Hiçbir şey yaşam kadar tatlı değildir. -Euripides |
|
||||||||||
|
Toz bulutları arasından sızan kamyon farının ışığında, sersem sepelek savrulan kar taneleri… Yorgun giysiler içindeki işçilerin, alışıldık bir ibadeti gerçekleştirircesine itaatkâr bedenleri… Ses dalgalarıyla sarsılan zemin… Farklı yumaklardan sağılan bu ayrıntılar, her bir atkısı, biri biriyle son derece uyumlu bir kilim dokuyordu.’’ Bir geceliğine ‘taşkırmanın’ konuğu olmuş yazmaya sevdalı genç, o gece gördüklerini anlatmaya devam eder: ‘‘Demir bir iskele üzerine oturtulmuş taş kırma makinesi, yaşlı bedeni ve bu bedene bir kuyruk gibi tutunan makaralı bantlarıyla bir dinozor fosilini andırıyordu. Banttan havuza boşalan taşlar, zemindeki paletler üzerinde ilerliyor, havuzun sonundaki kocaman deliğin ağzından aşağı düşüyordu. Baş aşağı duran, korkunç gürültülerle salınan, iki kocaman çenenin kısmetiydi bu taşlar. Sicim gibi akan sulardan kurtulan taş tozları tavandan aşağı sarkan beş yüz mumluk ampullün yaydığı ışık ipçikleri boyunca ilerliyor, dev ampulün etrafını saran şapkaya varıyor, vardıkları noktada, sonsuza dek konaklıyorlardı. Renkler, sesler, görüntüler; her şey ama her şey, usta işi bir film stüdyosuna yakışacak denli kusursuzdu. Neredeyse, bu köle düzenini yıkacak efsane kahraman elinde kamçısı ya da baltasıyla ortaya çıktı, çıkacaktı...’’ Bandın tırmandığı yerde, elindeki mızrak benzeri cismi aşağıya fırlatacakmış gibi duran bir karaltı belirdi. Erik kurusu tenini örtmekten aciz giysileri, bir kırklık boyuyla uzaktan uzağa fark edilen: Makinist Cino idi bu. ‘‘İşim, eşim, aşım gerisine yormam başım’’, diyen bir zamane kahramanıydı, Cino. İş diye bildiği, makinistliğini yaptığı ‘taşkırmayı’, kulağına dolan seslerin yoğunluğuna göre tutturduğu bir ritimde çalıştırmak; eş diye bildiği evdeki ’Maçkalı’; aş diye bildiği de ‘Köroğlu’nun’ önüne sürdüğü mısır ekmeği ile karamancar çorbasıydı. Daha az çıkan ses, ya kırılan taşları çeken kovalara daha az taş düştüğüne, ya merdaneler arasında ezilmeyi bekleyen taşların azaldığına ya da paletli haznenin boşaldığına işaretti. Sol elinin işaret ve yüzük parmağını dilinin üstüne yatırıp ıslığı patlattı. Sağ elindeki saplamayı hadi daha hızlı, daha hızlı dercesine herkesin bildiği bir hareketle bir ileri bir geri savurdu. Aşağıdaki işçilerden iriyarı olanı, Malak Memed, bacaklarının arasına sıkıştırdığı balyozunun sapını sallayarak yanıtladı onu. Aynı dilden konuşuyorlardı. Balyozu hırsla yerde yatan kaya parçasının damarına indirdi. ’’Boyuna denk saplamayı çenelerinin arasına sarkıtan makinisti, sayesinde yaşlı makine geveleyip durduğu taşlara daha bir hırsla yüklenirdi. Makinistin, ayaklarının altında sarsılan demir levha, elindeki saplama arasında askıda kaldığı, uzun madencilik yılları ardından ciğerlerinden geriye ne kalmışsa, onu da söküp atmak istercesine haykırdığı bu anlarda, gözleri şehvetle kısılır... Sesi, makinenin canhıraş haykırışlarıyla, birbirine sarılır; pas, taş tozu kokuları içerisinde mutlulukla ederdi. Taş ortadan ayrılır. Makine ve makinisti birlikte doyuma ulaştıklardı.’’ Önce aşağıda çalışanların, sonra bantların, kovaların en sonra da kırıcı çenelerle merdanelerin sesi kesildi. Şimdi, kuyu başına çekilen asansörün halatlarının ve ’varagelden’ yük treninin vagonlarına boşalan kömürün sesi seçilir olmuştu. ’’Sessizlik makinenin tepesinde salınan ampulün ışığını daha bir keskinleştirmiş, kar altındaki havzada taş kırmanın demir iskeleler üstünde duran gövdesi ışıkları ta uzaklardan seçilen bir deniz fenerine dönüşmüştü.’’ İşçiler, soba niyetine kullandıkları yamru yumru bir varilin başına toplanmış kar soğuğu yemiş bedenlerini ısıtıyorlardı. Varilin yarılmış, kora çalmış yerlerinden yanan taşkömürünün maviden kırmızıya mora en yakıcı bölgelerinde sarıya çalan, renkten renge salınan ışıkları görünüyordu. Çoktan matlaşmış, yer yer kırık camlar ve bu camları bir arada tutan demir doğramalardan oluşan paydos köşesinin ortasında duran bu garip sobanın başında oldukları sürece herkes eşitti. Çerçeveli kenara tutturulmuş ahşap sıralara açıkta çalışıp ıslananlar oturur. Makinistiymiş, Postabaşıymış bu sıralara ilişemezdi. Sobada ısıtılan patates unu karıştırılmış kuru kumanya ekmeğine, soğana, kimilerinde köyden gelen Kars kaşarına, Erzincan tulumu, Trabzon tereyağına hatta Cino’nun yanında getirdiği ev kumanyasına soba başında kim varsa canı istediğince girişirdi. Senenin bir kaç ayı dışında her gece postasında bu garip soba yakılırdı. ‘‘Bant boyunca ilerleyen demir merdivene bir karaltı atladı. Kapkara tüyleri, iri yeşil gözleri olan, ince bedenli bu kedi, her gece paydos saatinde sobanın başında toplanan işçilerin yanına gelir. Bekler, ekmek kırığı, kaşar kabuğuyla umudunu doyurur. Ortamdaki yumuşak havadan cesaret bulduğunda, işçilerden birinin bacağına, birçok gece ise kızgın sobanın ısıttığı demir sıranın ayaklarına sürtünerek özlemini dile getirirdi. Kısmetine düşeni alır. Paydosun bitmesine ramak kala çeker giderdi. Bu gece şanslıydı. İşçilerden biri evden hamsili ekmek getirmişti. Mısır ekmeğinden sıyrılıp yenen hamsilerin kılçıklarını havada kaptığı gibi mideye indiriyordu. Minnetle hamsili ekmeği getiren işçinin bacağına sürtündü.’’ Sobanın yanı başındaki masaya kurulmuş sofradaki yiyecekler bitmeye yakın Malak Memed, bardağını, çayına şeker koyan Şaban Eliyi’ye uzatırken:’’Baga beş döperlek koy’’, dedi. Her şey, her akşam olduğu denli sıradandı. Bildik sorulara bildik cevaplar… Bildik fıkraların bildik sonları… Cino, her gece anlattığı fıkrayı anlatmaya hazırlanıyordu: Padişahın birinin, biri Laz, biri Kürt iki veziri varmış. Padişah bu, delleni vermiş… ''Kürt veziri asın, Laz’ı da düzün'', diye emir buyurmuş. İnfaz yerine giderlerken Laz vezir, Çingene cellâdın kulağına eğilmiş: ’’Bir yanlışlık olmasin da,’’ demiş.’’Düzülecek olan penüm.’’ Fıkradaki Laz, gündüz postasından Şef’in hemşerisi Makinist Fikri, Kürt emekli olduktan sonra yerini aldığı vardiya makinisti Kürt Memo, Çingene ise kendisiydi. Fıkra biter bitmez Malak başta olmak üzere soba başındakiler yine ağız dolusu gülmeye başlayacak, bir bakıma bu fıkra, işbaşı saatinin geldiğine işaret olacaktı. Ama olmadı. Postabaşı: ’’Cino’’, dedi. ''Haftaya gündüze geçiyorsun.'' ’’Fikri’nin emekliliği mi geldi?’’, diye sordu. Postabaşı: ’’Bilmem.’’, dedi. ''Şef, o kadarını demedi.’’ Cevap açıktı. Cino’ya düz isçilik yolu görülmüştü. Makinenin başına geçerken Malak omzuna şaplağı indirdi: ''Ko .mına Cino…Hanım tarafından Lazlık da kurtarmadı seni…Kazmanın, küreğin tadını unutmadın ya?’’ Unutur mu? Unutmamıştı. Ocaktan yarı malul dışarı işçiliğine kaydırıldığından bu yana yıllarca sırf makinistlik sevdasıyla en pis gece vardiyalarına eyvallah etmişti. ’’Yemek sonrası hafifçe uyuşan bedeni, Postabaşının, gündüz vardiyasına geçeceğini söylemesiyle yeniden dirilmişti. Yıllarını verdiği sahnelerden yaşı gelip de uzaklaştırılmış bir balet ya da; gençliğini, yıllarını verdiği şirketinde pencere önü saksısı konumuna düşüp kapı önüne konan bir üst düzey yönetici gibi hissetmedi kendini. O, bu durumların ne anlama geldiğini bilmezdi. Sadece çalıştırdığı makinenin hükümdarı olmaktan çıkıp basit bir kölesi konumuna düşeceğini biliyordu.’’ İsteksizce makine kumanda paneline yöneldi, düğmelere bastı. Önce kovalar hareketlendi. Ardından çeneler ardından da merdaneler. Her zamankinden biraz daha hırsla paletleri çalıştırdı. Taşlar hızla çenelerin arasına yuvarlandı. Sesler düzensizleşti. Çeneler ardı ardına biri birine vuruyor, merdaneler yırtılırcasına sürtünüyordu. Çenelerin tam da birleştiği uçlarından birine kocaman bir taş parçası sıkışmıştı. Hırsla elindeki saplamayı taşın üstüne indirdi. Taşı sıyıran saplamanın ucu çenelerin birleştiği en dar kesime saplandı. Bir anda iki metrelik saplama yaylandı. Sıkıştığı yerden kurtulup havalandı. Ayakları yerden kesildi. Düştüğü anda Cino’nun burnuna mazot, toz ve pas kokuları doldu. Saplama omuz başına doğru fırlamışken Postabaşı, onu omzundan çekip yere indirmişti. Dağılan taştan çıkan toz bulutunun ardından çeneler alışılmış devinimine döndü. Makinenin başına Postabaşı, geçmişti. Sanki her şey çok olağandı. Hiçbir şey konuşmadılar. Aşağıda işçiler aynı hızla bandı yüklemeye devam ediyorlardı. Makine kabininden aşağı indi. Kovaların başındaki musluğa eğildi. Avuçlarına doldurduğu suyla defalarca yüzünü, boynunu, ensesini yıkadı. Kömür vagonlarından ayırıp, oralara bir yerlere biriktirdiği tahta parçalarının başına oturdu. Etrafından geçirilen tel, ortasındaki kalınca sopa sayesinde tahta parçaları kocaman bir balyoza dönüşmüştü. ’’Yaptığı işin şakaya gelir yanı yoktu. Taşla çeneler arasına sıkışan saplama aniden yerinden kurtuldu. Tavandan sarkan ampulün şapkasına çarpan, saplama parçalanan ampul parçalarıyla birlikte şapkada biriken tozları bir sis bulutu gibi etrafa yaydı. Yerini Postabaşına bırakmıştı. Musluk başında elini yüzünü yıkarken o kara kedinin bacağına sürtündüğünü hissetti. Üzerinde çömeldiği bacaklarından birini ileri doğru fırlatacakken duraladı. Kedi, dolunaydan araklanmış yeşil, iri gözlerle seyretti onu, ardında taze karın üstüne işlemiş ayak izleri bırakarak uzaklaştı.’’ Kuyubaşından gelen paydos düdüğünün sesine, kömür çeken lokomotifin homurtuları karıştı. Ocakçı işçiler, birazdan ocaktan çıkar, karanlıkta ışıldayan tepe lambalarıyla banyoların yolunu tutarlar… Ardından servis araçları gelirdi. Cino’nun birçok gece olduğu gibi bu gecede servislerin kalkış saatini beklemeye niyeti yoktu. Diğerleri makine kabinin orada üstlerini değiştiriyorlardı. Şaban Eliyi, dostça yaklaştı: - S…..et şunun şurasında kaç yılın kaldı. Uyma. Şef senin yerine gündüzcülerden birini geceye alacakmış. '’Uyma ya da uyuma ikisi de aynı anlama geliyordu. Şefin yerine düşündüğü hemşerisi ispiyoncu Mustafa olmalıydı. Şef yapacağını yapacaktı. Ya Postabaşı’nın yaptığı. Yıllardır onun yüzünü kara çıkarmamak için çalışıp durmuştu.'' ’’Tren yolu boyunca omzuna vurduğu odun demetiyle yürüyordu. Raylar karla kaplanmış, üzerinde yürüdüğü traversler kaygandı. Birazdan tünel girişine varacaktı. Servis araçları yola çıkmadan tüneli yarılamış olur, tünelden sonra da iki sigara içimi yolu kalırdı.’’ İş çıkışı üzerine tahta kasalar oturtulmuş kamyondan bozma servis araçlarına binmektense tünelden yürüyerek kestirmeden evine dönmeyi tercih ederdi. Bu sayede birçok gece evine televizyonda bayrak çekilmeden yetişir, karısının soba üstünde kaynayan çaydanlıktan bardağına boşalttığı çayı içerken siyah beyaz televizyonda Kel Spikerin son haberleri okuyuşunu boş gözlerle izlerdi. Odun demetinin sapını koltuk altına yerleştirip sigarasını yakarken Postabaşı, ardından seslendi: - Ver bakalım bir Malboşta da bana. İşbaşındayken sarı uçlu ‘Malboşundan’ içmezdi. İçse bir paket gününü bulmadan biter. İsteksizce henüz koynuna koyduğu sigarasından bir dal çıkarıp uzattı. Tünele girmişlerdi. Tünelin ıslak sıcaklığını hissetti. Tünel duvarlarıyla raylar arasında ancak bir kişinin zorlukla yürüye bileceği kadar bir boşluk vardı. Cino önde Postabaşı arkada yürüyorlar, aralıklarla tünel duvarlarına oyulmuş korunakların önünden geçiyorlardı. Postabaşı: - El işi bu kafaya takmaya gelmez az daha saplama iniyordu kafana. ’’ Seni kurtardım demeye getiriyordu lafı deyyus.’’ - İbneliği benden bilme. Şef, için varsa yoksa kendi hemşerileri elinden gelse benimde ayağı kaydırır. ''Ardı sıra yürüyen su sarı çıyan olmasa şefin Fikri’yi postabaşı yapacağı kesindi. Gündüze, Fikri, geceye Mustafa, postabaşı oldu mu? Bokunu ayaza çıkaracak kimse kalmazdı. Bütün işi bozan oydu... Şuracıkta odun demetini kafasına indirse, birazda geçecek tren parçaladığı bedenini tanınmaz hale getirirdi. Ondan sonra da Şef kimi postabaşı yaparsa yapsın gelen ağam giden paşam emekliliği gelene kadar makinistliğine ilişen olmazdı.'' - Ama benim çıkarttığım işi onların çıkartamayacağını da bilir. ''Ya sıyırırsa? Altına alıp, ezmez miydi onu? Makine başında bir itişle nasıl ayağını yerden kesmişti.’’ Gene de bu fikri aklından atamıyordu: ''Onu ardı sıra gelirken gören olmuş muydu? Olmamıştır. Kâğıda, biraya takılmayıp ardıma takıldığına göre parası bitmiştir’’, diye geçirdi içinden. Onun gibi bekleyeni yoktu Postabaşı’nın. Karısı geldi aklına. Karısı, rütbeli isçilerden saymazdı onu. Kocaman bedeniyle kucaklayıp sarmaladığında, ‘‘Dölsüz dengim’’, diyecekti: ''Bu işi de beceremedin.'' Çocukları yoktu. Her canı sıkıldığında karısı yüzüne vururdu ayıbını. Ayıp onun muydu? O da belli değildi. Dokuz çocuklu Malak Memed’in kendinden ilgili her dediğini yapmış karısını Malak’ın köylüsü Hoca ya gitmeye ikna edememişti. Malak’ta ondan ümidi kesmiş: ‘’Sen daha yeme paranı. Senin karı, seni yolcu edip, çöpsüz üzüm olur, taze kocaynan paraları yemeği bilir‘‘, demişti. Madenci değişiydi: ‘’Bir madenci ölür, iki kişi sevinir. Biri yerine işbaşı yapan gariban, öbürü de maaşlı karıya konan uyanık.’’ ’’Tünelde yük katarının ışıkları göründü. Sesi tünel boyunca yankılanıyor, katar geçmiş seferlerinden kalma tünel duvarlarına tünemiş kömür tozlarını önüne katarak geliyordu.’’ Tüneldeki korunağa önce Cino, adımını attı, elindeki odun demetini bacakları arasındaki boşluğa yatırdı. Omuz başında Postabaşı’nın bedenini hisseti. Sapından tutuğu odun demetini ona doğru kaydırması işi bitirirdi. Kömür katarı hızla yaklaşıyordu. Ciğerlerine dolan kokuya aşinaydı. Giruzu öncesi bu denli keskin kokular alırdı ocakta. Göçükten kurtulduğu gün geldi aklına. Saatler boyu, kömür damarlarını kızıla boyayan, arkadaş kanıyla sulanan bir batakta saplanmış kalmıştı. Karısı, kırk sekiz saati aşkın ‘bacaağzında’, göçükten çıkarılacağı anı beklemişti. Kendinden önce göçükten çıkarılan işçilerin uykusuz gözlerinden sessiz gözyaşları dökülüyordu. Bekleşenler arasında önce Malak Memed’i sonra karısını seçmişti. Karısı, kocaman gövdesiyle yorgun düşmüş bedenini sarmalarken Malak kulağına eğilmiş: ’’Ula Cino’’, demişti :’‘Ne tadlı adamlığın varmış. Karıyın iki gündür aç susuz bacaağzında çıkarılmanı bekledi.’’ ’’Kömür vagonlarının üstündeki kocaman E.K.İ yazısı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçerken, bacaklarına sürtünen sıcaklıkla irkildi. Ayağının ucundaki kara kedinin karanlıkta eşsiz bir zümrüt gibi parlayan gözlerini, fark etti. Omzundaki odun demetinin sapını koltuk altına sıkıştırdı; eğilip kediyi kucağına aldı ’’ Katarın son vagonunun arka farlarının ışığında Postabaşı, Cino’nun göz çukurunda biriken ışıltılı damlaları fark etti. O gece, yazma sevdalısı genç, iyi ki ’taşkırmaya’ konuk gelmemişti. 2004 / İstanbul.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ihsan alaittin bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |