Umutsuzluğa düşmeyin. -Charlie Chaplin |
|
||||||||||
|
Neler yaptığımızı anlatacağım fakat önce seçimlerle ilgili kaba bir bilgi vereyim. Oda seçimleri sırasında bütün Türkiye’den delege mimarlar Ankara’ya toplanırlar. Mimarlar Odası yönetici adaylarının iki yıllık bir dönem için oylandığı seçimlerde yalnız delegeler oy kullanabilir. Delegeler, kendi bölgelerinde yine genel olarak mimarlar odası üyelerinin oylarıyla seçilirler. Yani iki kademeli bir seçim sistemi uygulanır. Gece saat birde, Fenerbahçe stadının önünde toplandık. Kadıköy delegeleri olarak iki otobüs dolusu mimar, Ankara’ya yola çıktık. Büyük otellerde rezervasyonlar yapılmıştı. Bana Dedeman Otelini uygun görmüşler :). Oraya sabah vardığımız için dinlenme ve uyuma fırsatı bulamadan Eskişehir yolu üzerindeki DSİ binasında yapılan toplantıya katıldık. İster istemez, oturduğum yerde biraz uyukladım tabi ama gene de konuşmaları takip edebildim. Açılıştan sonra, Türkiyeli Mimarların doğal üyesi olduğu UIA’nın başkanı Yunanlı bir kişi konuştu. İyi şeyler söylemesine karşın biraz samimiyetsiz buldum konuşmasını. Mimarlar Odası başkanı Oktay Ekinci sözü aldı. Konuşmasının başlangıcında ilkönce iki dönemdir başkan olduğunu, bir kez daha adaylığını koymayacağını söyledi. Bunun demokratik bir sivil toplum örgütünde gelenek olması gerektiğini vurguladı. Filistin’deki çarpışmalardan söz etti ve İsrail’i kınadı. Sonra asıl konuya girdi (Bunları anlatıyorum, çünkü ona hak veriyorum). Bu dönem, ilk kez mimarların değil, mimarlık mesleğinin devlet işlerinden dışlandığına tanık olunduğunu söyledi. Mimarlığın inşaat şirketlerinde artık bir promosyon hizmeti olarak, yani bedava verildiğini, devlet yöneticilerinin de mesleği dışlamak için ellerinden geleni yaptığını söyledi. Mimarlar Odası Sadettin Tantan’a, bakanlık görevinden ayrıldıktan sonra bir mesleğe hizmet belgesi vermiş. Eski eserlerin korunması konusunda bakanlığı sırasında bir yönetmelik çıkarmış. Buna göre valilerin kıdem almaları için eski eserleri korumacı tavra girmeleri sağlanmış. Bunun için bütçeden önemli paralar ayrılmış. Bazı oda toplantılarına hiçbir bakanın yapmadığı şekilde katılıp sonuna kadar izlemiş. Bazı mimarlar bu ödülün ona verilmesini eleştirmişler. Ekinci bunları anlatıp “Sayın Bakanın muhafazakar kimliğine rağmen yaptığımız doğruydu” dedi. Bence de doğru yapmışlar. Oktay Ekinci, Mimarlık mesleğinin ve Türkiyeli mimarların dışlanmasının 1950li yıllardan başladığını söyledi. İmzalanan son anlaşmalarla yabancı bir mimar, mimarlar odasına bağlı olmaksızın Türkiye’de istediği gibi proje yapabiliyor. En son ve en büyük örnek Levent’teki İş Bankası binasıdır. Geçen dönemin yapılan işleri ve savunma raporları okunduktan sonra oy kullanarak eski yöneticileri maddi açıdan akladık. Karar, bire karşı oy çokluğu ile alındı. Daha sonra bireysel konuşmalar başladı. Sırayla 21 kişi konuştu. Bulunduğumuz yerin yüz metre ötesinde, aynı anda Karayolları Genel Müdürlüğünde, İnşaat Mühendisleri Odası seçimleri vardı. Konuşmacılardan biri o seçimlerin devlet yönetiminde görev almış kişilerle dolu olduğunu, bizim seçimlerimizde bir kişinin bile bulunmadığını, konuşmaya gidildiğinde bakanlıklardan hiç kimsenin mimarların sözlerine değer vermediğini vurguladı. Evet, işte ben böyle bir odanın ve mesleğin üyesiyim. Her ne kadar odamıza üye olmak başka bir sivil toplum örgütüne üye olmak gibi değilse de, meslek odalarında üyelik zorunludur, mimarların aydın kimliği, üniversitelerdeki çizginin devamı bu sonucu doğurmuştur. Konuşmalar yapılırken zaman zaman giriş katındaki fuayeye inip çay içiyordum, çoktandır görmediğim arkadaşlarımla konuşuyordum. Artık herkes durumun kötülüğünden yakınıyor. Bu dönem için “İlk kez...” diye başlaya cümleler kuruluyor. Mesleğin kötü durumda olmasından yakınanlara bunun yalnız mimarlık için geçerli olmadığını, bütün mesleklerde bir çöküntünün yaşandığını, bir şeyler yapılmak isteniyorsa yalnız meslek için değil olayın bütünü için de çalışmak gerektiğini söyledim. Mimarlar arasında istatistikler yapılmış. Sonuçlar tahmin edildiği gibi hiç de iç açıcı değil. Fuayede çay ve tost almak için sıraya giriliyordu. Ben de sıraya girdim. Önümde duran genç bir arkadaşa birileri gelip para uzatıp çay almasını istiyorlardı. Bir iki derken dayanamadım, arkadaşa elimdeki paraları uzattım, “Bana da çay alır mısınız?” dedim. Güldüler ama anladılar tabi yaptıklarını. Üstelik uzun bir kuyruk da yoktu. Yapının hemen girişinde de açık alanda durulup sohbetler yapılıyordu. Bir arkadaş dikkatsizce daha yeni ekilmiş güzelim çiçekleri eziyordu. Onu uyardım ama başka yerlerde olduğu gibi dayak yemedim. Üstelik arkadaş ondan sonra çiçekleri ezmemek için dikkat etti. Bir ara oturacak yer bulamadığım için merdivenlere oturmuştum. O sırada fotoğrafım çekildi. Bize dağıtılan kalın kitapları karıştırıyordum. Bunlar çalışma raporu olarak adlandırılır. ‘Yitirdiklerimiz’ bölümünü korkarak açtım ve iki tanıdık isme rastladım. Biri sınıf arkadaşım İnci Dilmen, biri ilk patronum Zihni Doğan’dı. İkisini de çok severdim. Sınıf arkadaşım Ankara’da otururdu. Ankaralı bir arkadaşı bulup nasıl olduğunu anlattırdım. Kalp krizi geçirmiş. Konuşmacılar çok olduğu için bir kısmı ertesi güne kaldı. Kapanışa doğru Bergama’da siyanürle altın çıkarma işine direnenlerin başkanı olan Oktay Konyar’ın tutuklandığı haberi geldi. Bu olay mikrofondan bildirildi ve kınandı. Akşamüzeri bir iki saat uyuduktan sonra Kavaklıdere’de eski İş Bankası, şimdiki BDDK binasının karşısında, yeni yapılmış bir galeride Ulusal Mimarlık Sergisi kokteyline katıldım. Bunu ya ayarlamışlardı ya da şansımıza denk gelmişti. Kokteylde tanıdık yüzler aradım, göremedim. İnsanlar değişmiş, İnci’nin yerini yeni İnciler almış. Kalabalığın çoğu büyük bir olasılıkla benim okulumdan geliyordu. Bir an kendimi yeniden öğrenci gibi hissettim. Ancak bir farkla, tanıdığım kimse yoktu. Sonra kendi dönemimden birilerini bulabildim. Selamlaştık, konuşmaya başladık fakat yüzleri, elleri buruşuktu. Genç değillerdi. Bu çok garibime gitti. Tabi ben de o sırada aynaya bakmıyordum. Sergi binası oldukça güzeldi ve benim öğrenci iken yaptığım bir projeye benziyordu. Ancak kuşkusuz benim projem daha güzeldi :). İşte, aynı karaktere sahip kişilerden eğitim almış, aynı karaktere sahip eller aynı şeyleri yapıyorlar. Buna determinizm deniyor galiba. ... Ertesi gün kişisel konuşmalar devam etti. Söz alanlardan biri Bursa şubesinden gelmiş bir mimardı. Konuşmasından aklımda kalanlar, ...Padişah... ...ulufe... biz nasıl yaşayacağız ve birkaç kötü benzetmeli hakaret dolu söz. Toplantıyı yöneten başkan kendini sözlerine biraz dikkat etmesini istemek zorunda hissetti. Bursa temsilcisinin sıkıntısı Odanın şubelerden aldığı para idi. Alınmamasını istiyordu. Bu para devletin aldığı vergilere benzetilebilir. Tüzükle ve herkesin oylarıyla belirlenmiştir. Ancak konuşan kişinin dinci kesimden olduğunu hem görünüşünden hem sözlerinden anlamak zor değildi. Anlaşılan vatandaş demokratik ortamdan yararlanıp biraz çevresine hakaret etmek istemişti. Bir diğer konuşmacı Diyarbakır temsilcisi idi: Ahmet Cengiz. Konuşmasının başında iyi şeyler söyledi fakat sonradan olayı Türk-Kürt sorununa getirdi. Bölgemizde Türk sorunu vardır dedi. Filistin olayına değinen, fakat ülkemizin iç sorunlarından söz etmeyen Oktay Ekinci’yi kınadı. Bütün istediğimiz sevgidir şeklinde konuşmasını bağladı. Fuayeye indiğini görünce peşinden koştum. ‘Bölgesinden’ birkaç arkadaşı ile birlikte duruyordu. Selam verip konuşmaya başladım. Diyarbakır’da çalıştığımı, orada arkadaşlar edindiğimi, oraya gitmeden önce konu ile ilgili zaten bir fikrim olduğunu anlattım. Kalabalığa hitap etme yeteneğimin olmadığını o yüzden çıkıp konuşmadığımı ancak Odamızın Türkiye şartlarında en demokratik örgütlerden olduğunu söyledim. “Keşke öyle suçlayıcı konuşmasaydınız” dedim. O da, “Ben yalnız yönetimi suçladım. Yoksa salondakilerin %80inin benimle aynı düşünceleri paylaştığını biliyorum.” dedi. Araya laf ve başka insanlar girmeden önce son olarak “Klasik bir deyiş vardır, gelin beraber olalım diye. Ben öyle söylemiyorum.” Dedim. Bu sırada Oktay Ekinci geldi. Ahmet Cengiz’in sırtını okşadı. “Sana daha sonra asıl sorunun nereden kaynaklandığını anlatacağım” dedi, gitti. Onlar da çay almaya gittiler. Salona geri döndüm. Diğer konuşmacılardan kulağıma kayda değer bir şey çarpmadı. Herkese ve suçlamalara yanıt vermek için Oktay Ekinci yeniden kürsüye çıktı. Ahmet Cengiz’e verdiği yanıtta onu haksız ve vefasız bulduğunu, düşüncelerinin ne olduğunun bilindiğini, daha önce Diyarbakır’da ve Antakya’da yapılan toplantılarda defalarca söz konusu ettiklerini söyledi. Türkiye’de, Anadolu’da yaşayan ulusların bir mozaik değil –mozaik dökülür- alaşım olduğunu, birinin diğerinden bağımsız olarak ayakta kalamayacağını vurguladı. Bana göre de böyledir. Bundan başka artık Türkiye’de sorunlar hep birlikte yaşanıyor. Krizler kimsenin etnik kimliğine bakmıyor. Doğudaki insan ne sıkıntı çekiyorsa batıdaki de çekiyor. Kurulmuş olan Hadep bir Kürt partisi, Türklerin MHPsi gibi bir parti olmaktan öteye gidemez. Sonuçta bir ayrılık olursa bundan yalnız Türkler zarar görmez; herkes görür; Türkiye coğrafyasının bölünmesini sabırla bekleyen ülke ve ülkeler dışında. Bununla birlikte, bir arada kalmak eskiden olduğu biçimiyle süremez. İki tarafın da değişim geçirmesi gerekiyor. İkinci günün akşamını da yaptık. Akşam toplu olarak verilen yemeğe katılmadım. Ankara’da yaşayan yeğenlerimin çocuklarını görmeye gittim. Yeğenlerim büyüdüler, evlendiler, çocukları oldu. Herkes onların çocukluk hallerini unutmuş. Ama ben anımsıyorum. En küçük bebek iki buçuk aylık olmuş. Cin gibi bakıyor. Büyüyünce çok güzel olacak. Gelecek onu bekliyor. Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağız? Son gün yani Pazar günü oy verme günüydü. Tek liste ile seçime girmeye çalışmışlar ama olmamış. Bir Ankara-İstanbul listesi, bir bürosu olan mimarlar listesi, bir de Anadolu mimarları listesi çıktı. Listeler düzenlenirken şu isim olmasın bu isim olmasın tartışması olmuş. Sonunda böyle olmuş. Böylesi pek iyi olmadı ama ne yapalım, yapacak bir şey yoktu. Oylarımızı verdik. Otobüslerimize bindik, İstanbul’a doğru yola koyulduk. Doğru Fenerbahçe stadının önüne gitmemiz gerekirken Kartal’da yolumuzu değiştirdik. Yalnız bir kişi indi. Otobüsün oradan gitmesini acenteden bildirmişler. Sonra dar, zor, zahmetli yollardan sahil yoluna çıktık. Sesli olarak “Dragos tepelerini hiç görmemiştim, iyi oldu” dedim. İyi oldu ama başımıza geleceği biliyordum. Sahilde sıkışık trafiğin içine girdik. Yolda fırsat buldukça inenler oldu. Bağdat caddesinden devam ettik. Caddebostan’a gelince şoföre trafik tıkanınca kapıyı açmasını söyledim. “Bagajınız var mı?” diye sordu. “Yok,” dedim. Herkesle vedalaştım, indim; çantamı sırtıma vurmuş giderken dönüp baktığımda birinin bagajı açtırdığını gördüm. Bu olay bana başka bir olayı anımsattı. Yazımı da onunla bitireyim. Gezgin Doktor Şerafeddin Mağmumi, (adı pek hoş ama iyi bir adam) güney Anadolu ve Suriye gezisinden vapurla dönerken başına bir iş gelmiş. Oradan aktarıyorum. “...Dingin bir hava ile Midilli’yi bulduk. Edremit’in Kemer’inde (Burhaniye) Bahriye nazırı Hasan Harami Paşanın zeytinyağı varmış. Program dışı olmakla birlikte oraya gidip alınması gerektiği acenteden bildirildi. Birkaç yolcu ile usulsüz hareketi protesto ettikse de kim dinler? Kemer (Burhaniye) iskelesini boyladık. Meğer yağlar burada değil, Edremit’in bir saat ötesindeki Çayağzı iskelesinde imiş. Oraya da gittik. Yağlar daha kasabadan inmedi dediler. Akşama kadar bekledik. Kısaca Bahriye Nazırının yağı için bir gün yitirdik.” Bu kadarla kalmamış, yitirilen bir gün yüzünden gemi Marmara’da fırtınaya tutulmuş; batma tehlikesi geçirmişler. Artık günümüzde böyle şeyler olmuyor. Demokrasi ve insan hakları ilerledi. Umarım, ileride bizim yaşadıklarımız da olmaz; birlikte adil bir dünyada yaşarız; biz değilse de çocuklarımız... 16.Nisan.2002
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |