Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
Her zamanki gibi kutsal bir tören havasında tırmandım bu en yüksek noktaya kadar, en sevdiğim şarkıları mırıldanarak. O günlerden bu zamana ne(ler) değişti? Yalnızca sevdiğim şarkılar mı? Evet veya hayır. Kapattığımda gözlerimi, hâlâ o eski ihtişamıyla çalındığını duyabiliyorum onların; ama artık beni yenileri ağlatıyor. Kapattığımda gözlerimi, karanlıkta biryerlerde haykırasıya, yüzünün herbir yerinden yaşlar fışkırasıya ağlıyor hâlâ içimdeki çocuk, gözlerim aralanıncaya kadar; bu kez yepyeni şarkılarla. Rüzgâr. Evet, o da değişti. İşte, ben yine burada otururken koca şehre karşı (ki buranın, dünyanın merkezi olduğuna yemin edebilirdim o zamanlar) şehrin bütün rüzgârı iki yanağımı okşardı, aşağıdan yukarıya doğru. Bir diğeri ensemden göğsüme süzülürdü. Alıp getirip iğde kokularıyla kavak tüylerini yanıma, benim nefesimle şehre geri dönerdi hepsi. Bazan bir tanesi şimdi bu büyük blokların olduğu yerden yanıma gelirdi, bir diğeri de şu iri sekiz katlının yerinden... Eskiden, yine tam buradan, bütün şehri görebilir ve daha dikkatli baksam dünyanın geri kalanını da görebileceğime inanırdım. Bak şimdi etrafımı siteler ve allı da morlu duvarlar çevirmiş... Ama yine de işte eski yeşiller içre mezarlık, işte büyük park ve havuz; ve işte eski evimiz... Bu tepenin her santimetrekaresinde olduğu gibi herbir küçük görüntüde dahi bir anım var(dı). Artık elimde kalanlarla yetinmek zorunda olduğumu söylüyor yeni manzara. Görebildiklerim belleğimde “o günler”i çağırmaya yetiyor da artıyor bile: İlk şiirlerim, en iyi arkadaşlıklarım, aşklarım; gazoz ve çekirdek; güneş, rüzgâr ve kar; zerdali ve salkım söğüt; bu şehirden gidişlerim, bu şehre dönüşlerim... Yağmurlu günlerde balçık içinde kalmış ayaklarımızla buraya kadar çıkardık. Güneşli günlerde buradan aşağıya doğru verevine koşardık şu dokuz katlının yerinden (düşenlerimiz olurdu bazan). Söğüt dalları başımıza taç, elimize okla yay olurdu. Can eriği dişleyip, çekirdeğini en uzaklara atardık. Kışın en soğuk günlerinde güneşin tadına varır, karda yuvarlanırdık... Ama hiçbir zaman, hiçbir zaman en hızlı koşan olamadım, çekirdeği en uzağa fırlatamadım, paçalarımı sıvamadan çamura batamadım; ağaçların en tepesine tırmanamadım, oku en ilerilere atamadım; karda bile, belki üşütürüm diye, doyasıya yuvarlanamadım... Birgün kız arkadaşıma, işte şurada, tam yamacın başında bir küçük kartopu attım. Sırtına çarpıp düşen soğuk, beyaz yumağı yerden alıp öptü ve bana dedi ki, “senin her parçanı ölene dek seveceğim, ama biliyorum ki senin bana olan sevgin bu kartopu gibi avuçlarımda eriyip gidecek... değil mi?” Ona cevap veremedim, doya doya sarılamadım, ona ve de hiç kimseye sevdiğimi söyleyemedim... Hayatımda onun kadar, hiç bu kadar cesur olamadım ki ben!.. Dünyanın en güzel şiirlerini yazsan.. da onları kimselere okuyamasan... Kalbin heyecanla, aşkla akıp coşsa, ama kimseye bağlanamasan. Neşeyle gülüp dansetsen, ama kimselere belli edip çaktırmadan... Bir zamanlar buralarda oynaşan enikler kadar özgür olamadım ki ben... Bugün bilgi-kültür, ilim-irfan denilince akla ben gelirim. Sözüm dinlenir, yazım okunur ve kimbilir, belki de sorunun gerçek nedeni budur... “Yalnızlık” her zaman “tek başınalık” değil ki! İşte burada, tepenin doruğunda, çoğu zaman olduğu gibi tek başımayım ama belki ilk kez “yalnızım”. Bu acaba sürekli ve çok sıkça “ben” dediğim için midir? Yoksa tepenin doruğu yalnızların diyarı mıdır? Buraya kadar insan aslında “tek başına” mı çıkabilir, yahut “çok başına” çıkar da orada öylece kalmak mıdır gerçekte yalnızlık? Yoksa buranın da “fildişi kuleler” gibi çıkışı vardır da inişi yok mudur? Hani onlar ki cesaret ister; soluğunu tutup balıklama bırakıvermen gerekir kendini boşluğa; ki aşağıya, özüne ulaşabilesin. Sözlerim biraz “ağır” mı kaçtı? Beni tanıyanlar, benden içerikli sözler dinlemeye alışkındırlar. Ancak ben istemedim mi sanıyorsunuz “boş” konuşup “dolu” yaşamayı?.. Ya da belki “duygu yüklü” yazılar yazan bir entelektüel olmak yerine daha az lâf ebeliği edip daha çok iş gören bir “hareket adamı” olmayı?.. Ama işte ömrümün sonundayım ve önümde, geçmişime uzanan manzara artık ancak çaresiz ve geri dönülmez pişmanlıklar içinde olabileceğim gerçeğini fısıldıyor kulağıma. Belki bu pişmanlık duygusudur beni yazarlığa öykünüp sahte dünyalar yaratmaya iten, yahut feylesofluğa öykünüp aslında hiç varolmayan şeyler üzerine lâf kalabalığı yapmaya sevkeden... Bunları neden anlatıyorum? Belki sıradan bir insanın sıradan çocukluk anıları veya bir nostalji duygusunun dışavurumudur bunlar... Ya da belki -yazarımız yine sözcüklerle oynadığına göre- bunlar hiç olmadı. Güvenmek zorundasınız. ----------- Tepede bulduğu düzlüğe çömelmiş, kıvrılmış bacaklarım yay gibi gerilse de zıplasam boşluğa doğru, gözlerimin önünde, karanlıkta ağlayan küçük çocuğa doğru... O ki hayatta herşeyi ama herşeyi yapabilirdi. O tepede otların üstüne sırtüstü uzanıp ihtişamlı bir geleceğin düşlerini görebilir, yaşadığı o dehşetli güzel günlerin tadına varabilirdi. Bense muhtemelen ömrümün son günlerini yaşıyorum ve artık nefesimin yetmeyeceği tepelere tırmanmayı ancak hayal edebilirim. O çocuğun hayallerini yıktım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alp Çetiner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |