Çocukların eğitimi, zaman kazanmak için nasıl zaman yitireceğimizi bilmemiz gereken bir meslektir. -Rousseau |
|
||||||||||
|
“Gerçekten de” diye başlayıp, konuşmaya yöneldim, benden de eski olduğunu düşündüğüm kâlp komşumla… *** Herkes herkesi tanır, herkes herkesin hemen her şeyini bilir ya da mutlaka haberdar olur; her gelişme ya da değişiklik haber değeri bulurdu uzun süre, mahallenin sessiz gazetesinde… Atletini teninden hiç esirgemeyen Kadir Amcanın ortanca kızı Sevim mesela… Çiklet parası arama bahanesiyle, cinsiyetsiz korkunç çiçeklerin süslemeye çalışırken sararıp solduğu lacivert zeminli pazeninin orasını burasını çekiştirdikten sonra, “ay bunun da cebi yokmuş” dediğinde, “sonra ödersin” diyen bakkal çırağı Yılmaz’ın yanağına “çok teşekkürler” diyerek kondurduğu öpücük, günlerce konuşulmuştu mahallede… Sadece bu mu?.. Çatlar yarılırdı kıskançlıktan tüm kızlar, Nevin’den çok, tokalarına… Mahallemizdeki kızların hemen hepsinin Almanya’da akrabaları olmasına rağmen hiçbiri Nevin’in tokaları gibi albenili tokalara sahip olamamıştı. Nevin mi?.. Daha, estetik cerrahi keşfedilmeden takılarla, allıkla pullukla güzelleşmeyi olmasa da erkekleri peşinde uğundurmayı becerebilen yegâne dişi simaydı, mahallemizin Nevin’i. Peki, ya Nevin yüzünden yenilen dayaklara, uçuşan yumruklara ne demeli? Saçlarına taktığı renk renk tokalardan daha güzel olmayan Nevin’in kuyruğunda dolaşmaya yeltenen Cahit’in, Selim’den yediği dayak olayını da yaşamış, haftalarca çalkalanmıştık mahallemizin fısıltı kayığında bu gülüntüyle… Neler gördü bu gözler, neler neler… Sere serpe giysileriyle anasını çıldırtan Serpil’i; misket çalan kedileri; soba boyasıyla yumurta boyayan Kerim’i, günlüklerin arasında kurutulmaya bırakılan ama rengi hiç unutulmayan gül yapraklarını; “beynimin içine ettin lan” diyen babasına rağmen flüt çalmakta ısrar eden düdükçü Yusuf’u; kolalı yakaları olan önlükleri; “ben deve” diyen külhanları; dantelli mendilleri, balkonsuz evleri ve kuyruklu yıldızları küstüren o gerçek yalanları… Evet… Gerçekti!.. Ne acıdır ki, gerçekti bizimkilerin yalanları bile… Çünkü o zamanlarda ne yapılıyor ediliyorsa sevgiyle yapılıyordu… Ha, unutmadan, bir de kapısı vardı tüm komşuların, hiç kapanmadığı için açılma zahmetine girmeyen… Ardına geçmezdi, geçmeyi denemezdi bile mahalleli, ama içi içini yerdi onun ardında “neler oluyor”u öğrenebilmek için… Oysa ne gerek vardı ki; Sevim, Yılmaz’ı bakkalda öpmüştü, Nevin tokalarıyla sokakta salınmıştı… *** Şimdilerde öyle mi? Apartmanları bilirsiniz… Hani, o eski sempatik komşuluk ilişkilerini, içinde barındırdığı kutucuklara tepiştirerek yok eden apartmanları… Bırakın cücüğünü soğanın, zarının bile kapısından sarkmaya cesaret edemediği ürkek komşulukların yaşandığı; kapıların düşüncelerden önce sürgülendiği apartmanlardan; yağmurun düşleri uyandırmasını önlemek için hava kararmadan çekilen rengarenk perdelerin süslediği apartmanlardan bahsediyorum… Nerede “Yırtık Saadet”, “Falcı Hatice”, “Bakkal Kemal”, “Sünnetçi Suphi”, ve pijamasından önce yaşlanan “Esat Amca”… Hepsi, ama hepsi, artık anı yırtığının sızıntıları olarak süslüyorlar sadece kırılgan tebessümleri, apartmanlardaki onlarca kapının ardındakilerin kırılganlıklarıyla kol kola girerek… Ama ne yalan söyleyeyim, apartman yaşamının da kendine has sempatiklikleri de yok değil. Mesela, hiç unutmam, birkaç yıl önceydi. O akşam, tıkıştırıldığım tüm apartmanlardaki gibi soldan sağa açılan kapıdan içeri girdiğimde sol taraftaki duvara yaslanmış, yılgın, bir o kadar da küskün bir kapıyla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Ama orada, karşımdaydı işte… Kahverengi kostümü de bıkmıştı sanki onun üstünü örtmekten. “7” yazıyordu kapkara sapına gömülmüş sarı yaldızla… İlginç değil mi, insanlar yerine insanların yaptığı kapıların yine onlar tarafında numaralandırılarak adlandırılması? Ama haklarını da yemeyelim; Mehmet, Charles, Ahmet, Selim, Lui, Richard adlı, kapı gibi kralları padişahları numaralandıran da onlar değil miydi?.. *** O akşam, açtığım kapının ardından karşıma çıkıp, “kucakla beni, al götür istediğin yere, ama kapı dışarı edilmeme izin verme” der gibiydi numara 7. Kimin ne yediğini yemediğini düşünmeden kucakladığım gibi 7 Kocalı Hürmüz’ü tırmanmaya başladım tüneğime. Kırıp, parça parça edip şöminemde yakacaktım onu. Bana neydi onun arkasında kimlerin yıllarca ne yaşadığı ya da onun ardında neler yaşandığı. Bulmuştum bir kapı, elbette ısınacaktım onun ardında kalacak volkanda… 7 numaralı kapının yer aldığı üçüncü kata geldiğimde durakladım. Hem soluklanayım hem de kucağımdakini kapı dışarı eden yeniliği görmek, süzmek, bu yeni komşumla tanışmak için… O da ne?.. Kucağımdakinin ahşap suratına haykırıyordu tüm çelik soğukluğunu yeni komşum. “Sen öldün bittin, artık ben varım”. Yeni komşumun küstahlığına çıldırdım, bağırdım. “Hayır, o ölmedi benimle yaşayacak bundan sonra!” Fırçalanmış füme rengi dişleri gözüme sarktı imalı bakışlarla. “Göreceğiz tüten dumanları minare ışıklarının gölgesinden.” “Sen öyle san, yakmayacağım onu. Artık o benim sevgilim, benimle yaşayacak.” *** “Apartmanları bilirsiniz… Hani o eski sempatik komşuluk ilişkilerini, içinde barındırdığı kutulara tepiştirerek yok eden apartmanları… Bırakın cücüğünü soğanın, zarının bile kapısından sarkmaya cesaret edemediği komşulukların yaşandığı; kapıların düşüncelerden önce sürgülendiği; yağmurun düşleri uyandırmasını önlemek için hava kararmadan çekilen rengarenk perdelerin süslediği apartmanlardan bahsediyorum… Nerede “Yırtık Saadet”, “Falcı Hatice”, “Bakkal Kemal”, “Sünnetçi Suphi” ve pijamasından önce yaşlanan “Esat Amca”… Hepsi, ama hepsi, anı artığı olarak süslüyorlar sadece kırılgan tebessümleri, apartmanlardaki onlarca kapının ardındakilerin kırılganlıklarıyla kol kola girerek… Ama ne yalan söyleyeyim, apartman yaşamının da kendine has sempatiklikleri yok değil… Mesela, hiç unutmam, birkaç yıl önceydi” demiştim ya yukarılarda bir yerlerde… Tarih mi tekerrür, tekerrür mü tarih ediyordu bilemiyorum, ama üç gün sonra birilerinin birilerini tekerrür etmekte kararlı olduğuna bizzat şahit oldum apartmanın kapısını açtığımda: yine sol duvara yaslı aynı kapı, ama bir yaş büyümüş olarak duruyordu karşımda: 8 numara… İçim ürperdi. 7, 8… Sonrasında ben domuzun kapı numarası: 9 Neden, asansörlerdeki kat numaralarından tutun da, -sevgililer de dahil- bütün her şey 1, 2, 3 diye sayılmaya başlarken bizim apartmandaki kapılar 7’den başlamıştı kapı dışarı edilmeye? Hayır, evde biri olsa, beni kovmak için bu işi o tezgâhladı diye düşüneceğim, ama kendi dilinden başka hiçbir dili konuşmaya yanaşmayan nankör papağangillerden “Keşa” hınzırı dışında kimse de yoktu ki evde. Acaba?.. Olabilir miydi?.. Apartman sakinleri beni kapının önüne koymanın provalarını yapıyor olabilirler miydi topyekün? Ne topa ne de yekuna kafa yormadan, kucaklayıp 8 numaralı dostumu tırmanmaya başladım. Daha bir kat çıkmıştım ki 3 numaralı isimsiz komşu, kapısını açtı çöp koyma bahanesiyle. “İyi akşamlar komşum, kendinize yeni bir kapı bulmuşsunuz, hayırlı olsun.” Yanıtı dökülüverdi kendiliğinden dudaklarımın arasından. “Teşekkürler, yakında size de geleceğim, hazırlıklı olun.” *** “Apartmanları bilirsiniz… Hani o eski sempatik komşuluk ilişkilerini, içinde barındırdığı kutulara tepiştirerek yok eden apartmanları… (…) Ama ne yalan söyleyeyim, apartman yaşamının da kendine has sempatiklikleri yok değil… Mesela, hiç unutmam, birkaç yıl önceydi” demiştim ya yukarılarda bir yerlerde… Gerçekten de, apartmanların eski mahalle yaşantısından günümüze taşıdığı en belirgin -ya da benim gözlemlediğim- artığı, “komşum ne yapıyorsa benim de yapmam gerekir” güdüsü… Çocukluğumun mahallesindeki her kız, fingirdek Nevin’in tokalarına sahip olmak isterdi ya, günümüz apartmanlarında da aynı zihinsel fingirdekliklere de rastlanılmıyor değil hani… Örneğin, bir komşu, balkonunu farklı bir renge boyamaya kalkmaya görsün, sokaktaki tüm balkonlarda boyacı ruloları uçuşmaya başlar hemen. Kapınızı ufacık açmayın bir komşunuz geçerken, hemen koridorunuzun rengi ya da vestiyeriniz mahalledeki tüm apartmanların koridoruna sızar gider… Taklit edilmek korkusuyla da saklanıp sığışıyor, kaçışmıyor muyuz kapılarımızın ardına. Kapılar, evleri değil de içindekileri örtmeye soyundu gibi git gide… Artık ne merak ediyoruz ne de edilmek istiyoruz. Kutu kutu pense, Serpil elmamı yerse… Nerde, Serpil artık sere serpe güneşleniyor televizyonunun karşısında, eteğinden kusa kusa mazisini… *** Bir başka gece yarısı, kafam zurna ayaklarım trampet. Güç bela bulduğum anahtar benden de inatçı yuvasına girmeme konusunda. Telefonum çalıyor o ara. Ama neremde bu meret? Bulduğumda da susuyor. Çarpıyorum yere. Gitti, bilmem kaç numaralı Samsung kapı. Neyse ki hâlâ tek deliği yerinde duran kapıyı açabiliyorum… Ama açmamla kapamam bir oluyor. Hemen, bağırsaklarını kusmuş Samsung’u alıp bir daha yere çarpıyor ve son kırıntılarını da, 4 numarada oturan aşüfteyi almaya gelen 56 Chevrolet kılıklı ayakkabımın topuklarıyla yok etmeye çabalıyorum. Nasıl yapmam ki, apartmanın girişindeki sol duvar vasıtasıyla kapı dışarı edilmiş iki kapı daha karşımda duruyorken. Tam bir kâbus… Neden kapı dışarı edilenler hep sola yaslanıra kafa yoramıyorum bile. Karşımda, çaresiz sevgililerim var. Başlıyorum ilkinden kucaklamaya. Köpek ölüsü gibi geliyor o an ağırlığı 3 numaralı kapının, ama bir yandan da seviniyorum numaranın 3’e düşmüş olmasına da… İşi gücü yok, beni bekliyor 4 numaralı komşum. “Bizimkini de unutmayın, iyi ısıtır.” Dişlerim gıcırdıyor kendiliğinden. “Teşekkürler dört numaralı bayan.” “A, terbiyesize bak, bana numara veriyor. Ben kapı mıyım” deyip, kapıyı çarpıyor. “Ya nesin, genelkurmay başkanı mı oldun başıma, elimin feneri kıçımın kenarı.” Çıt yok apartmanda… Ama kararlıyım, hemen yandaki 3 numaralı kapının yerini alan yeni çelik kapının üstüne dayayıp kucağımdakini hızla aşağıya koşuyorum. Kaptığım gibi 4 numaralı kapıyı tırmanıyorum birer ikişer basamakları durmaksızın. Tüneğime ulaştığımda kâlp atışlarım minareden anons ediliyor gibi. Aldırır mıyım, durur muyum, ya birisi 3 numarayı çalarsa, hangi 3 numara açılacak? Hızla koşuyorum aşağıya ve onu da sırtlayıp kaçıyorum kapı mezarlığına… *** Yaşatamadığım hayatım geliyor gözümün önüne, dizlerim titriyor. Ardından, iki üç gün daha fazla yaşasınlar diye kapı kapı dolaştırdığım, çalmadık kapı bırakmadıklarım… Sonrasında, bu kadar kapının ardından sonsuzluğa kapanmış olmayı dileyerek kapanıyor tüm kapılarım kendiliğinden… *** Ne acı… Ne kötü… Kendinden de ılık bir güne açılıyor kapılarım. Yine aynı tavan, yine aynı lila ve yine aynı saat: tik tak tik tak… Her şey bıraktığım yerde kapı gibi duruyor işte. Ellerim yorganı itelemeye çabalıyor. Ne mümkün. Kucağımda 4 numaralı kapı. “Aman Allah’ım, ben bu orospuyla mı geçirdim bütün geceyi?” Vuruyorum tekmeyi. *** “Apartmanları bilirsiniz… Hani o eski sempatik komşuluk ilişkilerini, içinde barındırdığı kutulara tepiştirerek yok eden apartmanları… (…) Ama ne yalan söyleyeyim, apartman yaşamının da kendine has sempatiklikleri yok değil… Mesela, hiç unutmam, birkaç yıl önceydi” demiştim ya yukarılarda bir yerlerde… Evet… Şimdilerde terasımda, ilk anlardaki kadar olmasa da kapı gibi dostlarım hâlâ beni bekler her akşam. Ama 4 numara hariç. O orospuyu yaktım. Çoktan hakketmişti zaten! 56 Chevrolet’yi de hiç sevmem ayrıca… *** OLB-Ankara
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Orkun Levent BOYA, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |