temsil eden kurumlar olmalıdırlar. İstisnaların dışında Türkiye’deki partiler, devlet otoritesinin en büyük savunucuları olması yüzünden, demokrasinin esamesi bile okunmamaktadır. Her üç partinin İsimleri ve örgütlenmeleri farklı imiş gibi görünse de, hepsinin temel ve ortak ideolojik noktaları, Milliyetçi Müslümanlıktır. Aralarındaki fark ise, yok denecek kadar azdır. Birisi biraz daha Arap İslam kurallarına göre yaşamak isterken, diğer iki parti ise liberal bir İslamcılığın yanında, Ulusal Türk Milliyetçisidirler. Üç siyasi anlayışın ideolojik hamurunu Osmanlı yoğurmuş olup, 1924 Anayasası ile de pişip büyüdükleri için, mevcut Anayasanın değişmesinde hiçbiri samimiyet göstermemektedirler. Çünkü mevcut Anayasanın değişmesi demek, bu her üç siyasi yapı etrafında toplanan çıkar gruplarının, devletten sağladıkları tüm maddi ve manevi menfaatlerin sonu demektir. Onun için her seferinde Anayasa değişmelidir tartışması çıktığında, bu partilerin hepsi kendilerine göre sahiplendikleri temel Anayasa maddelerinden vazgeçmeyeceklerini ileri sürerek, yeni bir Anayasa yapılmasını bilinçli olarak engellemektedirler. Ya da tamam Anayasayı değiştirelim dediklerinde ise, AK PARTİ kendi ideolojisi olan Arap İslam milliyetçiliğinin önünü daha fazla açacak maddeleri getirmek istemesi. CHP ve MHP’nin ise, Anayasanın temel maddelerini oluşturan Türk İslam Milliyetçiliğini tartışma dahi söz konusu yapmamaları, yeni bir Anayasa’da samimi olmadıklarını gösteren en büyük kaynaktır. Mevcut her üç siyasi partinin, “Evrensel Çağdaş Anayasa” yapılmasına sürekli karşı çıkma nedenlerini daha net kavrayabilmek için, hepsinin siyasi bilgi ve psikolojik yapılarına kısaca da olsa bakmak gerekir. Siyasi psikolojide, liderler ya da kişiler, ne kadar derin, geniş bilgi ve kültüre sahip olurlarsa, o kadar cesaretli ve çağdaş olurlar. Dünya yüzünde yaşayıp ufkunu genişletmiş kültürlü siyasi yapılar, devlet otoritelerine her zaman şüphe ile bakarak, kültür ve bilinç yapılarını geliştirip mevcut otoriteye alternatif olmuşlardır. Öz kültürüne güvenen bu siyasi anlayışlar, her şeyi tartışmaktan asla korkmayıp, yeri geldiğinde her türlü değişiklikleri yaparak çağın gereklerine uygun siyasi kimlik kazanmışlardır. Bizdeki siyasi parti liderleri ise, derin ve geniş bilgi birikim ve de kültüre sahip olmak yerine, sürekli asker ve diktatörlerin otoriter mantıklarına sarılarak siyaset yapmaktadırlar. Bu yüzden doğru düzgün geniş ufuklu bir kültüre sahip olamadıkları için, her değişiklikten aşırı derecede korkmaktadırlar. Ve bunu da sözde halk için yaptıklarını söyleseler de, aslında devlet otoritesini elinde bulunduran çıkar guruplarına hizmet etmektedirler. İşte bizim Siyasi parti liderlerimiz, kendi bilgi ve kültürlerine güvenmedikleri için, yeni bir “Evrensel Anayasa” yapmaktan her zaman çekinmektedirler. Kamuoyunun da bildiği gibi her üç siyasi parti, sözde “Darbe Anayasasına” karşı olduklarını dile getirmelerine rağmen, on beş yıldır bir adım dahi atmış değillerdir. Ve son olarak yedi maddelik Anayasa değişikliği yapılması noktasında anlaştıklarını söyleseler de, bu Anayasa maddelerinin toplumun geleceğini düzlüğe çıkaracak hiçbir etki ve özellik taşımamaktadır. Yapılmak istenen sadece kendi elleriyle bozmuş oldukları Hâkimler ve Savcılar yasasını daha da karmaşıklaştırmanın yanında, Jandarmanın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması neyi çözecektir? Dürüst ve iyi işlemeyen veya işletilmeyen bir düzende, Hâkimler ve Savcıları ayırsan da bir şey değişmeyecek ayırmasan da. Jandarmanın durumu da aynı şekildedir. Mevcut Anayasa ve kanunlara uymayan Hükümetler ve siyasi yetkililer, Jandarmayı Genel Kurmaydan alıp İçişlerinin emrine verince, kim bunların kanunlara uyacağını garanti edebilir? Sanki! İçişleri Bakanlığı çok dürüst ve iyi çalışmış da, Jandarmayı buna ekleyince her sorun çözülecekmiş gibi bakmak, toplumu aldatmak ve oyalamak değil midir? Onun için yedi maddelik Anayasa değişikliğin de “Dağ fare doğurmuştur”. Tüm bu yapılanlar, toplumun taleplerini her seferinde gelecek bahara bırakmak, aslında Türkiye toplumuyla alay etmektedir. Cemal Zöngür
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cemal Zöngür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |