Bulanmadan ve donmadan akmak ne hoştur. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Şeref Paşa İstanbul’u izledi.. Yani ondan geriye kalan harabeleri.. Yağmur yıkıntılarla bezenmiş ve cansız şehrin üzerine yağarken, helikopterini Ayasofya’nın çevresinde bir tur döndürdü.. Dalgınca havadan seyretti İstanbul’unu.. “Eskiler bina yapmasını biliyormuş Kemal,” diye konuştu, ikinci komutanına. “2012 depreminde şehrin neredeyse tamamı yıkıldı ama Ayasofya, Camiler ve Hisarlar ayaktaydı.. Bugün hala ayaktalar. Buna ilahi bir anlam vermeli miyiz sence?” diye ifadesizce konuştu, emeklilikten zorunlu olarak geri gelmiş olan Paşa. Kullandığı saldırı helikopterini geri çevirdi ve rotasını vurucu üs olarak kullandıkları Yenişehir İnşaat Sahası olarak belirledi. Otomatik pilota bağlandı. Kemal Yarbay rütbesine göre genç ve gazi bir komutandı. İlk hizmetini Şeref Paşa emrinde icra etmiş ve ona her zaman aşırı bir sadakatle bağlı kalmıştı.. Yıllar boyu görüşmeden, uzak kalsalar da kader yollarını yeniden birleştirdiğinden bu yana eskinin sıkı bağlarının gevşemediği görülmüştü. Kemal Yarbay dünyanın sonunu getireceği kesin sayılan; kıyamet sayılan, devasa meteorun sanıldığı gibi bir kıyamet yaşatmadığını görmüş ve sağ kalmıştı. Meteor dünyanın umutsuz ama ortak çabaları ile çarpışma öncesi uzayda vurulmuş ve anlaşılan durdurulamasa da parçalara bölünmüştü.. Kayadan yağmur öncesinde bile ayaklanmalar ve çatışmalar, şiddet olayları ve suç dalgası ile kitlesel çılgınlığa kapılmış bir dünya varken şimdiki durum daha da berbattı.. “Kıyamet tellalları ölmediklerini görünce derin bir kedere batmışlardır. Cehennem diye bağırıyordular. Daha çekecek çileleri olduğunu görünce dehşete düştüklerine eminim. Fırsatını bulduklarında buna da bir kulp takacaklardır Paşam,” diye gülümsedi Yarbay. Paşa onayladı, “Ona ne şüphe.” Şeref Paşa orduda önde gelen ve ağırlığı sadece üst düzeyde değil, daha aşağı kademelerde de hissedilen bir Paşa iken, emekliliğinin yaklaştığı sıralarda iki çok üzücü olay yaşamıştı. Önce çok sevdiği eşini bir hastalık neticesinde kaybetmiş hemen az sonra da bir trafik kazası sonucu kızı ve oğlu ile onların ailelerini ve torunlarını kaybetmişti.. Yıllar boyu muharebe görevlerinde pek çok askerini kaybetmek acısına yüreği kolay dayanamamıştı ama bir de ailesini de kaybedince Şeref Paşa’nın hayata küsmesine hiçbir şey mani olamamıştı.. Yıllanmış asker tüm ısrarlara karşılık erken emeklilik alıp İstanbul’a yerleşmiş ve buradaki sayılı kadim dostlarından başkası ile görüşmez olmuştu.. Sonra bu meteor haberi dünya gündeminde patlamıştı! Bütün dünya çılgınlığın eşiğindeyken önlemler de alınmaya çalışılıyordu.. En iyi ihtimale karşılık hazırlıklar yapılıyordu, çünkü daha kötü bir senaryoda insanın soyunu kurtarma şansı yoktu.. Sığınaklar her ülkede seçilmiş kişileri ve sonra da kura yöntemi ile belirlenen kişileri belli ölçüde koruyabilecekti.. Devletlerin dışında özel kuruluşlar ve birleşen halk da sığınaklar inşa etmeye, su ve besin stoklamaya başladığında daha sekiz yıl vardı meteorun çarpmasına.. Bununla beraber süre aldatıcıydı.. Üç yıl geçtikten sonra meteor güneş sistemi içinde birden hız arttırmış ve kalan süre beş yıldan üç yıla inmişti.. Üstelik artan hızına rağmen hala Dünya ile çarpışma rotasındaydı! Bu çok inanılmaz bir şeydi! Hala yeterli bir süre olmasına karşılık bu halktaki korkuyu körüklemişti.. Korkan büyük kitleler bir sorundu. Ama korkan bir bütün dünya halkları başka bir şeydi! Sıkı yönetim ve askeri darbeleri isyanlar ve iç savaşlar, suç dalgaları izledi.. Kaos bütün dünyayı sardı. Devletler parçalandı. Ülkeler arasında çatışmalar baş gösterdi. Sonra yine bir şey oldu, son yaklaşırken.. Daha üç ay varken meteor yeniden hız kazandı ve süre on yedi güne indi.. Sürat artışına rağmen hala dünya ile çarpışma rotasındaydı.. Bu inanılmazdı. Sığınaklar süratle son hazırlıklarına ve dolup mühürlenme işlemlerine başlarken sığınaklara halk hücumları artık yalvarış, yakarış değil öfke ve şiddet doluydu; silahlıydı, organizeydi.. Ordu, polis ve özel sığınak bölgelerinin güvenlik kuvvetleri ile ölmemek için çabalayan koca halk yığınları arasında kanlı çarpışmalar yaşandı.. Sonunda gün geldi. Meteor gelmeden bir iki hafta öncesinde başlayan kısmi meteor yağmurundan sonra; büyük meteor yörüngedeki güçlü lazer topları ve nükleer silahlarla vurulduktan sonra, asıl fırtına dünyaya vurdu. Dünyada yer yer büyük yıkımlar ve felaketler yaşanırken bazı bölgeler ise sadece kayan yıldızları izlemekle yetinmiş ve uzaklara düşen meteorların sarsıntılarını zaman zaman duysalar da hepsi o olmuştu.. İstanbul on iki yıl önceki depremde neredeyse tamamen yıkıldıktan sonra kısa sürede yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Şehir bütün hatalarından ders alma ve eski ününü gölgede bırakacak bir çehreye bürünme çabasında çok çalışmıştı.. Tam iyi şeyler ortaya çıkıp toparlanmaya başladığı sırada ise meteor bilgisi gündeme düşmüştü! Sonrasında ise bütün kaynaklar sığınaklara ve savunmaya yönlenmişti. Son üç aydır şehirde kan durmamıştı. Ayaklanmalar ve suç dalgası mahallelerin örgütlenmesine ve mahalle savaşlarına kadar gitmişti. İnanılmaz bir çöküş, tüm dünyada olduğu gibi, burada da insanoğlunu karanlık bir çağa atmıştı sanki! Hal böyle iken kıyamet gününde ilk meteorlar gökten ateş olup yağmaya başlamıştı.. Bu tam on dokuz gün önceydi.. Yağmur kısa sürmüş ve şehri kısmen vurduktan sonra bir iki gün içinde kesilmişti.. Fakat hala gökte, gündüz vakti bile ışık şenlikleri ile izlenen, meteor sağanağı vardı ve onlar da kaybolana kadar yağmurun uğrayıp uğramayacağından emin olunamazdı.. İstanbul’un sığınak bölgelerini koruyan asıl garnizon bu meteor yağmurunun en büyük parçaları ile vurulmuştu. Bir sığınak tamamen yok olmuştu. Bir diğer sığınak ise ağır yara almıştı. Bir iki gün sonra oraya silahlı sivil savunma örgütü ile ulaşmıştı Paşa. Sığınaklara alınmamış sivilleri, ayaklanan başıbozuk güruhlardan korumak için organize ettiği toplulukla beraber İstanbul’da en ağır yarayı dramatik bir biçimde sığınakların aldığını görmüştü.. Kemal Yarbay ve kurtulanlara ulaşmalarından bir hafta sonra ise onların lideri ve komutanı sıfatını taşıyordu.. Ondan daha rütbeli bir subay şu an için ulaşılır durumda değildi ve Yarbay, o hayatta olduğu sürece; emekli dahi olsa, ona komutanım diyecek kadar bağlıydı. Paşa’yı bin bir dil döküp sonunda komutayı almaya ikna etmişti. Epey duygu sömürüsü yapmıştı doğrusu. Saat daha öğlene geliyordu ama hava git gide kararıyordu. Yağmur hızlanıyordu. Karanlık ve sert, sağanak yağmura rağmen iki asker de fırtına beklemiyordu. “Belki de kıyamet budur Kemal Yarbayım.. Baksana, her şeyi gördüm diye bilirdim.. Ama daha görmemişim..” diyordu Paşa, o anda acil bir mesaj aldılar.. “Gökdelen’den Çevik 1’e! Gökdelen’den Çevik 1’e! Tamam!” “Çevik 1 dinlemede. Tamam.” “Komutanım! Kuzeydoğu, stadyum bölgesindeki devriyelerimiz saldırı rapor ettiler! Kod Mavi 09 bildirdiler Komutanım!” Helikopterdeki iki asker de şaşkın durumdaydı. Bu acil durum kodları arasındaki Mavi 09 özel bir kod idi ve Küresel Güvenlik Teşkilatı adındaki varlığı inkar edilen uluslararası bir güvenlik örgütünün tavsiyesi ile dünyadaki bütün ordularda son on beş yıldır kullanıma açıktı. Anlamı, tanımlanamayan; olasılıkla dünya dışı içerikli düşmanca hareket, idi. Şaka gibi gelmiş ve bütün ordularda dalga geçilmiş olmasına karşılık üst düzey komutanların bu konuya ciddiyet gösterip önem vermesi kısa sürede rahatsız edici bir hal de almıştı.. Az zaman sonra bu meteor olayının ortaya çıkması ise bazı zihinleri çok karıştırmıştı.. “Devriyenin komutası kimde Binbaşım” diye sordu Yarbay. Bu esnada Şeref Paşa helikopterin kumandasını otomatikten çıkarmış ve istikameti kuzeydoğuya çevirmişti. Saldırı helikopteri Rusya’dan özel anlaşmalarla alınan ve son on yıldır askeri çevrelerde ünlü olan Omega 1B idi. En büyük özelliği sürati ve çevikliğiydi. Helikopter saatte beş yüz mili aşan maksimum muharebe sürati ile etkileyiciydi. Üstelik yerden atılan roket ve füzelerin büyük bölümüne karşı çok etkili gizli bir savunma sistemi de vardı. Bu çok pahalı ve üstün savaş oyuncağını Rusya’nın nasıl sattığı ve Türkiye’nin teknoloji transferi ve ülkede üretim şartları ile nasıl aldığı uluslararası sırlar içinde en merak konusu olanlardandı. “Komutada Cihan Yüzbaşı var komutanım. RPG ve LAW roketleri yanında bire ondan az olmamak kaydıyla hafif piyade tehdidi raporlandı. Gaz saldırısı ile karşılaştıklarını, bağlantımızın kopabileceğini bildirdi. Bölgedeki bir sığınak kompleksine çekildiklerini bildirdikten sonra bir daha bağlantımız olmadı. Başka haber alamadık. Sürekli irtibat kurmayı deniyoruz. Yakındaki diğer devriye uyarıldı ve destek için yönlendirildi komutanım” “İkinci devriye uzak gözetimde kalsın Binbaşım. Cihan’ın devriyesi onlardan aşağı değildi. Paşam, üç operasyon gurubunun havadan bölge güvenlik sınırına indirilip desteklenmesini öneriyorum,” diyerek onay istedi Yarbay. Şeref Paşa onayla yetinmedi, “İlave olarak yerden ZPT desteği ve hava eşliğinde Omegalar ile Cobraları istiyorum. RPG ve LAW uyarısı yapın. Gaz konusunda da dikkatli olun. Topçu desteği için kapasitemiz ne durumda, Oktay?” “Emrettiğiniz tahkimatların yarısına yakını tamamlandı ve muharebeye müsait durumda Paşam” diye cevapladı Oktay Binbaşı. “Bütün devriyelere şu an itibariyle acil topçu desteği isteme yetkisi tanınmıştır. Bildirilsin.” “Emredersiniz Paşam.” Şehir içinde top ateşi kullanımı başka şartlarda sadece düşman topraklarda uygulanabilirdi. O da sivil kayıp endişesi nedeniyle tartışmalı bir karar olurdu. Amma İstanbul, depremden sonra, hala yarı savaş alanı ve dağınık yerleşim adaları arasındaki moloz denizleri halindeydi. Geniş ve molozdan temizlenmiş, boş alanlar da epey fazlaydı. Şehir, yeni inşaatlara ve düzenlemelere rağmen hala yaralıydı. Şehirdeki çete savaşları ve kargaşa orman kanunlarını tek kanun yaptığından, düzeni sağlamak için mücadele veren Şeref Paşa komutasındaki 17. Sığınak Bölgesi Muhafız Tümeni farklı yerlerde günlerdir -küçük çaplı çatışmalarda- çarpışıyordu ve her an çarpışmaya hazırdı. Şu anda da helikopter tamamen silahlı ve savaşa hazır durumdaydı. Helikopter kısa sürede artık sözü geçen mevkiye ulaşmıştı. Devriyenin araçlarından arta kalanlara bakılırsa saldıranlar devriye ile mukayese kabul edecek beceride değildi.. Bir kitabı okur gibi muharebe meydanını okuyabilirdi usta bir komutan.. Devriyede süratli hareket eden Humex zırhlı arazi araçlarından iki ve hafif zırhlı BMP nakliye kamyonlarından bir tane ile silahlı ikişer kişinin kullandığı savaş motosikletlerinden altı tane vardı. Burada bir Humex terk edilmişti ve diğeri de iki isabetle alevler içindeydi. Terk edildikten sonra vurulmuştu. Kamyon bir binanın alt katındaki dükkana kafadan girmişti. Araçlar aniden terk edilmiş olmasına rağmen terk eğitimli bir biçimde olmuş ve neredeyse tam bir çember ile siper oluşturulmuştu. Motosikletler ortada yoktu. Hızlı ve çevik araçların personeli süratli vur kaç ve çevirmeler için eğitilirdi. Sağlam olmaları iyiye işaretti ve Paşa sağlam olduklarından emin gibiydi. Savaş alanında çok fazla ceset vardı.. Silahları ise çeşitli hafif makineliler, tüfekler ve RPG roketleriydi.. Bu kavşak meydanında pek çok patlama izi ve hala yanan bir sürü ateş çukuru vardı. “Paşam, başıbozuk güruh işine benziyor” diye ifade etti Yarbay. “Silah kullanmayı bilmediklerini kastediyorsan haklısın ama organize olmadıklarını söylemek doğru olmaz. İyi organize olmuşlar. Ve cesetlerin yığılma durumuna bakılırsa çekinmeden çarpışmışlar.. Önceden olsa intihar saldırısı derdim ama kitlesel bunalımın insanları nerelere getirdiğini gördükten sonra şaşırmıyorum.” “Paşam, ölüler arasında bizim çocuklardan iz göremiyorum. Belki de en kötü ihtimalle yaralımız vardır.” “İnşallah öyledir Yarbayım.. Bu arada, RRP’de iz var mı?” Bütün askerlerin bileklerinde muharebe istihbarat ve iletişim amaçlı Asker Veri İşlem bilgisayarı AVİ vardı. AVİ hem telsiz hem de bilgisayar ve daha fazlasıydı. Farklı modelleri farklı kabiliyetlere sahip, uydu bağlantı kabiliyetli harika bir aygıttı. Uydulardan çalışan küresel yer belirleme sistemi; GPS, uydular meteor yağmurunda yok olduğu için çalışmıyordu. Bununla beraber GPS herhangi bir durumda kapanacak olursa diye geliştirilen eski moda bir yöntem daha vardı. Yer istasyonlarından ve elektronik muharebe destek uçaklarından faydalanan RRP için altyapı süratle kurulabilir durumdaydı. Uyduların yerini tutmasa da sistem kendi bölgende ya da operasyon sahasında önemli bir hakimiyete imkan sağlıyordu. “İstasyonlar bu bölgede henüz yeni kurulacaktı Paşam. Kuramadan saldırıya uğramışlar. Paşam termal tarayıcıda stadyumun güney yönünde kalabalık iz gurubu okuyorum. Keşif gözü için yüksekliğe ihtiyacımız var.” “Tamam, Kemal, yükseliyorum ve yavaşça o tarafa ilerliyorum. Silah sistemleri hazır. Bana ne olduğunu göster. Bu gördüklerimize Mavi 09 diyemem ama Cihan Yüzbaşı bende sağlam bir adam intibası bırakmıştı. Bir bildiği olmalı.” “Cihan ve takımı çok iyidir komutanım. Büyük Orta Doğu Savaşı’nda cephe ötesinde yüz on gün takviyesiz savaşmıştılar. Mavi 09 diyorsa bunu en azından on kere düşünüp söylemiştir. Tek bir şüphesi olsa rapor etmezdi.” Kemal Yarbay, Cihan Yüzbaşı ve takımına büyük saygı ve güven duyardı. Öyle bir savaşta düşman hattı gerisinde yüz on gün tek başına ve kendi kaynaklarını yaratarak çarpışan bir birlik kahramandan başka bir şey değildi. Omega yarım bir yay ile dönüp aynı anda da yükselme manevrası ile hedef bölgeye yönelirken hızı düşüktü ve Paşa gece saldırı modunu aktif hale getiriyordu.. Az sonra helikopter bir metre yanındaki birisi için bile bir arabanın motorundan daha fazla ses çıkarmıyordu, nerdeyse sessizdi. Yağmur yumuşamıştı ama hava hala karanlıktı. Uzaklarda şimşekler çakıyordu. Pervanenin üzerinde bulunan bir metre çapındaki bir kürecik uzun mesafede etkili ses alıcı ve çeşitli farklı özelliklerde görüş sağlayıcı bir donanımdı; Omega’yı sadece saldırı değil, saldırı öncesi tam bir keşif ve istihbaratta da eşsiz kılıyordu. Bulunduğu konumdan dört metre yukarıya yükseltilebilen küregöz helikopterin bina ya da tepe gibi yükseltilerin ardına gizlenip görünmeden yükseltinin arkasını görmesine imkan veriyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi.. Bu esnada Yenişehir Operasyon Komutası; Gökdelen, Omega üzerinden sinyalini güçlendirerek bölgeye sürekli sesleniyor ve devriyeden cevap almaya çalışıyordu.. Daha sabahın ilk saatleriydi ve hava günün nasıl olacağını açıkça söylüyordu. Devriye ve RRP istasyonlarının kurulumu görevi ile dışarı çıkacak olan Cihan için tatsız bir gün demekti bu. Bir sürü savaş yarasına sahip olan yıllanmış asker böyle ıslak günlerde eski yaralarından bazılarını şiddetle hissediyordu.. Bir küfür uçtu dudaklarından. “Efendim Komutanım. Bir şey mi dediniz?” dedi hemen yanındaki Rafael Yüzbaşı. Türk ordusundaki Yahudi kökenli bir subaydı Rafael. Yakın dost olmalarına rağmen, binbaşılığı bir iki disiplin hatası yüzünden epey gecikmiş Cihan’a genelde komutanım derdi. “Tatsız bir gün olacak,” dedi Cihan. Anlamıştı Rafael. Gülümsedi. “Şahin Başçavuş dün bana geldi,” diyerek konuyu değiştirdi. Cihan ilgilenmişti bununla. Ona doğru döndü. “Bir sorun mu varmış?” “Olabilir. Nişancıların ikisi birden huylanmış,” diyerek gülümsedi. Takımın iki nişancısı işlerinde çok iyi olmalarının yanında kesinlikle hasta paranoyaklardı. “İki üç gündür devriye hattında anormallik olduğunu söylüyorlarmış. Etraf çok sessizmiş. Levent kuşlar yok diyormuş, Ural da kedilere takmış. Kediden geçilmiyordu şimdi bir tane bile yok diyormuş,” dedi ve farkında olmadan suratı karardı. Aklına Berusum gelmişti. Orta doğu savaşında Cihan’ın takımı üç ay boyunca düşman hattı gerisinde çarpışırken bu iki nişancının çıkardığı savaş bir noktada takımın kurtarıcısı olmuştu. Zaten ikisini paranoyak yapan da o savaş olmuştu. O savaştan, öyle ya da böyle, yara almadan çıkan kimse de yoktu.. Cihan da anladı ve hatıraların tuzağına dalmadan kendine geldi. “Berusum, değil mi?” diye sordu Rafael’e. Dostunun yüzünde derin acı izleri vardı. İnsanlıklarından utandıkları bir yerdi Berusum. Savaşın çirkin yüzünün en çirkin halini görmüştüler. “Evet” dedi silkelenen Rafael. İkisi de bir an durup düşündüler. “Bu kadarı ile Komutan’a gidip somut bir nedenimiz var diyemeyiz ama nişancılar vurucu timdeki en iyi gözlerdir. Yola çıkmamıza bir saatten az kaldı. Bütün timi sen kontrol et. Tam donanım ve yedek kitleri de alın. Bundan hoşlanmayacaklar, böyle bir görev için çok ağır olacak ama her şeyi alacaklar. Herkes. Bütün devriyelere de uyanık olma uyarısı yollat. Fazla dillendirme. Sadece uyarıldıklarından emin ol.” “Her gün çatışmanın içindeyiz. Standart donanımımız bile çok iyi. Bu hazırlık fazla olabilir mi?” diye cidden merakla sordu Rafael. “İtiraf etmek gerekirse öyle olmasını diliyorum ama buna inanmıyorum. Batıl inanç sahibi olmak savaşta iyidir Rafael. Uyanık olmak için sana neden verir. Nişancılarıma güveniyorum. Bir ay kadar önce ayaklanma guruplarını birleştiren birisi olduğu istihbaratını almıştık. Hatırladın mı? İlgisi olabilir.” Takım gerçekten bundan subayı, astsubayı ve erleriyle beraber nefret etmişti. Daha önce de bu olmuştu. Sorumluları biliyordular. Sıradan bir görev ne zaman böyle bir kıyafete bürünse bunun altından nişancılar çıkardı. Ve işin kötü yanı daha önce sadece bir kere yanılmıştılar. Onda da herkes açıkça çok iyi hazırlıklı olduklarını gösterdikleri için karşı tarafın vazgeçtiğini düşünüyordu ve nişancıların orada da haklı olduğuna inanıyordu.. “Bursalı, olum, bu G6 silahı on iki kilo, tam takım muharebe zırhı ve miğfer dokuz kilo, cephane kitleri on kilo, gaz maskesi, gecegörüş gözlükleri, erzak..” bu son ikisini bastırarak söylemişti; bunlar hava kararmadan dönecek bir tim için fazlaydı.. “..AVİ, 14’lü Block tabanca, elektrik tabancası, patlayıcılar ve el bombaları. Bunları benim yerime sen taşıyacaksın,” dedi Savaş. Diğerleri açıkça sırıtıyordular. Savaş, Levent’e çok kızmıştı. “Gün bitmeden Erzurumlu poponu bunlara borçlu kalabilirsin. Dua et de haksız çıkayım,” dedi Levent. O da gülümsüyordu. “Dua et de haklı çıkasın” dedi Savaş. Sonra ne saçmaladığını fark edip bir koca küfür savurdu.. Herkes kahkahalara boğuldu ama bunlar açıkça sinirli kahkahalardı. İçinde bulundukları durum hoş değildi. Önce meteor lafı ile çıkan olaylar, ayaklanmalar, suç olaylarına ordu destekli müdahale ve sonrasında da meteorun düşmesi gereken gün vurulması ve sığınakların yaralanmasını takip eden günlerde şehirdeki çatışmalar.. Savaşta başka ülkenin insanlarını öldürmek bile bir yerden sonra bir askerin ruhunda yaralar açıyordu ama kendi ülkenin insanına silah doğrultup ateş açmak başka bir şeydi. Ayaklanma, isyan ya da adı her ne olursa.. Bu askerin insanlığını yaralayıp ruhuna işkence çektiren bir şeydi. Aslında savaşın kendisi başlı başına insanlığın en büyük illetiydi. Rafael aynen emredildiği gibi bizzat donanımı kontrol etti. Şahin Başçavuş bile ekşi bir surat ile yardım etmişti askerlerin denetlenmesine. Takımın rütbelileri de devriye ve istasyon kurulumunda bu kadar silah ve cephaneye işkence gözü ile bakmıştı. Hatta Okan Teğmen açıkça ağlamaklı olmuştu çünkü Hummex 2’deki yedek cephanenin sorumluluğu ona aitti. Bu, bir çatışma anında koca bir mermi sandığını yüklenmek demekti. Sonunda tatsız bir görev için son kontroller de yapıldı ve istasyon sandıkları BMP kamyonuna, askerlerin yanına yüklendi. “Birinci manga rütbelileri öndeki Hummexde benimle olacak. İkici Hummex ikinci manga rütbelilerinin. Panterler iki ön, iki arka ve iki ileri keşif şeklinde guruplanacak. BMP, Hummexlerin arasında olacak. Yani standart ilerleyeceğiz arkadaşlar. Bununla beraber herkesin gözünü dört açmasını istiyorum. Endişelenmek için yeterince sebebimiz zaten var. İstanbul’da hakim değiliz ve düşmanca hareket eden silahlı guruplarla çatışmalarımız devam ediyor. Son günlerdeki yavaşlamaya dikkatimiz çekildiği için bugün daha bir temkinli olacağız,” diye konuşurken üzerindeki kıyafeti gösterdi Cihan Yüzbaşı, “Bu sizin giydiklerinizden daha hafif ya da rahat değil. Ve ben de sizden daha mutlu değilim. Hadi gidip görevimizi yapalım olur mu?!” Askeri ve rütbelisi ile hep bir ağızdan çıkan tek ses, güçlü ve yırtıcı bir onay nidası ile Cihan Yüzbaşı komutasındaki 51. Vurucu Komando Takımı araç binip yola koyuldu. “Ne var o çantada Ural?” diye sordu Hüseyin Çavuş. Şahin Başçavuş nakliye kamyonunun ön tarafında Süleyman Çavuş ile beraberdi. Hüseyin’in askerlerin başında olması Şahin’i rahatlatıyordu. Hem Süleyman daha bir geyik bir yol arkadaşıydı ve önlerinde epey yol, bir dolu iş vardı. Ural fazladan bir yük olarak taşıdığı çantayı açıp sırıtarak gösterdi. “Oohhhaaa!” nidası Özgür Onbaşı’dan geldi. “O düşündüğüm şey mi?” diye sordu Levent. “S-40 tipi KANN-S mermisi,” dedi Ural gevrek gevrek. S-40, iki safhalı KANN-S keskin nişancı silahının kullandığı mermi çeşitlerinden patlayıcı özellikli olanıydı ve zırhlı araçları da etkisizleştirecek kapasitedeydi. “Onun bizde olmaması gerekiyor. Sadece SAT’ların envanterindeydi. Nerden buldun?” diye ağzının suyu akarak sordu Levent. “Yeşilköy Baskını’nda ele geçirdiklerimizden. Numune amaçlı birkaç kutuyu zulaya atmış olabilir miyim acaba?” diye gülüyordu Ural. “Bir kutuyu bana vermezsen seni Şahin’e ispiyonlarım.” diye şakayla tehdit etti Levent. Diğerleri buna gülerken Ural; “Kardeşim, lafı mı olur? Al bakem,” diyerek bir kutuyu hemen uzattı. İki Nişancı da ağızları kulaklarında gülümsüyordu. “Dikkatli kullan birader.” “Çocuk diiliz abisi. Elimizdeki nedir biliyoruz.” Yolun başları böyleydi. Şamata ve muhabbetle, tasasızca ilerlediler. Askerler ölümü en iyi bilenlerdi. Yaşamı da.. Ölümden zaman çalarak yaşadıklarını biliyordular. Ölümden kaçış yoktu. Bu nedenle hayatı gülerek ve neşe ile yaşamayı ve de yeri gelince de savaşmayı çok iyi dengeleyebiliyordular. Askerler sivillerin, sıradan insanların garip bulacağı bir eğlence ve yaşam tarzına sahiptiler ve onlar da sıradan insanı garip buluyordular. Bu komikti ve de acıydı. Tanıdık ve kontrol altındaki bölgede ilerledikleri süre boyunca rahattılar. Yenişehir İnşaat Sahası dışına çıktıkları andan itibaren yolun rengi değişmişti. BMP’nin kurşun geçirmez branda kasa örtüsünde, askerlerin dışarıya atış yapabileceği atış yuvaları vardı ve şimdi herkes ayakta, silahları hazır biçimde, dört gözle etrafı tarıyordular. Sessiz ve boş sokaklarda kimseyi görmeden ve hiç bir şey duymadan ilerliyordu devriye. Yağmur kalınlaşıyor ve hızlanıyordu. Hava bulutlu ve karanlıktı. Koca metropolde deprem ve meteora rağmen hala üç milyon kişi olmalıydı. Şehir o kadar hasar almamıştı. Meteor yağmuru hasarı bölgesel ve aslında bu büyüklükte bir şehir ve nüfus için çok zayıftı. Radardan izlendiği kadarı ile düşen meteorların büyüklüğü bir iki metre çapa ancak ulaşmıştı. Ama meteorlardan daha kötüsü halkın kendine ettiği idi. İnsanların deliliği sınır tanımamıştı. Ayaklanmanın karmaşası ve suç dalgası çok kan ve gözyaşı akıtmıştı. İnsanların çoğu korku ve dehşet içinde bulabildiği her delikte yaşamaya çalışıyor ve saklanıyordu. Otorite ve kanun olmadığında orman kanunlarının neler yapabileceği ve insanın ne kadar çirkinleşebileceğini görmek askerlerin kendi vatandaşlarına silah çekme konusundaki çekincelerini kısa sürede çok zayıflatmıştı. Her şeyden önce onların da aileleri vardı ve birilerinin kendi ailelerine bunları yaptığını düşünmek onları çok etkilemişti. İki saat boyunca ilerlediler ve planlanan hakim noktalara RRP istasyonları olan çanta boyutlarındaki cihazları ve antenlerini yerleştirip kamufle ederek görevlerini yaptılar. Sonra işler değişmeye başladı. Motosikletli birimler olan Panterler AVİ iletişim kanalından görüntülü bir mesajla ilginç bir durum bildiriyordu. “Cihan Yüzbaşım, Kedi 3 bildiriyor. Bu görüntüyü alabiliyor musunuz?” Görüntüde yeşil yosunla kaplı sokaklar ve meteor hasarı olduğu belli olan hasarlara sahip binalar vardı. Yosunların arasından yer yer ilginç tropikal ağaç ve bitki kümeleri de fışkırıyor gibiydi. Yani buna benziyordu en azından. “Görüyorum Kedi 3. Deniz seviyesinde misiniz?” “Rakım tam olarak yüz elli bir Komutanım. Şehitler Tepesi’nin güney kısmında burası. Kuzeydoğu, Stadyum bölgesinin en kuzey ucu. Etraflıca araştırma için izin istiyorum.” “İzin verilmedi Kedi 3. Bizden çok öndesin. Mevkini koru. Sana doğru geliyoruz.” “Anlaşıldı, tamam.” “Kedi 4 ve Kedi 6. Önden gidip Kedi 3 e katılın.” “Anlaşıldı.” “Yoldayız. Tamam.” “Biz de gidelim. Sür Cengiz.” “Emredersin Komutanım.” “Komutanım, meteorların boğazda yol açtığı tsunami o rakıma çıkabilir mi?” diye soran Melisa Üsteğmen’di. Narin ve hanım hanımcık bir doktora göre savaş şartlarında inanılmaz bir sertlik ve askerlik sergileyen bu subayın halleri Cihan’ı hep şaşırtıyordu. Bazen ukala bir çokbilmiş bazen ise tam bir iyi öğrenci tavırları ile öne çıkıyordu. “Denizbilimci değilim ama o rakım bir yana benim gördüklerimi siz de gördünüz. Rüya değildi, değil mi?” “Ben sizinle aynı fikirdeyim komutanım. Bir ay su altında kalsa bile o halde olmamalıydı orası” diyen Murat Üsteğmen idi. Genç Dilaver Teğmen heyecanlanmıştı. “Ne demek oluyor o zaman bu gördüklerimiz?” “Gidip göreceğiz Teğmenim,” dedi Cihan Yüzbaşı. Ve yola çıkmıştılar.. Daha on dakika yol almıştılar ki öncüden mesaj geldi. Miğferlerinde bulunan kameralar ve AVİ’leri sayesinde bütün tim üyeleri sesli ve görüntülü haberleşebiliyordu. “Temas bildiriyorum. Saklanıyorlar.” Ve aynı anda da arkadaki Panterden bir mesaj geldi. Bu aslında tam bir feryattı. “Pusu! Pusu! Pusu! Arkayı kapatıyorlar! LAW ve RPG görüyorum! Kalabalıklar!” Cihan Yüzbaşı ilk kez pusuya düşmüyordu. 51. Vurucu Komando Takımı da ilk kez pusuya düşmüyordu. Aynı emri birçok ağız aynı anda haykırırken emri bütün takım süratle ve eğitimini aldığı şekilde uyguluyordu. “Araç terk et!!” “Araç terk et!!” “Araç terk et!!” Araçlar terk edilirken 51.takım; Yalnız Kurtlar, siper alarak yayılıyordu ve roketlere toplu hedef olmamak için süratle hareket ediyordu. Silah sesleri patlamıştı. Yoğun ateş altındaydılar. Roketler havada uçuşmaya başlamıştı. Bu ilk atışlar pusuya düşenlere epey umut vermişti. Savaş deneyimli takımın her üyesi kısa sürede düşmanın iyi nişancı olmadığını biliyordu ama sevinmek için çok erkendi. Cihan takımının durumunu görebiliyordu. AVİ’si bütün takım üyelerinin yakınlarda oldukları sürece sağlık durumu ve yer bilgisini ona söyleyebiliyordu. Ama Kediler uzaktaydı ve uydular ile GPS olmadan arazi şekilleri ile mesafe engelleyiciydi. “Kedi 1! Kediler ne durumda?!” diyerek en yakın ve ulaşılabilir Panter’e seslendi. “Sağlam ve süratle bu tarafa akıyorlar.” “Sizden tam keşif istiyorum. Saflarının arkasında kalın. İyi değiller ama kalabalık gibiler. Ateş güçleri ve sayıları bilgisine ihtiyacımız var” “Anlaşıldı. Mesafeli keşifteyiz.” Cihan adamlarına döndü. Mermiler havada uçuşuyordu. Pusucular bir Humex’i güç bela vurmuştu ama arkasındaki Okan oradan çoktan uzaklaşmıştı. Bir binanın alt katındaki dükkana kafadan dalmış ve sağlam bir siper bulmuş olan kamyondaki guruba katılmıştı. “Rapor verin! Herkes sağlam mı?!” diye AVİ’den seslendi Cihan. İlk cevap veren Şahin Başçavuş idi. “BMP sağlam ve tam teçhizat. İyi bir örtümüz var. Şimdilik idare ederiz. Okan Teğmenim de yanımızda.” Rafael Yüzbaşı da aynen cevapladı. “Humex 2 tayfası sağlam ve tam yüklü. Yer değiştirip tutunuyoruz. Sağlam bir mevzi arıyoruz.” Yağmur sağanak halde yağıyordu. İstanbul sokakları her yağmurda olduğu gibi yine dereler gibi akıyordu. Şimşeklerin ışıkları bulutlu ve karanlık havayı yırtıp duruyordu. Cihan Yüzbaşı ağzını açacaktı ki bir roket siper aldıkları köşe başını ıskalayıp az ileride patladı. Etrafa beton ve çam parçaları alevlerle beraber patladı. Cihan Yüzbaşı kendini yüz üstü yere atarken alevler ve cam parçaları, beton ve tuğla molozlarıyla beraber üzerinden akıp geçti. O daha ayağa kalkamadan BMP gurubu topçu tüfeği ve roketatarları ile karşı saldırıya başlamıştı. Şahin Başçavuş ve askerlerin çıkışı çok etkiliydi. Nişancılar roketçileri bir bir indiriyordu ve boşta kalan zamanda da ıskalamadan diğerlerine destek oluyordu. İki tane topçu tüfeği, iki tane G6 ağır makineli ve iki tane ROM roketatarları vardı. Kalan takım üyelerinin hepsi piyade katili adı ile ünlenmiş çok hızlı ve güçlü bir silah olan FAMAC piyade tüfeği taşıyordu. Silah dipçikten yüz yirmi mermilik bir şarjörle besleniyordu ve doldurmadan daha uzun süre kesintisiz ateş etme imkanı vererek ateş üstünlüğü sağlıyordu. Savaş gurubu bu haliyle çok etkiliydi. Silah ve donanım üstünlüğü, eğitim ve savaş deneyimi ile birleşince bu kaçınılmazdı. Şimdiden düşmanları ağır kayıplar vermişti ve pusu dağıtılacak gibiydi. Ama öyle değildi. Düşman kayıp veriyordu ama pusu dağılmıyordu. Sel gibi akıyordular. Düşenin yerini yenisi alıyordu. Böğürüp gırtlaktan anlaşılmaz haykırışlarla saldırıyordular. Yalnız Kurtlar el bombaları ve ağır makineli desteğinde bir saldırıya kalktıkları esnada düşmanın da aynen sertlikle karşılık vermesi ve ölerek karşı koyması üzerine geri çekildiler. Sayı üstünlüğü çok fazlaydı. Cihan küfretti. Düşman ölüm pahasına saldırıyordu. Böyle çılgınca, fanatikçe bir direnişi en son savaşta görmüştü. Ayaklanmanın delirttiği insanlar bile bir yerde kırılıp geriliyordu. Ama burada öyle değildi. “Kedi 2 bildiriyor. Sayıları çok fazla. Çevrenizde silahlı beş yüz kişi var. Kedi 4 bu yöne ilerleyen iki yüz kişilik bir gurup bildiriyor. Geri dönüş yolunu barikatla kapatan gurup da yüz kişi kadar. Tam evlerinin ortasındayız. Tek açıklık kuzeydoğu yönünde. Yaya kaçış mümkün. En zayıf hat burada. Sadece otuz kırk kişi sayıyorum.” “ O halde uzaklaşma pahasına o yönü kullanacağız. Ama bu konuda içim rahat değil, bir salak bile bu kadar büyük bir güç varken bu kadar zayıf bir kenar bırakmaz. Bir şey biliyor ya da planlıyorsa o başka.” “Üzerinize kapanacaklar Komutanım. Binalar sizi bir süre koruyabilir ama roket atışı yoğun ve bu binalar ise bunu kaldıramaz. Dar alandasınız.” “Başka şansımız olmadığını biliyorum..” diyordu Cihan ama konuşması AVİ’ den herkese seslenen bir uyarı ile kesildi. Melisa Üsteğmen’in sesiydi bu. “Gaz maskeleri! Gaz maskeleri! Kimyasal silah kullanıyorlar! Gaz maskeleri!” Tek bir soru ve tereddüt olmadan takımın doktorunun uyarısı ile herkes gaz maskelerini takmıştı. Çatışma sürerken, bir yandan da gerçekten düşman, turuncu el bombası benzeri silahlarla saldırısını yeni bir şekle sokmuştu. Kurtlar da buna sert cevap veriyordu. Silahlar isabetle ateşleniyor ve el bombaları ile topçu tüfeği atışları kalabalıkları havalarla uçuruyordu. Çevreye sarı ve turuncu renkli toz bulutları saçan bombalar gaz maskeleri sayesinde etkisiz olsa da yer yer görüşü iki taraf için de engelliyordu. Cihan, sürüne koşa, ateş altında ilerlemiş ve etrafında mermiler vınlarken doktorun yanına ulaşmıştı. “Yüzbaşım! Murat Üsteğmen etkilendi. Bilinci kapalı.” Daha bir şey soramadan bir mesaj daha geliyordu. “Komutanım, düşman yaralılarından birinin yanındayım! Buna inanmayacaksınız ama bu adamın bildiğimiz türden insan olduğunu sanmıyorum.” Bu noktada Şahin Başçavuş konuşmadan sadece miğferinin kamerası ile görüntüleri aktardı. Yaralı düşman polis üniforması giyiyordu. Cüssesi çok kaslıydı ve aşırı derecede kıllıydı. Gözleri de akına kadar kapkaraydı. Parmak uçları tırnaksız ve etsiz, sırf pençe misali kemiktendi. Ölmek üzere olduğu belli olan düşmanın nefretle sıkılı dişlerinde ise sivri azı dişleri ve keskinlik göze çarpıyordu. Et obur vahşi bir hayvanı andıran bu düşmanın attığı şeyler ise Şahin’in deyimi ile “..bir tür kocaman bitki tohumu ya da öyle bir şey gibi..” idi.. Patlayarak çevreye sarı dumanlar, toz bulutları yayan bu şey gerçekten de bıçakla kesilince bir bitki tohumu gibi görünüyordu. “Bu ne s…. böyle?!!” diye koca bir küfür savurdu Savaş. “Neler oluyor burada!?” diye kendi kendine bağırdı bir diğeri. “Yarma harekatına hazır olun. İstikamet kuzeydoğu. Bayır yukarı köşeleri siper alarak süratle ilerleyeceğiz. Bu sokaklardan akmaya devam edecekler ama önemi yok. Bayırı bir kez aşarsak stadyumun yanındaki metro girişine kadar arkamıza düşmek zorundalar. Sağlam bir bina orası. Parça parça destekli çekilirsek oraya kadar ulaşmak sorun olmaz. Nişancılar önden gidip yerleşecek. En son ağır makineliler ve topçular benimle gelecek. Panterler! Biz yoldayız. Gözlerimiz olun. Destek ulaşana kadar kör kalmak istemiyorum! ” dedi Cihan. “Anlaşıldı Komutanım. Uzaktan devam ediyoruz.” Ve birkaç dakika süren pozisyon yenilemelerin ardından harekete geçildi. ROM roketleri çemberin zayıf kısmı olduğu bildirilen kenarı parçaladı ve cesetlerin üzerinden atlayarak koştu Kurtlar. Ağır makineliler ve topçu tüfekleri arkalarından sel gibi akan düşmanı yavaşlatıp dağıtıyordu. Saklanmak ve adım adım izlemek zorunda kalan düşman arkalarındayken Kurtların büyük bölümü yeni direnç noktalarını hazırlamak için önden gidiyordu. Bu arada Cihan Yüzbaşı da Gökdelen ile ikinci kez bağlantı kurup yeni bilgileri ulaştırıyordu. Burada bir Mavi 09 vardı! Çekilmeleri karşı taraf için hayli kanlı olmuştu. Düşmanın, zırh ya da çelik yelekleri olsa bile, ki yoktu, Kurtlar’ın silahları en kıyıcı özel harekat silahlarıydı ve onları çok iyi kullanıyordular. Buna karşılık güruhun silahları genelde M16, G3 ve MP5 gibi Kurtlar’ın zırhlarının dayanıklı olduğu türden silahlardı. Hem zaten yaralanmalara sebep olacak türden dik açılı bir isabete yol açacak kadar yaklaştırmıyordular düşmanı. Az bir zaman sonra nişancılar metro sığınaklarına giden terk edilmiş girişe ulaşmış ve binanın üçüncü katına sağlam bir mevziye silahlarını kurmuştular. Önlerinde yaklaşık sekiz yüz metrelik bir bulvar ve oradan arkalarında düşmanla çekilecek dostları vardı. KANN-S ikinci safhası hazırdı. Dokuz yüz metre ve üç bin metrelik iki safhalı atış kabiliyetli silah yere oturtulup ilave parçaları takıldığında üç bin metreye etkiliydi. Bir mermiyi o mesafeye bir buçuk saniyede, hassas bir isabet oranı ile ve üç dört kişiyi delecek bir güçle gönderiyordu. Yere mıhlanmış ve iyice bağlantıları sıkıştırılmış koca nişancı silahı üç bin metreden parmak izi alabilecek teleskobik dürbünü ile atışa hazırdı. Gurup da yerleşmiş ve barikatlar kurup mevzi hazırlıyordu. “Arka ve yan kapılar çelikten ve kapalı. Tuzakladık komutanım,” diyerek Şahin Başçavuşa bildirdi Süleyman Çavuş. “Bina içi temiz ve yaklaşma istikametleri tuzaklandı komutanım. Sadece ön cepheden gelebilirler” diye rapor verdi Hüseyin Çavuş. “Biz de ön kapıyı sağlamlaştırdık Şahin. Nişancılar sadece roketçileri gözetleme emri aldı. Gerisine karışmayacaklar. ROM’cular ikinci katta. Yanlarında Okan ve Dilaver var. Zemin katı on FAMAC kolluyor. Hazırız” diye ifade etti Rafael. “Hazırız komutanım” diyerek kararlı bir ifade ile başını salladı Şahin Başçavuş. “Komutanım, hazırız,” diye AVİ’den bildirdi Rafael. “Yoldayız!” diye cevapladı Cihan, “Özgür, Kazım, Savaş, Zülküf! Ricat ediyoruz! Tekrar ediyorum derhal ricat! Geri çekiliyoruz! Mevzi yerleşti!” Emir aynen alınmıştı. Hemen uygulanmaya başlandı. Çekilme süratle başladı. Sızma ve operasyon sonrası süratle uzaklaşma konusunda Kurtlar kadar iyi olan timler sayılıydı. “Ricat!” “Ricat!” “Ricat!” “Ricat!” Geride düşman akışını korkunç ateş gücü ile baskı altında tutan beşli ateşi bırakıp süratle aralardan ve köşelerden, yanmış araba ve otobüs enkazları arasından koşturmaya başladığında ilk bocalama sürecinin ardından düşman da peşlerinden hücum etti ve arkalarından bayırı devirip bulvara adım attı. Adım atmaları ile de en öndeki RPG roketatarı taşıyıcısı göğsünü parçalayıp geçen bir KANN-S mermisi ile ikiye bölündü. Mermi yoluna devam etti ve arkasındaki cephanecisini de vurup sırtındaki yedek roketleri patlattı. Ceset parçaları havada uçuştu. Şanslı bir atış ve çekilenlere zaman kazandıran bir gelişmeydi bu. Düşman yavaşlamıştı. Ayaklanmanın aylardır yol açtığı yıkım ve şiddetin göstergesi olan bulvardaki otobüs, araba enkazlarını siper alarak ilerlemeye başlamıştı. Yine de ölüyordular. Cihan durup geriye baktı. Düşen düşmanın roketlerini diğerleri yükleniyordu. Hafif silahlar bırakılsa da roketlerin çoğu hemen el değiştiriyordu. Mavi 09 vermişti ve kararının arkasındaydı. En azından uzaylı değilse bile bunlar sıradan bir durum değildi ve bunun bildirilmesi gerekliydi. Umutsuzluk için bir neden yoktu. Savaş bu hali ile daha bitmemişti ama savaşta kazalar olabilirdi! Bildirmesi iyi olmuştu. Koşmaya devam etti. Çatışma sertti. Düşman gelmiş ve kapanmıştı. Beş dakikadır ağır bir ateş gücü ile savaşan Kurtların çevresi ceset çemberi olmuştu. Bir iki roket binayı vursa da bunun çok daha fazlası ateşlenemeden nişancı mermileri ile yere düşmüştü. Sonra uyarı mesajı geldi. “Kedi 1! Kedi 1 bildiriyor! Doğudaki arterden size akan kalabalık hareket görüyorum. Bunlar da ne böyle!! Neler oluyor Komutanım!” AVİ’lerin ekranı çatışma sürerken göz ucu ile kontrol edildi. Motosikletli Panter birimi vur kaç ve istihbarat için donanmış bir birimdi. Sahip oldukları özel teleskobik görüş cihazları çok kabiliyetliydi. Ayrıca iki kişilik motosikletlerin model uçak büyüklüğünde bir keşif helikopteri fırlatma-yönetme kabiliyeti vardı. Havadan aktarılan bu görüntülerde herkesi donduran şeyler görmüştüler. “Bu ne böyle!!” “Allahım!” Küfürler şaşkınlık kadar korku izi de taşıyordu. Çok kalabalıktılar.. Ve kesinlikle bugüne kadar böyle bir şey görmemiştiler. “Kangal kadar büyükler ama köpek değiller!” dedi Levent. “Örümceğe de benziyorlar” diye şok olmuşça konuştu Ural. Kanı donmuştu. Terliyordu. Korkuyordu. Bin tane vardı bunlardan. Ve hepsi de üzerlerine doğru koşuyordu! “Ateşe devam Kurtlar! Ateşe devam! Önce elimizdekilere bakalım! Buraya ulaşmaları beş dakikadan önce olmamalı! Ateşe devam!” Ve ateş yeniden sertleşip öfke ile yüklenerek düşman insan güruha vurdu. “Cephane raporu!! Cephane Raporu!” Şahin Başçavuş herkesi süratle kontrol etti. “Yedeklere geçtik. Harcadığımız kadar daha var komutanım” dedi. Bu yetmeyecekti. Destek ulaşana kadar direnebilmeleri tek şanslarıydı. Kendi başlarına buradan çıkamazdılar. Cephane olmadan bunu yapamazdılar. Bunları düşünürken bina içinden gelen Block tabancası sesleri ile hepsi arkalarına döndüler! Yaralıları; Murat Üsteğmen, silahını çekmiş ve yattığı yerden yanındaki Melisa Üsteğmen’e mermi yağdırıyordu. Cihan Yüzbaşı ve Şahin Başçavuş aynı anda bellerindeki elektrikli tabancaya uzanıp tıbbi müdahale esnasında zırhı çıkarılmış Murat’ı vurdular. Murat yere baygın düşerken Şirin Yüzbaşı hemen doktorun yanına koştu. Melisa’nın miğferini ve zırhını çıkarıp yarasına baktı. Bir parça rahatlamış bir halde konuştu, “Haklıymışlar. Yeni zırh yakından Block atışını durdurabiliyor. Sadece bayılmış. İyi olacak.” Şaşırmaya ve soru sormaya vakitleri yoktu.. Herkes yine dikkatini dışarıya verirken Şahin Başçavuş, Cihan Yüzbaşı’ya seslendi, “Komutanım, Şuna bakın.” Murat’ın gözlerini gösteriyordu. Rafael çok nadir küfür ederdi ve şaşkınlık ve öfke ile beraber ağzında koca bir küfür çıktı. “Aynen komutanım,” dedi Savaş. Murat’ın gözleri de kararıyordu. Derin nefes alıyor ve titriyordu. Terliyordu. Teri sarı renkteydi. Vücudu zangır zangır sarsılıyordu. “Bağlayın, kelepçeleyin. İki üç kat bağlayın.” dedi Cihan, “Şirin, Melisa’yı ayılt. Az sonra herkese ihtiyacımız olacak.” Yalnız Kurtlar son çarpışma için bütün silah ve cephanelerini kolay ulaşılır bir şekilde önlerine yerleştirirken Omega’nın güçlendirdiği sinyallerle Gökdelen, Kurtlar ve Panterler ile bağlantıyı sağlamıştı. Az sonra Paşa ve Cihan konuşuyordu. “Yetişebilmenize sevindik komutanım. Cephanemiz yedeklerde ve çok kalabalık düşman saldırısı altındayız.” “Mavi 09 bildirmişsiniz Cihan?” “Komutanım siz karar verin. Doğu istikametinden yaklaşan bine varan sayıda olası düşman mevcut. Bir dakikaya burada olurlar. Tanımlamakta güçlük çekiyoruz.” Burada araya süratle ve heyecanla Kemal Yarbay giriyordu. Göz küresinin teleskobik optikleri ekrana her şeyi seriyordu. “Komutanım!! Şuna bakın!” sesi dehşet doluydu! Paşa bela gördüğü zaman tanıyacak bir askerdi. Sesinde askerleri için endişe ve acele tınısı vardı. Sesi eyvah ediyordu! “Bakacak zaman yok Kemal! Bakacak zaman yok! Bu ne Allah’ın belası böyle!” dediği anda helikopteri binanın arkasından kaldırmış ve ileriye süratle hamle etmişti. “Kemal otomatik top kumandası bende, roket ve füzeler sende! Buraya bir baraj kuruyoruz!” Ateşe başlamıştı Paşa. Pilot miğferi nereye baksa otomatik top o yöne dönüyor ve Paşa tetiği asıldığında oraya saniyede yüz mermi fırtına gibi vuruyordu.. Roketler ve füzeler kalabalık ve sıkışık bir halde koşturan düşman yaratık sürüsünü kısa sürede parçalayıp çok küçük bir guruba indirmişti. Paşa’nın durmaya niyeti yoktu. Ama uyarı geldi. “Nişancı konuşuyor, Komutanım, roketçiler helikoptere doğru yöneliyor. Görüşümün dışına kayıyorlar,” diye bildirdi Ural. “Nişancı 2, Bende de durum aynı komutanım,” dedi Levent. “Yeniden konumlanıyorum. Anlaşıldı çocuklar,” diye bildirdi Paşa. Omega konumlanırken Cihan karşı saldırı emri verdi ve Kurtlar binadan çıkıp düşman hatları arasına daldı. Son el bombaları ve roketler savruluyordu.. Kısa sürede artık yakın çevre tamamen güvenlik altındaydı çünkü üç Blackhawk helikopteri de beş dakika sonra atmış kişilik tam donanımlı bir vurucu destek indirmişti. Çevrelerinde on Cobra ve iki Omega saldırı helikopteri ile dikey iniş kabiliyetli nakliye uçağı olan Hurricane’lerden birinin indirdiği iki Zırhlı Personel Taşıyıcı yerlerini almıştı. On dakika sonra çevre emniyeti yerden ve havadan tamamen sağlanmıştı. Şeref Paşa’nın helikopteri yere inmişti ve Paşa çevreyi inceleyip süratle bilgi alıyordu. Hava karanlıktı, iç karartıcıydı.. Çatışmanın cereyan ettiği bu geniş bulvar hem önceki enkazlar hem de şimdi bu koca güruhun kanlarıyla ürkütücü bir manzaraydı. Parçalanıp yarılmış köpek ve insan cesetleri yağmurla birleşince bu yüksek İstanbul tepesinden dört bir yanına kızıl ve yeşil kan nehirleri akıyordu.. Keşif esnasında insansı ve köpeksilerin arasında canlılara rastlanmıştı. “Ne yapalım Paşam?” diye sordu Kemal Yarbay. Paşa bir an durup düşündü. Ne yapılacağından çok onları nasıl isimlendirmesi gerektiğini düşündü. “İnsansıların hepsini yanımıza alıyoruz. Emniyetli bir biçimde Gökdelen’deki revire götürelim. Bu canavarların içinden bazılarını da istihbarat amaçlı incelemeliyiz. Silahlı muhafızlarla nakledeceğiz. Gökdelen’e bilgi verin hazırlık yapsınlar. Kalanları öldürün.” “Emredersiniz Komutanım.” Herkes hala gaz maskelerini takıyordu çünkü bu köpeklerin vücudundan da yer yer spor bulutlarının patladığını görmüştüler ve şimdi cesetleri bile ara sıra spor püskürtüyordu. Yağmur altında maskeli bir halde alana yayılmış askerlerin hepsi savaş alanı ve çatışma görmüş gazilerdi. Ama burası başkaydı; burası açıkça sinirlerini bozmuştu. Az ileride Kurtlar bu köpek yaratığı inceliyordu. Etrafta iki yüze yakın bunların cesetlerinden vardı. “İyi ki silahsızlar” dedi Savaş. “Müdür, süratlerini gördün mü!?” diye sordu Kazım. “Bir tanesi ikinci kata hiç yavaşlamadan örümcek gibi tırmandı a.. k..” diye bir küfür savurdu Yaşar.. “Şarjörün yarısını boşalttım ama hala kıpırdıyordu o.. ç..” “Ben birini tek atışta bitirdim, üzerime koşuyordu. Tam kafadan vurması koşarlarken kolay” dedi Okan Teğmen. “Yaşar vurmasaydı biri beni biçiyordu, akşam helvamı yerdiniz artık,” derken yaratığın aynı zamanda koşarken bacak olarak kullandığı dört ön kolunu işaret etti Faruk Onbaşı. Kasatura gibi kocaman pençelerden her elinde üçer tane vardı. Altı ayakta koşup iki arka ayağında yükseliyor ve sonra dört ayak kolu ile pençelerini savuruyordu. Yüzünde bir örümcek gibi pek çok göz ve örümceğimsi bir ağız yapısı vardı. Korkunç ağız uzuvları hem diş hem kıskaç gibiydi ve bir insanın göğüs kafesini umarsızca parçalayabilirdi. “İyi ki silahsızlar. Süratleri umurumda değil. Cephanem olduğu sürece bunlarla uzaktan dövüşürüm. Ama yaklaşırlarsa teke tek kalmak istemem,” dedi sinirlice gülümseyen Savaş. Sessizce bu konuşmaları izleyen Paşa ve Cihan da aynı fikirdeydi. “Derhal bu bölgeye izleme istasyonları kurulsun ve uzak takipte kalınsın. Kemal, Gökdelen ve Tepeyurt subayları brifing için Gökdelen’de hazır bulunsun. Yer devriyeleri zırhlı olacak ve asgariye inecek, konumumuzu güçlendirmeliyiz. Nöbetçileri arttırın. İzleme istasyonları kurulumu en kısa sürede bitecek. Hava gücü kırmızı alarma geçsin. Tam savaş durumu Yarbayım. Şu kuzeydeki bölgenin de havadan yüksek keşfi için Tepeyurt’tan bilgi alın, yeni pistlerin inşaatı ne durumda öğrenin. Süratli çalıştıklarını biliyorum ama tek pist yeterli değil. Meteor yağmurunun etkilerini olabildiğince silmeliyiz. Uçaklara ihtiyaç duyabiliriz. Bu lanetin ne olduğu belli değil. Sürprizleri sevmem.” İşte böyle konuştular ve herkes hemen işinin başına koştu. Gün öğleni devirip akşama kavuştuğunda Sığınaklar bölgesi olan Tepeyurt’tan gelen subaylar ve Yenişehir bölgesindeki vurucu üs olan Gökdelen’in subayları Paşa’nın istediği toplantıda hazırdı. Şeref Paşa toplantı salonuna girmek üzere iken AVİ’sinden bir mesaj geldi. “Söyle Oktay.” “Komutanım uzun mesafe bağlantılarının bir kısmı uygun durumda! Ankara hatta Komutanım!” Paşa süratle yürüdü ve salona girdi. Herkes selam için kalkarken oturmalarını işaret etti. “Oktay toplantı salonuna bağla. Büyük ekran.” “Geliyor Komutanım.” Bir iki saniye içinde Başkent Genel Kurmay Sığınağı ile bağlantıdaydılar. Şeref Paşa hattaki kişiyi tanıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Paşa’ydı bu. Bir eski dost daha.. “Paşam!” oldu Hikmet Paşa’nın ilk sözü. Şaşkınlık vardı sesinde. “Komutanım, üst düzey komutamız bana kadar, meteor yağmurunda kaybedildi. Komutamız şu anda Şeref Paşam’da” diye süratle açıkladı Kemal Yarbay. Hikmet Paşa kayıpları düşündü bir anda. Sonra teselli ile içindeki karanlık biraz aralandı. “Kara haberler ama sonunda Şeref Paşam orada duruma hakimken en ufak bir zafiyet söz konusu değil. Sizi aramızda görmek çok güzel Paşam.” Aslında alışılmadık ve tamamen gayri nizami bir durumdu ama bu olağanüstü şartlar altında, Paşa’nın emeklilikten gayri resmi dönüşü Hikmet Paşa tarafından sözlü ve resmi bir biçimde onay almıştı! Paşa başıyla sessizce selamladı. “Bununla beraber bizde de benzer kayıplar söz konusu ve zaman içinde telafisi güç olabilir. Genel Kurmay 1. Sığınağı tamamen yok oldu. Yüksek Komutanın büyük bölümünü ve pek çok askerimizi kaybettik. Üçüncü gündü. Genelkurmay Başkanımız ve Jandarma Genel Komutanımız da şehit oldular. Başbakan şans eseri 2. Sığınak'ta olmasa onu da kaybedecektik. Bununla beraber iyi gelişmeler de var. İletişim kısmen normale döndü ve elektromanyetik partikül yüklü meteor hareketleri duruldukça tamamen düzelmesini bekliyoruz. Meteor’un tek parça halinde vurmadığını biliyorsunuz. Son saatlerde savunma önlemleri ile en azından parçalanması mümkün oldu. Küçüklerin fırtınası az değil elbette ama Uzay Komutanlığı’ndaki uzmanlarımız bunun da kısa sürede durulmasını bekliyorlar. Bunun en kötüsünü atlattık.” “Bir tehdit söz konusu olabilir Paşam. Sadece bize özel bölgesel bir oluşum olabilir ama..” diyordu Şeref Paşa ama Hikmet Paşa atılıp sözünü kesti. Sesi heyecanlıydı. “Kod Mavi 09 mu Paşam!?” “Bilginiz var mı Paşam?” “Bütün üst düzey Generaller beş yıl önce bilgilendirildiler, Komutanım. Meteor’da parazit bir yaşam formu olduğu ve uzaylı bir ırk tarafından meteorların yayılmacı tohumlar gibi kullanıldığı söylenmişti. Küresel Güvenlik Örgütü evrende yalnız olmadığımızı ve bilinen üç ırk içinde Kovan adı verilen bu tehdidin bizim için en büyüğü olduğu bildirmişti. Hepimiz dehşete düşmüştük. Şaka değildi ve bu bilgi kanımızı dondurmuştu. Çarpışma sonrası her ne olursa olsun bu düşmanın dünyaya ayak basacağı ve gelişip insana yok etmek için saldıracağı bildirilmişti. Sanırım bize destek olan uzaylı bir güç de söz konusu ama bilginin dışında pek bir yardımlarının olamayacağı bildirilmişti.” Hikmet Paşa bir süre sustu ve kimsenin ağzının bıçak açmadı bu bir iki dakika boyunca.. Bu öyle kolay sindirilecek bir bilgi değildi. Meteor düşüyor dendiğinde ortalık karışmıştı. Şimdi uzaylılar meteorla geldiler ve bizi yok edecekler deniyordu. Bu bir kabus olmalı diye düşünüyordu herkes. Herkes uyanmak istiyordu. Bildikleri dünyayı geri istiyordular! Paşa o kadar da etkilenmemiş gibiydi. Büyük acılar görmüş bir asker ve komutan olarak bazen duyarsızlık derecesinde soğukkanlı olduğu çevresinde bilinen bir durumdu. “Bugün ilk kez karşılaştık. Çarpıştık ve şimdilik kazandık. İlk istihbarat sonuçlarımız çok ayrıntılı değil. Ama Karadeniz sahilinden dağları saran yosunumsu, çimenimsi bir bitki örtüsü çember halinde genişliyor. Farklı bir orman örtüsü gelişimi gözlemlendi. Bir noktada sıçrama ile İstanbul’a kuzeydoğudan giriş yaptığını tespit ettik. Bir bio-kimyasal ajan aracılığı ile süratle insan aklını kendi silah arkadaşlarına çevirebildiğine dair tecrübe edindik. Gaz maskesi kullanımı şimdilik bizi koruyor gibi. Ayrıca canlı ele geçmiş insan ve yaratık örneklerine sahibiz. Bilgilerimizi paylaşmalıyız.” “Elimizde kısıtlı bilgi var ve sadece ana hatlar. Ama size hemen bir dosya gönderilmesini sağlayacağım. Paşam, bu bir düşmandır. Doğasının süratli ve yayılmacı olduğunu ilk baştan söyleyebilirim. İstanbul içindeki yayılımı durdurmalısınız. Bunlar, gezegenlerin kendi canlı nüfusunu kullanarak istilasını hızlandırıyor. Bir metropolü ele geçirmeleri büyük bir felaket olabilir.” “Korkarım o konuda geç kalmış olabiliriz. Bilgilerimizi karşılaştıralım ve salim kafa ile bir değerlendirme yapalım.” “Size bir bilim ekibi gönderebilmeyi isterim ama burada hala bazı bölgeler meteor yağmuru nedeni ile uçuşa elverişsiz. Kıymetli insan gücü kaybı büyük zaafa yol açabilir.” diye konuştu Hikmet Paşa. “İnsan demişken Hikmet Paşam.. Bir an evvel düzen sağlanması da şart. İnsanlar hala bizim halkımız ve onlarla savaşıp onları öldürmektense onlar için savaşıp ölmeye daha meraklıyım. Ayaklanma başları süratle kesilmeli.” “Ne öneriyorsunuz Paşam?” “İmkanlar dahilinde, tespit edildikleri anda gece timleri ile başların alınmasını.” “Kazalar olabilir.” diye sordu Hikmet Paşa. Onun da bunu düşündüğü ve tartmakta olduğu anlaşılıyordu. “Vücudu kurtarmak için kolu verebiliriz Paşam. Kuru ve yaş olayı. Bu şart.” Hikmet Paşa onaylar bir edayla başını salladı. “Yapacağız ama zaman alacak. Bir yandan da düzeni tesis ve yeniden çarkların dönmeye başlamasını sağlamak zorundayız.” “İrtibatı koparmayalım Hikmet Paşam.” “İrtibatı koparmayalım Şeref Paşam.” Konuşmalar böyle oldu ve Subaylar bir süre daha o gün olanlar hakkında bilgilendirilip yeni emir ve görevlerle hemen vazifelerine koştular. Artık akşam ve sabah yoktu. Sadece uyunacak ve yemek yenecek kısıtlı saatler arasında durmaksızın bir mesai vardı. Paşa Ankara’dan Kovan ile ilgili dosyayı toplantıdan hemen sonra almıştı ve hemen inceleyip gizliliğine rağmen askerlere ve bütün sivil üs personeline bile dağıttırmıştı. Savaştaydılar ve düşmanı herkes tanıyıp bilmeliydi. Paşa sabah ilk iş ilk inceleme sonuçları için revire gitmiş ve bilgi almıştı. Buradaki donanım son derece iyiydi ve kapasite düşük bile olsa tam kabiliyetli minik bir hastane olarak anılmayı hak ediyordu. Ayrıca görevli doktor ve personel de çok iyiydi. Yenişehir bölgesinde özel teşebbüs imkanlarıyla yapılan, devlet sığınaklarına giremeyenlerin kaldıkları bu sığınakta kalanlar önemli ve değerli kişilerdi. Sığınakların kapasitesi ve kura çekimi nedeniyle dışarıda kalıp kendi başının çaresine bakmış sanatçılar, bilimadamları, ve zenginler ile ünlülerden bir topluluk artık Gökdelen’in sınırlarında ve himayesinde idi. “Sizi dinliyorum, Hocam,” dedi Paşa, demir hücrede ve elektrikli parmaklıklarla muhafaza edilen yaratığı bir kez daha incelerken. Aralarında hava geçirmez çift kat laboratuar izolasyon camı vardı. Dört silahlı ve zırhlı muhafız da camın hemen yanındaydı. Yaralı yaratık Rapor’da da yazdığı gibi bir günden kısa sürede ayağa kalkmıştı ve sağlamdı. Profesör Doktor Cemil Akça değerli bir bilimadamı idi ve yaratıkla o ve diğer iki profesör ilgileniyordu. “Dosyayı inceledikten ve subaylarımızdan bilgi aldıktan sonra süratle elimizden gelenin en iyisini yaptık, Paşam. Genel hatlar bize ulaştırdığınız dosya ile aynı. Süratle iyileşiyor, hızlı, güçlü. Pek zeki değil gibi ama aptal da değil. Daha ziyade bir şekilde böcekler gibi, uzaktan bir kraliçe tarafından yönlendirildiği doğru dersek, bu da normal. Yüzemiyor. Tırmanma kabiliyeti mükemmel. Tek silahı pençeleri diyemeyiz; Sırtının iki yanında spor kesecikleri var ve patlayan bir kese rapordaki gibi civardakileri solunum yolu ile etkiliyor. Bunun tazelenme süresi minimum iki saat. Elektrik ve ateşe bizden daha dayanıklı değil. Ama soğuk testinde çok güçlü çıktı. Yine de sıfır altı sıcaklıklarda metabolizması ve hareket kabiliyeti önemli ölçüde yavaşlıyor. Derisi sert ama tam bir zırh da sayılmaz. Gövdesinden aldığı hasarlara çok dirençli ama kafasına tek bir iyi darbe yeterli. Gövdede; tam göğüs ortasında, zırhlı bir kutu misali bir kemik kafes içinde, dayanıklı iki kalbi var. Buradan hasar alırsa ölüyor ama zorluğunu siz de takdir edersiniz. İlk incelememiz bu yönde Paşam. Çalışmalarımız devam ediyor.” “Askerimizin ve yaralı insansıların durumu nedir?” “Şu anda bilinçleri kapalı. Uyutmak zorunda kalıyoruz. Yaraları ciddi olanlardan bazıları öldü. Ama diğerleri süratle iyileşiyor. Paşam, sürat kelimesi de hafif kalır. Altı aydan önce yataktan doğrulamayacak yaralılar neredeyse tamamen iyileştiler. Bununla beraber kurtulmak için öyle çılgınca çabalıyorlar ki kendilerine zarar vermesinler ve kontrol altında tutabilelim diye uyutuyoruz.” “Eğer raporlardaki bilgiler bu durumda geçerli ise en kısa süre spor etkisine maruz kalan Murat. Onu iyi izleyin Doktor. İlk önce o bilincine kavuşmalı. Bize ne söyleyebilirse kardır. İnsanların uzak bir irade ile kukla gibi yönlendirilmesi ile ilgili daha çok bilgiye ihtiyacımız var.” Şeref Paşa bir süre sessizce düşündü. Köpekcek adı verilen yaratığa döndü. Düşmanın en kalabalık saldırı gücü olarak tanımlanan ve karşı karşıya olduklar mevcut tehdit buydu. “Yüzemediğinden emin miyiz?” “Raporda da öyle yazması bir yana test ettik Paşam. Yüzemiyor. Gazlara dayanıklı ciğerleri olduğu doğru ama suda boğuluyor. Bir dakika içinde çırpınması duruyor ve ölüyor.” “Bu iyi. Kemal, Şantiye depolarında bir sürü iş makinesi yatıyor. Biraz ortaçağ kaleciliği oynayalım. Sığınaklarda ve askeri personelde operatörler vardı. Gökdelen birinci ana güvenlik çemberinin dışına içi su dolacak bir hendek istiyorum. Mayın tarlasını da ekle buna. Yatmak ve ağlamak devri bitti. Herkes bir işle uğraşacak. Okulu da açın ve öğretmenlere sınıf verin. Zorunludur bu dediklerim. Sivillerin boş durmasını ve düşünecek vakit bulmasını istemiyorum. Bir milyon sivilimiz sığınaklarda boş oturuyor. Savaş askerlerin işi, siviller yaşayabilsin diye çarpışıyorsak yaşamalılar. Bu günden itibaren başladık. Sivil imkanları Gökdelen’in iç çevre düzenlemesinden inşaata kadar aklına ne geliyorsa oraya aktar. Subaylardan bir kaçını buna ata. Yaratıcılık yapabilirler. Güzel bir kışla istiyorum, çalışan ve kara kara düşünmeye vakti olmayan umutlu bir kışla istiyorum. Yaşamın yavaştan da olsa yeniden kurulması şart. Askeri kapasiteyi de arttırın. Savunmalar sağlamlaştırılsın. Stratejik noktalara beton ve çelikten ateş sığınakları yapın. İçine ağır makineli, alev makinesi, elektrikli parmaklıklar vesaire ve gatling ya da bu türden bir şeyler ile bolca cephane doldurun. Piyade silahı ve cephanesinde sıkıntımız yok, bunu kullanalım. Bu dediklerimin aynısı Tepeyurt için de geçerli. Şimdi Gökdelen’e geçelim de savaş baltalarımızı çıkartalım. En son ne durumdayız bakalım.” Az sonra Gökdelen’in kalbinde, adının kaynağındaydılar. Sadece ufak bir espri farkı ile. Yenişehir’in en yüksek binası olan atmış katlı bina iş merkezi olması için planlanmıştı. Ama meteor olayı patlak verince inşaatı camları bile takıldıktan sonra durdurulmuştu. Derin temelindeki çok katlı bodrumu sağlam bir sığınaktı ve bu koca bodrum vurucu üssün operasyon komuta merkeziydi. “Gelişme var mı Oktay?” Oktay Binbaşı, “Boğaz’da iki gemimiz ile az önce bağlantı kurduk komutanım” derken odadaki herkesin ağzı bir anda bir şakaya güler gibi kulaklara kadar varmıştı. Paşa da farkında olmadan gülümseyerek sordu. “Bu güzel bir haber ama sevinçten fazlasına gülüyor gibisiniz.” “Afedersiniz Paşam. Safir 2 sınıfı en yeni savaş gemimiz Ergenekon ve Derya C sınıfı en yeni denizaltımız Malazgirt bağlantı kurduklarımız.” “Ve…” diyerek sordu Paşa. “Komutanları Temel Albayım ve Dursun Yarbayım” Şeref Paşa bir an öylece durdu kaldı. “Atıyorsun!?” dedi Paşa. Paşa güzel bir kahkaha attı. Kemal Yarbay ve sonra da Oktay Binbaşı ve diğerleri ona katıldılar.. Uzun uzun hep beraber gülüştüler buna. “Oy anacığım oy. Bu uzun bir savaş olacak gibi..” diye güldü Paşa. Kemal Yarbay öğleden sonraki günlük toplantı da en son haberleri Paşa’ya ve diğer bölüm sorumluları ile birlik komutanlarına iletiyordu. Bu toplantılar artık her gün yapılacaktı çünkü Ankara ve diğer pek çok nokta artık ulaşılabilir durumdaydı. Her saat yeni bir yerler, yeni kurtulanlar ses veriyordu. Ve yeni yardım çağrıları alıyordular. “Ankara raporundaki bilgi ve tanımlamalar ışığında keşif uçuşlarımızı geniş alana yaydık ve gerçekten farklı tiplerde koloniler ile geniş bir alana yayılma sağladığını tespit ettik. Keşif uçaklarımız Karadeniz açıklarında iki yüzen koloni tespit etti. Rapordaki tanımlamalar ışığında ikisinin de maden söküm kolonisi olduğunu söyleyebiliriz.” Burada araya Tepeyurt’ta görevli en üst rütbeli havacı olan Cenk Binbaşı girdi. “Şimdi bu bitki ve böcek kökenli yaratıkların canlı bitki binalar ile su yüzeyinden deniz tabanına kök salıp, toprağın derinlerindeki demiri, petrolü, metali, cevheri emip bize düşman olarak yumurtladığını mı söylüyoruz!?” Cevap veren Profesör Doktor Cemil Akça idi. “Radyasyonu emen, metalleri topraktan alıp depolayan, rüzgara tohum saçıp yayılan, spor püskürtüp kendini savunan, hayvan ve böcekleri tuzakla yakalayıp yemek yapan bitkiler dünyaya yabancı değil. Bunları gezegenimizin kendi sakinleri de yapıyor. Ama bu denli evrimleşip tek bir amaca kilitlenen kolektif bir organizma değiller; bir iradenin kontrolünde değiller ve kapasiteleri çok önemsiz. Lakin görüldüğü üzere durum budur. Bilgiler ayrıntılı değil ve araştırmalarımız çok yetersiz ama bunlar kesin ki gezegenin kaynaklarını bir savaş endüstrisi gibi söküp işleyebilme ve canlı silaha, askere dönüştürme kapasitesi mevcut.” Raporda okunanların bu denli yetili bir ağızdan yorumlanması her şeyi daha bir başka hale sokmuştu. Kemal Yarbay tatsız sessizliği hemen dağıtıp devam etti. “Ana koloniyi tespit edemedik. Bulduklarımız maden kolonileri ve bunların asker tabir edeceğimiz köpekceklerden; adının bir askerimiz koydu ve öyle kaldı, ..” kısa, gergin bir gülüşme oldu, “dediğim gibi köpekceklerden üretme kabiliyeti yok. Civarda tespit edilen ve bugünkü hava saldırısının bir diğer hedefi olan şehir içindeki bölgeler ise sadece ikmal koruları ve spor kolonileri olarak isimlendirdiğimiz ileri sıçrama tahtaları. İstihbarat uçuşlarımız sürüyor. Maden üslerini izleyip ana koloni ile bir bağlantı yakalamayı deneyeceğiz. Bu arada Edirne ve Çanakkale ile iletişim sağlandı. Kovan sorunu hakkında bilgilendirildiler. Otorite tesisi ve suç dalgası onların en büyük sorunları. Ve son yeni haberlerimiz çok iyi yönde. Ankara, İç Anadolu’daki petrol kuyuları bölgesini ayaklanmacı topluluklardan arındırdığını bildirdi. Bildiğiniz gibi Kocaeli Petro-Kimya tesisimiz de sağlam ve bölgede düzen neredeyse tamamen sağlanmış durumda. Boru hattının Boğaz dibindeki kısmında onarım bitmeden iki ikmal tankeri dolusu yakıtı deniz yolu ile teslim aldık. Benzin ve jet yakıtı akışımız yakında normale dönecek. Ankara, iç kaynak üretim ve işleme kapasitesinin bir ay içinde rayına gireceğini söylüyor. Bu da yeterli bir süre. Meteor sonrası dönem için sığınaklar hazırlanırken en iyi senaryo düşünülerek ve kısa sürede gücümüze kavuşabilecek şekilde hazırlanmıştık ve bu da aşağı yukarı böyle bir durumdu.. Yani Kovan olmasa..” Gece yarısı olduğunda Karadeniz Kalkanı Operasyonu başlamıştı. Artık top uçaklardaydı. Tepeyurt’taki yeraltı hangarlarından inşaatı taze bitmiş pistlere sıralanan otuz F16 kalkışa geçiyordu. Bunlar birinci saldırı gurubu idi. Hedefleri doğrudan deniz üzerindeki kolonilerdi. İkinci gurup Omega helikopterlerinin yerinde ve anında keşfi ile saldırıya başlayacaktı. Bu gurup, Omegaların verdiği hedeflere nokta atışı yapacak olan on adet F22 savaş uçağından oluşuyordu. Orta Doğu Savaşı sırasında, Türkiye’ye satışları çok gürültülerle; İsrail lobisinin desteği ile, Amerikan senatosundan geçmişti. İsrail ile aynı cephede savaşmak onları hava kuvvetlerine kazandırmıştı. Yeni Türk politikası Meteor öncesi dönemde Orta Doğu ve dünyayı şekillendirecek yeni bir dönemin işareti idi. Ama Meteor araya girmişti. Uçaklar yarım saat sonra Karadeniz açıklarındaydı ve hedef radarlarındaydı. Uçaklar AVİ’nin araç versiyonu olan ASAVİ ile iletişim halindeydi. Saldırı gurubundaki bir F-16 son teknoloji keşif donanımı ile yüklüydü. “Kartal 1. Şahingöz bildiriyor.” “Devam et Şahingöz.” “Hala yaptığımıza inanamıyorum Ayhan. Sanki bir rüya gibi.” “Ne yazık ki değil Kaan. Buna ne kadar çabuk uyum sağlarsak yapılması gerekeni o kadar iyi yapabiliriz.” “Haklısın Ayhan. Tarayıcılarım Hedef 1 ve 2 üzerinde yeni yer oluşumları ve hava hareketi okuyor. Ankara Raporu’na dayanarak konuşursak Kolonilerin üçüncü gelişim safhasına girdiğini söyleyebiliriz. Sanırım.” “Sanma Kaan. Kaşif sensin. Muhakemene güvenildiği için o uçağı uçuruyorsun.” “Bildiriyorum. Şahingöz, Karadeniz Kalkanı ve Gökdelen için bildiriyor. Koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Tekrar ediyorum, koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Hedef 1 ve Hedef 2 de yeni yer oluşumları gözlemleniyor. Tanımlanamıyor. Hedef 2 üzerinde kalabalık hava hareketi. Pek yavaş hava hareketi düzenli ve kuzey – güney doğrultusunda kuzeye akıyor.” Safhalar olarak tanımlanan süreç önemliydi. Kovan bitki ve böcek yaşamlarının birleşimiydi. Binaları bitkidendi ve araçları, gereçleri de canlılar idi. Canlı binalar asker, silah ya da işçi türünde çeşitli Kovan yaratıklarını bir atölye; bir fabrika gibi üretebiliyordu. Bazı binaların en çekirdek kovan canlısı olan larva üretim kabiliyeti vardı. Kovan larvaları bina ya da kraliçelerin aşılamasına göre farklı canlılara dönüşüyordu. Böcek ağırlıklı olmasına rağmen Kovan’ın askerleri için kullandığı gen bankası geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Bir Kovan; bir yeni Kraliçe ve onun yeni istilacı filosu yolu ile yayılırken tamamen Ana Kovan ve Ana Kraliçe’nin bilgi birikimi ile yola çıkardı. Tohumlardan gelişmeye başladığında ise her canlı gibi zamanla büyümeye ihtiyaç duyardı. Bu gelişimi bir tür koza içinde ve belirli dönemlerde yaşardı. Bu dönemlerin; safhaların, sonunda gen bankasındaki kodlu bilgilerin yeni parçaları açığa çıkıp koloniye yeni kabiliyetler kazandırırdı. Gökdelen’de fikirler yürütülüyordu. “Ne diyorsun Kemal?” “Paşam, savunma kurduğunu ve de ana üsse nakliyelerini yakaladığımızı düşünüyorum. Ya da en azından askeri bir üsse.” Paşa başını salladı. “Karadeniz’in karşı yakasından hiç haber alamadık mı Oktay?” “Hiç ses yok Paşam. Sıfır saati öncesinde de oraları çok karışıktı Paşam.” diyerek Meteor düşmeden önceki ayaklanmaları ve karmaşayı işaret etti. “Öyle ama..” diyerek büyük savaş ekranını işaret etti. Şahingöz’ün alıcılarının aktardığı bilgiler operasyon merkezindeki ekranda anında yerini alıyordu, “..adamların hava sahasına doğru gidiyorlar ve onları izlersek ya da keşif için çok yaklaşırsak yanlış anlaşılabiliriz. İletişimimiz yok ve artık yeni bir dünya var beyler. Sınırların değişime son derece müsait olduğunu, fırsatçılığa gün doğduğunu fark ettiniz mi bilmem. Bunu ben böyle düşünüyorsam onlar da düşünecektir.” Paşa iyi bir noktayı işaret etmişti. “Operasyon uluslararası deniz ve hava sahaları dahilinde yapılacak. Rus sınırlarını geçmek bir yana yaklaşılmasını bile istemiyorum. Durumun vahametini operasyon güçlerine bildirin ve Komutamızdaki, iletişimdeki bütün üslere de bilgilendirme mesajı geçin.” “Paşam, ya karşı kıyının o kısmında bunu görecek bir otorite yoksa ve oradakilerin yardımımıza ihtiyacı varsa?” diyen ses Tepeyurt Operasyon Komutasındaki Cenk Binbaşı’nın sesiydi. Paşa sadece bir an düşündü. “Bana Ankara’dan Hikmet Paşa’yı bulun. Hemen.” Konuşmaları kısaydı. Hikmet Paşa bu durumla çok ilgilenmişti. “Paşam, Ruslarla ilişkilerimiz stratejik olarak çok iyiydi ve şu andaki duruma rağmen hiçbir subaylarının durumu yanlış değerlendireceğine ihtimal vermiyorum. Ülkelerimiz Başbakanları arasında politikanın ötesinde dostluk ve muhabbet vardı. Bütün imkanları zorlayıp onlara ulaşmayı ilk önceliklerimiz arasına katıyorum. Bu arada siz sonuna kadar operasyonu yürütmekte benim de desteğime sahipsiniz.” “Kelimeleri çok dikkatli seçiyorsun Hikmet,” diyerek komutan odasında geçen ikisi arasındaki konuşmada gülümsedi Paşa. “Hikmet, sadece şartlar gerektirdiği için döndüm. Hem faal kıdem durumum da senden düşük. Bana emir vermekten çekinme.” Hikmet Paşa açıkça dehşetle sıçradı. “Olur mu öyle şey Paşam! Ben, siz, kalk oradan Hikmet, diyesiniz diye beklerken siz neler diyorsunuz. Paşam sizden iyisi şu anda ordumuzda yok. Müsaade edin, Komutayı size devredeyim.” Bunlar olur şeyler değildi. Şeref Paşa bir anda silah arkadaşını içine düştüğü pek çok sorunu düşündü. Hikmet’in yükü ağırdı ve kendi durumu da ona ayrıca yük oluyordu. Bir süre sessizlik oldu. “Hikmet, beni olağanüstü şartlarla yüz yüze olduğumuz için resmen 17. Sığınak Bölgesine ve görev sorumluluk sahasına komutan ata. Rütbem sabit kalmak şartıyla ama görev mevkimin yetkileri ile.” Hikmet Paşa bir an düşündü. Sonra yüzü rahatladı. Dostça gülümsedi. “Paşam hem küçüldünüz hem de daha bir büyüdünüz. Büyüksünüz.” “O senin büyüklüğün Hikmet Paşam.” Uçaklar emirlerini almıştı ve saldırı İstanbul’daki kara hedeflerine ve Karadeniz’deki su üstü hedeflerine aynı anda başladı. Ayhan Binbaşı, Filonun ve hatta hava kuvvetlerinin en iyi pilotlarından oluşan Yıldırım Binbaşı’nın gurubuna yeni emirlerini veriyordu. “Yıldırım senin gurubun silahlarını saklasın. Sizin göreviniz havadaki hedeflerin Şahingöz ile takibi. Üslerini bulabilirseniz hedefiniz orası.” “Anlaşıldı. Uçan böcekleri izleyip yuvayı başlarına geçireceğiz.” Ayhan duruma hemen uyum sağlamış olan arkadaşına güldü. “Böcek vurmaya hevesli gibisin.” “İnsanın kullandığı uçakları vurmaya hevesli olmamı mı tercih edersin?” Bütün hava gurup ve yer istasyonları konuşmaları duyabiliyordu. Ayhan bir an aklında bu sözleri ve doğruluğunu tarttı. Türkiye’nin kendisinin başlatmadığı ve saldırıya da uğramadığı bir Büyük Ortadoğu Savaşı’na dahil olmasının sonucu aslında Türk askeri üzerinde derin izler bırakmıştı. Üst düzey Devlet ve Ordu kademesi de durumdan nefret etmiş ama savaşa dahil olmamanın yaratacağı geleceğin daha da ağır sonuçları olacağını görmüştü. Hava kuvvetleri pilotlarının savaştaki etkinliği sonucu hızlandırıp daha az kana dökülmesini sağlamış olsa da, pilotlar hedeflerinin sadece hedef olmadığını biliyordu. Yer ve hava hedeflerinde imha edilenler insanlar idi. “Haklısın Yıldırım. Bu savaştığımız en iyi savaş olabilir. Temiz bir savaş.” Filonun en dalgacı pilotu Mehmet araya girdi. “Böcek ezmedin galiba Binbaşım. Ölümleri iğrençtir. Sen buna temiz savaş mı diyorsun?” Gülüşmeler yerde ve havada kısa ve de gergindi. Az sonra dokuz uçak, hızı saatte iki yüz kilometreyi geçmeyen kocaman nakliye böceklerinin peşindeydi. Uçuyordular ama kanatları yoktu. Raporlarda, böbrek taşı misali, vücutlarında oluşan taşları vücut elektrikleri ile manyetikleştirebildikleri ve uçuş kabiliyetini bu yolla kazandıkları yazılıydı. Zamanla bir evrim geçiriyor, gaz ve yanma tabanlı bir itici kuvvet yardımı ile süratleri birkaç misli artabiliyordu. Ama şu anda çok yavaş ve basit hedeflerdi. Diğer yirmi bir uçak ilk hedefi vuruyordu. “Birinci gurup beni takip etsin arkadaşlar. Şunları bitirelim.” Suyun üzerinde yüzen bin metre çapında bir yeşil adaydı vurdukları. Kalın ve dayanıklı bir yosun tabakası olan oluşum canlı bir toprak olarak tanımlanabilir özelliklere sahipti. Üzerinde kozaya benzeyen yeni oluşumlar vardı ve ilk keşifteki gibi yer yer beş ile elli metre çapta daire şeklinde havuzlar da vardı. Merkezdeki ana şekil yüz metre çapındaydı. Üst üste binmiş iki kubbeydi ve üstteki kubbe şekil alttakinin yarısı kadardı. Merkezinden yaklaşık yüz metre boyunda bir kule dikit yükseliyordu. Bu yüz metre çapındaki büyük kubbenin çevresinde de on tane elli metrelik kule ilişikti. Ana yapının çevresindeki onu saran beş tane mağara girişine benzer oluk istihbaratta görüldüklerinden daha büyüktü. Yeni oluşumlar ise açıkça zayıf biçimde yeşil renkle ışıldayan iki tip kozadan oluşuyordu. Rapordaki tanımlamalara göre bunlar asit çiçekleri ve roket dikitleri olarak tanımlanabilirdi. Yer ve hava savunması için bitkisel savunma inşaatlarıydı bunlar. “Yerde dolaşan bir şeyler görüyorum” dedi Mehmet. “Komayın!” diyerek ilk füzeyi gönderdi Ayhan Binbaşı. “Omuz üstünde baş!” dedi Tuna Yüzbaşı ve ikinci füzeyi attı. “Yosun üstünde böcek!” diyerek üçüncü füzeyi attı Mehmet Yüzbaşı. Onları diğer uçaklar izledi ve birkaç dakika içinde bütün yer hedefleri vurulmuştu. On dakika içinde aynı şey iki kez daha tekrarlandı. İstanbul hedefleri ve Karadeniz’deki ikinci hedef aynı şekilde sorunsuzca vuruldu. Cephanelerini boşaltmış olan uçaklar üsse dönüş yoluna çıktıklarında Şahingöz ve üçüncü savaş gurubu Rus hava sahasına girmişti. “Yıldırım görüyor musun?” “Görüyorum Kaan. O şeyler asit çiçeklere..” “Bir dakika Yıldırım! İletişimde bir şeyler var! Ruslar!” Rus birliğinde bir mekanize karakol komuta aracı vardı. Radarlarla bağlantısı olan bu kocaman komutan zırhlısı, müttefik Türk uçaklarının şifreli dost sinyalini işleyebilen Dostateşi Çözümleyicisine de sahipti. Yaklaşan uçakları hemen tanımıştı komutan. İngilizce seslenen iletişim aciliyet doluydu. “Türk uçakları! Türk uçakları! Mavi 09! Mavi 09! Havaya saldırı kabiliyetleri var! Uzaklaşın! Uzaklaşın! Rus kara saldırısı geri çekiliyor! Helikopter saldırı gurubumuz yok edildi! Ağır kara saldırı kabiliyetleri mevcut!..” İletişim bir sürü ses ve parazite boğulduğunda Kaan Yüzbaşı seslenme fırsatı buldu. “Rus yer birliği! Rus yer birliği ! Pozisyonunuzu okuyorum! Durumunuz nedir?!” Bir dakika boyunca sadece koşuşma ve mekanik sesler ile çığlıklar bağrışmalar duyuldu. “Yapamayacağız! Tepeye sığınmaya çalışıyoruz! Bizi öldürecekler! İki sığınağı ele geçirdiler! Kendi ordumuz bize karşı savaştı! Karadeniz sahilini kaybettik! Bizi öldürecekler!” derken iletişim bu defa koptu. “Şahingöz, şimdi bu böceklerin hava savunma kapasitesini bir deneyelim.” “Aklında ne var?” “Ben ve iki uçak dalıyoruz. Diğerleri beklemede kalın.” “Anlaşıldı.” “Serkan ve Ayşe, peşime takılın” “Geldim.” “Takılıyorum patron.” F16’lardan üç tanesi dalışa geçmişti ve süratleri sayesinde birkaç dakika içinde Rus birliği ile görsel temas sağlanacaktı. İrtifa bin beş yüz metre altına düştüğünde, yaklaşırken Şahingöz’ün gördüğü Kovan siteleri ellerinde olanı atmaya başlamıştı. Asit çiçeklerinin saldırısı sarı ışıltıları ile gatling uçaksavar topundan sadece biraz daha farklıydı ve daha yavaştı. Buna karşılık atış yoğundu. “Tepelerin arka yüzünde kalalım. Ayrılın ve dalın!” diye bildirdi Yıldırım. Uçaklar ayrılıp süratle tepelere doğru bir yay ile yeniden konumlandılar. Bir dakika içinde artık savaş önlerindeydi. “Allah kahretsin! Gökdelen, o şeylerin cüssesini görüyor musun!?” diyen Yıldırım’dı. Yerdeki sahne kıyamet gibiydi. Rus birliği açıkça sıkışmıştı ve bir beş dakika sonra tamamen bitecekti. Düşman çok kalabalıktı ve yanlarında Rapor’da adı geçen dev savaş böceklerinden vardı. On dört metre uzunlukta ve yedi metre yükseklikteki böcekler inanılmazdı. Koca oval gövdesi kalın kabuktandı ve dört kalın örümcek ayağınca taşınıyordu. Koca gövdenin arkasından yukarıya ve öne doğru uzanan kalın kuyruğun ucundaki namlu misali oluktan koca asit yumaklarını top atışı gibi fırlıyordu. “Topçu böcek diye tanımlanan yaratık bu!” diye bildirdi Şahingöz. “Burada beş tane var! Havaya ve yere atış kabiliyeti var!” Yıldırım hemen emirlerini verdi. “Ayşe, yangın bombaları! Tepe çevresinde baraj kur! Serkan önce topçuları bitirelim! Haydi!!” Üçlü gurup süratle hedeflerine dalışa geçti. Yangın bombaları ilk atışta tam yerine oturmuştu. En kalabalık iki kanatta köpekcekler ile Rus birliği arasına ateşten birer duvar oturmuştu. İkinci tur atış da yerine oturduğunda Ruslar bir ateş çemberi ile korunacaktı. Ama eğer topçu böcekleri bitirilemezse Rus birliği yok olacaktı. İki uçak için yerdeki bu beş koca tank kolay hedeflerdi. Isıya güdümlü füzeler hedeflerini seçtiği anda ateşlendiler! Füzeler uçtular ve süratle hedeflerini vurdular. Koca böceklerin derisi ŞAHİ füzelerinin tahrip gücüne denk değildi. Koca bir ışık şenliği ile fosforlu sarı yeşil ve alev alev bir patlamaydı ölümleri. Bu böcekler çok ateşli ölüyordu. Yanlarında yakın duran köpekceklerden de pek çok kayıp olmuştu. İkinci dalga saldırı için konumlanma esnasında kalan düşman takipçiler sadece köpekceklerdi ve onlar da tepenin ateşsiz iki açık kenarı önüne kümelenip saldırıya hazırlanıyordu. Rus birliğinde iki ZPT ve bir ZTT vardı. ZTT’nin taret kulesindeki otomatik topu saniyede on atış yapıyordu ve patlayıcılı mermiler vurduğu yerde kalabalık bir gurubu parçalayıp atsa da düşman sayısı çok fazlaydı. Yerdeki birkaç yüz kişilik asker gurubu hava desteğine rağmen ümitsizce çabaladıklarını düşünüyordu. Hatları yarılıyordu. Köpekcek güruhu saldırıya kalktığı anda Ayşe Üsteğmen’in attığı bombalar hedefi tam isabetle vurdu ve ateş çemberi kapandı. İki uçağın sağlı sollu geçişlerinde fırlattıkları roketler ve vulkan topu atışlarıyla da çember dışındaki güruh iyice dağılıp seyrelmişti. Sonra yere bir üçüncü sorti saldırı ve bir dördüncü sorti yapıldığında artık F16’lar yakıtlarının güvenli geri dönüş sınırına dayanmıştılar. Hem geriye de yerdekilerin tepenin üzerinden yağdırmaya devam ettiği mermilere hedef olan birkaç yüz köpekcekten başka bir şey kalmamıştı. Bu esnada Şahingöz de boş durmamış ve Rusların yakındaki hava üssü ile iletişim sağlanmıştı. Nakliye helikopterleri ve savaş uçakları Rus birliğinin önceden yaptığı çağrılar sonucu zaten yoldaydı ve Mig29’lar görüşe bile girmişti. “Bize iş bırakmamışsınız Osman,” diyerek son on yıldaki sıkı askeri ilişkilerde gelişen genel takma adla seslenmişti Rus pilot. Kaan ile konuşuyordular. “Hiç de değil Petro. Kıyı tepelerinin batı tarafında asit çiçekleri var.” “Bu berbat bir düşman Osman. Desteğine müteşekkiriz,” diye karanlık bir sesle konuştu Rus pilot. Pek çok asker bu saldırıda hayatını kaybetmişti. “Düşman bizim de düşmanımız Petro. Yakıt geri dönüşe ancak yeter Petro. Biz kaçalım.” Rus pilot bir süre cevap vermedi. Sonra; “Osman, size üssümüzde ikramda bulunmaktan memnun olacağız. Şehitlerimizin anısına beraber votka da içeriz.” Anlaşılan üsse danışıp onay almıştı Petro. “Kayıplarınızın acısını kalbimizde duyuyoruz. Yakıt bizi götürür. Evde bize ihtiyaç olabilir Petro. Anlarsın. Savaş durumu.” “Oldu Osman. Tekrar teşekkürler.” “İyi avlar Petro.” Ve işte böyle cereyan etmişti ilk geniş çaplı Kovan saldırısı. Bu daha başlangıçtı ve dünya bu uzaylı düşmanın bu gezegendeki kökünü kazımak için epey kanlı bir savaş verecekti. Dünya halklarını farklılıklarına rağmen birleştirecek olan şey bu savaş olacaktı. Ne yazık ki insanlığın yıldızlara uzanacak yolculuğunda ilk durak olan bu mücadele getirdiği kadarını da götürecekti. 2. Bölüm (Sıcak Savaş) Karadeniz Kalkanı Operasyonu’nun sabahında Şeref Paşa Kemal Yarbay’dan gecikmiş ve şu son iki günden sonra aciliyete binmiş brifingini alıyordu. Paşa emekliliğinin ardından askeri hayattan tamamen kopmamış ve yılların kemikleşmiş alışkanlıkları ile gelişmeleri ve ordunun bunlara karşı tavrını dikkatle takip etmişti. Ama envanter ile ilgili bilgisi dost sohbetlerinde söylenenler ve medyadan takip edebildikleriydi. Saat öğlene gelmişti de geçiyordu. Paşa sabahtan beri bir sürü ilginç şey öğrenmişti. Savaş esnasında aktif görevdeydi ve alımı planlanan, anlaşması yapılan pek çok şeyi biliyordu. Ama şu son altı yıl içinde büyük gizlilik ile alınan bazı kalemlerin onu açıkça şaşırttığını söylemek şarttı. Özellikle de bir tanesi! “Kemal bu ne!?” diye sordu Paşa! Dünya nereye gidiyordu. “Bu uçuyor mu?” “Evet Komutanım.” “Kemal bu uçak mı, gemi mi, uçan daire mi? Bunu Ruslar nasıl yaptı Kemal? Son on, bilemedin on beş yıldır ekonomileri belini doğrulttu. Omegalar neyse ama bu başka. Burada neler dönüyor?”diye konuştu Paşa. Kemal Yarbay dolandırmadan anlattı. “Ruslar teknoloji hırsızlığı konusunda çok yetenekli bir ajans ile on yıldır bağlantıda Paşam. Dünya üzerinde bunu bilenlerin sayısı iki elin parmaklarını az önce sizinle beraber geçti,” diyerek gülümsedi Yarbay. Kemal Yarbay ordu istihbarat teşkilatında önemli bir subaydı ve daha da yükselmesi kesindi. “Kuklacılar da mı bu işin içinde?” diyerek dünya çapında etkili, gizli ve varlığı ona karşı savaşanlar tarafından da sır olarak saklanan örgütü işaret etti Şeref Paşa. Dünya sıradan insanın hayal gücü için çok karışık ve entrikalar ile dolu bir yerdi.. Komplo teorisi denen şeylerin büyük bölümünde az ya da çok gerçeklik olduğunu pek az kişi biliyordu. En acar gazeteciler bile bunu hayal edemezdi ve varlığına yaklaştıkları anda daha fazla hayatta kalamazdılar. “Bu yeni bir oyuncu Paşam. Ruslar onunla çalışıyor. Kuklacılar’dan da çaldıklarını Rus Askeri İstihbarat Başkanı bizzat söylemişti.” “Dünya yaşanacak bir yer değil aslında Kemal. Birbirimizin gırtlağını parçalamak için türlü düzenler kuruyoruz. Bu uzaylı da gelmiş bu gezegeni istiyor! Salak ne istediğinin farkında değil!” diye sinirli sinirli söylendi Paşa. Paşa arada böyle nedenli nedensiz parlardı ve onu tanıyanlar bu zamanlarda onu sessizce soğumaya bırakmanın en iyisi olduğunu bilirdi. Bir süre burnundan soluyup odayı adımladı Paşa.. Sonra sakinleşip yerine oturdu. “Devam et Kemal.” “Paşam bu tasarım ilk kez soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyet cephelerinde bir yarış olarak doğdu. Nükleer güçle çalışan sonsuz yakıtta bir uçağın hareket kabiliyeti askerler için etkileyiciydi. Bunu siz de duymuşsunuzdur,” diye konuştu Kemal Yarbay. “Ağırlık ve mürettebatı radyasyondan koruyamamak gibi sorunları aşamamıştılar. Ruslar bir prototipi uçurabilmiş ama arkasında radyasyondan uzun bir kuyruk oluşmasını engelleyememişti. Uçuştan sonra pilotların da çok yaşamadığı söyleniyordu,” diye ne kadarının doğru olduğu tartışmalı bilgiyi söyledi Paşa. “Amerika bunu 2009 yılında başarmış ve nükleer güçle çalışan yeni nesil ve yeni bir sınıf uçan aracı envanterine almış. Ruslar bunun havada ve uzayda nükleer ve solar kökenli bir itici güçle çalıştığını öğrendikten kısa süre sonra planlarına da kısmen ulaşmışlar. Bu söz konusu araç; ki biz ona Sıcakkanat adını verdik, işte bu yarım bilgilerden doğmuş. Bizimki yerden yirmi bin kilometreye ulaşıp orada haberleşme ve casusluk maksatlarını tamamen icra edebilen, uydu vazifesi görecek bir hava gemisi-bir mekik. Yüz kilometreden sonrasının uzay kabul edildiğini düşünürsek bir uzay gemisi..” diyerek güldü Yarbay. “Bundan üç tane mi var? Kaça aldık bunları Kemal?” “Tanesi altı yüz milyon dolar. Teknoloji transferi de söz konusuydu anlaşmada.” “Bizim ödediğimiz bir yana bu şartlarda ucuz. Ama çalıntı mal diye düşünürsek.." diyerek gerisini getirmedi Paşa. “Biz bu bütçeyi nasıl aldık hükümetten? Sabahtan beri bir sürü oyuncak saydın daha da listen bitmedi.” “Biz almadık Komutanım. Hükümet verdi. Komutanım, bu ülkenin başına Atatürk’ten sonra gelen en güzel şey rahmetli Başbakan’ımız Cihan Bayraktar’dır. O da Atam gibi erken göçtü, ne yazık. Lakin takipçileri yolundan şaşmadılar da yaptıkları boşa gitmedi. Onun zamanında bulunan İç Anadolu’daki petrol kuyuları ve akıllı yönetimin devamı bütçeyi artılara getirdi. Yasama, yürütme ve yargıda yaptığı köklü reformlar sistemi çalışır hale getirince işler göründüğünden bile daha iyi bir hale geldi. Eğer ki bu Meteor olayı olmasaydı kesinlikle bu yüzyıl bizim yüzyılımız olacaktı.” diye, ateşli ateşli konuşuyordu Kemal Yarbay. Paşa genç dostuna hak vermeden edemedi. Son dönemde doğru yapılanlar, yaşanan iyileşmeler, günlük hayata ve sokağa yansıyan elle tutulur gelişmeler saymakla bitmezdi. Yapılan akıllı yatırımlar ve doğru kaynak yönetimi ülkeyi adeta bir rokete bindirmişti.. Ama şimdi buradan bütçeye dair daha net bir fikir edinince Paşa daha bir iyi anlıyor ve daha bir şaşırıyordu. “Devam edelim Kemal. Nur içinde yatsın diyelim de öyle analım Cihan Bayraktar’ı.. Ata’dan bu yana en büyük işleri o yaptı bu vatan için.” “Bir de bunlar var Komutanım” diyerek ana ekrana diğer görüntüleri aktardı Kemal. “Güneşinoğlu ve Güneşinkızı dedik onlara. Güneş enerjisi ile ömür boyu uçabiliyorlar. Erkek olan ilk modeldi. Tamamen yerli tasarım ve üretim. Çok yüksekten uçan düşük gözlenebilirlikli bir araç. Radar işareti aşırı zayıf. Biz bile orada olduğunu bildiğimiz halde zor görüyoruz. Elektronikleri ve optikleri çok güçlü. Dişi olan silah yüklenebilen daha küçük modeli. İki adet ŞAHİ füzesi taşıyabiliyor. İnsansız hava ve kara araçları envanterindeki en pahalısı bu ikisi ama radarda çok zor görülmeleri nedeniyle bunlar çok faydalı.” Paşa rakamları ve açıklamaları bir süre inceledi. Cidden bunlar dehşet şeylerdi. “Keşke savaş zamanında elimizde olsaydılar. O zaman elimizdekiler de işimizi gördüler ama epey kayıp verdiler.” Yarbay devam etti. “Mig50 Rasputin. Savaş uçağı ve bombardıman uçağı arasında bir saldırı kuşu. Üç pilotu var” Cidden büyük bir uçaktı. Açıkça avcı uçaklarından dörtte bir, hatta iki oranında daha iri ve uzundu. “Elektronik savaş kabiliyetleri büyüye benzer beceride olduğu için Rasputin adını vermişler. Filoda onlara Büyücü de deniyor. Ayrıca uçan bir silah platformu. Yük kapasitesi çok fazla. Üç uçağınkinden çok silah taşıyabiliyor. Bir kez gören radar ya yanıyor ya da çift görmeye başlıyor. Füzelerin çoğu, roketler ona ulaşamadan yolunu şaşırıyor ya da patlıyor. Büyü gibi. Savunma için küçük ama güçlü bir otomatik silah tareti var. Oldukça isabetli.” “Böceklere karşı işimizi görür mü bilmiyorum. Ama silah kapasitesi ve hızı ilgimi çekti. Çok hızlı. Gürültülü ama hızlı. Manevra gücü de o cüsse ve silah kapasitesine rağmen hiç de fena değil.” Dedi Paşa. “Biz elektronik gücüne güvenmiştik ama siz bu şartlarda haklısınız Paşam.” “TT 10 Balyoz tankları. Bunları okumuştum Savunma Dergisi’nde. Ama şimdi inceleyince..” diyerek diğer başlığa ve tatbikat videolarına geçti Şeref Paşa. “Bunlar çok işimizi görecek kanaatindeyim. Ruslar ile aramız cidden çok iyiymiş. Adamlar bunun da teknolojisini vermiş. Burada üretiyoruz. İşin aslı nedir Kemal? Ayıdan post, Moskoftan dost olmaz demiş atalarımız. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslarla Doğu cephesinde yaşanan savaşın korkunç anıları Anadolu’da hala hatırlanır. Eski düşmanlıkları gütmeye ilk ben karşıyım ama şu son yedi sekiz yılda yakınlaşmamız çok ivme kazanmış?” Kemal Yarbay bir an durdu. Söyleyeceklerini aklında toparladı. “Paşam, dünyaya hakim olmak, güçlü olmaktı. Ama hakimiyet mücadelesinde daha önce hiç gelmediği bir noktaya geldi insanoğlu. Bütün geçmişi bir yapıp bundan sonrasını iki yapacak; bambaşka bir dönemin eşiğine geldik. Paşam dünya artık insana dar geliyor. İnsan kabına sığamıyor. Dünya kaynakları insana yetmiyor. Paşam, yıldızlar artık o kadar uzak değil. Amerika şimdiden ayda ve Mars’ta bilimsel koloniler kurdu. Bilimsel diyorlar ama ellerindeki teknoloji ile şehir bile kurabilirler. Biz onların söylediğini biliyoruz. Söylemedikleri neler var. Sivil Konsorsiyumlar, Modüler Teknoloji olarak adlandırılan ucuz sistemlerle ayda ve güneş sistemindeki gezegenlerde geniş çaplı koloniler kurmanın artık sadece küçük bir zaman sorunu olduğunu vurguluyor. Uzay yarışında süper güçlerin rakipsiz saltanatı sallanıyor. Gözler yıldızlarda. Avrupa, Çin, İsrail ve pek çokları az çok değişimi hissediyor. Bu yeni dönem orta çağdaki coğrafi keşiflerin muazzam sonuçlarına benzer sonuçlar doğurmaya gebe. Yıldızlara uzanma yarışında Rusya bizdeki yeni potansiyeli fark edip ilk yaklaşan oldu. Açıkçası en iyi teklifleri de onlar yaptı. Esip gürleyen ama bir türlü yağamayanlar; eski, boş vaatler ile gelenler fırsatı kaçırdı.” “Yıldız pastasından pay alabilmek için güçleri birleştirmeye karar verdik, öyle mi?”diye sordu Paşa.. Kemal Yarbay başını sallayarak devam etti. “Savaş güç dengelerini değiştirdi. Artık el üstünde tutulan bir ülkeyiz. Hem bölgemizde hem de dünya çapında. Su ve bor bizde ve son on yılda ikisini de yapılan akıllı yatırımlar ile en iyi şekilde değerlendiriyoruz. Müttefikimiz İsrail ile aramız da artık o kadar sıcak değil. Savaştan İsrail toprak olarak büyüyerek çıktı ama sonrasındaki politik süreç ve savaşın ekonomik sonuçları bize herkesten çok yaradı. Güçlendik. İsrail bundan pek hoşlanmadı. Özellikle savaş sırasında bazı hamlelerine karşı tavır koyup onu engellediğimiz için..” “Savaştan en karlı biz çıktık diyemem. Ölen vatan evlatlarına, şehit arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum. En az zararı biz aldık diyelim,” diye, hatırlayarak konuştu yaşlı asker. Savaşın en ön cephesinde askerleri ile beraber çarpışmıştı. Tozu, ateşi, barutu ve kanı beraber tatmıştı onlarla. Kemal Yarbay bir kez daha Paşa’nın yanında olmasından tarifsiz memnuniyet duydu. Böyle bir Komutan’ın emrinde savaşmak her asker için büyük bir onurdu. Kemal bu noktada konuyu süratle değiştirdi ve günlük bir bilgiyi verdi. “Komutanım emrettiğiniz duyurular bastırıldı ve Hurricane’ler şehre atmaya başladı. Ayrıca sesli duyuru için yüksek binalara hoparlör montajı sürüyor. Halkı bilgilendirip korunaklı bölgelere çekmeyi kısmen başarabiliriz ama ayaklanmanın başıbozukları ve bu düşman varken tam bir sonuç almamız çok zor.” “Deneyeceğiz Kemal. Kurtarabildiklerimizi kurtaracağız. Sen vapurların ve diğer gemilerin hazır olmasını sağla. Silahlandırıldılar değil mi?” “Emrettiğiniz gibi Paşam.” “Güzel. Seçtiğimiz kıyı bölgeler nüfusun Kovan ve ayaklanma tehdidinden en uzak ve rahat ulaşabilecekleri mevkiler. Oraya ulaşanı gemi ve vapurlarla karşıya aktarabiliriz. Boğaz Köprüleri’ndeki teknik inceleme bitti mi?” diye sordu Şeref Paşa. Birinci Köprü depremden bu yana araç trafiğine kapalıydı. Bir de şimdi meteorlarca yaralanmıştı. Boğaza yağan kayadan yağmur köprüyü delik deşik etmişti. Bir noktada ikiye ayrılmak üzereydi. “Paşam ilk izlenim desteklenmiş. Birinci Köprü yaya için bile tehdit. İkinci Köprü daha az hasarlı ama tank geçişi için garanti verilemiyor.” “O halde elimizde Avrupa’ya üç kara bağlantımız var ama ikisi askeri olarak savunmaya kritik bölge teşkil etmekten öteye yararsız. Bana kalsa bu şartlarda İlk Köprü’yü havaya uçururum ama neyse.. Kemal, ikisini de güvenceye almalıyız.” Bir an düşündü. “Her ihtimale karşı ilk Köprü’yü uçurmaya hazır biçimde donatın. Bu düşmanı daha yeni tanıyoruz. Sağlam basalım. Fatih Köprüsü’nün Anadolu yakasına insansız savunma taretleri ve izleme istasyonları kurun. Avrupa yakasında piyade ateş sığınakları ve tam bir kara savunma hattı istiyorum. Aynısı Boğaziçi için de geçerli. Şu durumda iki yakada da elimde istediğim tek yer tüp geçit. Anadolu Çıkışı’ndaki alışveriş ve iş merkezleri sağlam yapılar. Tahkim edin. Donatın. Kaybetmeyelim. Avrupa yakası da aynen.” “Emredersiniz Paşam.” “Oyuncaklar güzelmiş Kemal Yarbayım. Bu bitki ve böcük zımbırtılarına karşı kullanmak hoşuma gidecek.” Paşa gülümsüyordu. Kemal Yarbay da gülümsedi. Öğleden sonraki toplantıya kadar yeni gelişmeler olmuştu ve günlük olağan toplantıda bunlar masaya yatırılıyordu. Gökdelen Karargah Birinci Subayı olan Oktay Binbaşı yeni gelişmeleri aktarıyordu. “Edirne’nin bildirdiğine göre Balkanlar ve Doğu Avrupa’da durum karışık gibi. Net bilgilerimiz hala yok. Süratle iletişim ve keşif gücümüzü kazanmaktayız lakin hala yetersiz durumdayız. Edirne sürekli savaş ve canavarlara dair panik dolu telsiz temasları bildiriyor. Askeri ve sivil frekanslara bakarsak batı sınırımız ve komşularımız tehlikede olabilir. Bununla beraber Rusya’dan aldığımız son haberler de belirsiz. Rus birlikleri Karadeniz sahil şeridi ve iç kesimlerde geniş bir alana yayılan düşmana karşı geniş çaplı yer ve hava harekatı için hazırlık yapıyor. İlk saldırılarında çok ağır kayıplar vermişler ve bu çok daha büyük saldırıda balistik füze kullanımı da düşünülüyor. Ruslar Karadeniz dışında Sibirya bölgesinde de savaştıklarını bildirdiler. Doğuda İran, Azerbaycan ve Ermenistan’dan da bölgesel kanlı karşılaşmalara dair bilgi edinebildik. Bunun dışında fazla bir bilgimiz yok. Yurt içinde haber alamadığımız yegane bölge Doğu Anadolu. Bölgedeki sığınakların civarında bugün hala meteor aktivitesi bulunuyor. Üslerin tamamı en sağlam dağlık alanlara oyulmuş derin üslerdir ve üç ana üssümüzden birisi buradadır. Ankara Uzay Komutanlık Merkezi atmosferdeki meteor aktivitesinin kayda değer bir biçimde düştüğünü ve yörüngeyi gözlemleyebildikleri kadarı ile bunların son olduğunu bildiriyor.” “Bu iyi bir haber,”diye başladı Şeref Paşa. “Keşif konusundaki zayıflığımıza gelince; içinde bulunduğumuz şartlar düşünüldüğünde son derece tehlikeli. Bu konuda Ankara ile hemfikiriz. Yarın itibarı ile yüksek keşif kabiliyetli insansız hava keşif araçlarından bazıları deneme uçuşlarına başlayacak. Sorunla karşılaşılmaz ise uçuşlar arttırılıp yaygınlaştırılacak.” İyi haberler gerçekten iyiydi ama dört bir yandaki savaş gölgeleri ve korku çığlıkları da duyulmayacak gibi değildi. Akşam üzeri iki Paşa baş başa özel bir görüşme yapıyordular. “..Size bir bilim ekibi gönderiyoruz Paşam. Durumlar oldukça müsait. Bölgeniz sıcak temas alanlarına daha yakın ve daha hızlı faaliyet gösterebilmek için bunu gerekli gördük. Saat altı itibarıyla Ankara’dan donanım ve ekibi taşıyan on Hurricane yola çıkacak. F 16 eskortları olacak. Havada bir düşman etkinliği gözlemlenmedi ama tedbirde fayda var.” “Doğru söylüyorsun Hikmet Paşam.” “Paşam bir şey daha var. Burada Kuvvet Komutanı arkadaşlar beni Genelkurmay Başkanlığı mevkiine önerdiler ve Başbakan da üç yıldır taşıdığı olağanüstü yetkileri dahilinde bunu onayladı.” “Yani ülkeyi, bu ağır savaş şartları düşünülecek olursa, pratikte artık siz yönetiyorsunuz. Başbakan bu şartlarda işin çoğunu askerlere bırakmakla akıllılığını ortaya koymuştur. Ama bu askeri otoriteye ağır bir yüktür. Burada size.” “Böyle takdir edeceğinizi biliyordum. Bu sebepten bu ağırlığı yetkin omuzlara paylaştırıp Başbakanla beraber sorunlara genel bakışta daha iyi odaklanabilmek için emirler gönderdim. Paşam Marmara Bölgesindeki Kara ve Kara Hava unsurları ile bölgenize tahsis edilmiş Deniz unsurlarının komutası üç saattir sizde. Toplantınızı böldürmedim. Emirler gerekli yerlere bildirildi. Ulaşamadığımız yerler için de sıkıştırılmış yayınlar devam ediyor. Benzer şekilde cephe komutanlıkları oluşturuldu ve yetkiler dağıtıldı. Ayrıntılar biz konuşurken dosya ile ulaştırılıyor. Kaya yağmuru diniyor gibi. Ve bu bittiğinde iletişim ve keşif alanımızın normale dönmesini bekliyoruz. Ani hamlelere hazır olmalıyız. Işıklar yandığında ne göreceğimiz belli değil.” Bu son sözleri söylerken Hikmet Paşa’nın sesindeki karanlık Şeref Paşa’nın dikkatini çekmişti. Ama bir şey söylemedi. Dostu belli ki epeydir iyi uyumamıştı. Uykusuzluk insanın bedeninden çok ruhunu etkiliyordu. “Paşam, bir dost tavsiyesi?” “Lütfen Paşam.” “Gidip biraz uyu Hikmet. Berbat görünüyorsun ve sana bunu söylemeye cesaret edemediklerine eminim. Biraz dinlen. Aklın salim olmazsa görevini yapamazsın.” Dostça gülümseyerek konuştu Hikmet Paşa. “Haklısınız Paşam. Sıcak süt de içeyim mi Paşam?” İki yaşlı asker de güldüler. “Ama çok şekerli olmasın. Dişlerinizi de fırçalayın Paşam.” Sabahın erken saatleriydi. Oktay Binbaşı görevinin başındaydı. Gökdelen şu anda yeni kurulan cihaz ve istasyonlar ile tam kapasiteli bir savaş harekat ve komuta merkeziydi. Her şeyi izleyebiliyor ve aynı anda birden çok operasyona tam destek verebiliyordu. Oktay’ın sorumluluklarını epey arttırmıştı bu ama o şikayetçi değildi. Dosyasında bütün komutanlarının düştüğü ortak not şuydu; ne kadar ağır yük yüklersen o kadar dayanıklılığı artan tam bir görev ve vatan, millet aşığı. İşte Oktay buydu. Geniş ve loş ışıklı merkeze hakim sandalyesinde oturmuş, ekranları ve raporları inceliyor bir yandan da sabah kahvesini yudumluyordu. Oktay işini severek yapıyordu. Ülkesine aşık, asker bir ailenin çocuğuydu ve kendini bildi bileli asker olmayı istemişti. Ve olmuştu da. Hem de madalya ve takdirnamelerle dolu bir sicile sahip güzide bir asker olmuştu. Bunlar vatan millet sevgisi yanında yaptığı işi sevmekle de ilgiliydi. Oktay işini çok seviyordu. “Komutanım.” Oktay seslenen genç Teğmene döndü. “Bir şey mi var Haluk?” “Ankara gurubu yaklaşıyor. İniş hazırlıklarına başladılar. İstanbul üzerindeler. Yalnız değiller komutanım. Peşlerinde ÇES’in tanımlayamadığı bir şey var. Radar ve termallerde bir şey yok ama ÇES görüyor. Bunu görmelisiniz.” ÇES, Çevre Emniyet Sistemi olarak anılan görsel bir tarama sistemiydi. Gözlenmesi istenen alana kurulan optik alıcı istasyonlarından gelen görüntü ana istasyondaki bir bilgisayar ile işlenirdi. En basit bir kameradan gelen görüntüyü tanıyabilme, yorumlayabilme, sınıflandırabilme gibi kabiliyetleri eşsiz seviyede olan bir programdı. Yedi gün, yirmi dört saat uyanık ve hep pür dikkat bir gözcüydü ÇES. “Büyük ekran yap Haluk.” “Geldi Komutanım.” Ve işte oradaydı. Yüksek binalardan birinin üzerine yerleştirilmiş güçlü bir alıcıdan gelen çok temiz ve iyi ışıklı bir görüntüydü ve açıkça görülüyordu. ÇES’in ekranda hatlarını çizmesine rağmen hala zor seçiliyordu. Ama oradaydı. Şeffaftı ve on beş metrelik, havada süzülen bir denizanası ya da bir mürekkep balığıydı. Yani benzediği şey buydu. Ankara Raporu olarak adlandırılmış raporda adı geçen olası yaratık tehditlerinden sadece birisi olabilirdi bu. “ÇES’e kaydını yapın. Düşmanın süratli casus ünitesi ile tanıştık. Casusana. Bu bir yerlerde altıncı safhaya geçmiş bir Kovan üssü olduğunu söylüyor. Uçan düşmanlar var demektir bu. Acilen Ankara’ya ve bütün birliklere bildirelim” dedi ve Haluk Teğmen’e döndü Oktay Binbaşı. “Çok yaklaşmış bize. Savunma füzelerini ateşleyebiliyor muyuz?” “Komutanım radar ve termal veri yok. Sadece güç bela görebiliyoruz. Optik kumandalı füze istasyonlarımız şu an sadece Tepeyurt güvenlik çemberinde mevcut.” “Optik hedeflemeli taretler ne durumda?” “Otomatik topların menzili dışında Komutanım.” “Gurubun eskortu olan F 16’lar?” “Bağlıyorum Komutanım.” Birkaç saniye içinde Ankara’dan gelen Hurricane’lerin refakat uçakları ile temas sağlanmıştı. Onlara durum bildirilmiş ve görüntüler RRP destekli biçimde ulaştırılmıştı. F 16’ların lideri emirlerini bildiriyordu. “Yılan 3 ve Yılan 6 sağa, sola ayrılın ve bitirin şunu.” “Anlaşıldı, tamam şef.” “Yoldayım, tamam.” Yılan 6 ve Yılan 3 birkaç saniye sonra sert dönüş manevraları ile guruptan kopmuş ve geriye dönmüştü. “Yılan 3, arkamda kal. Tipsizi gördüm ve çirkinliği için az sonra cezalandırıyorum. Yeterince cezalandıramazsam işi sen bitir.” “Şu anda kavga etmek istemiyorum ama hep böyle yapıyosun abi. Çocukken de böleydin. Hep arkandan dağınıklığını toplardım. İşini ben tamamlardım.” Yılan 3 ve Yılan 6 ikiz kardeşlerdi! “Sen neden bahsediyosun be avanak! Asıl ben senin…” “Yeter be! Kesin şunu! Ulan ikiniz de burama getirdiniz! Sizin yüzünüzden uçmayı bırakıcam şerefsizim! Olm, babanızın kim olduğu umurumda diil! Bi daha aynı görevde hayatta beraber uçurmam sizi! Bu ne ya! İnsanda acıma olur biraz!” Yılan 3 ve Yılan 6’nın babaları Hava Kuvvetleri Komutanıydı! “Ve işte geliyoooooooo!!!” deyip tetiğe asıldı Yılan 6.. F 16’nın vulkan topundan şimşek gibi parlayan otuz milimetrelik mermiler daha çok pilotun mahareti ile nişanlanmıştı. Pilotun atışı sürat ve hedefin doğası düşünüldüğünde oldukça iyiydi. “Ve gidiyoo!!” diyerek kardeşinin yarım bıraktığı işi tamamladı Yılan 3. Casusana ilk saldırıdan yara almıştı ama kaçarken işi tamamen bitirilmişti. Yaralarından yeşil sıvılar saçarak süratle alçaldı ve sonunda binaların arasında yeşil, küçük bir patlama ile yok oldu. “Epey çevikmiş” diye, son kurtulma manevrasını yorumladı gurup lideri olan Yılan 1. Gerçekten de hızlı ve çevik bir baş belasıydı bu casus yaratık. Gökdelen’de herkes casusana vurulduğu için sevinçliydi ama Oktay düşünceliydi. Casusluk onun kitabında savunmadan ziyade bir saldırı sanatıydı. Saldırmadan önce casuslardın. Sonra saldırırdın! Oktay yarım saattir düşünüyordu. Ankara gurubu Tepeyurt’a inmiş ve yerleşiyordu. Refakatçiler geri dönüş yolundaydı. Derken bir kez daha operatörleri ona seslendi. “ÇES Anadolu yakasında kalabalık hareket belirledi Komutanım. Erken saatlerde bir iki motosiklet de o hatta hareket etmişti. Bildirilerde ve sesli mesajlarda bildirdiğimiz kıyı hattına ilerliyorlar. Siviller. Kadın, çocuk ve yaşlılar. Yanlarında gaz maskeli, silahlı muhafızları var.” ÇES görüntüleri oldukça iyi bir görüş sağlıyordu şu anda. İnsanların yüzündeki acele ve korku kadar muhafızların onlar için duyduğu endişe de hareketlerinden; yaralıları, yaşlıları dikkatle taşımalarından anlaşılıyordu. İnsanlar da muhafızlarına korkudan ziyade güvenle itaat ediyor ve onları izliyordu. “Kemal Yarbay’a ve Komutan’a haber verin! Hazırkıta havalansın! Operasyon başladı! Hava desteği yerini alsın! Denizdekilere kıyıya yanaşmaya hazır olmalarını bildirin. ” Emirler süratle ve ikiletmeden uygulanıyor, ilgili yerlere gerekli emirler veriliyordu. Gökdelen’de üslenen beş adet V100 Hurricane; askerlerin verdiği isimle Kasırga, gerçekten de küçük bir kasırga kopartarak havalandılar. Kasırgalar jet hızında uçmalarını sağlayan güçlerini dikey iniş ya da kalkışa çevirdiklerinde toz dumana karışıyordu ve bu güçlü kuş epey şamata yapıyordu. Adlarını kesinlikle hak ediyordular. Cihan ve takımı zaten diğer hazırkıta takımları gibi Kasırgaların yanı başında nisan güneşinin tadını çıkarıyordular. Her şey yüklüydü ve bir anda içeriye doluşup bağlanmaları ile kapılar kapandı. Kasırga havalandı. Cihan’ın ve takımının içinde oturduğu iki ZPT’yi taşıyan V100’ün pilotu çılgın bir pilot olan Aslı Yüzbaşı’ydı. Kendisi aynı zamanda taşımakta olduğu ZPT’lerden birinin; Çapkın 1’in komutanı Haydar Başçavuş’un eşiydi. Kasırga süratle havalanmış ve sert bir dönüşle, süratle hedef bölgeye yola çıkmıştı. Hakim ve yüksek mevkideki Yenişehir tepesinden aşağıya dalışı insanın yüreğini ve midesini ağzına getirecek cinstendi. Birkaç saniye içinde boğazdan sadece birkaç metre yukarıda saatte üç yüz kilometre ile yol alıyordular. “Haydar, aşkım senin için fazla hızlı değilim, di mi?” diye gülümseyerek masumca sordu Yüzbaşı. Sadece araç içindeki alıcıları kapsayan AVİ gurubuna konuşuyordu. İkinci pilot olan Mesut Teğmen sessizce gülüyordu. “Acıma bana Biriciğim!” diye her defasında olduğu gibi kükredi Haydar. Haydar’ın midesi hassastı, Aslı Yüzbaşı bunu biliyordu, ve daha yeni kavga etmiştiler. Haydar, Aslı’nın yeni saç rengini fark etmemişti!! “Bana Komutanım diceksin Haydar! Görevdeyiz!” diye kükredi Aslı. “Emredersin Komutanım!” diye öfkeyle dişlerinin arasından kükredi Haydar. “Hadi Başçavuşum bir dangal.. ehhh… hata etti! Bizim ne suçumuz var Yüzbaşım?!” diye acıyla sordu Çapkın 1’in nişancısı. Haydar, arkadaşının midesine yumruğunu geçiriyordu bunu söylemesinden hemen sonra. “Kurunun yanında yaş da yanar Mehmet.” oldu Aslı’nın cevabı. Cihan gülüyordu. Bu V100’ün kod adı Melek idi. Düşündü; şeytan da bir melek idi. Sessizce gülmeye devam etti.. Kasırgalar iki kıta arasında açıkta bekleyen vapur ve römorkörlerin, deniz otobüslerinin üzerinden geçip süratle karşı kıyıya ulaştılar. Konmaları ile birlikte kapılar açıldı ve araçlar ile birlikler dışarıya çıkıp alana yayıldı. Subaylar megafonlarla hemen kıyıya akın eden bu büyük topluluğu yönlendirmeye başladılar. Savaş ve karmaşa bölgelerinde görev yapmış asker ve subayların tecrübesi kısa sürede her şeyi düzene sokmuştu. İskelelere yanaşan vapurlar sorunsuzca dolmaya başlamıştı. Kurtlar ve diğer takımlar hemen önceki keşifler esnasında saptanan kritik mevkilere yerleşmiş ve ağır silahlarını kurup savunma durumu almıştı. Gatling topu taşıyan ve paletli bir telefon kulübesini andıran tek kişilik hafif zırhlı Tart’lar da buradaydı. Beş zırhlı araç kilit noktalara yerleşmişti ve beş tanesi de kasırgalar ile az sonra inecekti. Paşa demişti; sürpriz olmayacaktı. Hava da iki Omega ve altı Cobra uçuyordu. Cihan hemen muhafızlardan birine yanaşmış ve askeri disiplinle hareket eden; gri kamuflaj, zırh, AVİ ve askeri silahlarla donanmış adamdan komutanın kimde olduğunu öğrenmişti. Muhafız bu arada ona telaşla gaz maskesi takmalarını söylemişti. Cihan yatıştırmak istemişti ama muhafızın ısrarı onu tedirgin etmişti. Muhafızların hepsinde gaz maskesi vardı ve takıyordular! “Bütün birlikler. Derhal gaz maskelerini takın. Doğrudan bir tehdit yok. Bu sadece önlem amaçlı.” AVİ’den iletilen bu bilgi ile herkes süratle maskeleri takıyordu. “Neler oluyor?” diye muhafıza sordu Cihan. Bu sırada Muhafız da lideri ile konuşmuş ve komutanın onunla konuşmak istediğini söylemişti. Lider arkadan yanında beş iyi silahlı adamla geliyordu. “Adım Cenk.” “Ben de Yüzbaşı Cihan..” daha fazlasını söyleyemeden Cenk anlatmaya başlamıştı bile.. “Sonunda haberlerinizi alınca çok sevindik. İnanın yalnız kaldık sanıyorduk. Size ulaşmayı istedik ama geniş çaplı iletişim yoktu ve çevrede hep o çalınan insanlardan dolanıp duruyordu. Kerim’in adamları da bir başka belaydı.. Sonra da köpekler ve canavarlar geldi. Son bir haftadır doğu bölgesinde kan gövdeyi götürüyordu” diye, kara bir sesle hızlı hızlı konuşuyordu Cenk.. “Yavaş ol Cenk. Adım adım anlat. Çalınan insanlar; şu turuncu bitki bombalar ile çalınanlar mı?” “Evet ama bombalar; onlar savaşta kullanılıyor. Asıl bela olanlar şu sinsi pislikler.. Uçan balıklar. Onların ne olduğunu anlayana kadar biz de, Kerim de çok kayıp verdik.” “Uçan balık da neyin ..?” dedi ama sonra Rapor’u hatırladı Cihan. Bu arada Cenk ona kolundaki AVİ aracılığı ile eski bir görüntüyü gösteriyordu. Yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda ve şişman, büyük bir balıktı bu. Şeffaf gibi görünüyordu. Yerden bir metre kadar yukarıda havada süzülüyordu. Antenleri ve uzun bir kamış dili vardı. Ama en önemli bilgi sırtının iki yanından kuyruğuna doğru uzanan tohum keseleriydi. Keseler yumruk büyüklüğündeki el bombası tohumları belki iki yüz metreye kadar fırlatabiliyordu. “İsabetli bir topçu gibi çalışıyor ve de sinsi. İşini bitirip kayboluyor. İnsandan daha hızlı değil ama uyanık ve zeki. Şimdilik atıcılığından başka bir silahını görmedik. Dayanıklı değil ama yakından vurmayın. Küçük bir patlama ile patlıyor.” diye anlattı Cenk. Cihan bunu aklına not aldı. “Köpekler ve canavarlar dedin.?” Diye sordu Cihan. Cenk akıllı birisiydi ve durumu anladı. “Bildirilerde ve megafondaki metinde sadece çalınan insanlar ve canavarlar var. Ama hayvanları da çalabiliyorlar. Sokak köpeklerini de etkilemiş bu şey. Beş yüz köpeklik bir sürü açık alanda az kalsın sonumuz olacaktı. Bereket tankımız yetişti.” “Tankınız mı var?” diye şaşırdı Cihan. Cenk güldü. “Ordunun hurdaya verdiklerinden üç tane. Zengin bir koleksiyoncu dostumuz var. Meteor ortaya çıkınca bize çok yardımları oldu.” diyerek üstünü baştan aşağı işaret etti. “Ama bu uzun bir hikaye. Asıl size Kerim konusunda bilgi vermek istiyorum. Şu aralar başında bela varken bizimle pek uğraşamaz ama o da başka bir bela. Ayaklanma guruplarının çoğunu öyle ya da böyle etrafına toplayan bir psikopat. Tam bir deli ama gücü ve karizması ile korku saçarak herkese sözünü geçiriyor. Çok insan öldürdü. Pek çok esiri var. İşkence ve türlü eziyetler çekiyorlar..” derken sesi kinle keskinleşmişti.. “..Meteordan önce ve sonrasında çok çarpıştık. Ama çok fazla yandaş topladı. Gizli olan asıl sığınağımızı da keşfetti. Eğer bu canavarlar ortaya çıkmasaydı bizi de diğerleri gibi mahvedecekti. Bizi her şeye rağmen onlar kurtardı. Kerim kuzeyden gelen bu bela ile aramızda bir duvar gibi. Ama git gide zayıflıyor. Çok kayıp verdi. Kerim hafife alınacak biri değil. Bir zamanlar asker, polis ya da öyle bir şey olduğu belli. Ayaklanma ganimeti malzemeleri, yağmalanan polis ve asker silahlarını kullanmayı iyi kötü öğretti adamlarına. Kendi komuta ettiği yüz kişilik bir gurup ise açıkça seçkin bir gurup.” “Sizde fena değilsiniz.” dedi Cihan. Emir komuta ağı ve silah tutuşları bile çok şeyi söylüyordu. İyi bir askerin en temel işaretleri silahı tutuşu ve disipliniydi. “Aramızda savaşta çarpışmış küçük bir gurup var. Bizi onlar eğitti. Ve başka şeyler de var.” “Ne gibi?” diye sordu Cihan. Vapurlar ve deniz otobüslerinden ilk parti dolmuş ve karşı kıyıya yola çıkmıştı. Bu yakanın tehlikelerinden kurtulana kadar Gökdelen ve Tepeyurt’un korumalı geniş dış sınırlarında oluşturulan yerleşimlere taşınıyordular. “Bizim ana sığınağımız Kale 1’dir komutanım. İstanbul’daki sığınağımız ise Kale 15’dir. Biz Fortress ittifakı üyeleriydik.” Derken sesi gülümsüyordu Cenk’in. Fortress İttifakı meteor haberine kadarki on yıl boyunca bütün dünyada otuz milyon kişinin oynadığı bir bilgisayar oyunundaki en büyük ittifaktı.. İnternet üzerinden oynanan oyun başlarda bir tarikat olmakla suçlanmış ama oyunun yaygınlaşması ve her yıl daha çok insanın oynaması ile zengin olan yaratıcıları ise buna sadece gülmüştü. Zaten bir iki yıl sonra tarikat diyenler de bir ittifaka üye olmuş ve Peacemakers; Barışçılar, oynuyordu. Oyununu yaratan şirketin çılgın sahipleri su gibi para harcayan iki gençti. Bu meteor olayı ve sonra da kaosun ilk işaretleri patlayınca, sadece kendilerini değil oyunun senaryosundaki gibi; insanlığı da, sevdiklerini de kurtarmayı istemiştiler. Ve böylece bütün dünyada Fort’lar; Kale’ler doğmuştu. İttifakın bölgesel sığınak karakolları! Meteora ve kaosa karşı sığınılan sağlam sığınaklar ittifak üyelerinin güç birliği ile inşa edilip gizlenmişti. Çılgıncaydı. Ama tam da Peacemakers’ı yapanlara göreydi! Oyundaki dostluklar gerçek hayata taşmıştı! Cihan, Cenk’in anlattıklarını dinlerken aslında çok az şaşırmıştı. Yüzü maske ile kapalıydı ama sesi açıkça gülümsüyordu. “Hangi bölgede oynuyordun Cenk?” “Orta Doğu.” “Kod adın neydi?” Cenk sorulara şaşırmıştı. Ama cevaplıyordu. “Çingiz.” “Memnun oldum Çingiz. Ben de Omar Sharr.” Cenk bir an için sadece öylece şaşıp kaldı. Sonra; “Dalga geçme benimle!” diye açıkça neşe ve şaşkınlıkla konuştu. “Bir asker boş zamanlarında askercilik oynarsa şaşmamalı,” dedi gülümseyen sesi ile Cihan. Oyuna bir bakmak için girmiş ama sonra çok eğlenip oynamaya devam etmiş hatta karargahtaki diğer özel kuvvetçileri de oyuna sokmuştu. Kingdom İttifakı’nda, Fortress’e karşı oynamıştılar. Omar da Krallık’ın en tehlikeli oyuncusuydu. “Seni yakalamak için kaç kez operasyon yaptık. Çöl Ateşi senaryosunun ikinci haftasında geniş çaplı bir operasyon yapmıştık. Çok iyi ayarlamıştık her şeyi. Nasıl haber aldın?” Cihan gülüyordu. Baskına gelen düşman takımlarını bina blokları ile beraber havaya uçurmuştu. “Karargahınızdaki ana santralde bir cihazımız vardı. Silah kaçakçılarına çok para verdik ama taramada yakalanmayan en yeni teknolojiyi aldık. Organik verici. Karargahınız patlatılana kadar her konuşmanızı dinliyorduk.” Cenk de kahkahalarla gülüyordu. “Rezillik! Oyunun tasarımcılarından biri de bizimleydi biliyor musun. Bunlarda onu alacak para olamaz. Boşuna detektöre o kadar para gömmeyelim. Belli ki bi yaralıyı konuşturdular demişti.” Onlar böyle muhabbet ile vakit geçirirken seferler birbirini izledi ve akşama kadar on bin kişi karşı kıyıya sorun çıkmadan güvenle taşındı. Cenk iki sığınakta on bin kişi daha olduğunu ve bu yakadaki tahmini bir milyon kişiden beş yüz bininin ayaklanmalar esnasında şehirlerden daha sakin ve emniyetli olan küçük kır ve dağ yerleşimlerinin gizliliğine kaçtıklarını anlatmıştı. Ordu İstihbaratı da bunu destekliyordu. Galiba halk meteordan çok kendi içinden çıkan bu zalimlerden korkmuştu. Gerçekten de Meteor’un son hızlanma haberini çoğu kişi duymamıştı, önlem alamamıştı bile. Dünya o denli kaosa batmıştı! Gün kararıp güneş batarken; “Kerim’in yerini biliyor musunuz?” diye sordu Cihan. “Gazilerimiz; bize gerçek eğitimi verenler, biz buraya gelirken o yana gittiler. Bu gece geç saatlerde, onlar uyurken Kerim’i almayı planlıyorlar. Bu gurupların çözülmesini hızlandıracak diye düşünüyoruz. Ellerinde çok fazla esir var ve köle gibi kullanıp eziyet ediyorlar. O insanları ona daha fazla bırakamayız.” Cihan bu operasyon meselesini duyunca rahatsız olmuştu. Savaş gazisi bile olsalar bu türden bir operasyon sivil işi değildi. “Onlara ulaşmalıyız. AVİ kullanıyorlar mı?” “Evet ama gurup içinde bile iletişimleri olmayacaktı. Son bir haftadır AVİ’leri dinleyebildiklerini fark ettik. Karışık modda bile mesajlarımızı çözüyorlar.” “Sanırım ellerinde bir Karakulak var. Yeni bir cihaz. Tam bir baş belası. Alman buluşu. Ayaklanma esnasında ordu depolarından yağmalanmış olmalı. Nasıl haberleşecektiniz.” “İşi bitirip dönecektiler. Kendi aralarında da bir işaret dilleri var. Dürbünleri olduğu sürece kuş dili onlara kilometrelerce mesafede bile yeter.” Cihan’ın aklında bir şimşek çaktı. “Onlar mı kuş dili diyor buna. El işareti diline?” “Dili diğerlerine öğreten Önder. Ondan duyduk. O sanırım yüksek rütbeli bir operasyoncu. Ya da eskiden öyleymiş. Saç sakal çok hırpani bir hali vardır. Pek fazla konuşmaz ve hakkında Savaş’a katıldığından başka pek bir şey bilmeyiz. Ama bize çok yardımı oldu. Diğer gaziler ve hepimiz ona çok saygı duyarız. Lider bile önemli şeylerde ona danışmadan harekete geçmez. Neden böyle ilgilendin? Bir şey mi var?” Cihan bir an sessiz kaldı. “Olabilir. Kuş dili lafı bir şeyler hatırlattı ama hepsi o. Kesin bir şey yok. Savaş’ta özel kuvvetlere bağlı operasyon birlikleri çok işler başardı. Çoğumuz ortak operasyon ve eğitimlerden tanışırız. Kara Kuşlar’ı hatırladım bir an. Onlar Kuş dili derdi bu el lisanına. Bir operasyondan geriye hiçbiri dönemedi. İlgisi olmayabilir. Sadece hatırladım.” Küresel Güvenlik Teşkilatı’nın çokuluslu vurucu askeri gücü takımlar halinde örgütlüydü ve dünyaya yayılmış durumdaydı. Yerleşik olan bu timlerin belirli operasyon bölgeleri vardı. Ama en seçkin birkaç timin çok yüksek hareket kabiliyeti ve sınırsız yetkileri vardı. Renk Takımı kod adı ile bilinen tim de onlardan biriydi. Yarbay Siyah, meteorların yağmaya başladığı 16 Mart’tan bu yana sürekli çarpışıyordu. O ve takımı dünyanın herhangi bir noktasına bir buçuk saat içinde ulaşma kabiliyetine sahip yeni nesil bir uçucuyu; bir savaş mekiğini kullanıyordular. Önceleri ayaklanmaların zor durumda bıraktığı üslere yardım için çabalıyor ve meteor sonrasındaki savaş için bu üslerin sağlam kalmasını sağlıyordular. Sonra çabaları meteor yağmurları nedeniyle çok yavaşlamıştı. Üstelik hasar da almıştılar. Yarbay Siyah çok keyifsizdi. Aydaki Amerikan üssü Küresel Güvenlik Teşkilatı; KGT’nin de ana karargahına ev sahipliği yapıyordu. Ve bu üs ile doğrudan bağlantıları yirmi iki gündür yoktu. Ayın arka yüzündeki üs ile çarpma öncesi ve sonrası protokoller görüşülürken hep dünyadan yana sorunlar üzerinde durulmuştu. Ay üssü ay yüzeyinin çok derinlerindeydi ve çok sağlamdı. Üstelik ayın arka yüzünde olması ona çok koruma sağlayacaktı. Ama şimdi ayda sorun vardı. Haberleşme şamandırası bu gün daha yeni atılmıştı ve kötü haberler vardı. Ay saldırı altındaydı. Çoğunlukla saldırı yok edilmişti. Ağır hasar ve kayıplara rağmen, planlanan bir operasyon ile kısa sürede düşmanı yenecektiler. Bununla beraber dünyaya destek olmak için hazırlanmış ay üssü; Nuh, bunu bir süre ertelemek zorundaydı. Düşman yüz milyon çok seçkin dünyalının dondurulduğu Soğuk Uyku Komplesi’nin depolarının önündeydi ve sert bir savaş veriliyordu. Savaş kazanıldığında ise tamiratı gereken çok fazla şey vardı. Araç ve silah kaybı çok fazlaydı. Sadece tohumlanmış bir meteor ve onu güden bir Çoban bekliyorken devasa meteorun kanyonlarında gizlenmiş bir Kovan kolonisi ve uzay savaşçıları ile karşılaşmıştılar. Bu uzaylı dostlar olan Grekulları bile şaşırtmıştı. Normalde Kovan, meteorları sadece tohumlayıp bırakırdı. Belli bir hedefi vurmak istediğinde çok eşsiz bir tasarımı olan ve sadece bu işe yarayan Çobanları kullanırdı. Çobanın meteora kısıtlı ama uzun mesafede kusursuz bir hedefleme sağlayan kabiliyeti yakın mesafede de kısmen etkiliydi. Bu etki ile küçük meteorları korunma, gizlenme ve yakına saldırı için kullanıyordu. Ama bütün bunların ötesinde şu anki durum sıradışıydı. Burada meteorun kaynakları ile gelişmiş bir koloni vardı! Grekulların yardımı ile uzay savaşçıları yok edilerek kara saldırısına karşı savunma başarılabilmişti. Ay üssü Mars kolonisinin de saldırıya uğradığını ve benzer şekilde çok ağır hasar aldığını bildirmişti. Mars ile bağlantı kopuktu ve ve açıkça hayatlarından umut kesilmişti. Şu anda dünya yüzeyinde bulunan bütün KGT güçlerine ikinci bir emre kadar yüzey komutanlıklarına bağlandıkları bildirilmişti. Eğer karşı bağlantıları olsaydı Siyah bunun yeterli olmadığını ve gördüklerini Nuh’a anlatabilirdi. Afrika’da üç noktada gizli fırlatma üsleri sadece bu savaş için hazırlanmıştı ve yörüngeye yeniden çok rollü uydular fırlatmak için hazırdılar. Birkaç saat içinde KGT bu süreci başlatıp otomatik fırlatma emrini verecekti. Bununla beraber vurucu güç zafiyeti yüksekti. Siyah şu anda yörüngede idi. On beş bin kilometre yukarıdan dünyayı izliyordu. Gelişmiş casus gözleri taramayı bitirmişti. Sonuç hiç iyi değildi. Bütün tim kokpitteki görev yerlerindeydi. On beşi birden kara kara düşünüyordu. Yayılma çok tehlikeli bir boyuttaydı. Afrika, Sibirya, Güney Kutbu ve Avustralya ile Güney Amerika’nın iç kesimlerinde gelişmiş koloniler vardı. Bu bölgeler 1 Nisan tarihinde büyük meteor vurulmadan iki hafta önce yağmaya başlayan kaya yağmurunun indiği yerlerdi. Böcek akıllıydı. Son yağmurlar ile dünyayı bombalayıp etrafta sadece karışıklık yaratacak oyalayıcı koloniler kurmuş ve asıl kolonilere karşı bir kalkan oluşturmuştu. Renk Takımı bile önceliği bu küçüklere vermişti çünkü bunların gelişmesi daha süratli kötülüklere yol açacaktı. “Bu yetmez” dedi Yeşil. “Ona katılıyorum” diyerek destekledi Mavi. “Ne öneriyorsunuz?” diye sordu Siyah. İkisi de sessizdi. “Patron sensin, onu sen bul” diye konuşarak onlara destek oldu purosunu tüttüren Gümüş. “Mekikler ve Zırhlı Savaşçılar olmadan şu durumda çok kayıp vereceğiz.” Dedi Turuncu. Kara derili dazlak kafasını tatsızca iki yana sallıyordu. “Sence ne zaman bize dönebilirler?” diye soran Mor’du. Siyah ona döndü. İkisinin arasındaki ilişkiyi bütün takım biliyordu. Siyah’ın iyi bir yalancı olduğunu ama Mor’a yalan söyleyemediğini de. Badem gözlü genç kadına baktı Siyah. “Henry McAndrew’u iyi tanırım. Onun yüzündeki o ifadeyi biliyorum. Gerçekten durum berbat olduğunda karşısındakine moral verebilmek için takınır. Bence ay üssü bunu atlatacak. Ama bize yardım edebilmeleri çok zor.” Mesaj kaydını tekrar açtı ve bir yerinde dondurup görüntüyü büyüterek netleştirdi. “Şuna bakın.” Görüntü dikkatsizce ana komuta merkezinde ve ana ekrana karşı kaydedilmişti ki bu dikkatsizlik bile işlerin ne derece karışık olduğunu gösteriyordu. Ekranda Siyah’ın işaret ettiği noktada üssün savaş gücü rezervi ve yenileme kabiliyeti ayrıntılı bir biçimde raporlanıyordu. Henry’nin vücudunun gösterdiği kısım küçük ama en önemli kısımdı. Üssün dünyaya indirme yapma kabiliyeti yoktu! Mekiklerini kaybetmişti! Bu üs içindeki fabrika ile belki birkaç ayda kısmen telafi edilebilirdi. Ama daha önemlisi fabrika da hasarlıydı! Silah ve malzeme depolarının büyük kısmı da saldırılarda hedef alınmıştı. Durum berbattı. “Durum berbat..” dedi Gümüş. Yüzü ekşi ve öfkeliydi. “Biz oraya ulaşabiliriz. Dünya’da en azından beş mekik var. Kapasitelerimiz yüksek. Ama şu durumda kendi hayat destek üniteleri ve yüz milyon insanın hayatta tutulması daha önemli olabilir. Biz burada bir şeyler yapabiliriz. Amerika, Çin, Avrupa ve Rusya en yoğun hasarı alan bölgeler. Askeri üslerin Çoban tarafından özellikle hedeflendiği belli. Meteor yönlendirme kabiliyeti korkunç etkili bir bombardımana neden oldu. Şu durumda toparlanmak için zaman gerekli. Elimizdekilerin önemini çok büyük ölçüde arttırıyor bu,” dedi Siyah. “Aklında bir şey var” diye sordu Mavi. Siyah bir iki tuşa bastı ve ekrandan slaytlar geçmeye başladı. “Bunlar dünyanın şu anda sağlamlığı raporlanmış ve Kovan ile savaşan ya da savaşabilecek direnç noktaları. Bunlar da savaş, üretim ve teknoloji değerlerinin analizleri. Ve bu da benim aklımdaki şey” dedi ve asıl slaytlara geçti Siyah. Amerikan ordusu ve KGT tarafından kullanılan özel silah ve ekipmanlardan bazılarıydı bunlar. Planlar ve teknoloji sırlarıyla beraber.. “Başka zaman olsa çıldırmışsın derdim!” diye yüksek sesle gülerek purosundan derin bir nefes çekti Gümüş. Dumanı halka yaparak üfledi. Ekibin doktoru Pembe, Siyah’a sordu, “Onlara mı vereceksin?” “Fikirlerinizi duymak istiyorum. Uzaydan gelen bir düşman bütün insanlığı tehdit ediyor ve bizim en çok güvendiğimiz silahlarımız, en güvendiğimiz kalemiz ağır yaralandı. O olmadan diğerlerinin en iyi şansı onun güçlerinden bazılarını kullanmayı öğrenmeleri. Ağır üretim değil söz konusu olan; buna alt yapı hazırlanması bile çok zaman alır, üretimi saymıyorum. Alt yapıları var olan ama gelişmeleri zaman alacak şeyleri hemen vereceğiz. Burada adı geçen destek donanımın bazıları birkaç gün içinde pek çok yerde rahatlıkla üretilebilir. Stabilizör serumu ve genomedikal serumları, suni organ nakli desteği bile askerlere büyük güç verecektir. Sente-Muscular zırh ve birinci seviye kalkan teknolojisini söylemiyorum bile.” “Bu kararı Uzun John’da Albay Woo ile konuşmayacak mısın?” diyerek Antartika ve tropik Güney denizleri arasında dolaşmakta olan koca üs gemiyi işaret etti Mavi. Uzun John bir süper tanker gibi görünen seyyar bir KGT üssüydü ve şu anda oraya bağlıydılar. Aslında bütün yeryüzü KGT’si oraya bağlıydı. “Elbette konuşacağım ama eminim Albay Woo bunu onaylayacaktır.” Bir süre sessizlik oldu. Sonra Yeşil öfkeyle konuştu. “Bunun önceden yapılması gerekirdi.” dedi. Ses tonu gayet iyi açıklıyordu ne demek istediğini ve çok haklıydı. Bu düşmanın gelişi biliniyordu ve çok önceden bazı bilgilerin paylaşımı çok büyük bir fayda sağlayabilirdi. Dünyanın bölünmüşlüğü çok kötü bir şeydi. Siyah sadece başını onayla salladı. İletişim kanalını ayarladı ve Albay Woo ile görüşmesine başladı. Önder gecenin karanlığına bürünmüş ve hareketsizce molozların arasına uzanmıştı. O kadar iyi saklanmıştı ki yanındaki arkadaşı bile az sonra orada olup olmadığını sormak zorunda kalmıştı. “Sessiz olsana be Alper” diye fısıldadı Önder. Alper susup iyice sindi. Üç saattir aynı noktada hareketsiz bekliyordular. Alper Savaş’ta çarpışmıştı ama özel operasyoncu değildi. Yine de çok çarpışma gördüğü ve iyi nişancı olduğu için Önder onu yanından ayırmazdı. Alper ilk başlarda bu özel tim işlerinde olmaktan gurur duymuştu. Ama zamanla; ve özellikle bazı zamanlarda daha çokça, bu işlerin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını anlıyordu. Sabır, sükunet ve soğukkanlılık çok önemliydi. Otuz saniyelik ve tek el ateş edilen bir operasyon için sahada sekiz saat gizlenip uygun anı bekledikleri günden bu yana buna inancı artmıştı. Vakit gece yarısını üç saat geçmişti ve ortalık son bir saattir iyice sessizleşmişti. Önder harekete geçme vaktinin geldiğine karar verdi. Timinde on kişi vardı. İki nişancısı ve onların hedefçileri iki yüksek binaya yerleşip termal ve gecegörüşlü izlemelerine başlamıştı. Bu dördü savaş gazisiydi. Altı kişi içinde en tecrübesizi Alper’di. Diğerlerinden ikisi ayaklanma zamanında güruhun yakalayıp öldürmek üzere olduğu polis özel kuvveti üyeleriydi. İki gazi ise savaştaki gece operasyonlarından tecrübeli eski askerlerdi. Donanımları sağlam ve silah güçleri eksiksizdi. Hazırdılar. Sessizce girecek, depolara gerekli müdahaleyi yapacak, Kerim’i bulup işini şiddetle bitirecektiler. Sonra da şenlikli bir kaçış ile uzaklaşacaktılar. Plan buydu. Operasyonun başlaması an meselesi idi. Tim üyeleri birbirinin konumlarını biliyordu ve sessiz haberleşme için bu önemliydi. Önder elinin üstünde iki kez yanıp sönen lazer noktasını fark etti. İstikametini kontrol etti. Gecegörüş gözlüğü mesafe ayarını yaptı. Selami’ydi bu. El işaretleri ile bir şeyler anlatıyordu. Fısıldayarak işaretleri Alper’e de okudu. “Nişancı Osman, Cenk’in yanında olduğunu söylüyormuş. Beraberlerinde ordu özel kuvveti de varmış. Helikopterleri üç blok ötede destek için hazırlar. Beklememizi istiyorlar. On dakika içinde tim yanımızda olacakmış.” “Vay be. Ne heyecanlı bir hal aldı bu iş,” diye fısıldadı Alper. Önder işaret ile cevap yolladı Selami’ye. “Köşedeki hamburgercide buluşalım onlarla.” Cevap neredeyse anında gelmişti. “Yola çıkıyorlar, tamam.” “Gidelim Alper.” Sessizce sürünerek uzaklaştılar ve kapkara karanlık şehir sokaklarında sinsice sıçrayarak süratle buluşma noktasına aktılar. “Ben Cihan Yüzbaşı. Yalnız Kurtlar Timi’nin komutanıyım.” “Ben de Önder. Destek görmek güzel Yüzbaşım. Hoşgeldiniz.” diyerek sessizce, fısıltıyla, aynen Cihan gibi konuştu Önder. Cihan daha ilk anda onun asker ve operasyoncu olduğunu biliyordu. Silahı tutuşundan duruşuna, kuşamına ve konuşmasına kadar her şeyi ile emindi. Rütbesini bile söyleyebilirdi. Kesinlikle yüzbaşıydı. Bir nedenden bunu şimdi söylemiyor ve saçı sakalı ile askere benzemiyorsa bunun nedeni şu anda önemli değildi. “Susturuculu MP 7’leriniz var. Patlayıcılar ile kuşanmışsınız. Plan nedir?” “İki koldan sessizce giriyoruz. İçiyorlar ve sızıyorlar. Canavarlar ile savaşanlar diğer karakol binasında ve kuzey ile aramızda mayınlar ile duvar ördüler. Bunlar işin ciddiyetini anlamamış ya da savaş stresi yüzünden önemsemiyorlar. İçki ve uyuşturucu ile yarı uyanıklar. Günlerini tecavüz, işkence ve içki ile geçiriyorlar. Kerim onları böyle kontrol ediyor. Sızacağız. Üç kişi cephanelik ve depolara üç kişi de binanın on ikinci katındaki Kerim’in bölümüne girecek. İki nişancım ve hedefçileri uzak destek için mevzilerinde. Burada yaklaşık beş yüz adamı var ama yüzü bile ayık değil. Asıl kuvveti kuzeye çekmiş.” “Burada olduğundan emin misiniz?” “On ikinci kat onun yeri ve her gece bir kız alır yanına. Bu gece de on ikinci kata bir kız çıkardılar” diye dişlerini sıkarak konuştu Önder. Alper araya girdi, onun da sesi ve yüzü biranda değişmişti; “Daha on beşinde bile değildi o zavallı. Ağlamaları, yalvarmaları onları sadece güldürüyordu.” Cihan ve Kurtlar da kararmıştı şimdi. “Bombacıları ve infaz timini birer kişi arttıralım. Seninkilere biz de katılalım. Geriye kalanlar kaçış için çevre emniyeti alır. Duruma göre helikopterler ile burayı toptan temizleyebiliriz. Ama önce şu Kerim Efendiyi aldığımızdan emin olalım,” diye önerdi Cihan. “Bundan iyisi can sağlığı,” diye onayladı Önder. “Şahin, Rafael. İkiniz benimle gelin. Kerim’e gidiyoruz. Dilaver, Okan ve Süleyman, patlayıcıların yerleşmesine refakat edin. Şirin, kalanlar senin komutanda. Destek ve karışıklık sizin göreviniz. Patlamalar başlayınca başlayın. AVİ’leri de açıyoruz o zaman. Duysalar da bir şey fark etmez ondan sonra. Haydi,” dedi ve operasyonu başlattı Cihan. Şehrin bu tarafında yıkıntılar ve moloz tepeleri ile yaralı, delik deşik binalar ana fonu oluşturuyordu. Binalar hasarlarına rağmen genelde yıkılmayacak kadar sağlam ve yüksekti. Hedef bina ise en yüksekleri idi. Nişancılar çevredeki uygun çatılardan bu binayı göz hapsinde tutuyordu. Çevre emniyeti kalabalık olsa da dağınık ve düzensizdi. Üstelik sarhoş ve uyuşmuş haldeydi. İlerleyen sinsi tim için bu dağınık ve düzensiz yapı bulunmaz nimetti. Sinsice bir gölgeden diğerine ilerlediler. Şehir karanlıktı ve bu çevre binaların bazılarına sadece kısmen; jeneratör ile elektrik veriliyordu. Yanan variller ve tutuşturulmuş otomobil lastikleri ile sokaklar gölgeli bir karanlıkla dalgalanıyordu. Tim, gırtlak kesip boyun kırarak ama sessizce ve görülmeden ilerliyordu. Her şey zaman ile ayarlanmıştı. Saatler çalışıyor ve işler yolunda gidiyordu. On dakika sonra sessizce işini gören patlayıcı timi geri dönüş yolundaydı. Patlamalardan sonra ateş açacağı ve bomba yağdıracağı ateş mevzilerine dönüyordu. Bu esnada binanın karanlık yüzüne tırmanmakta olan infazcı tim de duvarların gölgelerine sinmiş ve zamanı bekliyordu. Zaman gelmişti. İçeriye dalmaya hazırlananların hepsi de operasyoncuydu. Sessiz silahları ve üstün nişancılık becerileri vardı. Hepsi de sinsi ve soğukkanlı katillerdi. Önce sinsilik üstatları Şahin ve Rafael yavaşça pencerelerden karanlık odalara süzüldüler. Sonra Önder ve Alper ile Cihan ve Abdullah içeriye diğer pencereden girdiler ve ilerlemeye başladılar. İlk mermilerin ateşlenmesi de aynı anlara denk geldi. Sürat ve acımasızlık konusunda anlaşmış olan infazcılar ateşe başlamıştı. Şahin ve Rafael önlerine çıkanı o daha ne olduğunu anlamadan susturuculu silahları ile yere yıkıyor; delik deşik ediyordu. Süratle ilerleyen ikili az sonra fark edilmişti ve kat bağırışlara boğulmuştu. Koşuşturmaca ve silah sesleri başladığı anda mükemmel bir zamanlama ile patlamalar da başladı ve alt katlardaki depolar ile yan binalardaki cephanelikler patlamaya başladı. Bir anda ortalık karışmıştı. Gece aydınlanıyordu. Alevler göğe yükselmeye başlamıştı. On ikinci katta çatışma sürüyordu. Aslında infaz sürüyordu. Ayaklanmacı güruh sürüler halinde mermilere yem oluyor ve yere yıkılıyordu. İnfazcılar çapraz atış için katın ana salonun iki kenarına masalar ve koltuklar arkasına siper almıştı. Asansör ya da merdivenden gelen takviyeyi buğday başağını biçen orak gibi biçiyordular. Bu esnada Önder ve Cihan da Kerim’in odasına doğru ilerliyordu. Önlerine çıkan muhafızlar zırhlı ve nispeten iyi silahlı, iyi atıcılardı. Ama bu iki infazcı ile mukayese kabul etmezdiler. Önder bir flaş bombası attı ve kenara çekildi. Işık patladı. Adamlar kör oldu. İki infazcı üç muhafızın yanından yürüyerek geçerken mermi harcamadı. Bıçaklar bunun için yapılmıştı ve ikisi de işlerini biraz uzatarak beşer altışar hamle ile sağlam işler çıkardılar. Ölenlerin çığlıkları onların işi doğru yaptıklarına emin olmalarını sağladı. Kapıya geldiklerinde iki infazcı da durdu. Kapı kapalıydı. İçerde ışık yoktu ama hareketi işitme güçlendiricileri sayesinde rahatça duyuyordular. Önder ve Cihan’ın silahları küçük birer ısı tarayıcı dürbüne sahipti. Birbirlerine işaret ettiler. Gülümsediler. Gecegörüş gözlüklerinin ekranına AVİ’ye bağlı termal dürbünün görüşü bir pencere ile açıldı. Cihan silahının şarjörünü değiştirdi ve aynısından bir şarjör de Önder’e verdi. İşaret dili ile “..duvar delen,” dedi. Önder gülümsedi. Mermiler zırhı ve duvarı delip arkasını vurmak için özel yapılmıştı. Şarjörler değişti. Duvarın arkasında dört silüet vardı. Biri yerde yatıyordu ve küçüktü. Bu küçük kız olmalıydı. Diğer üçü silahlıydı ve kapının açılmasını bekliyordu. Gecegörüş gözlükleri ve zırhları vardı. İnfazcılar birbirlerini başları ile onayladılar ve bel seviyesinden yukarıya yaylım ateşi ile iki saniyede işi bitirdiler. Hepsinin yere cansız düşüşünü izlerken bir yandan da kapıyı açıyor ve içeri giriyordular. Cihan zırhının ve miğferinin üzerindeki ışıkları açarken aşağıda ve bu katta hala silah sesleri gümbürdüyordu. Zavallı kızcağız perişan bir haldeydi. Çok işkence görmüş, çok dövülmüştü. Önder’in ağzından sağlam bir küfür çıkarken yerde birisi inledi. Cihan kasaturasını çekti ve yere eğilip adamı inlediğine binlerce kez pişman olacak bir biçimde öldürdü. Hiç acımamış ve yaptığından utanmamıştı. Yaptığı ona çok insanca gelmişti. “Hiçbiri Kerim değil” dedi kızı battaniyeye sarmalayıp korumacı bir şefkatle kucağına alan Önder. “Önemli değil” dedi soğuk bir sesle Cihan. “Onu da buluruz.” AVİ’ler artık açıktı ve silah sesleri ile patlamalar sürerken Şirin’e seslendi Cihan. “Burada işimiz bitti. Yaralı bir rehine ile beraber çatıdan çıkacağız. Tam bir temizlik istiyorum Şirin. Sorgulanacak birkaç kişi yeterli. Bu insanlık ayıplarını yanımda taşımak istemiyorum.” AVİ’ler artık açık olduğu için Gökdelen ve bütün tim bu konuşulanları duyabiliyordu. Şirin Yüzbaşı sadece bir iki saniye Gökdelen’den herhangi bir karşı emir gelecek mi diye bekledi. Sonra sessizliğin üzerine “Emredersiniz Komutanım” diyerek emri herkese tekrarladı. Cobra helikopterlerinin bir dakika içinde desteğe gelmesi ve Omega ile Karaşahinlerin de konumlanması ile operasyon artık kısa sürede tamamlanıyordu. Yer timlerinin yönlendirdiği helikopter sortileri kısa zamanda çevreyi temizlemiş ve ayaklanmacıların bölgesi ezilerek ele geçirilmişti. Kerim artık tam anlamı ile iki keskin bıçağın arasında sıkışıp kalmıştı. 23 Nisan Sabahı. Ayaklanmacılara yapılan saldırının birkaç saat sonrasında timler çevreyi tamamen emniyete almış ve temizliğini yapıp ayrılma hazırlıklarını da yarılamıştı. Güneş ilk ışıklarını saçmaya başladığında son Karaşahin de havalanmış Gökdelen’e dönüyordu. Cihan çarpışma sahasında etrafa bakınıyordu. Cesetler toplanmış ve canlı olanlar sorgu için yola çıkarılmıştı. Köle olarak tutulanlar da süratle nakledilmişti. Sadece üç tim ve üç zırhlı araç ile iki insansız hava keşif aracı; İHA-K kalmıştı operasyon bölgesinde. Muhafızlardan da operasyoncular ve bir tank çevredeydi. “Bugün 23 Nisan,” dedi Cihan. Önder yanındaydı. “23 Nisanlar hep yağmurlu olurdu. Bu hava güneşli” dedi Önder. Cihan güldü. Dünya artık bildikleri dünya değildi. “Zaman değişiyor, Yüzbaşım” dedi Önder’e. Önder, Cihan’a bir bakış attı. Yavaşça gülümsedi. Hala konuşmaya hazır olmadığı belliydi. Cihan hiç üstüne gitmedi. Kovan konusunda bilgileri paylaşmıştılar. Sahada daha uzun zamandır gezmekte olan muhafızlar canavarların uçan böceklerle kuzeyden geldiğini söylemişti. Ve Cihan da onlara Ankara Raporu’nu vermişti. “O halde tamam. Bu yakadaki ana direnç noktamız sizin karargah olacak. Birlikte bir gözden geçirelim ve ayarlamaların ardından süratle harekete geçelim. Kerim işini bir an evvel sonlandırıp bütün dikkatimizi bu Kovan illetine vermek istiyoruz. Şehri ikisinden de kurtarıp bir an önce düzeni tesis etmeliyiz” diye konuştu Cihan. Ayaklanmacılardan bazıları Gökdelen’deki sorguları esnasında son derece işbirlikçi bir yaklaşım sergilemiş ve çok kıymetli bilgiler vermişti. Şehir içinde pek çok yerde metrodan bozma ya da kazılıp inşa edilen yeraltı sığınakları vardı. Bunların çoğu halkın kendi çabaları ile yaptığı derin beton mağaralar olarak tanımlanabilirdi. Pek meteor sığınağı sayılmazdılar. Ama içlerinde çok insan ve onları bir müddet hayatta tutmaya yetecek erzak ile su vardı. Ayaklanmacılar neredeyse bunların tamamını bulup ele geçirmiş ve zulümlü hükümlerini sürmeye başlamıştı. Şu anda gerçekten de büyük bir kitleyi silahla kilit altında tutuyor ve köle efendileri gibi hüküm sürüyordular. Paşa sabahın ilk saatlerindeki ilk raporla beraber Güneşinoğlu’nu kullanarak İstanbul’un tam ve çok yönlü bir yeraltı haritasını çıkarttırmıştı. Harita öyle ayrıntılıydı ki bazı yerlerde odaklanınca gömülü sikkeler bile seçilebiliyordu. Askeri uzmanlar sığınakların hangilerinin ayaklanmacılarda olduğunu ve hangilerinin hala saklandığını termal ve x-ışını haritalarda kolayca seçebiliyordu. Şeref Paşa şehri geri almaya kararlıydı. Ne kadar çabuk o kadar iyiydi. Geniş çaplı bir Kovan operasyonu için Ankara ile beraber planlar yapılıyordu ve şehir defterini kapatmayı istiyordu. “Kemal, bu ayaklanmacılar çok zulüm yapmışlar. Bu Kerim çok can yakmış. Lakin her musibetten bir hayır doğar diyesim geliyor..” Kemal Yarbay tam anlayamamıştı. Yüzünden belliydi. “Kemalim, bu Kerim denen deli bu ayaklanma guruplarını birleştirip şehrin yarısını demir yumruğuyla yönetiyor olmasa işler şu anda olduğundan beter olabilirdi. Adamları duydun. Son bir haftadır Kovan ile kuzey hattı boyunca çarpışıyorlarmış. Onlara inanıyorum. Yalan söylemedikleri belli. Çok fazla ayrıntıya sahipler. Çetin savaştıkları belli. Çok kayıp vermişler ve kısmen de olsa başarılı olmuşlar. İstanbul’u Kovan’a tamamen kaybetmediysek bunun nedeni onu daha önce Kerim’e kaybetmemiz.” diye konuştu Paşa. Kemal, Paşa’yı anlamıştı. “Ve Kerim de onun olanı canla başla koruyor” dedi Yarbay. “Kerim aradan çıkıyor ve artık iş bizde. Görünen o ki kuzeyde bir yerde askeri bir koloni var. Büyük ihtimalle Ruslar’ın uğraştığı koloni bu. Denizi aşıp geliyor olmalı. Ama neden taa buraya geliyor. Belki de Kerim koloni kurmasına izin vermedi. Belki stratejisi bu. Bilmiyorum. Ama Rusların saldıracağını biliyorum. Biz de Karadeniz’deki madenlerini vurduk. Şimdi de İstanbul’u temizlersek kurtarılmış geniş bir bölgemiz olacak.” “Operasyon hazırlıkları süratle devam ediyor Paşam. Bu gece harekete geçebiliriz. Timlerin hepsi haritaları inceliyor. Tek vuruşta, eş zamanlı olarak işi bitireceğiz. Gece bir haritalama daha yapacağız ve bu arada Sıcakkanatlar da yukarı çıkmış olacak. Ayrıca İHA-K desteğinde harekete geçeceğiz. Sessiz ve hızlı olacağız.” “Çok güzel Kemal. Bu işi bitirelim.” Muhafız üssü; Kale 15 özellikle bu rol için son üç yılda yapılmış bir binaydı. Beş katlı ve büyük bir binaydı. Çevresine hakimdi. Dışardan şehirdeki pek çok bina gibi pencereleri kalaslarla örülü, kapıları mühürlü ve terk edilmiş bir hali vardı. Çok derin ve çok büyük bir sığınağı vardı. Farklı noktalardaki başka sığınaklar ile tünel bağlantısı mevcuttu. Yarım düzine farklı yöne uzayıp her biri birçok kola ayrılan küçük ve bazıları da büyük çıkış tünellerine sahipti. Askeri araç ve hatta makine parkı vardı. Cihan gördüğünde etkilenmişti. Operasyon ile karşı kıyıya geçen ilk on bin kişi işte bu sığınaktan faydalanarak sessizce kıyıya akabilmişti. İçeride hala binlerce kişi vardı ve bağlantılı başka sığınaklarda da daha fazlası vardı. Ana bina sağlamdı, silahlı ve donanımlıydı. Üstelik çevresindeki binalara pek çok gizli yol ile bağlıydı. Bir saldırıda burası çok iyi savunulabilir ve karşı tarafa çok kayıp verdirirdi. Cihan’ın düşüncelerini okur gibi konuştu ona etrafı gezdiren Önder. “Çok sağlam. Betonu zırh gibi ve bazı noktalar gerçekten zırhlı. Bir kale gibi. Ama düşmeyecek kale yoktur. Kerim’in insan gücü çok fazla. Bizde ise silah tutmayı bilen kişi sayısı az ve yenilerin eğitilmeleri de zaman alıyor. Ama Kerim durmuyor ve fırsat vermiyor. Dağınık guruplarla sorunsuzca mücadele ediyorduk. Her şey yolundaydı. Ama Kerim geldi ve kısa sürede topçu bile bulmuştu. Tanklarını ise mayın ve tuzaklarla güç bela uzak tutabildik. Yine de burası çok çetin bir savunmaya sahiptir. Gatling ve minigun yuvalarına sahibiz. Roket ve bomba atarlarımız var. Kutu gibi kapalıyız ve biz dışarıya rahatça atış yaparken onlar içeriye neredeyse hiç ulaşamıyor. Mermi yapabilecek bilgi ve malzememiz var. Güneş enerjisi ile şarj olan güçlü piller ve jeneratörlerimiz ile elektrik sorunumuz yok. Muhafızların silah ve donanımı en iyisinden. Suyumuzu arıtarak yeniden kullanabiliyoruz ve yağmuru depolayabiliyoruz. Yiyecek stoklarımız yıllarca yeter.” “Etkileyici. Fazla bir takviye gerekeceğini sanmıyorum. Belki iletişim ve çevre gözetimi için bir iki istasyon ve bir bölük asker,” diye konuştu Cihan. Önder başını onaylar bir eda ile salladı. O gece saat on ikiyi gösterdiğinde geniş çaplı bir operasyon olan İkinci Fetih Operasyonu başlamıştı. Sinsi gece timleri korunaklı bölgelerdeki köle efendilerine sinsice ulaşmıştı. Gecegörüşü gözlüğü ile bile görülemezdi bu timler. Molozlar arsında bir metreyi on dakikada, yavaşça sürünüyordular. Göz göre göre ve alıştırarak, hissettirmeden burunlarının dibine giren bu ölüm getirenleri fark ettiklerinde artık köleciler için çok geçti. Çatışmalar çok kısa sürmüştü ve buna hiçbir hazırlığı olmayan köleciler bir bir dökülmüştü. Zaten ya korku ya da uyuşukluk ve aldırmazlık içindeki bu düşman kısa sürede bertaraf edilmişti. Sığınaklar tamamen güvene alınmıştı. Harita da tek bir nokta kalmıştı ve o da şu anda Kovan ile çatışmakta olan Kerim’in kuzey kalesiydi. Paşa, Güneşinkızı ve diğer İHA-S’ları tamamen silahlandırmıştı. İnsansız saldırı kuşları keşif ve izlemedeyken Kasırgalar da hazırda bekliyordu. Sıcakkanatlar da artık gökteki yerlerini almıştı ve ülke sınırlarının da dışına taşan bir görüş alanı ile tam bir gözleme imkan sağlıyordu bu durum. Yörüngede dönmekte olan iki Sıcakkanat’tan biri olan Ateşli 1’in komutanı Promete kod adı ile çağrılıyordu. Sıcakkkanatlar’ın varlığı gizliydi ve olası aksiliklere karşı iletişimde bu önlem alınmıştı. Artık bu gizlilik önemsiz olmasına rağmen alışkanlık devam ediyordu. Mürettebat üç pilot ve on beş istasyon operatöründen oluşuyordu. Promete, Pilot 2’ye döndü. “Bu pislikler de nereden çıktı? Bunlar bir dakika önce yoktu.” Pilot 2 de anlayamamıştı. Uzayın karanlığından dünyanın mavisini izliyordular ve bir dakika önce temiz olan tarama ekranlarında şimdi Karadeniz sahilinde bir sürü kırmızı vardı. Bunlar nakliye böcekleri idi. “Operatör 1. Bu nedir böyle?” “Bizim buraya çıkışımızdan önce gelenler olmalı. Kuzeye ilerliyorlar. Rusya yönüne gidiyorlar.” Bu esnada araya Operatör 9 girdi. “Ruslar operasyona başlamıştı. Tam olarak cephe arkasına ilerliyor bunlar. Orada larva havuzları ve kümelenmiş düşman görüyorum. Binlercesi var. Düzeltiyorum; on binlercesi! ” Operatör 5 daha ayrıntılı bilgi verebiliyordu hedefle ilgili. “X ve Termal görüş boş olduklarını gösteriyor. Ayrıca hızları artmış. Son temastan bu yana hızları altı yüz kilometreye çıkmış. Şu durumda Rus cephesine taze takviye nakletmek için yeniden konumlandığını söyleyebiliriz.” Promete hala merak içindeydi. “Beyler, iyi de bunlar nereden çıktı? Dağlardaki toplantı noktalarını biliyoruz. Ama orada yoktular.” O anda Operatör 12 atıldı. “Deprem yarığı!” Promete ilgilenmişti. İstanbul depremi sırasında Karadeniz dağlığının batı ucunda derin ve geniş yarılmalar da oluşmuştu. Bunlar tarayıcılardan saklanmayı kolaylaştırıyor olabilirdi. “Bölgenin ayrıntılı bir taramasını yapalım beyler. Başka sürprizler de olabilir. Ayrıca Ankara ve Moskova’ya bildirelim.” Diye konuştu Promete. Daha bir günlük bir durumdu bu; Rusya ile Kovan’a karşı ittifak oluşturulmuştu ve bilgi paylaşımı en üst düzeydeydi. Bir iki gün içinde bu ittifakın büyümesine kesin gözü ile bakılıyordu. Şimdiden Ermenistan, Azerbaycan, Ukrayna, İsrail, İran ve Norveç ile temas sağlanmış ve askeri işbirliği için platformlar kuruluyordu. KGT de bütün kaynakları ile ittifaka destek vereceğini bildiriyordu ve bilgi desteği şimdiden başlamıştı. İşler süratle düzene giriyor gibiydi. Yine de sevinmek için daha pek çok erkendi. Son haberler Paşa’nın ağzının tadını bozmuştu. Zaten tatsız ve tedirgin olan Şeref Paşa iyice keyifsizleşmişti. Doğu Anadolu’daki Kovan kolonilerine dair haberin üstüne, Ankara’dan durmadan akan bilgiler içinde en tatsızı buydu. “Rasputinler ile süratle işlerini bitiririz Paşam” diyerek önerdi Cenk Binbaşı. “Yapalım,” dedi Paşa. Sonra başka düşüncelere daldı. Aklında bin tilki dolanıyordu. Ama bu gün rahat yoktu. Ateşli 1 doğrudan Gökdelen ile konuşuyordu. “Bağla Oktay.” Görüntüde uzay giysilerine bürünmüş bir uzay pilotu vardı. Bu Promete idi. “Paşam çok büyük bir hareketlenme tespit ettik! Telaşımı mazur görün. Saldırıya hazırlanıyor olabilir. Şimdilik sadece dağlardaki toplantı noktasına akıyorlar. Ama nakliyeci yok. Denizin karşısına gitmek için toplandıklarını sanmıyoruz. Deprem yarıklarının derinlerinden çıkıyor. Orada bir koloni bile olabilir. Taramamızda çok büyük bir ısı izi bulduk. On binlerce köpekcek olabilir! Sanırım geniş bir yeraltı havzası söz konusu ve orada gizleniyor. Sadece Rusya’daki koloniden buraya aktıklarını sanmıyorum.” Bu, Paşa için son olmuştu. Bir küfür savurdu yaşlı asker. “Sağolun çocuklar. İyi iş yaptınız.” diye konuştu Promete’ye ve Kemal’e döndü. “Saldırırsa kötü olur. Bu yakayı savunabiliriz ama Anadolu yakası geniş bir cephe olur. Oradaki nüfus ise ayrı bir sorun.” “Paşam şu anki durumda şehrin büyük bölümüne hakimiz ve sivil nüfusun çoğu da bu son operasyonla az çok korumamızda. Yakanın büyük bölümünü tahliye edebiliriz. Toplu halde bulunmaları da şansımız oldu. Düzenli ve süratle tahliye çalışması esnasında en azından daha korunaklı noktalarda toplanıp cepheyi küçültebiliriz. Sanırım haklısınız, bir musibetten hayır doğmuş olabilir.” Paşa ikinci komutanı ve dostu olan Kemal’e gülümsedi. Yaşlanmıştı. Gençlerin yanında olması güzeldi. Bazen tecrübe karamsarlığa neden oluyordu ve gençlik iyimserliğe her zaman daha aşina olagelmişti. “İyi dedin Kemal. Başlat çalışmaları. Tahliye noktalarını belirleyip güçlendirin. Ve bütün nakliye gücümüzü kullanalım. Kara, hava ve denizden. Hemen başlayalım. Ayrıca Yarık üzerine saldırı için plan hazırlat. Şimdilik saldırı gelirse ona savunacağız ama tahliye biter bitmez saldırıyoruz. Bu iş bitecek Kemal!” “Emredersiniz Komutanım!” 24 Nisan, Akşamüzeri, Saat 17:30 Köprülerin yarattığı engele rağmen tüp geçit ve vapurların kapasitesi sayesinde kısa sürede nakil tamamlanmış ve yaklaşık yedi yüz bin kişi yıldırımlı bir operasyon ile Avrupa yakasına geçirilmişti. Ulaşılabilen nüfus buydu. Avrupa yakasında da Tepeyurt ve Gökdelen'deki nüfus haricinde bir milyon kişi son bir haftadır çatışmalardan neredeyse tamamen arınmış ve güven içindeydi. Çoğu hala sığınaklarda kalmakla beraber askeri savunma noktaları ile çevrili geniş bir çemberin içindeki evlerine dönenler de vardı. Avrupa yakasındaki ayaklanma gurupları 3 Nisan’dan bu yana süren operasyonlarla neredeyse tamamen temizlenmişti. Anadolu yakası ise daha köprülerin çıkışından itibaren sorun olagelmişti. “Siviller güvenli sınırlardan içeride ve operasyon sonuçlandı Komutanım,” diyerek rapor verdi Kemal Yarbay. Yüzü gülüyordu. Paşa’nın da yüzü aydınlanmıştı. Köprüler iyi tahkim edilmişti. Tüp geçit zaten bir kaleden farksızdı. Avrupa yakası güvenlik çemberi de çok sağlamdı. Bununla beraber on binler rakamı Paşa’yı rahatsız etmişti ve yanında bir askeri koloni olma ihtimali ise gece onu epey bir süre uyutmamıştı. “Çok iyi. Artık bu işin köküne inebiliriz Kemal. Bu işi bitirmenin vakti geldi.” Başka bir yerde başka bir zihin de bunu söylüyor muydu acaba? AVİ’den gelen çağrı Oktay Binbaşı’ya aitti. “Ne oldu Oktay?” diye sordu Paşa. “Geliyor Komutanım!” dediği anda zaten Paşa ve Yarbay, Komutan odasından çıkmış ve ana salona girmiştiler. “Komutanım ÇES casusların varlığını tespit etti. Şimdilik uzak duruyorlar. Ama ana kuvvet harekete geçti. Toplanma noktasından üç farklı kol şehre farklı istikametlerden yaklaşıyor. En küçük kol bilgisayar sayımına göre kırk bin köpekcekten oluşuyor. Havada yarıklardan çıkan on kadar nakliyeci de var. Ateşli 1’den alınan tarama sonuçlarına göre topçu böcekleri taşıyorlar…” “Sana engel olmayayım Oktay kara haberleri sıralamaya devam et.” Diyen paşa idi. Oktay bir an ne diyeceğini bilemedi. “Devam et yahu, devam et.” “Emredersiniz. Havada yeni temaslarımız da var. Bunlar..” diyerek ekrana x-ışını ve termal görüş ile çıkarılmış üç boyutlu modellerini gönderdi. “Vatoza benziyorlar,” dedi Paşa. “Uçuyor mu bu?” “Evet Paşam. Ve bunlar da var. Dev yarasa benzeri yaratıklar. Gövdeleri neredeyse bir insan kadar.” “Tanımlayın şunları yahu, Rapor ne diyor?” “Amerikalılar; ya da raporu uzaylılardan bize aktaran kimse o da bizim gibi düşünüyormuş Paşam. Bunlara elektrovatoz ve kara yarasalar demiş. Bu yarasaların bir cinsi daha mevcut rapora göre. Kırmızılar. Siyahların hafif ve kısa menzilli saldırısı var deniyor, ama kırmızılar için bir atar pir atar demeye getirmiş. Kırmızıların açıkça büyük olduğu yazıyor. Buradakiler siyahlar olmalı.” Bir kez kullandıktan sonra yeniden canlı ve de güdümlü olan füzesini alana kadar zararsızdı bu kırmızılar. Ama canlı füzeleri çok güçlü olarak tanımlanıyordu. Rapor kısıtlı bilgisine rağmen bilgilendirme işini oldukça faydalı bir biçimde beceriyordu. En azından neyin ne olduğunu tahmin etmek ya da bekleyip görmek zorunda değildiler. Kaba bir biçimde bile olsa düşmanın kabiliyetlerini biliyordular. Mesela bu elektrovatoz ilk savaş uçağı olarak hava savaşçıları için bir rakipti. Yere çok etkili sayılmazdı ama etkisiz de değildi. Yine de savaşmadan hakkında hüküm vermek doğru değildi. “Savunmamızı yeniden şekillendirelim. Havada hakimiyetimizi süratle mutlak kılmalıyız. Kara savaşında bize tartışılmaz üstünlük verecektir bu. Saldırının rotalarını izleyin” diyerek Oktay’ a konuştu Paşa. Sonra video konferans hattındaki diğer subayına seslendi, “Cenk Binbaşım.” Tepeyurt komutasındaki Cenk Binbaşı hemen yanındaki teğmene verdiği emirleri bırakıp Paşaya döndü. “Emredin Komutanım.” “Uçakların hazır mı Cenk?” “Düşmanı gördük ve kalkıyoruz Komutanım. Bir dakika içinde tamamen havadayız. Üç uçağımız zaten yüklü ve havadaydı Komutanım.” “Cenk nasıl yapacağını sen daha iyi biliyorsun. O topçuların yere inmemesi; olur da inerlerse çar çabuk hal edilmeleri şart. Menzil ve güçlerini tam bilmiyoruz ama başka bir gün öğrensek de olur.” “Emredersiniz Komutanım.” “Cenk pilotlarına söyle dikkatli olsunlar. Hava eskortları olacak. Tam sayı bilmiyoruz.” “Kendi toprağımız üzerinde savaşmanın avantajına sahibiz Komutanım. Avcıları üzerimize çekip yer silahlarına yem edeceğiz. Hem Rasputinler’in atış menzili de çok uzundur. Ne geldiğini göremeden nakliyecileri indireceğiz.” “İyi Cenk. Çok iyi. Haydi göreyim sizi.” dedi ve Kemal’e döndü Şeref Paşa. “Balyozları köprüler ve geçit için Kasırga’ların içinde hazırda tutuyoruz değil mi Kemal?” “Aynen emrettiğiniz gibi Paşam. Yeniden konumlanmaya hazırlar. Zırhlı araçlar zaten mevzilerindeler. Emrettiğiniz gibi anti personel silahlara ağırlık verdik. Tartlardan da yirmi dört tanesi Atlas helikopterlerine yüklendi ve Kasırgalarla beraber hareket emri aldılar.” “Çok iyi, yalnız Cihan’ın Kale 15’de adamları ile kalması aklımı meşgul ediyor. Orayı boşaltmalıyız belki de.” “Cihan ne yaptığını biliyordur Komutanım. Orayı gördü ve gelen düşmanı da yakından gördü. Gelirlerse başa çıkarım diyorsa yapar.” Şeref Paşa Cihan’ın çıkardığı işi ve takımının becerisini görmüştü. Yalnız olmayacaklarını biliyordu ve Kale 15 hakkında bilgilendirilmişti. Gençlere güvenmek gerekliydi. Maceracı değildi Cihan. O halde bu konu tamamdı. Kale 15’in olası ziyaretçilere sürprizleri vardı. Cihan’ın söylediği gibi iletişim ve gözlem istasyonları kurulmuş ve bir bölük asker hemen karakola yerleşmişti. Şimdi herkes silah başındaydı. Gatling ve minigun taretlerinin yanına cephane sandıkları dizilmiş ve doldurmak için cephaneciler de nişancıların yanında hazırdı. Bütün acemi ve usta muhafızlar silahlı ve hazırdı. Askerler de yerlerini almış ve ateş mevzilerinin yanına cephane kutuları yığılmıştı. Düşmanın doğası ve kalabalık olduğu biliniyordu. Ama hazırdılar. Gökdelen bütün hava gücünü son dakika istihbaratına göre yeniden konumlanabilecek şekilde hazır tutuyordu. Omega ve Cobralar hazırdı. Düşman Kerim’e vuracaktı. Bu kesindi. Açıkçası Kerim buna karşı duramazdı. Raporlar Kerim’in şu anda hala çalınmış insanlarla çarpıştığını söylüyordu. Bu savaş Kerim’i yiyordu çünkü gaz maskesi sayısı yetersizdi ve Kerim her saat başı bir saat önce düşmana beraber mermi sıktığı adamlara mermi sıkmak zorunda kalıyordu! “Kerim’i ezecekler Komutanım,” dedi Kemal Yarbay. Paşa bunu düşündü. Dişleri kenetlendi. Çene kasları sıkıldı. “Taraflar önceden seçildi Kemal. Kerim bizden değil.” “Onlardan da değil Paşam” dedi Kemal Yarbay. Bu konuda kararsızdı. Bu canavarlara suçlu da olsa bir insanı bırakmak Yarbay’ın hoşuna gitmiyordu. Paşa, Kemal’e döndü. “Biz var, onlar var. Bizden olmayan biz değildir. Onların kendi aralarında yaptıklarına da karışmam. Bu kararın sorumluluğu bana aittir,” diye konuştu Paşa. Bunun onun da hoşuna gitmediği belliydi. Öte yandan başka çıkar yol yoktu ki. İsteseler de bu işi çözemezdiler. “Hayır Paşam,” dedi Kemal Yarbay. O da şimdi görebiliyordu. “Sorumluluk bize aittir. Bu sorumluluğu tek başınıza size bırakamam.” Paşa gülümsedi. Kemal iyi bir subay, iyi bir askerdi. Onun bu mevkilere gelişinde bir küçük payı olmasından memnun oldu Paşa. Ne büyük payı olduğunu tevazu ile asla kabul etmezdi. Kovan saldırısı gerçekten büyük ve organizeydi. Sürprizleri de vardı. Anlaşılan keşif ve hava gözlem ağı oturmadan önce bir kol çoktan gelip şehrin burnunun dibinde gizlenmişti. “Isı izi süratle büyüyor Komutanım. Bunun ne olduğunu uzmanları takdir edecektir ama sanırım bunlar toprak altına gömülüp uykuya yatmışlar. Isıları yoktu. Yoksa yüz metre aşağıda bile olsalar görürdük onları” diye rapor verdi Promete. “Tamam Promete. Takibe devam et,” diye konuştu Paşa. “Emredersiniz Komutanım.” “Buna ne buyurulur. Oyunbaz bir düşman. Saklanıyor, pusu kuruyor. Aldatmaca kullanıyor. Sinsi bi şey bu,” diye burnundan soluyarak konuştu Paşa. Kovan gerçekten de sinsi bir düşmandı. Evrenin çok eski bir sakiniydi ve bu varoluş süreci boyunca doğası gereği hep savaşmıştı. Savaşlardan öğrendiklerini Kovan Kraliçeleri’nin genetik yapısına kazımış ve tohumlar ile bu bilgilerini de uzaya yeni koloniler kurmaya göndermişti. Sayısız yüz bin yıllık Kovan tecrübe ve evriminin hangi aşamasının kodları ile yüklü bir kraliçe ile karşılaştıkları yavaş yavaş ortaya çıkacaktı. Şu an görülen Kovan izleri en temel hatlardı. Eğer ki bir maran ile karşılaşırsalar ilkel olmadığını bilecektiler. Ama eğer ki tamamen mutasyona uğramış insanlarla karşılaşırlarsa bu gelişmiş bir Kovan tohumu demekti. Ve eğer ki bir devmüren ya da kovansırt görürlerse bu cidden bela demekti. Düşmanın sadece kara gücü bile sayı olarak korkutucuydu. İki yüz bin diyordu ÇES. O da en azından. Kara bir sel gibi akıyordu düşman. Üzerinde onunla akan elektrovatozlar ve peşlerinde nakliyeciler olan asıl kalabalık kuvvet iki parça halinde Kerim’e gidiyordu. Üçüncü kol daha aşağıya kayıp doğudan yaklaşma çabası ile Yine Kerim’e yönelmişti. Çarpışma ateşliydi. Kerim’in mayın hattı cidden kalındı ve elinde topları ile tankları vardı. Herşeye rağmen güçlü bir savunma oturtmuştu. Amma velakin sayı çok fazla ve düşman çok hızlıydı. Aptal da sayılmazdı. Mayınları öğrenmişti ve kendine intiharcılar ile yol açıp ilerliyordu. Arkadan gelenler kısa sürede mayınlara vurmadan doğrudan Kerim’in kalesine ulaşabiliyordu. Çarpışma açıkça çok kanlıydı. Çalınmış insanlar da silahları ve spor bombaları ile Kerim’i başka bir yandan sıkıştırıyordu. Kalenin çevresi kan gölüydü ve ateşler yanıyordu. Kerim benzinden bir alev duvarını tutuşturmuştu. Molotof kokteylleri ve el bombaları ile de düşmanı epey yıpratmıştı doğrusu. Ama bir bu kadar daha düşman açılan gedikten giriyordu. İkinci dalganın gelişi ve yarasaların da katılımı ile işler değişti. Yarasaya benzeyenler neredeyse insan kadar büyük gövdelerinde iki büyük sıvı kesesine sahipti. Ve püskürtücü iki ağızları ile bu sıvıyı neredeyse bir mermi hızında atabiliyordular. Damlalar halinde çok seri biçimde atılan bu sıvı daha atılırken katılaşmaya başlıyor ve ağızdan çıktığında artık gerçekten bir mermi oluyordu. Küçük ama etkili mermiler Kerim ve adamlarını daha ilk anda kalenin pencerelerinden sürmüştü. Kerim’in topçularının üzerine dalan bir başka yarasa kolu onları bitirmişti. Elektrovatozlar biyoelektrik kaynaklı enerji saldırıları ile duvarlarda delikler açıp parça parça kaleyi parçalıyordu. Nakliyeciler de yüklerini çok daha geride yere bırakmaya başlamıştı. Koca topçular yavaşça nakliyeci böceklerin koca kargo keselerinden çıkıyordu. Uçakların sahneye girişi tam da bu ana rastlamıştı. İlk uçaklar ilk elektrovatozları vurduğunda Rasputinler’in füzeleri de süratle nakliyecilere ve inmiş olan topçulara gidiyordu. Düşman hava gücü süratle uçaklara dönmüştü. Tuzak da çalışıyordu. Az sonra elektrovatozlar ve yarasalar içinde biçilecekleri Gökdelen hava güvenlik çemberine girecekti. Topçu böcekler yaklaşık on kilometre uzakta yere inmişti ve Rasputin saldırısına rağmen üç tanesi saniyeler farkı ile sağ kalmıştı. Biri yaralıydı ama hala hareket edebiliyordu. Tam dokuz kilometre mesafede durdular ve saldırdılar. Kerim’in kalesine doğru üç atış oldu. Başka olmadı çünkü Rasputin füzeleri ikinci tur saldırısını yapmıştı. İki taraf da atışlarında isabet kaydetmişti. Tam isabet. Böcek topçusu ve Kerim artık yoktu. Köpekcekler gerçekten hızlıydı. Saatte yetmiş kilometre hıza ulaşıyordular. Hızlarını kaybetmeden uzun süre koşabilecek dayanıklılığa sahiptiler. Yüz bin köpekcek Kerim gidince yeni yönünü buldu ve uyanmış ama hala toprak altında olan diğerlerinin yanına koşmaya başladı. Bu Birinci Köprü’nün hemen önü demekti. İki kol ilerliyordu o noktaya. Birisinin yolu Kale 15’in yanından geçiyordu. Bu onun için büyük bir şanssızlıktı. Cihan eğer gelirlerse diye yan binalara hızlı adamlarını yerleştirmişti. Taciz ateşi ile Kale’ye çektikleri düşman, çevredeki uzaktan kumandalı patlayıcılar ve mayınlarla zayıfladıktan sonra yan binalardan ateş ile bu binaların üzerine çekilmişti. Tacizciler gizli tünellere dalıp Kale’ye dönerken, arıların kapanması gibi binalara kapanan köpekceklere kutu gibi kapalı Kale’den asıl saldırı işte o zaman başlamıştı. Yangın bombaları atılmış ve gatlingler ile minigunlar ateşe başlamıştı. Böyle bir senaryo için çağrılmaya hazır bekleyen ve gatlingler ile yüklenmiş beş Karaşahin de süratle yerini aldığında tuzak kapanmıştı. Aynı anda bir diğer tuzak da son canını almış ve Kovan hava gücü tamamen yok edilmişti. Düşmanın çoğu gitmişti ama Köprü önünde buluşan kuvvet de az değildi. Yüz bin köpekcek şimdi saldırıya geçiyordu. Görüntü korkunçtu. Öldürmek ve parçalamak arzusunda, acımasız yüz bin düşman kimin üzerine gelse insan korkardı. Kesinlikle hazır olduklarını bilmelerine rağmen köprünün Avrupa yakasındakiler de korkuyordu. Tankları, gatlingci Tartları, helikopterleri ve ZTT ile ZPT’leri vardı. Ateş sığınakları gatling ve minigundan alev makinesine kadar silahla doluydu ve bazuka bile buraları bir iki atışla delemezdi. Köprü çıkışının yakınındaki binalarda uzun menzilli otomatik toplar kurulmuştu. Omega ve Cobralar ile Karaşahinler yanlarındaydı. Yine de korkuyordular. Aklı başında her insan gibi.. Güneş artık tamamen elini eteğini çekmişti günden ve her yer kararmıştı. Araçların ışıkları yanıyor, askerler silahlarındaki, zırh ve miğferlerindeki ışıkları açıyordu. Gecegörüş gözlükleri çalışmaya başlıyordu. Köpekcekler kesinlikle korkmuyordu ve itaatkardılar. Onlara saldırmaları emredilmişti ve saldırıyordular. Köprünün Anadolu yakasındaki insansız taretin ateşi beş on tanesini indirse de diğerleri onu parçalayıp atmış ve yollarına devam etmişti. Şimdi Köprü üzerindeydiler ve son sürat, kara bir güruh olarak ilerliyordular. Korkunç bir manzaraydı. Çıkışa artık az kaldığı anda helikopterler öne çıktılar ve ateşe başladılar! Cobra ve Omega helikopterleri de diğer birlikler gibi köprü üzerine patlayıcı cephane atmamakla ilgili emirler almıştı. İlk saldırının ardından; ancak köprü üzerinden inildiğinde patlayıcı kullanılacaktı. Zaten sakat olan ve patlayıcı ile kuşanmış köprüyü yıkmayı istemiyordular. Ateşin güçlü ve yoğun olmasına karşılık her ölen köpekcek diğerlerinden birini kurtarıyor ve bir adım daha yaklaşmalarını sağlıyordu. Bununla beraber helikopterlerin ateşi de yalnız değildi. Karadan verilen destek inanılmazdı. Bölge otomatik topların, minigunların ve ağır makinelilerin sesleri ile kıyamet gibi gürlüyordu. Yeni inen gece karanlığı silahların şimşekleri ve aydınlatma fişekleriyle yırtılıyordu. Köpekceklerin patlayan sırt keselerinden saçılan turuncu spor bulutları rüzgar ve pervane girdapları ile savruluyordu. Silahların lazer işaretleyicileri uzay savaşı sahnesini hatırlatır görüntüdeydi. Piyadeler şarjör ardına şarjör değiştiriyordu. Gaz maskeleri ve gecegörüşü gözlükleri ile onlar da uzaylı gibi görünüyordu. Sonunda kara üzerine ulaştıklarında köpekcekler asıl darbeyi de yediler. Topçular mükemmel bir hız ve zaman hesabı ile bombardımana başlamıştı. Gökdelen’den esen ÇAKIR toplarının rüzgarı sert ve acımasızdı. Köpekcek güruhu patlamaların şiddeti ile parçalanıp dağılıyor ve havalara uçuyordu. Bunu müteakip helikopterler ve tanklar da ağır silahları kullanmaya başlamıştı. Ortalık bir kızılca kıyametti! Son yüz metrelik mesafe artık temas noktası olarak görülüyordu ve daha yakına ağır silah atışı birliklere de zarar vereceği için yapılmıyordu. İşte nihai çarpışma burada yaşandı ve bu son çarpışmada ortalıkta asker yoktu. Düşman hala bitmemişti. ZPT’ler askerlerin içine doluşması ile kapılarını kapatmıştı ve taretlerinden mermi kusarak daha gerideki mevzilere çekiliyordu. Tanklar yerindeydi ve helikopterler de atışa devam ediyordu. Köpekceklerin büyük bölümü ateş sığınaklarının üzerine kapanmıştı. Çılgınlar gibi beton ve çelik sığınakları parçalamaya çalışıyordular. Alev makineleri saldırıya başlayana kadar beyhude çabaladılar ve bu arada kümelenmiş güruh arkadan sürekli minigun ve gatlingler ile biçildi. ZPT’ler yerleşmişti ve isabetli atışlarının sayısı artmıştı. Aslında bu ortamda boşa giden mermi yok sayılırdı. İlle ki bir düşmanın bir yerine bir mermi geliyordu. Öldürmese de yavaşlatıyor ya da sakatlıyordu. Köpekcekler yanıyor, delik deşik ediliyor, parçalanıyor ve ölüyordu. Önce top atışı kesildi, sonra roketler ve gatlingler ile minigunlar durdu. Silah sesleri git gide yavaşladı ve alev makineleri söndü. Askerler araçlardan çıkıp temkinle ilerlediler. Her yer yeşil kana bulanmıştı. Canavarların ölü vücutları ve kopmuş vücut parçaları yer yer tepeler oluşturuyordu. Bazı köşelerde küçük hareketlenmeler ve debelenmeler oluyordu ve bunlar da hemen o yana dönen en az bir düzine asker tarafından bitiriliyordu. Askerler savaş alanında dolaşıyor ve yarım kalmış işleri süratle bitiriyordu. Bilimsel araştırmalar için ayrılan birkaç yaralı dışında canlı bırakılmayana kadar temizlik sürdü. Tarama zaman almıştı ve bütün dikkate rağmen taramanın ilerlemiş bir noktasında; köprü üzerinde, birkaç yaralı köpekcek sinsice askerlerin arasına dalıp beş tanesini öldürmüştü. Çelik yeleklerine rağmen aldıkları yaralar korkunçtu ve iki asker ise açıkça parçalanmıştı. Bu saldırılan guruptan sadece iki asker ağır yara ile kurtulmuştu. Diğer askerler yetişmese onların da ölmesi işten bile değildi. Yakın dövüşte bu düşmanın hiç şakası yoktu. İşte böyle cereyan eden mücadele dolu bir günün ardından Paşa yastığına başını koyduğu vakit derin endişeler içindeydi. Düşmanı daha iyi tanıdıkça daha fazla tedirgin oluyordu. Bu şimdiye kadar savaştığı bütün savaşlardan farklıydı. Bir yandan en iyisiydi ama diğer yandan en korkuncuydu. Kaybederseler insanlık kaybedecekti. Paşa elinde olmadan ruhsal bir acı ile inleyip sarsıldı. Bu savaşı kaybetmemeliydiler! Buna izin verilemezdi. Buna ne pahasına olursa olsun izin verilemezdi. Şeref Paşa kararını vermişti ve bu karar sonraki günlerde en büyük dayanağı olacaktı. Önlerinde kanlı bir savaş vardı. Çok kan akacaktı. "Hem bizden, hem onlardan," diye düşündü Paşa. Rahatsız ve huzursuz bir uykuya dalarken bir yanı uyandığında bütün bunların bir kabus olarak geride kalmış olmasını diledi. 3. Bölüm (Kraliçe’ye Ölüm) 25 Nisan. Sabahın erken saatleriydi. Gökdelen’de bir planlama toplantısı yapılıyordu. Yarık operasyonu için vurucu tim komutanları ve Kemal Yarbay fikirlerini ortaya koyuyordular.. Uzaydan sağlanan ilk istihbarat çalışması üzerine robot keşif araçları ile yarıktan içeriye iki istihbarat sortisi yapılmıştı. Ele geçen bilgiler ilginçti. Yarığın dip kısmı ya deprem nedeniyle ya da bu Kovan yaratıklarınca şekillenmiş geniş bir alandı. Genişten kasıt aslında çok geniş idi. Yarık, koca bir kubbe oluşumun tepesindeki bir aralıktı sadece. Derinlere giden dar ve küçük geçitleri sayılmazsa burasının kaba ölçüleri bile ende ve boyda binlerce metreydi. Yüksekliği iki yüz ile yüz metre arasında değişiyordu. İlk tespitler mağaranın yapısının sağlam ve oturmuş olduğu yönündeydi. Bu içeride patlayıcı cephane kullanımı için önemli bir bilgiydi. Bir askeri koloniydi burası. İkmal ve üretim kapasitesi vardı. Bir Kovan Kraliçesi’nin varlığını işaret eden psişik kontrol dikitleri açıkça seçiliyordu. Larva havuzları ve buralarda üretilen larvaların aşılanıp asker ünitelere dönüştüğü kuluçkalıklar vardı. Besin depolanan ve küçük kürelerden oluşan piramidimsi yığınlar ile spor püskürten kule gibi çiçekler tespit edilmişti. Savunmada asit çiçekleri ve sarmaşık muhafızlar yanında zıpkıncı solucanlar da vardı. Sarmaşık muhafızların büyük bölümü henüz sadece piyadeye etkili olabilecek büyüklükteydi. Ama az miktarda ve koloninin merkezine yakın olan üç tanesi tehlikeliydi. Bunlar büyüktü. Sarmaşık muhafız, kovan yosununun içine saldığı kolları ile bir savunma ağı örerdi. İçeriye giren izinsiz yaratıklara bu ağın dal kolları sarılır ve dikenleri ile yaralar, parçalardı. Zamanla asit ve zehir evrimleri geçirdiği gibi sarmaşık muhafız büyüdükçe dikenleri artık yüksek bir sürat ve asit desteği ile vuran mayınlara dönüşürdü. Kazık mayınlardı bunlar. Bir tankı delebilecekleri Rapor’da ifade edilmişti. Zıpkıncı solucanlar ise toprak ya da yosun altında süratle hareket eden ve sıçrayıp ölümcül mahmuz vuruşunu yapan belalardı. İki metre uzunluğunda ve bu uzunlukta bir yılandan biraz daha kalıncaydı. Vuruşları dışında, mahmuzlayan ağızlarını açıp küçük ama belalı saldırı dilleriyle ısırır, parçalar, kopartır ya da geldikleri tünelin içine çekmeye çalışırdılar; diğerleri için sabit ve dikkati dağınık bir ava dönüştürürdüler düşmanı! “İlk çatışmada spor bombasından etkilenen Murat Üsteğmenin durumu iyiye gidiyor. Vücudunda oluşmuş beyin yıkayıcı yapılanmalar, sporlar ile tazelenemediği için azalmaya başlamış. Daha az uyutularak kontrol altında tutulabiliyor. Cemil Hocamız ve Ankara’dan gelen ekibin başındaki doktor yarbayımız Selami Keleş, bir tür katalizör üzerinde çalışıyorlar. Spor etkisinin kaybolma sürecini hızlandırmaktan umutlular. Elimizdeki spora maruz kalmış kişilerden bazılarında testler başladı. Bununla beraber şu psişik kontrol dikitlerine karşı hala savunmamız yok. Rapor, spor etkisine maruz kalmayanları bile yakın mesafede etkileyebildiğini yazıyor” diye konuştu Oktay Binbaşı. “Bu durumda önce kuleleri uzaktan indirmeliyiz,” dedi Kara Yılanlar’ın komutanı Tarık Binbaşı. “Menzili nedir bilmiyoruz ki. Uzak ve yakın, neye göre uzak ve yakın?” diye tatsızca sordu Şişmanlar’ın komutanı Cemil Yüzbaşı. “Droneları kullanalım. İnsansız hava saldırısı ile kuleleri alalım ve dalalım. Avcırüzgarlar bu işi yapabilir” diye konuşan Gri Kartallar’ın komutanı Fuat Binbaşı idi. Kaplan Pençesi’nin Komutanı Ali Yüzbaşı onayladı. “Öyle yapalım. Katılıyorum.” Avcırüzgar uçucuları, helikopter gibi dikey iniş kalkış yapabiliyordu ve standart silah gücü hiç fena sayılmazdı. Bir ağır makineli dengi olan seri ve nokta atış silahı yanında beş roket ve bir anti tank füzesi taşıma kabiliyeti vardı. Cüssesi düşünülürse bu çok iyi bir donanımdı. “Senin fikrin ne Cihan?” diye sordu Kemal Yarbay. “Sadece zıpkıncı ve köpekcek karşı koyması tespit ettik. Çevre abluka altında ve yeni destek alamaz. Girişte sağlam bir noktaya tutunup orayı kuvvetlendirmeyi ve kalabalık bir saldırıyı öneriyorum. Uzun menzilli bir saldırıyı tercih ederim. Roket ve top için uygun büyüklükte bir alan.” “Aşağıya bir cephe kurup oradan mı saldıralım?” diye sordu Fuat Binbaşı. Lafa Tarık Binbaşı da katıldı; “Ben de aynı fikirdeyim. Köprüdeki savaşı hepimiz gördük. O köpekcek belasının içine askerlerimle dalmaya hiç meraklı değilim. Alan incelemesi sağlam ve geniş olduğunu doğruluyor. Girişteki nokta benim de dikkatimi çekti..” diyerek, masa üzerindeki üç boyutlu hologram haritada işaret etti; helikopterlerin rahatlıkla inebileceği bir yerdi burası, “..buraya Atlaslar ile süratli bir indirme yapmalıyız. Yüksek konum uygun. ZTT indirip Tart da konuşlandırırsak bir ateş mevzisi sahibi oluruz. Modüler cephe kalkanlarını da oturtursak bu iş tamam olur. Sonra tank bile gezdiririz!” “Hazırlıkları bu yönde başlatmamızın üzerine diyeceği olan var mı?” diye sordu Oktay. Herkes konuda hemfikirdi. “O halde başlayalım beyler. Öğlenki toplantı ile son şekli açıklarız.” Herkes iş başına giderken Cihan günlük ziyareti için Murat Üsteğmenin bulunduğu Gökdelen hastanesine yöneldi. Murat, ciddi fiziksel değişime maruz kalmadan bunu atlatacak gibiydi. Saldırıdan etkilendiği ilk gün sonunda gözleri karamıştı. Ve bu durum hala aynıydı. Ama bunun yanında başka bir gelişme yoktu. Oysa diğer bazı kişilerde ileri değişimler vardı. Kalıcı biçimde iç organ değişimleri ve harici başkalaşımlar vardı. İskelet sistemi ve hormonal yapı yanında genetik olarak da çok köklü bir değişimdi bu.. Bu kişilerin sayısı azdı ve durumu daha hafif olanlar da vardı. Ama özellikle iki kişi; ki bunlar Kale’den getirilmiş esirlerdendi, çok ileri safhada ve ağır durumdaydılar.. Bu durum öğleden sonraki toplantıda da işlenecekti. Gökdelen’in bugünkü toplantısı açıkça farklı bir yapıdaydı. Genel Kurmay Karargahı da video hattının ucunda kalabalık bir heyet ve hükümet üyeleri ile yerini almıştı. Hoş beş faslı herkesin hakkını vereceği üzere uzun ama gerekliydi. Her şeyden evvel Şeref Paşa sadece emrindeki askerleri için değil, subay tayfası için de bir kahramandı ve çok sevilirdi. Samimi ve iyi yürekli halleri kadar işindeki tartışmasız başarısı da buna nedendi. Hatta Başbakan Turgut Akyıldız bile hayranlarından biriydi. Rahmetli Cihan Bayraktar’ın yakın çalışma arkadaşlarından olan Başbakan, Cihan’a iktidar yolunu açan büyük politik skandalda Paşa’nın gergin ortamı yumuşatan gücünü iyi biliyordu. Bütün meclisi ve güncel siyasileri silip atan skandal internette patlamıştı. Ses ve görüntü kayıtları yanında resmi belgelerden de destek alan kayıtlar ülkeyi karıştırmıştı. Kaynakları bilinmese de doğrulukları inkar edilememişti. Hiç umulmayan isimlerin bile ihanet ve gafletin içinde yüzdüklerinin delili artık inkar edilemez bir biçimde ortaya dökülmüştü. Kral çıplaktı! Halk bu kez öyle bir galeyana gelmişti ki askerden başkası durumu kurtaramamıştı. Fiili bir asker müdahalesi olmadan, o karmaşanın aşılıp, yıldırımlı biçimde seçimlere gidilmesinde pek çok komutanın payı vardı. Bunların başında ise Şeref Paşa geliyordu. Şimdi bu hoş beşler bitmiş ve herkes yerini almıştı. İlk söz Oktay Binbaşıdaydı. “Önemli olduğu için yeni istihbarat bilgileri ile başlamak istiyorum,” diyerek, söze başladı Binbaşı. “KGT’nin yörüngeye oturttuğu yeni uydular küresel anlamda tam bir gözetleme ağı oluşturdu. Artık her yeri görebiliyoruz ve her yer ile konuşabiliyoruz. Ulaşılan her ülke ve hatta ayaklanmacı gurupların büyük bölümü dahi Küresel İttifak’a dahil olmaktadır. Şu an itibarı ile en hayati bilgi olduğuna inandığım şey ise Kovan ile ilgilidir. Avrupa içlerindeki Kovan hareketinin pek çok koloni ile yayıldığını artık biliyoruz. Ve bu bölgelerde çatışma yoğunluğu yüksektir. Cepheleşmeden ziyade yayılmış bir çeteleşme savaşı diyebiliriz buna. Bu savaşlardan elde edilen veriler ise çok ve çeşitlidir. Gerek Avrupa KGT’si gerek Avrupa’daki müttefik kuvvet raporlarına dayanarak düşmanımız ile ilgili önemli bir bilgiye ulaştık..” diyerek büyük ekrana görüntüyü gönderdi Oktay. “Bunlar çalınan insan tabir ettiğimiz, geçici etkiye maruz kalmış kişiler. Bunlar ise..” diyerek yanına diğer görüntüyü yerleştirip durdurdu Oktay.. Kovan insanı, insan hatlarına sahip olsa da, böceğimsi kabuklu-pullu zırh derisi, kılıç misali sol el pençesi ve sağ elini sarmalayan; canlı bir silah olan asit tüfeği ile insan değildi! “..Kovan insanı tabir ettiğimiz yeni bir tür. İnsandan başkalaşmış ve otopsi sonuçlarına göre açıkça başka bir tür. Balkanlardaki bir keşif gurubu ise bunu onaylamanın yanında başka bilgileri de sağlamış durumda. Bunlar maran tabir edilen yılansı ve böceksi korkunç yaratıklar. Grekul raporlarında adları katiller diye geçiyor. Bu nitelemeyi hak ettiklerine inanıyorum. Savaş görüntüsünü lütfen izleyin. Korkunç ama lütfen izleyin.” Maran, Kovanın melez bir yaratığıydı. Birkaç canlının DNA’sı ile oynamış ve maranı doğurmuştu. Üst gövdesi dört kazıcı ve parçalayıcı kola sahipti. Kollar kazmak yanında düşmanını parçalamaya yarıyordu. Gövdesi bir buçuk metreydi. Belden aşağısı olarak sayılabilecek kısmı ise kertenkelemsiydi ama kazıcı tutunucu pençecikler ve pullar ile kaplıydı. Boyu dört metreydi. Kuyruğunun yan vuruşu yanında koca bir mızrak olan sivri ucu da silahtı. Yaratığın sırtındaki dört kanat kol ise hem kazmaya destek oluyor hem de evrimleşip menzilli birer silahla donanabiliyordu. Hatta bu kollar farklı evrimlerle kanat ya da yüzgece dönüşebiliyordu. Maran, karadaki sürati, çevikliği ve toprak altında sinsice ilerlemesi ile tam bir belaydı. Görüntüdeki üç maran Balkanlardaki bir kasabada askerlerle dövüşüyordu. Üç maran ölene kadar neredeyse yetmiş kayıp verilmişti. Panik elbette etkiliydi bu sonuçta, ama maran da çok dayanıklı ve belalıydı. “Düşmanın doğası gelişmiş bir Kovan’ın tohumu olduğunu gösteriyor. Sanıyorum araştırma ekibimiz de benzer şeylere dikkat çekecektir,” diyerek sözü bıraktı Oktay. Araştırma ekibinin resmi lideri Selami Yarbay, sözü hocam dediği Profesör Cemil Akça’ya bırakmıştı. Yaşlı bilimadamı sözü öz bir kişiydi. Uzatmadan konuya girdi. “Elimizdeki bütün köpekcekleri kaçma girişimleri sırasında öldürmek zorunda kaldık. Sabah itibarı ile Köprü mevkiindeki ateş sığınaklarında oluşan esrarengiz hasarı inceliyordum. Köpekcek saldırısı kısmi asit hasarlarına dair izler bırakmıştı. Bunu onayladım. Asit hasarlarıydı ve organikti. Köprüde ölenlerin incelenmesi sırasında bulgularımız spor kesesi yerine asit keseleri taşıyan köpekcekleri doğruladı. Derhal yaşayan numuneleri inceledik ve birkaç tanesinde asit keseleri olduğunu gördük. Ama asıl beni şaşırtan birkaç saat önceki olaydır. Elimizdeki bütün canlı numuneler yarım saatlik kısa bir başkalaşım süreci sonunda fiziksel olarak değişti ve asitçilere dönüştü. Buna elimize ilk temas esnasında geçen ilk numuneler de dahil. Bu durum DNA’larına kazılı evrim sürecinin kraliçenin emri ile uzaktan bile tetiklenebildiğini gösteriyor. Bunlar düşmanımız olmasa neredeyse hayranlık duyacağım. İnanılmaz bir şey bu. Bizim ortama göre elbise kuşanmamız gibi süratle duruma göre evrimleşebiliyorlar.” Bu haberler hiç de hoş değildi. Hikmet Paşa burada sözü aldı. “Bu noktada bir iki iyi haber vermek istiyorum. Şu anda bu toplantıda mevcut bulunan herkes 12. seviye güvenlik onayına sahip olduğu için açık konuşacağım. KGT, ABD ile bu tür bir uzaylı savaşına dair ciddi hazırlıklara sahip olduklarını ama düşmanın bir sürprizi nedeniyle bu avantajı epey kaybettiklerini uygun bir dille anlattı. Son durumda KGT insiyatif kullanarak bize bazı bilgi ve donanım desteğinde bulundu. Bu durum geçen birkaç saat içinde ABD tarafından da destek gördü. Daha fazla uzatmadan sözü KGT Türkiye Bürosu Komutanına bırakıyorum. Göster onlara Hamza Albayım.” “Emredersiniz Komutanım,” diye selam vererek anlatmaya başladı Hamza Albay. Bir yandan da slaytlar ve videolar o anlatırken ekrandan akıyordu. “KGT, genelde ABD kaynaklı silah ve teknoloji kullanır. Bununla beraber Avrupa ve bütün dünyadan en yeni gelişmeler ve donanımlar örgüt bünyesinde yerini bulur. Şu durumda uzaylı desteği gördüğünü de söylemenin mahsuru artık kalmamıştır. Uzaylı desteği çeşitli nedenlerden ötürü sınırlıdır. En önemli neden Grekulların, ne kadar dostane olsalar da bazı şeyleri yapamayacak olmaları. Komutanlarım, arkadaşlarım, bizim dünyamız uzayın çölü sayılabilecek bir galaksi kümesinde, o çölün de çölü sayılabilecek bir güneş sisteminde olduğu için pek çok Grekul teknolojisi burada inşa edilemez. Bunun için gerekli kilit önemde kaynak türlerine sahip değiliz. Bu nedenle, bize sadece bilgi-tecrübe desteği ve geliştirme çalışmalarında ekipman yardımı yapabiliyorlar. Bu çöl durumu, uzay keşifleri esnasında insanlığın önemsiz bulunmasına yol açmış ve ilkel bir canlı türü olarak kataloglanmamıza yol açmıştır. Hayatta kalmamıza izin verilmiştir. Lakin bu gün bu noktadayız.” Dedi ve işaret etti, “..Cryo stabilizör serum; sağlık durumu kritik ya da ölü bir kişiyi, bir doz uygulama ile altı ile on iki saat süreyle, muharebe ortamında, donmuş halde tutar. Gerekli tıbbi müdahaleye kadar zaman kazanma amaçlıdır. Nano medikal serum; tedavi edilebilir hasar çizgisini çok daha ötelere taşıyan bu serum, tedavi sürecini de gözle görülebilir derecede hızlandırıyor. Bir kurşun yarasının basit bir çiziğe gerileme süresi bir saatten biraz fazla…” Şeref Paşa ister istemez bir görüntülere bir de Hikmet Paşa’ya baktı. Hikmet Paşa “..inan Paşam, doğru,” dercesine gülümsüyordu ona. “..bu noktada kısaca silahlara değineceğim, bunlar MR3 manyetik tüfekler. FAMAC en iyi piyade katili olarak bilinir. MR3 ondan çok daha iyidir. Aynı ağırlıkta ama altı katı güçtedir. Daha hızlı, daha güçlü, daha çok mermi taşıyabilir. Aynı anda üç namlu ile ateş edebilir ve her bir namluda aynı anda dört mermi yol alabilir.” Bunun önemi büyüktü. İtici güç olarak patlama gazı yerine elektromanyetik itişi kullanmak silahın anatomisini çok değiştirmişti. Ateşleme hızı ve iç mekanik tamamen yeni bir hal alınca burada silah kavramı çok farklılaşmıştı. “Ve asıl silahlarımız ise bu ikisi. Sentetik kas zırhı; Sente-Muscular Armour; SEMA ve mekanize piyade zırhı; ARES 6.. Görüntülerde görünce bile inanamayacaksınız ama bunlar var ve kullanıyoruz. Hatta yakında onları sıkça göreceksiniz. Üretim sırları açıklandı ve şu anda laboratuarlarımız, fabrikalarımız ilk parçaları üretiyorlar..” Sentetik kas zırhı aslında bir Grekul teknoloji ve tasarımının dünyaya uyarlanmasıydı. Grekulların tymiril adını verdiği kilit bir malzeme yerine dünyada var olan bazı malzemeler kullanılmıştı. Çıplak vücut üzerine giyilen bir ara giysi ve onun üzerine vücuda giydirilen yarı canlı, lifli plakalar on beş dakika içinde tamamen birleşip vücudu sarmalıyordu. Bu ikinci bir kas ve deri dokusu olarak insana güç, zırh, sürat ve bazı başka kabiliyetler veriyordu. Bu çok çılgınca bir şeydi. İkinci oyuncak ise, Grekulların deyişi ile; daha insancaydı. Mekanize zırh üç yüz elli kilo ağırlığında, dışı zırhla kaplanmış bir harici iskelet olmanın yanında aslında giyilebilen bir zırhlı saldırı aracıydı! Giyene bir tonu kaldırma kuvveti yanında çok ciddi bir ateş gücü kullanma yetisi veriyordu. Tek bir askerin değil, bir gurup askerin bile güçlükle komuta edebileceği bir ateş gücüne sahipti. Maratoncu değildi ama kısa süre için saatte elli kilometre hızla hareket edebilir ve beş metreye sıçrayabilirdi. Omuzdan atılan bir roket ile vurulsa bile içindeki kişiyi hayatta tutma şansı çok yüksekti. Nükleer sayılabilecek bir güç hücresi ile çalışan zırh kesinlikle kocamandı. Radarı, x-ışını, optik ve termal tarayıcıları ve hatta hemşire işlevinde bir bilgisayarı olan zırhın kabiliyetleri saymakla bitmiyordu. Paşa üç yüz elli kiloyu ancak böyle doldurdular diye düşünmeden edemedi. Tatbikat videolarını görüyordu, inanıyordu söylenenlere.. Ama inanamıyordu. Amerikalılar 1960’dan bu yana bu tür bir giysi için çalışıyordu. Bu sır değildi. Japonların ünlü ASİMO’su teknolojide bir kilometre taşıydı ve diğer bir sürü robot ve sibernetik gelişimi vardı. Ama bu derece somut bir şeyi görmek insanı etkiliyordu. Açıkça tankların yanında koşan ve silah olarak her bir mermisi yüz kilo geri tepme yapan, gatling topunu kullanan bu zırh, çılgın bir şeydi. “Paşam, KGT depo ve ikmal noktalarında tuttuğu silahlardan bazılarını saldırı sürecini hızlandırmak için çeşitli bölgelere desteğe gönderdi. Zırhlar da var bunların arasında. Bizim ve diğer üretim bölgelerinin üretimi rayına oturana kadar ilk tecrübelere fırsat verecek bu. Size doğru gelen iki Kasırga dolusu zırh ve silahın yanında KGT’den beş eğitmen ve tekniker arkadaş var. Ben bizzat burada bir mekanik zırhı tecrübe ettim,” derken gülümsemesini engelleyemedi Hikmet Paşa,“..Paşam, bisiklete binmek gibi, düşe kalka öğreniyorsun diyemem çünkü düşmene izin vermiyor bilgisayarı. Ama bisiklete binmek gibi, birkaç saatte öğreniyorsun lakin ustalaşmak zaman alıyor. Bir de alışınca bırakmak garip geliyor. Yürümek acayip geliyor. Adama bir yenilmezlik hissi veriyor doğrusu; bu yönü de tehlikeli..” diye güldü Paşa. Diğerleri de ölçülüce onunla beraber güldü. Toplantının bundan sonrasında Yarık üzerine yapılacak saldırının planına söz geldi. Oktay Binbaşı planın ayrıntılarını açıkladı. Genel hatlar ile durum onaylandı ama saldırı zamanı ertelendi. Aslında Şeref Paşa beklemek istemiyordu ama bu yeni silahların bu savaştaki etkisine dair içine bir his doğmuştu. Paşa bir operasyoncuydu ve hisleri sayamayacağı kadar çok zamanda onun yanında olmuştu. Anlamsız pek çok şey onun hayatının yanında pek çok askerinin de hayatını kurtarmıştı. Saldırıyı bir gün erteledi. Hikmet Paşa’ya kesinlikle inanıyordu; bunların alışması kolay silahlar olması bir yana bu mümkün olan en iyi muharebe testi imkanıydı. Benim; diyemediği bir silahla savaşa gitmeyi asla tercih etmezdi. Buradaki koloni tecrit edilmişti ve sürekli en ufak adımı izleniyordu. Olası bir terslikte on iki Omega ve on beş Karaşahin vardı. Hem zırhlı bir hazırkıta da Kasırgaların içinde yirmi dört saat nöbet tutuyordu.. Paşa biraz rahatlamış halde kararının arkasındaydı. “Emin misin?” diye sordu Ural. “Ben de o mekaniklerden giysem olmaz mı?” açıkça çekiniyordu. Biozırhın neredeyse tamamı monte edilmişti üzerine. Sadece baş ve yüz kısmı kalmıştı. Ondan sonra zırh bütünleşme süreci devreye girip tamamen vücuda uyum sağlayacaktı. “Endişeni anlıyorum. İlk giydiğimde ben de çekinmiştim” diye cesaret veriyordu KGT uzman teknikeri. “Ama endişeye gerek yok. Sana garanti veriyorum; çıkarmak istemeyeceksin.” “Atıyosun. Hem ya tuvalete çıkmam gerekirse nolcak?” “İç giysi on beş dakikanın sonunda eriyip, derinle zırhı kaynaştıracak. Ondan sonra derin zırh olacak. Duyularının çoğu hassaslaşacak. Sadece acı duymayacaksın ve.., senin sorunun cevabı; sadece bırak gitsin. Vücudun dışarıya bi şeyler atabilir ama dışarıdan bi şeylerin girmesi çok zor,” diyerek, eğlenerek konuştu tekniker. Nedense Ural bu konuda hiç iyi hissetmiyordu. ARES 6’ların içine girmiş olanlar sadece biraz daha rahattı. Zırh rahattı, ama deneme gurubunun içi huzursuzdu. “Komutanım, bu şeyin içinde yere düşersek ezilmeyiz di mi?” diye neredeyse ağlamaklı sormuştu Savaş. Cihan da bunu merak ediyordu doğrusu. Güldü sadece ve ilk adımını attı. Bir komutan askerlerine örnek olmalıydı. Şaşılacak derecede kolay olmuştu. İkinci ve üçüncü adımlar da öyleydi. Destek platformundan çıkmış ve Yenişehir Futbol Sahasında yürümeye başlamıştı. Adımları altındaki çimler eziliyor ve öyle kalıyordu. Biraz gürültülüydü bununla hareket etmek, ama bu zırh sinsilik değil ateş gücü için yapılmıştı. Az sonra diğerleri de onunla beraberdi ve birazdan da koşuyordular. Hatta Savaş, çimlerde yuvarlanıyor ve birkaç metre yukarıya çocuklar gibi neşeyle zıplıyordu. Ural ve Levent ise açıkça biozırhlara bayılmıştı. Belki ARES kadar güçlü değildiler ama daha hızlı ve daha çeviktiler. Sessiz ve sinsi kabiliyetlerle yüklüydüler. Saatler su gibi akarken herkes yeni derilerine daha bir alışıyordu.. Silahlı idmanlar ise daha bir keyifliydi. Silahlar üstün teknoloji ve kabiliyetlerine rağmen son derece sade ve basitti. Şu anki standart silahlardan daha kolaydılar. Ve kesinlikle daha; ama çok daha güçlüydüler ki bu sorumluluğu arttırıyordu. Ama işler yolundaydı.. Şeref Paşa bu manzarayı izlerken memnuniyetle gülümsedi. Bu çok iyiydi. İyi bir askerin en tehlikeli silahı ne elinde tuttuğu silahı ne de çıplak fiziksel kabiliyetidir. İyi bir askerin en güçlü ve en tehlikeli silahı aklıdır. Öldürmek için; düşmanı yok etmek için bilenmiş bir zihin kadar tehlikeli bir silahı evren yaratamamıştır ve yaratamaz. Şu anda bu yeni silahlarını kuşanmış askerler de açıkçası ilk önce bunun eğitimini almıştı. Zihinleri, düşmanı yok etmeye yönelik her aracı kullanmak üzere eğitim almıştı. Ve bu eğitimleri zaman içinde bir uzuvları gibi doğal parçaları olmuştu. Şu anda kuşandıkları donanımı artık tanıyordular. Ustalaşmaları zaman alacaktı; belki tüm kabiliyetlerini henüz tam kapasite kullanamıyordular, ama öğrenecektiler. Şimdilik onlara yeteni biliyordular. İşte, Atlasların içinde, operasyon sahasına ilerlerken, bunu düşünüyordu Cihan. Zırhın baş kısmı hareket etmiyordu. 180 derece görüş sağlayan başlık içinde sağa sola rahatça bakılabiliyordu. Başlık bu hali ile derin su dalış giysilerinin başlığına benziyordu. Aslında zırh, asıl hatları ile, zırhlanmış bir astronot giysisini andırıyordu. Tam anlamı ile üstün teknoloji ürünü bir şövalye zırhıydı bu. Cihan önündeki cama yansıtılan menüleri düşünceleri, sesi ve gözleri ile yönetme konusunda pratik yapıyordu. İki eli meşgul iken bile bu zırhın pek çok özelliğini düzenleyebilmek ve kullanmak mümkündü. Biozırh içindeki Levent, Ural’a döndü. Yüzlerinde zırhın tek klasik metal parçası olan maskeleri takılıydı. Oval koca gözlük ve gaz maskeli ağız kısmı ile dalgıç gibi görünüyordular. Hatta Savaş, Levent’e yeni bir isim vermişti. Kurbağa adam Kermit diyordu ona gülerek.. “Ülen Ural, Ben bunu hayatta çıkarmam. Bu çok iyi yahu.” “Salak, nasıl çıkartacaksın ki zaten? Özel aletler olmadan cart diye çıkmıyo bunlar.” “Olm, manyak mıyım? Niye çıkarmak istiyim? Hızlıyım, güçlüyüm, zırhlıyım ve uzaylılarla savaşıyorum.” “Zırh demişken, Biozırhın üzerine çektiğimiz bu ilave alaşım zırhı test ettim aga. Deli bi şey bu. Bizim Kurt zırhlarından bile daha güçlü. Hem de yarı ağırlıkta. Olm yarı ağırlıkta! Olm, bu da kesin uzaylı yapımıdır. Kendimi bi filimde gibi hissediyorum.” Levent bi küfür savurdu. Tatsızca konuştu. “Öyleyiz zaten. Sadece başrolde kim oynuyo o daha belli diil. Biz mi, yoksa böcükler mi?” “Olm, Levo. Cihan Yüzbaşı seni duyarsa ölürsün len. Paşa da yanımızdayken, başrol kimde diye sorulur mu? Uzaylının hiç şansı yok.” “Amin,” dedi Levent. “Amin,” diye sessizce fısıldadı Cihan. Adamları bu yeni zırhların iletişim özelliklerini biraz daha öğrenmeliydi. Aslı Yüzbaşının Kasırgası toplantı noktasına ilk ulaşan kuş idi. Aslı birçok defa Haydar’ı çatışmaya indirmişti. Ama bu savaş onu rahatsız ediyordu. Her ne kadar uzaylıyla savaş fikrine alışmaya başlasalar da bu fikir hala çılgıncaydı. Üstelik bu düşmanın korkutucu bir havası vardı. “Haydar, nolursun dikkatli ol.” “Merak etmeyin, Komutanım. Bu işin de üstesinden kolayca geleceğiz.” “Başlatma Komutanından Haydar. Sadece dikkatli ol, olur mu?” diye kırılganca konuştu Aslı. Haydar’ın sesi eşine sevgiyle gülümsedi. “Kızları büyütme yükünü sana yıkacak değilim Biriciğim. Seni ve kızları çok seviyorum.” “Ben de seni seviyorum. Kızlar da seni seviyor Haydar. Biz kızlar üzerinde böyle garip bir etkin var,” diye konuştu Aslı. Gülümsüyordu. “Ona çekicilik derler güzelim” diye gevrekçe konuştu Haydar. “Kes, Haydar, tamam! Bir üstünle konuştuğunu unutma!” Haydar kız tayfasının yeterince anlaşılması zor olduğunu düşünmüştü hep. Ama bir de eşin, kızlarının annesi ve komutanın olunca işler daha da anlaşılmaz bir hal alıyordu. Kendini kahkahalarla gülmekten alamadı. Operasyon planlandığı gibi gelişiyordu. İHA bombacıları yoldaydı ve onların peşinden de Atlaslar ile Kasırgalar ilerliyordu. Tepeyurt sığınaklarının derinlerindeki operasyon merkezinden yönetilen İHA-S’lar artık sortilerine başlıyordu. Avcırüzgarlar, ordu bünyesindeki ucuz ama kabiliyetli İHA’lar olmanın yanında kahramanlar olarak da anılırdı. Askerler için yoğun riskli, bilinmeyen ortamlarda üstün başarılı operasyonları onlara bu ünü vermişti. Şimdi de benzer bir durum vardı. İlk üç Avcı yarığın dibini temizlemek için yüklenmişti. Güçlü alev bombaları taşıyordular. Bombalar atıldı.. Bombalar patladı.. Etki tam beklendiği gibi olmuştu. İstihbaratın uydudan akan anlık raporları, yarık dibindeki kümelenmenin büyük ölçüde dağıldığını gösteriyordu. İkinci gurup ilk gurubun çıkışından az sonra sortiye başladı. Yüz elli metre derinlikteki, vadi misali yarığa daldı Avcılar. Dikey iniş kalkış kabiliyetleri ile bir helikopter gibi süratle alçaldılar. Mağara girişinde konumlandılar. Giriş sağlamdı ve alevler yer yer hala tazeydi. Silahlı Avcıların yanındaki güçlü keşif donanımlı Avcı, Kovanın askerlerinin savunma için gerilere çekildiğini gösteriyordu. Buradaki Kovan sadece askeri bir koloniydi ve son birkaç gündür lojistik destekten mahrumdu. Yeni asker takviyesi alamamıştı. Elindekiler de büyük ölçüde biliniyordu. Kapana kısılmış düşmanın son direnişi olacaktı bu. Avcılar beklemeden saldırdı. Uzun menzilli kara saldırı füzeleri, mağaranın elli metre yükseklikteki koca ağzından içeriye ateşlendi. Hedefler, insan çelen sütunlar olarak da anılan, beyin yıkayıcı savunma yapılarıydı. Tespit edilen altı beyin yıkayıcı kule, saldırı sonucu parçalara ayrılmıştı. Avcılarda hala silah yüklüydü. Asit çiçekleri ikinci hedeflerdi. On asit çiçeğinden yedisi vurulmuştu. Kalan üç tanesi uzakta ve arka taraftaydı. Bunlar üzerlerine gelen füzelere karşı ateş açıp onları vurmuştu. Bu o kadar da önemli değildi. Havaya saldırı menzilleri Avcırüzgara tehdit değildi ve kara saldırısı esnasında da kovanın kendi yapıları bunların ateş istikametini kapatacaktı. Yol açılmıştı. “Başlayın Cihan!” diyerek, hareket emrini verdi Kemal Yarbay. “Gidelim Özgür!” diyerek Atlasın pilotuna seslendi Cihan. “Gidiyoruz Yüzbaşım!” dedi ve helikopterini sıkı bir sorti ile yarığın içine soktu Özgür Üsteğmen. Atlas, içindeki Yalnız Kurtlar ile süratle yarığın dibine indi. Ve süratine tezat bir yumuşaklıkla yere kondu. Kapılar açıldı. Kurtlar derhal pozisyon alıp diğer Atlasın inişi için bir güvenlik kordonu oluşturdu. Böylece hala silahı olan beş Avcının korumasına bir de Kurt takımının koruma çemberi eklenmişti. Cihan çevreye göz attı. Mağara cidden büyüktü. Rakamlarını bilmek başkaydı, içinde olmak başka bir şeydi. Yarığın dibindeki koca bir aralıktan geçiş yapılan bu kocaman, kubbeyi andıran mekan etkileyici ve ürkütücüydü. Kovanın bazı binalarından yayılan yeşil ışımalar ve yerdeki yeşil yosunumsu katman kadar tarayıcıların okuduğu düşman varlığı da bunda etkiliydi. “Rapor verin” diyerek seslendi Cihan. Farklı roller için farklı silah ve donanımlarla yüklenmiş zırhlar giyiyordular. Zırhlardan bir tanesi doğrudan Tepeyurt Avcı Komuta Merkezine bağlıydı ve İHA-S’a anında yeni hedef bildirebiliyordu. Bir diğeri keşif donanımı taşıyordu. Bir başkası, Kovan Kraliçesinin beyin yıkama gücüne karşı koruyucu bir alan yaratan cihazla donanmıştı. En azından Grekullar bunu yapabildiğini söylüyordu. Diğerleri de farklı silah ve donanımlara sahipti. Nişancılar çoktan gelişmiş keşif güçleri ile ilerilere doğru öncü çıkmıştı. İki nişancı da sağlam ve yüksek birer mevzideydi. Yarığın çıkışına gelecek bir hareketi çapraz ateşe alacak konumdaydılar. Yeni silahları kurulmuş ve yerleşmişti. “Levent, tamam.” “Ural, tamam.” “Ağır silahlar yerleşti” diye bildirdi Şahin. Yanlarında getirdikleri gatling taretlerini kurmuştular. “Mevziler oturdu.” diye bildirdi Rafael. “Hazırız” diye konuştu Şirin. Cihan Atlaslara ve Kasırgalara seslendi. “Biz hazırız.” “Yoldayız. İlk parti bir dakika içinde orada.” “Anlaşıldı. Bizi bekletmeyin.” “Komutanım, hareket var,” diye bildirdi Rafael. Gurup bu koca mağaranın yukarıya çıkış yolunu tutuyordu. Bulunduğu hakim bayırın dibinden itibaren yosunlu alan başlıyordu. “Yosunların altından geliyorlar..” diyerek tarama donanımının sağladığı bilgiyi diğerlerinin ekranlarına da aktardı. Diğer zırhlardan daha güçlü görüşe sahip olan Rafael’in zırhı, diğerlerinin görüşüne girmeden evvel zıpkıncıları yakalamıştı. “Yosundan çıkabileceklerini sanmıyorum. Zemin kayalık. Yüzeyden gelirlerse o ayrı konu” dedi Cihan. “Arkadan daha başka hareket de var komutanım. Bunlar köpekcekler. Ve bir de… Bunlar insana benziyor, Komutanım. Düzeltiyorum; Kovan insanı! Burada kovan insanı var! Fiziksel farklılıkları açıkça görülüyor!” Görüntüyü hepsi kendi görüş cihazları ile de alabiliyordular. Yaklaşık iki bin metre mesafedeydi. Ama görüş netti. Teleskobik gecegörüşü, bu zayıf ışıkta gün gibi aydınlık bir görüş sağlıyordu. “Ellerindeki şeyin silah olduğuna eminim. Bu yana geliyorlar. Hazır olun!” diye emretti Cihan. Kurtlar çatışma için duruşlarını sağlamlaştırırken Atlaslardan ikisi de bir timi ve Haydar Başçavuşun ZPT’sini indiriyordu. Kasırgalar buraya inemiyordu. Bu yüzden yarığın ağzına indirdikleri araç ve birlikleri Atlas helikopterleri aşağıya naklediyordu. İnen birlikler de zırhlıydı ve onlar da modüler cephe kalkanlarının ilk parçalarını taşıyordu. Gatling taretleri süratle zırh kalkanlarla güçlendirilirken, vurucular da yerini alıyordu. Bu koca zırhların pek çok avantajı yanında bazı basit kabiliyetsizlikleri de vardı. Mesela, yuvarlansalar da ayağa kalkabiliyordular, ama bunların içindeyken yatarak ateş etmek mümkün değildi. En fazla diz çökerek ateş edilebilirdi. Şu anda da durum buydu. İki saldırı takımı dört nişancısı ve elli vurucusu ile tam saldırı pozisyonundaydı. Yanlarında beş Avcırüzgar ve dört gatling tareti vardı. Düşman geliyordu. Cihan ilk saldırı iznini nişancılara verdi. Nişancıların manyetik tüfekleri farklıydı. Hızdan ziyade menzil ve hassasiyet konularında öne çıkıyordu. Burada da işini çok iyi yapıyordu. Önden gelen süratli köpekcek dalgasına vuran mermiler genelde iki üç canavarı birden öldürüyordu. Silahların menzili ve hasar gücü çok korkunçtu. Bir insana isabet etse bu bir atış onu rahatlıkla ikiye bölerdi. Nitekim köpekcek tayfası için de durum pek farklı değildi. Mermiyi yiyen yeşil kandan bir patlama ile parçalanıp dağılıyordu. Çok kirli bir ölümdü bu. Yine de yakın savaşta yaşanacaklar ile kıyas kabul etmezdi bu sahne. Atlaslar ilk ZPT’leri indirdikleri anlarda artık aradaki mesafe bin metrenin altına inmişti. Bu, zırhların ağır manyetik tüfeklerinin ve gatling topunun etkili menzili demekti. Ateş başladı. Cihan bir yandan yosundan çıkıp bayır hattına ulaşmak üzere olan güruha durmadan mermi yağdırıyor bir yandan da ateşi kesmeden sürekli mermi dolduruyordu. Beş şarjör girişi ve dolu iç haznesi olan bu silah, ateş ederken bile doldurulabiliyordu. Geri tepmesi ya da ağırlığı ile ilgili bir sorun olmadığı için bu kolaylıkla yapılabiliyordu ve de çatışmanın rengini çok değiştiriyordu. Cihan bundan ürktü. Savaşlar nereye gidiyordu böyle! Sonra toparlandı ve çatışmaya dikkatini verdi. Gatling topu taşıyan Savaş ve Zülküf yeni ağır destek silahlarını talimlerdeki gibi, sorunsuzca kullanıyordu. Modüler gatling taretlerinin başındakiler de iyi iş çıkartıyordu. Yaklaşan öncü düşmanın ön safı neredeyse yarıya yakın biçilmişti. Ve daha topçu tüfekleri ile roketler ateşe başlamamıştı. Bayırdan aşağıya yeşil kan dereleri akıyordu. Topçu tüfekleri ve roketlerin ateşi hedeflerine inmeye başladığında aradaki mesafe sadece iki yüz metreydi. Yaklaşan güruh artık dağılmış ve yavaşlamıştı. Havalara uçup savrulmak bu canavarları öldürmediği anlarda bile sarsıyordu. Patlama şokunun evrenselliği ne güzel bir şeydi. Cihan gülümsedi. Gülümsemesi bir saniye sonra yok oldu. Köpekcek saflarının arkasından gelen yeşil ışıltıdan kuyruklu bir koca mermi, gerideki Avcırüzgarı vurup havaya uçurdu. Onu diğer başkaları izledi ve birkaç saniye içinde beş yeşil roket daha üzerlerinden geçti. İki avcı rüzgar daha vurulmuştu. Tepeyurt, Avcırüzgarları süratle görüş alanından çekip yarığın gerilerine konumlandırıyordu. Atlaslar da görüş dışındaki uzak noktaya indirme yapmak için yön değiştiriyordu. Kovan insanlarının sağ ellerinde, bir sülük gibi yapışık olan canlı silahları sırtlarındaki kambur misali keseden gelen sıvıyı süratle mermiye çevirip birkaç farklı şekilde püskürtebiliyordu. Etkileri yeşil ışıltılı bir ağır makineli, roketatar ya da havan saldırısı olabiliyordu. Kesin olan, Kovan ile ilk temastan bu yana, Cihan ve İstanbul garnizonun ilk kez ağır kayıp verme riski yüksek bir durumla yüz yüze oluşuydu. İşte Cihan’ın gerideki yaklaşık dört yüz kovan insanını haber aldığında fark ettiği buydu. “Rafael, emin misin?” diye sadece düşünürken bir şey söylemiş olmak için sordu Cihan. “Ön saftaki yakın tehdit yüz kadar. Arka tünelden koşturanlar ile beş yüzü buluyor. Sadece beş yüz. Diğer tüneller en azından şimdilik sağlam. Hareket hızı ve mesafeye bakarak yarım saat içinde sadece bunlarla karşılaşacağımızı söyleyebilirim. Tarama menziline yeni bir şeyler girse bile, şu durumda bize vurabilmelerine, en iyi ihtimalle bir saatleri olur.” “Öyle ya da böyle. Beş yüzünü birden karşılamayı tercih etmem.” Gatling sesi ve ışıkları mağaranın içinde kıyamet gibi bir hava yaratıyordu. Manyetik silahların namlusundan fışkıran elektrik ışımaları ve ürkütücü uğultu sesi de gatlingden aşağı değildi. Canavarların koşusu son elli metreye varmadan tükenmişti ve şimdi sadece Kovan insanları geriye kalmıştı. Asıl kavganın onlarla olacağı açıktı. Koşarak ve saklanarak yaklaşıyordular. Bu tepe noktaya kovan yapılarını ve yosunlu zemindeki tümsekleri, çukurları siper alarak yaklaşıyordular. Tıpkı askerler gibi ilerliyordular. Kovan, gezegen halkını özümseyip ordusuna kattığında onun bilgi ve taktikleri de belli ölçüde özümsenirdi. Burada durum da buydu. “Cihan, iki ZPT’nin taret silahları manyetik gatlinglerle değiştirildi. Elimizdeki silahların her biri neredeyse birer gatling topu. Zırhlıyız. Uzun menzilliler arkadan döverken bayırdan aşağı dalalım. Bayırda ve yosunun ön kısmında sıçrayabileceğimiz siper yükseltiler var. Çarpışarak bitirelim bunları,” diye konuştu diğer timin komutanı Ali Yüzbaşı. Aslında Cihan, bu noktada, saldırma fikrinden emin değildi ama kararsızlık savaşta iyiye işaret olmadığından, silah arkadaşına uymayı uygun buldu. İlk yüz kişilik partinin dört yüzden kopuk gelişini görebiliyordu ve onu harcamak düşüncesi fena fikir değildi. Destek de yoldaydı. “Yapalım, ama çok dikkatli olalım. Sayı üstünlüğü çok fazla. Ateş güçleri nedir tam bilmiyoruz” dedi ve herkese seslendi. “Roketçi ve topçular arkadan kademeli baraj ateşi ile bizi destekleyecek. Taretler ileri cepheyi baskıda tutsun. Kalanlar, örtü kullanarak cephe saldırısı yapacağız. Emrimle ileri harekete geçiyoruz.” Haydar burada lafa girdi. “Çapkınlar ne yapacak komutanım?” “Haydar, siz arkamızdan destekle gelin ama dikkatli ilerleyin. Avcıları vuran şeyin ZPT zırhına etkisi nedir bilmiyoruz.” “Durarak öğrenemeyiz komutanım. Sizi destekliyoruz. Anlaşıldı.” Cihan saldırıya başlamadan Gökdelen’e seslendi. “Gökdelen, Saldırıya geçiyoruz. Şu anda en iyi seçenek bu. Mümkün olduğunca süratle güçlerini kırıp önlerde tutacağız onları. Arkadan daha süratli destek alıp sayı dengesini değiştirmenin tek yolu bu. Bize kapanırlarsa bu menzilli saldırıların yarattığı baskıya dayanamayız. Bu sürpriz kuvvet beklediğimiz kolay zaferi bizden çalabilir.” “Anlaşıldı, Cihan Yüzbaşım. Devam edin. Sizi süratle destekleyeceğiz” diye konuştu Şeref Paşa. Sonra Atlaslara döndü Paşa. “Aşağıda süratle desteğe ihtiyaç olacak. Göreyim sizi çocuklar. Elinizi tez tutun.” “Emredersiniz Komutanım!” “Yoldayız Komutanım!” diye içten bir coşkuyla konuştu pilotlar. Paşanın etrafına yaydığı böyle bir cesaret ve kahramanlık havası vardı. Yakınlarındaki bütün askerler ister istemez onun etkisine giriyordu. Bu tavırlar, sözcükler ya da ses tonu ile ilgili değildi. Bu doğrudan kişiliği ve yaradılışı ile ilgili bir şeydi. Teğmenliğinden bu yana onda var olan bu havanın etkisi, yıllar ve görevler sonunda, katlanarak atmıştı. Bir komutanı, zamanında; o daha gençken, bunu fark etmiş ve “..bazen omzumdaki rütbeleri unutup benim bile emirlerine uyasım geliyor..” diye samimice itiraf etmişti. Atlaslar bir anda hızlanmıştı. Sanki motorları bile coşkuyla çalışıyordu. İki atlasın içindeki iki ZTT’nin personeli de coşkulu bir sabırsızlıkla bekliyordu. Zırhlı araçların silah kulesindeki nişancılar “Haydi, haydi!” diye mırıldanıp duruyordu. Yalnız Kurtlar ve Kaplan Pençesi bayırdan aşağıya doğru dağınık halde açılıyordu. Hafif bir koşu ile ilk ön mevzilerine doğru konumlanırken bir yandan da ateş ediyordular. Normalde bu zor bir işti ama zırh ve silahların teknolojik özellikleri sayesinde çok kolaylaşmıştı. Pek çok askerin, yakın mesafeye, sabit bir destekten faydalanarak yaptığından çok daha etkiliydi hareketli atışları. Bununla beraber bu düşman pek fazla açık vermiyordu. Köpekcek gibi ölümüne saldıran, kalabalıktan güç alan bir düşman değildi bu. Karşılık da veriyordu. Kovan insanları, yani ileriki günlerde alacakları isimleriyle; öcüler, silahlarını çalınan insandan daha etkili biçimde kullanıyordu. Aradaki mesafe bin metreye yakın olmasına rağmen seri atış saldırıları yakınlara geliyordu ve çok daha az sayıdaki roket ile havan atışları da yaklaştıkça yakınlara düşüyordu. İşte ilk mevzilere bu mesafede ulaşıp karşılıklı atışmaya başladılar. Askerler bayırın yükseklik avantajına sahipti. Öcüler de arkadan gelen desteğe güveniyordu. Ama arkadan gelen destek sürekli dövülüyordu ve yavaş ilerliyordu. Üstelik topçu tüfekleri öcüler hareketli olsa bile onları bulup parçalamakta epey başarılıydı. Sahneye yeni giren iki ZTT ve zaten ateşi hiç durmamış olan iki ZPT de varken bu yüz kişi pek sorun olmadan çabucak bitirildi. Bu esnada öcülerin, kara yarasaların saldırısına benzeyen seri atışlarının çok dik bir açı ile vurmadıkça bu mesafede etkisiz kaldığı, etkili olduğunda ise sadece zırha hasar verdiği gözlenmişti. Bununla beraber, yakınlarına roket ve havan atışı yiyen bir kaç askerin zırhında ciddi hasar ve askerlerde de hafif yaralanmalar vardı. Dört yüz öcü ile çatışma başlamadan evvel zırhlı komando takımlarından üçü daha inmiş ve süratle arkadaşlarının yanında yerlerini alıyordu. Takviyeler daha geride ikinci bir hat oluşturmak suretiyle ön çizginin hareket alanını daraltmaktan kaçınmıştı. Yeni inen bir Balyoz tankı da destek için zırhlı araç gurubuna katılmıştı. Son saldırının oyuncuları bunlar olacaktı. Zaman dolmuştu. Başlıyordu. AVİ’ler arasında süratle savaş taktiği konuşmaları yapılıyordu. “..O halde tamam. Cepheyi yosunun başlangıcına kadar saf halinde yayıp arkadan aynı şekilde uzun menzilliler ve zırhlı araçlarla destekliyoruz. Yosunun içi zıpkıncı dolu. Tedbir için güvenlik şeridine on metre diyoruz. Daha fazla yaklaşılmayacak” diyerek kararlaştırılanı bütün takımlara duyurdu Cihan. Operasyon için görevlendirilen dört komando takımının komutanları birbirini çok iyi tanıyan silah arkadaşlarıydı ve aralarında sözü en ağırlık taşıyanı Cihan’dı. Savaş meydanındaki sıcak çatışma ortamında rütbeler pek önemsenmiyor, sağlam tespitlere daha fazla söz düşüyordu. Kimse bundan şikayetçi değildi. Günün sonunda bu işe yaradığında hepsi mutlu ve sağ oluyordu. Bir asker daha ne isteyebilirdi ki. Çatışmanın daha ilk saniyeleri ile birlikte bu kavganın sert ve çok hızlı geçeceği anlaşılmıştı. Bin metre menzilde başlayan kavga kısa fakat uzun süren bir on saniyenin sonunda sekiz yüz elli metreye inmişti. Öcüler koşarken atış yapabiliyor ve sayı üstünlüğü nedeniyle bu durum tehlike de oluşturuyordu. Askerler düşmanın ateş çatışması yapmaktan ziyade saf halinde hücuma kalktığını savaş tecrübelerinden biliyordu. Bu can sıkıcı bir bilgiydi. Bu kabiliyet ve sayıda bir düşmanın cephe hücumu son derece tehlikeliydi. Süratle karşı hamle ile durdurulmazsa sonlarının ne olacağını hepsi biliyordu. Derhal bir şeyler yapılmalıydı. “Komutanım!” diyerek sadece Cihan’ın da fark ettiğinden emin olmak için seslendi Rafael. Cihan elbette fark etmişti. Düşman yaya olmasına karşılık çok süratle hareket ediyordu ve hareket halinde olmasına rağmen, ciddiye alınması gereken yoğunlukta, ateş baskısı oluşturabiliyordu. Bu düşmanın piyadesinin bile çok kabiliyetli olduğu gerçeği ile karşı karşıyaydılar. Cihan’ın zihninde bu düşünceler ve daha fazlası aynı anda yarışıyordu. Yeşil mermi izleri ve yeşil patlama alevleri cephenin insan tarafında henüz kayba yol açmamışsa da burayı baskı altında tutup karşı ateş açmayı zorlaştırıyordu. “Gökdelen! Avcı kuşları geri istiyorum! Hedef bildiriyorum! Derhal bütün cephanelerini hedefe boşaltmalarını istiyorum!” diye konuşan Cihan, savaş alanın iki noktasını gözleri ile işaretleyerek zırhının AVİ’si aracılığı ile bu bilgiyi anında Karargah’a gönderdi. Karargah’daki İHA operatörleri hedef bilgisi doğrultusunda Avcırüzgarları süratle görüş alanına konumlandırdılar. Kalan iki Avcı yarım yüklü olmasına karşılık hala etkili destek verebilirdi. Cihan aynı anda Zırhlı araçlara da hedef bildiriyordu. Savaş alanının Rafael’in keşif ekipmanları ile çizilmiş bilgisayar haritası, Cihan’ın başlık ekranına küçük bir pencere ile yansıtılıyordu. Cihan hareketi şekillendiriyordu. “Tankı ortaya alıyoruz! Zırhlılar kama düzeni ile aşağıya harekete geçin! Baskı ateşini merkezden kanatlara yaymanızı istiyorum! Bütün piyadeler zırhlıların örtüsünde ilerleyeceğiz.! Kanatlar piyadenin öncelikli hedefidir! Sabit taretlerin atışı kanatlara! Zırhlılar ileri! İleri! İleri! Hücuuuum!!” Böylece tank ve zırhlı araçlar süratle yerlerini terk edip ileriye hamle ettiler. Tam bir kama şekli ile bayır aşağı ilerlemeye başladıklarında Avcıların roketleri de düşman hattına vurmaya başlamıştı. Bir saniye sonra düşman cephe hareketinin tam ortasında alev kıyametleri gürlüyordu. Avcıların saldırı sortileri düşman cephesinin ateşini etkilemiş ve onların düzenin bozmuştu. Buna zırhlı araçların ateşe başlaması da eklendiğinde artık her iki cephede patlamalar ve ışıldayan mermi izlerinden bir ışık kıyameti vardı. Zırhlı araçlar mermi ve patlamaların büyük bölümünü durduruyordu. Buna karşılık böcek cephesinde gözle görülür bir yavaşlama ve dağılma vardı. Böcek piyadesi ateş ve hareket kabiliyeti yönünden iyi olsa da zırhlı araçlar ve ağır ateş gücü ile karşılaşmaya tam hazırlıklı değildi. Nitekim aradaki mesafe iki yüz metreye indiğinde öcülerin saflarındaki sayı artık ilk rakamın dörtte biri idi. Kalanların yarısı da yaralı ve sakattı. Bununla beraber insan saflarında da ölüler vardı. Yaralıların sayısı da fazlaydı. Tank ağır saldırının hedefi olmuştu ve şimdi imha olmuş durumda alevler içindeydi. İki Zırhlı araç hareket ve savaş gücünü tamamen yitirmişti. Bunlardan bir tanesi de Haydar Başçavuşun ZPT’si idi. Havada tek bir Avcı vardı ve o da yaralı halde uçuyor, son mermilerini atıyordu düşmana. Son iki yüz metrede artık yapılacak fazla bir şey yoktu. Düşman ilerleyişini her şeye rağmen sürdürüyordu. Çarpışma kaçınılmazdı ve çok yakındı. Muharebenin son anlarıydı bunlar. Cihan hareket halindeki bütün birimlere durma emrini verdi. Ardından da yüz yüze oldukları düşmana karşı son emrini haykırdı. “Ateş serbest!!!” Düşman sayıca hala ikiye bir oranda üstün olsa da kanatları ve merkezi sürekli ateş altında tutulduğundan kalanlar dağınıktı. Normal bir çatışmada dağınık bir düşmandan ziyade toplu düşmana ateş açmak tercih edilirdi. Lakin bu çatışmanın normal bir yanı yoktu. Cihan, Rapor’dan ve istihbarat görüntülerinden bu düşmanın yumruk yumruğa çarpışmayı da sevdiğini biliyordu. Daha cephe hücumunu ve hızını ilk gördüğü anda bu işin yumruk teması menzilinde biteceğinden korkmuştu. Korkusu onu düşmanı dağınık tutmaya yönelik bir ateş planına yöneltmişti. Gerçekten de öcülerden son kalanlar yakın temasta bir kılıç kadar uzun olan tek pençelerini kullanmayı tercih etmişti. Bu saldırılarının etkisi dehşetliydi. Son saniyelerdeki ateş yağmuru düşmanı neredeyse tamamen bitirmiş olsa da sağ kalmış son altı öcünün öldürülmesi, üç komandonun bilgisayar ekranındaki hayat çizgilerinin düz çizgiye inmesine ve birinin de gerçek anlamda parçalanmasına mal olmuştu. “Sıhhiye!! Sıhhiye!! Tıbbi destek istiyorum buraya!” diye sesleniyordu Cihan. Sıhhiye zırhını giyen Melisa Üsteğmen’in donanımı yakındaki bütün AVİ’lerden kullanıcının sağlık bilgilerini alabiliyordu. Hayat çizgisi düz çizgiye dönüşen Komandoların zırhındaki bilgisayarların otomatik olarak stabilizör serumu enjekte ettiğinin bilgisi ona raporlanıyordu. Aynı şekilde arkadaşlarının serum enjekte ettiği zırhlı araç personellerinin durumunu da takip edebiliyordu. Melisa herkesi kurtaramayacağını öğrenmiş olmasına rağmen tankın yeşil ve kızıl alaz alevler içindeki manzarası hala içini acıtıyordu. Son silah sesi ve patlama da işitileli daha ancak bir dakika olmuştu. Komutanlar kısaca raporlarını alıyor, askerler kendilerini ve arkadaşlarını kontrol ediyordu. İlk süratli raporlamalar sürerken Cihan arkadaşına döndü. Vakit kaybetmek istemiyordu. “Hareket var mı Rafael?” “Yosun kaynıyor adeta.. Ama dışarıya çıkamıyorlar. Ayrıca termal alıcılar sarmaşık muhafızların hala aktif olduğunu gösteriyor. En arkadaki asit çiçeklerini de hatırlatmalıyım.” “Anlaşıldı,” diyerek inmekte olan Atlas helikopterlerine doğru döndü Cihan. Takviye komandolar ve ağır silahlar süratle cephe olarak kararlaştırılmış hatta konumlanıyordu. Yaralılar ve kayıplar süratle helikopterlere doğru taşınıyordu.“Bu işi fazla uzatmayalım. Takviyelerin hepsi iner inmez planlandığı gibi başlıyoruz. Hafif topçu barajı eşliğinde ağır topçu saldırısını saf saf ileri taşıyıp merkeze kadar domino hattı açacağız. Merkezi yoğun ateşle boğup bu işi uzaktan bitireceğiz.” Bu konuşmalara kulak misafiri olan yakınlardaki Savaş, “Amin ya rabbi..” diye mırıldanırken sesi biraz fazla çıkmıştı. Cihan, Savaş’a doğru döndü. “Savaş, senin yapacak işin yok mu? Git topçuların konumlarını kontrol et. Tüm sahaya hakim olmalarını istiyorum” diye terslendi. “Emredersiniz komutanım. Ben de tam onu şey edicektim.” “Başlıcam senin..” diye sonunu getirmeden bıraktı Cihan. Rafael sessizce gülüyordu bu ikisinin durumlarına. Savaş, her zaman bir yolunun bulup komutanının cinlerini tepesine çıkartırdı. Cihan da ona bir sürü angarya yüklerdi bunun sonunda. İkisinin ast-üst ilişkisini aşan dostluklarının tuzu biberiydi bunlar. Rafael onları seyretmeye bayılır, hatta gizliden onları karşı karşıya getirmek için ortamlar bile hazırlardı. Tebessüm, ölümün etrafta kol gezdiği anlarda bile hayata tutunma yöntemiydi onların. Karargahta, KGT teknikeri Sinan, Zırhlı Piyadelerin ve diğer operasyon personelinin hayat destek bilgisayarlarından gelen bilgileri okuma işini raporluyordu. Askerden ziyade bir mühendis olan Sinan’ın sesi ölüm haberlerini verirken samimi bir keder taşıyordu. “Tank personelinin bedenleri ateş yüzünden tamamen tahrip olmuş durumda. Dört komandonun bedenlerinde de benzer onarılamaz tahribat söz konusu. Bununla beraber teselli edici haber şu ki diğer on iki ölünün bedenleri stabilizör serumla başarıyla muhafaza altına alındı. Şu anda buraya naklediliyorlar. İlk inceleme bedenlerindeki hasarların ikinci derece ölümcül hasarlar olduğunu gösteriyor. Onları geri getirebiliriz. Beyinsel fonksiyonları başarı ile dondurulmuş durumda.” Şeref Paşa sıkıntılı derin bir nefes çekti. Düşünceliydi. Bu düşman cidden bir belaydı. Kolay gibi görünen bir çatışmanın içine bile ağır sürprizler saklayabiliyordu. Onu tanıyana kadar zaman ve can harcayacaktılar. Bu tatsız bir durumdu. Bu düşüncelere rağmen kendini hemen şu anki duruma geri çekti. “KGT’nin tıbbi teknoloji desteğini, silah desteğinden daha çok seveceğimiz gibi rahatsız edici bir his var içimde. Gerçekten Rapordaki gibi gelişmiş bir Kovan nesli ile çarpışıyorsak onun evrim seviyesi bizim teknoloji seviyemizin üzerinde demektir. Bu durumda yegane tesellimiz gezegenimizin uzay mineralleri açısından çöl olmasıdır. Bu onun hareketlerini ve uyum sağlama süratini bizim lehimize çevirecektir kanaatindeyim,” diyerek sesli düşünüyordu Paşa. Oktay başını onayla sallarken hak verdi. Durum gerçekten de böyleydi. İnsan cephesinde bunlar olurken böcek cephesinde de hareket vardı. Bu koloni öyle hemen de teslim olmayacaktı. İlk önce Rafael’in fark ettiği bu hareketi az sonra hepsi biliyordu. Her şey uyarıya fırsat bırakmadan süratle oluyordu. Böcek kolonisinin merkezindeki kraliçenin yuvasından kapsüller fırlatılıyordu. Kapsüllerin boyutları bir motosiklet kadardı ve yere düştüklerinde yeşil, sıvımsı bir patlama anından sonra çevreye yosun tabakası saçıyordular. Bir kapsül biranda yirmi metre çapında bir alanı yosunla kaplıyordu. Bu kapsüllerden yere inenlerden daha fazlası havadaydı ve yosun şimdiden topçu hattına dayanıyordu. Hareket bununla da sınırlı değildi, yok edilen beyin kontrol dikitlerinin bulunduğu noktalardan yukarıya spor bulutları süratle püskürüyordu. Spor bulutları Kraliçenin telekinetik kabiliyeti ile süratle insan saflarına çöküyordu. Zırhlı komandolar için spor bulutları sorun değildi fakat destek kuvvetleri maske olmadan bu saldırıyı atlatamazdı. Neyse ki bu düşmanın buna benzer saldırılarına karşı tedbirliydiler. Maske giyme emri sayısız ağızdan süratle haykırılırken birkaç kişi dışında herkes iyi durumdaydı. “Etkiye maruz kalanları süratle arka saflara transfer edin. Güvenlik için bağlanacaklarını hatırlatmama gerek yok” diyerek sıhhiye subayına emrini iletti Cihan. “Emredersiniz komutanım. Derhal gerekeni yapıyoruz.” Rafael bu esnada sürekli alanı tarıyor ve bu yeni hamleyi analiz ediyordu. Yosun gelişimi ve kapsül bombardımanı sürüyordu. Spor bulutları halen üzerlerindeydi. Rafael çıplak gözün göremediği diğer hareketin de farkındaydı şimdi. Yosun hattı yayılırken zıpkıncılar da hareket ediyordu ve Kraliçenin ininde de yeni bir ısı hareketi büyüyordu. “Cihan geliyorlar. Geliyorlar. Zıpkıncılar geliyor. Henüz çok yavaş ama bu yana hareketlenme başladı. Kraliçe de yeni bir şey daha hazırlıyor. İnde ısı artışı var.” Cihan zıpkıncıların harekete geçmesi bilgisini sevmemişti. Zırhların dayanıklılığını test etmeyi istemiyordu bu bir, ikincisi destek kuvvetlerindeki askerler zırh giymiyordu. Yosun kapsülleri şimdiden yanlarına ve üzerlerine düşmeye başlamıştı. “Zıpkıncılar ile destek kuvvetlerimizin arasına tampon olacağız. Komandolar ileri. Konumlanın,”diyerek takımların mevkilerini belirledi ve hareket emrini verdi Cihan. Bütün komandolar ağır zırhlı, güçlü yürüyüşlerine başladılar. Zıpkıncılar da tam bu anda süratle ileri akmaya başlamıştı. Zıpkıncıların yosun içindeki sürati inanılmazdı. Saatte yüz yirmi kilometreyi aşan hızları ile yosunda bir torpido gibi yol alıyordular. “Zıpkıncılar! Zıpkıncılar! Geliyorlar!” diyerek uyardı Rafael. “Komandolar, ateş serbest! Geçit vermeyin! Topçular ateş! Dominoyu başlatın! Dominoyu başlatın!” diyerek ilk kendisi tetiğe asıldı Cihan. Onu vakit kaybetmeden diğerleri izledi. Namlulardan mavi elektrik ışıkları çakarken bir mermi fırtınası esmeye başladı böcek torpidolarına.. Topçu ateşi de başlamıştı ve ilk süratli mermiler barajı inşa etmeye başlıyordu. Baraj tamamen faydasız olmasa da zıpkıncıların büyük bölümü baraj ateşini geçebilmişti. Komandoların ateşi yosunu delik deşik ediyordu. Havada uçuşan turuncu sarı spor buğusuna yeşil yosun parçaları da karışmaya başlıyordu. Ortalık da göz gözü görmez bir hal vardı, lakin zırhların termal görüntüyü ikinci bir katmanla normal görüşe bindiren görüş sistemi durumu kurtarıyor, atışların isabetli, hedeflerin görülür kalmasını sağlıyordu. Rafael’in zırhından bütün zırhların bilgisayarına sürekli bilgi akıyor ve gördüklerini onlarla paylaşıyordu. Topçu barajı tam anlamı ile oturmuştu ve domino atışları da adım adım, yosununu ve içindekileri parçalayarak Kraliçenin inine ilerliyordu. Sarmaşık muhafızlar ve spor püskürten kraterler az sonra tamamen ufalanmıştı. Zıpkıncılar ile Komandoların çarpışması kaçınılmazdı. Çapıştılar da. Süratle yosundan fırlayan bir zıpkıncı komandolardan birinin göğsüne beş metrelik bir uçuştan sonra bindirdiğinde bu olay Cihan’ın hemen yanında olmuştu. Komando yere devrilirken zıpkıncı kırkayak benzeri sayısız küçük pençesi ile zırha kenetlenmeye çalışıyordu. Zırhta küçük bir delik açmayı başaran sert ve güçlü gagası ile deliği büyütmeye, ağzındaki parçalayıcı dillerini içeri salmaya çabalıyordu. Cihan bu manzara karşısında insanca biçimde şoktaydı. Ama sıkı eğitimin kendini gösterdiği anlar bu anlardı ve sakince yana birkaç adım atıp uygun pozisyon aldı. Yaratığın kafasına tek bir atış yapıp işini bitirdi. Askerin yarasına bir bakış atan Cihan onun üzerinden yaratığı silkeleyip yavaşça doğrulmakta olduğunu görünce arkasını döndü. Tam bu anda üzerine doğru uçan mızrağı fark etti ve bir elini savunma için kalkan gibi kaldırmaya çalışırken diğer elindeki silahın tetiğini asıldı. Yıldırımlı silah yaratığı havada ikiye bölerken bir parçası kopup yana savrulmuş, diğeri Cihan’a isabet etmişti. Cihan darbeyi hissetti. Dengesi bozulur gibi olsa da zırh bilgisayarının da desteği ile toparlandı. Kendini kontrol etti. Üzeri sarı kana bulanmıştı. Zırhının cam silicisini çalıştırıp görüşünü temizlerken sarsıntıya rağmen iyi olduğunu biliyordu. Adeta yanında bomba patlamış gibi sert bir sarsıntı yaşamıştı. Bu zıpkıncıların zırh giymeyen asker ya da sivillere neler yapacağını düşündüğü anda arakasında kopmaya başlayan feryatlar ona cevap oldu. Sayıca çok kalabalık olan bu küçük lanet yaratıklar komando hattına bindirdiği gibi onu geçmişti de. Çatışmanın bundan sonrası yaklaşık bir dakika sürdü. Komandoların son kalan zıpkıncıları indirmesine kadar geçen zamanda zırhsız askerlerden yedi dönüşsüz ölüleri ve otuz bir durumu stabilize edilmiş ölüleri vardı. Bu son iki dakikadır topçu atışı Kraliçenin inini dövüyordu. Lakin İn çok sağlamdı ve çevredeki bütün kovan bina ve üniteleri yok edilmiş olmasına rağmen ateşe direniyordu. Burada kullanılan cephaneler alanın kapalı olması nedeniyle nispeten daha az güçlü cephane olmasına karşılık inin direnci hala düşündürücüydü. Tam artık Gökdelen ve Cihan sabırsızlanmaya başlıyordu ki Rafael’in sesi duyuldu. Bir süredir sabitlenmiş olan ısı artışı büyük bir ivme ile harekete geçmişti. “Bir şeyler oluyor! Isı artışı çok büyük ivme kaa…..” derken bir şok dalgası ile mağara sarsıldı. Yere yıkılanlar ve ayakta beşik gibi sallananlar büyük bir şaşkınlık içindeydi. “Ateş kes!! Ateş kes! Ateş kes!” diye haykırıyordu Cihan. Zaten ateşi bir süre için kesmişti bu darbe. Top ateşi kesilirken herkes toparlanamaya çalışıyor bir yandan da ini merakla izliyordu. Kraliçenin ininin yaralı çatısı içten bir güçle dışarıya patladı. Kraliçe havalanıyordu. Şaşkınlık ve dehşet herkesin üzerine çökmüştü. Bu koca bir yaratıktı. Açıkça hem bir böceği hem de bir denizyıldızını andırıyordu. Garip bir melezdi. Kocamandı. Uçuyordu. “Allahım..” diye birçok ağızdan hayretler dile gelirken sayısız küfür ve lanet de okunuyordu.. Zamanın havada donup asılı kaldığı o birkaç saniyeden sonra daha bir tepki vermeye fırsat olmadan Kraliçe mağaranın girişine uçtu. Daha askerler savunma ateşi açamadan üzerlerinden akıp geçti ve inanılmaz bir kıvraklık, dehşetli bir süratle yarıktan dışarıya uçup gökyüzüne fırladı. “Kraliçe kaçtı! Tekrar ediyorum! Kraliçe kaçtı!” diye şaşkınlıkla daha çok kendine konuştu Cihan. Havada operasyon bölgesinin çevresinde tedbir amaçlı daire çizen dört uçak vardı. Bu uçaklar olası bir hava hareketi için acil müdahale gurubu olarak düşünülmüştü ve bu karar isabet olmuştu. Yıldız, F35’lerin göz hapsindeydi. Şimdi açık gökyüzünde bulunan Kraliçe oldukça hızlanmıştı ve yönünü güneydoğuya çevirmişti. Uçaklar hedefi yakalamıştı ama uzun süre elde tutamayacak gibiydiler. “Gökdelen, Akbaba Lider bildiriyor. Ben Yıldızın ardındayım. Çok süratli. Akbaba 2 ve 3’e doğru yaklaşıyor. Onların da uzun süre takipte kalabileceğini sanmıyorum. Lanet yaratık çok hızlı. Ne yapmamızı istiyorsunuz? Tamam.” Oktay ve Kemal beraberce Paşa’ya döndüler. Şeref Paşa düşünmeden cevap verdi. Cevabı baştan hazırdı. “Vurun çocuklar. Vurun. Güneydoğuda bir koloni varlığını zaten biliyoruz. Oraya kaçıyor olmalı. İndirin.” “Anlaşıldı. Tamam” diyerek emri aldı gurup lideri ve diğer uçaklara seslendi, “Ateş serbest. Ateş serbest. Füzeleri yollayın.” Dört uçağın pilotu da savaşta uçmuş deneyimli pilotlardı ve hedefin önemini biliyordular. Bu yüzden her bir uçak hedefe ikişer füze sallayarak işi garantilemeyi seçti. Yıldız ilk iki füzeden manevra ile sıyrılmayı başardıysa da sonraki iki füze tam üzerine patladı. Ama Yıldız hala uçuyordu. Patlama görüntüleri merkezde anında analiz edilirken daha analiz edilmeden evvel herkes ne gördüğünü biliyordu. “Lanet yıldızın kalkanı var!” diyerek bir küfür de savurdu Akbaba Lider. Yinede hala uçan dört füze vardı. Bunlardan biri daha hedefi kaçırırken bir diğeri hedefi vurdu. Yine kalkan engellemişti füzeyi. Kalan iki füze ise kalkan gücünü yitirmiş bir Yıldıza çarpmıştı. İlk füze onu yaralayıp kısmen parçalamasına rağmen hala uçuyor ve çok daha yavaşça da olsa uzaklaşıyordu. Ama son füze ile işi bitmiş ve havada kocaman, sapsarı bir ışık patlaması ile yok olmuştu. AVİ’ler bu anı bütün operasyon personeline taşırken muzaffer bir muharebenin rahatlığı ve yorgunluğu üzerlerine çöküyordu. Ciddi anlamda Kovanla ilk savaşlarını başarı ile vermiştiler. Kazanmıştılar bu raundu. Yine de bu sadece bir muharebeydi ve savaş daha devam ediyordu. 4. Bölüm (Diyarbakır Operasyonu) Yarık Operasyonu esnasında Diyarbakır’daki üs ile sonunda sağlıklı bir bağlantı kurabilmişti, Ankara. Diyarbakır büyük bir askeri koloni ile uğraşıyordu ve asıl gücü olan hava kuvvetinden yalnızca helikopterleri kullanabiliyordu. Hangar sığınaklarından birisi meteor yağmurunda imha edilmiş, diğerinin çıkışları yıkılmıştı. Uçaklarını kullanamıyor ve helikopterleri ise yetersiz kalıyordu. Düşmanın direnç noktaları sağlamdı ve süratle yayılıyordu. Şehir platosu tamamen kaybedilmişti ve pek az Diyarbakırlı bu dünya dışı düşmandan kaçabilmişti. Sivil ve asker ölü sayısı en iyimser tahminle yüz binlerdi.. Diyarbakır 8. Ana Sığınak Bölgesi Muhafız Kolordusu kontrollü biçimde geri çekilerek tutunabiliyordu. Süratle destek istiyordular. Ankara da bu desteği onlara süratle sağlıyordu. İlk dalga hava saldırısı Kovanın öncü kollarından ikisini dağıtmıştı ama daha sonra toparlanıp takviye alan bu kuvvetin önceki Kovanlardan daha dişli olduğu görülmüştü. İkinci dalga hava saldırısına karşı süratle çok sayıda elektrovatos ve kızıl yarasa karşılama yapmıştı. Ankara bu dalgada düşmanın hava gücüne çok hasar verse de asıl hedeflere etkisiz kalıp geri çekilmek zorunda kalmıştı. Sağlam bir kara desteği olmadan koloniye bu kadar yakın bir bölgede başarılı operasyon şansı düşüktü. Sağlam kara desteğini tam Diyarbakır sığınak üssünün üzerine oturtma kararı sürpriz değildi. Üs kurtarılacak ve Kovan buradan sıçrayan birlikler ile vurulacaktı. Plan buydu ama Diyarbakır üssünün kurtarılması da hava desteği istiyordu. Yani sorunlu bir durumdu. Bu zorlu sorunun cevabı olabilecek şey bir yıldırım harekatıydı. Süratle bir indirme yapılmalı ve bir cephe kurulmalıydı. KGT ekipmanlarının desteği ile bunu yapmak öncesine nazaran kolay olacaktı ama hala zorluydu. Modüler teknoloji kullanımı nedeniyle, Türk Mekikleri olan Sıcakkkanatlar’ın savaş mekiklerine dönüşümü birkaç saatlik söküm ve takım meselesi idi. Keşif ve casusluk modülleri çıkartılıp silah taretleri ve füze siloları monte edilmişti. Bu hali ile Sıcakkanat süratle bir füze yağmuru yağdırıp süratle uzaklaşabilecek kapasitede bir vur kaç mekiği idi. Üç Sıcakkanat’tan bir diğeri tamamen nakliye için hazırlamıştı ve çok özel bir yükü süratle indirecekti. Sonra da onu besleyecek ikinci tur malzemeyi getirmek üzere Ankara’ya geri dönecekti. Her şey yolunda giderse bu Türk ordusun ilk atmosfer dışı sıcak-savaş uçuşu olacaktı. ABD istihbaratı çok faydalı bilgiler sağlamıştı. Operasyon başlamadan hemen önceki altı saat boyunca Ateşli-1 alıcılarında gerekli ayarlamalar yapılmıştı ve operatörler casusana ararken nelere dikkat edileceğini artık biliyordu.. Aramalar ilk yarım saat içinde ülke çapında yayılmış 17 casusana keşfettiğinde işi doğru yaptıklarını biliyordular. Bilgi üzerine en yakın operasyon üslerinden kalkan uçaklar düşmanı köreltmeye başlarken Diyarbakır Operasyonu da başladı. Artık vakit azdı çünkü Diyarbakır üssünün çekilecek mevzisi bitmiş ve iletişimi de karıştırmalarla kesilir olmuştu. Operasyon kuvveti açıkça büyüktü. Ankara için Diyarbakır üssü önemliydi ve elindeki gücün önemli bir kısmını bu harekata ayırmıştı. Bunun sonuçlarını ilk saatte fazlasıyla aldı. Kovan üssü Anadolu’daki tek büyük üs olarak kalmıştı ve şimdi gözleri kör edilince koloninin kraliçesi askerlerini çevreye konumlandırmaya başlıyordu. Güçlerini dağıtma kararının hata olup olmadığını zaman gösterecekti. İlk çarpışmadan önce Promete’nin gözleri gelenleri görmüş ve Filoya bilgi vermişti. Rasputinler’den; Büyücülerden, atılan uzun menzilli avcı füzeler Kovan vatozlarını süratle indiriyordu. Büyücülerin bir diğer sürprizi Ruslardan gelen istihbarat sonunda yapılan ayarların etkisiydi. Artık Büyücülerin yaydığı dalgalar yarasaların uçuşunu ve saldırı kabiliyetini savaşamayacak düzeyde sakatlıyordu. Kısa süre sonra yarasalar ya ölüme düşüyor ya da kaçıyordu.. Yol açıktı. Ateşli-2 füze yükü ile atmosfere girip ölüm yağdırmaya hazırdı. Dost ve düşman iki hava gücünü de Ateşli-1’den gelen bilgi akışında izliyordu. Son ana kadar bekleyip olaya karışması ve düşmana yeni hamlelerini oynayacak daha az zaman vermesi konuşulmuştu. Sonunda o an geldiğinde Rıdvan Yarbay Komutasındaki mekik atmosferi yırtarcasına bir süratle dünyaya dalışa geçti ve kayan bir yıldız gibi savaşa daldı. Düşman elektrovatos filosunun tam üzerindeydi ve atış pozisyonundaydı. “Silah kapakları açık ve silahlar yüklü.” “Hedef seçimi onaylandı. Hedeflerin hepsi kilitlendi!” “Ateş serbest!” TAZI füzeleri çok süratli ve çok isabetli olmalarının yanında çok da güçlü füzelerdi. Avcıların taşıyabildiği en büyük ve en güçlü füzeler olan bu katillerden yirmi beş tanesi bir anda silolardan ateşlenmişti. Uçuşları ışık böceklerinden bir yelin dalga dalga savrulması gibiydi. Dalga ilerledikçe kollara açılıp kırılarak hedefleri ile bir bir buluşuyordu. İlk dalga füzelerin ardından ikinci dalga ve sonra da üçüncü dalga havalandı. Dördüncü dalgaya gerek kalmamıştı. Saldırı başarılıydı. F16’lar da kendi paylarına düşeni süratle temizlemişti. Ateşli-2 ve saldırı filosundaki F16’lar bu noktada süratleriyle gurubun önüne geçip, Diyarbakır üssüne saldırmakta olan Kovan kuvvetlerine ilk darbeyi vurmaya gittiler. F16’ların hedefi yakındaki tepenin üzerinden karaya ve havaya yeşil ışıltılı plazma roketlerini yağdıran topçu böcekleri idi. Bu on bir koca topçu böcek yeşil plazma roketleri olan kuyruklu saldırılarını uğursuz bir ışık şöleni gibi göğe saçıyordu. Yerdeki kilometrelerce karelik savaş meydanına bakılacak olursa Kovanla Diyarbakır Kolordusu arasında süregelen savaşta bunların pek çoğu kullanılmış ve pek çok askere, tanka mal olmuştu yavaşlatılmaları.. Ateşli’nin hedefi ise önceden Diyarbakır ile konuşulan plandaki ateş çemberi manevrasıydı. Özel yangın bombaları, üssün girişindeki tabyaları alevden bir surla böcek güruhundan ayırıp, güvenli bir iniş noktası yaratmak için kullanılacaktı. F16’ların ŞAHİ füzeleri tehdit oluşturan kritik tepeyi ateş ve yıkıma buladığında topçu böcekleri yok edilmişti. Rahatça atış için pozisyon alan Ateşli’nin bombaları da yerine tam oturmuştu. İkinci gurup F16’lar yaklaşma çabasındaki elektrovatos güruhuna sıkı bir yaylım ateşi ile dalıp onları dağıtırken Ateşli-2 de çemberin içindeki köpekcek ve öcülere yer destek taretlerinden demir fırtınası estiriyordu. Öcüler olarak anılan kovan insanların çoğu üssün yıkık ana kapısından içeriye süratle kaçarken çok az köpekcek bu saldırıyı sağ atlatıp içeriye kaçabilmişti. “Ateşli-2’den Filo’ya ve Demirdağ’a. Çember çizildi. Tekrar ediyorum, Çember çizildi. Diyarbakır Üssü ile kısa telsiz temasımız oldu. Kapıyı kaybetmek üzere olduklarını söylediler. Sığınağın dış çemberindeki savunma noktalarına geri çekildiklerini bildirdiler. Kapı şu anda yarılmış durumda. Tekrar ediyorum, Üs kapısı yıkılmış durumda. Yaklaşık bir bölük öcü ve bir o kadar köpekceğin içeriye girişini onaylıyorum. Daha fazlası olabilir ama gördüğümüz bunlar. Ateşli-2, tamam.” “Promete’den indirme gurubuna, Çember çevresinde zayıf direniş görüyorum. Yüz kadar öcü ve beş yüz kadar köpekcek. Çember savunması etkili. Çember içi ve Kapı birinci seviyesi temiz.” Cihan ve Kurtlar Savaş’tan bu yana haklı şöhretleri nedeniyle bu tür zor görevlerin aranan takımlarındandı. Burada da ilk indirme ve çevre emniyet takımlarının komutası Cihan’ın göreviydi. “Anlaşıldı. Kasırgalar hedef üzerine savaş inişi için son otuz saniyeyi sayıyor. Tanklar ve zırhlılar işaretlediğim noktalara süratle konumlansın,” diyerek gerçek zamanlı istihbarat görüntüsü üzerinde mevkileri işaretledi Cihan. Komutan zırhının ekranında gözleri ile işaretlediği noktaların bilgisi bütün AVİ’lerin ekranına akıyordu. Yere ilk inen Kasırga içinde Yalnız Kurtları ve bir Balyoz tankını taşıyordu. İkinci Kasırga Aslı Yüzbaşının uçağıydı ve Haydar’ı yine bir kavgaya indiriyordu. Haydar Başçavuş son operasyonda ölmüş ama dondurulmuş bedeni merkezdeki yeni nano-medikal teknolojiler sayesinde başarı ile tedavi edilmişti. “Haydar bu defa sağ kalmaya çalış. Yine ölecek olursan seni buzluğa atıp yeni ve genç modellerinden birini almayı düşünebilirim.” “Kızlar bundan peş hoşnut kalmayacaktır biriciğim.” “Onlar benim kızlarım unuttun mu?. Başta biraz zorlansalar da cici babalarına alışacaklardır.” Haydar tatsızca, sinirlice söylendi. Uzun ve can sıkıcı bir “ne diye öldün” kavgasında eşine hesap vermişti ve hala tadı yoktu. “Emredersin Komutanım.” “Haydar,” dedi Aslı. Sesi şimdi daha yumuşak ve duygusaldı. “..Sana hala kızgınım ama yerini kimse dolduramaz. Seni çok seviyorum. Git işini gerektiği gibi yap.” Bu sözler Haydar’ın içini rahatlatmıştı. Bir seni seviyorum denmesinin insan üzerindeki etkisi inanılmazdı. Güneşler doğduran, insanı yıldızlara dokunduran bir şeydi bu.. Yüzü ve sesi gülüyordu. “Seni seviyorum Aslı Yüzbaşı,” dedi Haydar, sonra afacanca ekledi. “Sana bir köpekcek kafası getirecem bu akşam.” “Çok romantiksin hayatım ama onun yerine kendi kafanı, vücudunun gerisiyle beraber, getirsen yeter.” “Anlaştık,” kadınların ne kadar basit şeylerle mutlu olduğuna hala inanamıyordu Haydar. Cihan Yüzbaşı derin bir nefes çekti ve pilotun son sayıyı söylemesini beklerken silahını ve savaş alanının görüntüsünü tekrar kontrol etti “..8, 7, 6, 5, 4, 3,..” İlk kasırga yere konduğu anda kapıları süratle açıldı ve yere ilk ayağını basan Cihan’dı. Onu hemen yanında Şirin Yüzbaşı ve Şahin Başçavuş izledi. Cihan süratle etrafına göz gezdirirken, miğfer ekranının sol alt köşesindeki gerçek zamanlı kuşbakışı savaş alanı görüntüsünü de kontrol ediyordu. Promete’nin bildirdiği küçük direniş zayıf ateşle beraber Çember’in daha zayıf olduğu batı yanına kaymaya başlamıştı. Bu sırada diğer Kasırgalar da süratle iniyor ve beraberlerindeki Atlas helikopterleri de süratle yüklerini indiriyordu. TART’lar bir kez yere inip yerlerini aldığında ve ateşe başladığında Cihan’ın yüzü nadir aldığı bir şekli almıştı. Savaş alanında gülümsüyordu. Bu küçük araçların cephedeki etkisi hep küçümsense de Cihan aksinin doğru olduğun bilenlerden biriydi. Bu minik cengaverlerin dişleri keskindi.. Ateş çemberinin içinden köpekcekleri biçmeye başlayan tartlar kafasını kaldıran öcüleri de hemen bastırıyor ve kaçırıyordu. Az sonra tanklar ve ZPT’ler yanında zırhlı komandolar da yere inmişti. Cihan ileriye çıkmış ve Kovanın yakınlardaki ikmal korularına bomba yağdıran F4’lerden akan bilgiyi izliyordu. Misafirleri geliyordu. Kovan harekete geçiyordu. C-130’lardan paraşütle atlamış Mavi ve Bordo Bereliler yere inerken Büyücüler bu ilk dalga elektrovatosu karşılamak için atışlarını yapıyordu. F4’ler yakınlarda ne kadar ikmal korusu ve taze inşaatkozası varsa hepsini bombalamış ve şimdi artık en yakın üsse dönüş yolundaydı. Büyücü uçakları yaklaşmakta olan yarasa dalgasına bir kalkan örerken assolist de sahneye çıkıyordu. Nakliyeci Ateşli, süratle kayarak üssün üzerinde bir yarım daire çiziyordu.. Koca mekiği ilk kez bu kadar yakından görenlerden bazıları aynı zamanda ilk kez bir komutan zırhlısını da görüyordu. Koca mekiğin hangar kapılarından dışarıya yürüyen bu otobüs büyüklüğündeki uzun, kocaman zırhlı, seyyar bir sığınak ve savaş alanında güçlü bir tabya idi. Operasyonun sahadaki komutanı olan Kurmay Albay İsmet Cengaver bu aracın içindeydi ama içeride çok durmadı. Araç uygun mevkiye yerleşip yeni KGT donanımı için güç istasyonlarıyla bağlanırken Albay, üstünde kamuflajı ve ayağında postalı ile dışarıda etrafı inceliyordu. Kolundaki AVİ’si ile sürekli emirler veriyordu. İsmet Yarbay bu yeni araca eklenen saha kalkanının çalıştığını görmüştü ama bu yeni teknolojiler onu hala huzursuz ediyordu.. Modaları geçiyor ve yaşlanıyordular.. Bu, şamar gibi suratlarına vuruluyordu bu savaşta. Bu hiç hoş değildi. “Kalkan güç bağlantıları hazır ve Liquin jeneratörleri aktif! Güç kararlı ve kapasitörler çalışıyor Komutanım!” İsmet Paşa bu yeni tekniker subayın sadece işini yaptığını ve iyi birisi olduğun biliyordu. Ama bağırmaktan kendini alamadı. “Şunu anlayacağım dilde söyle be Yiğit!” Subay biraz geriledi ister istemez ve sesi daha alçak çıkarak konuştu. “Kalkan hazır Komutanım.” “Öyle desene yahu,”diyerek hafiften gönül alan bir tonla konuştu Albay. Bu onun ağzında çıkacak bir özre en yakın şeydi. “Kalkanı çalıştırın.” “Emredersiniz, “ diyerek elindeki gelişmiş AVİ üzerinden kalkanı çalıştırdı genç subay. Kalkan teknolojisi açıkça dünyanın önündeydi. Grekulların ABD’ye transfer ettiği bu teknolojiyi bazı KGT araç ve üsleri de kullanıyordu ve şimdi de teknoloji tüm dünyaya mal olmuştu. Gerekli güç ve kalkan jeneratörü için gerekli ileri teknoloji ekipmanların sağlanması yanında kalkanın uygulanabilir olduğu platformlar nedeniyle şu anda pek yaygın değildi. Ama bu teknolojinin yakın zamanda yayılması muhtemeldi. Burada kalkan önceki testlerde olduğu gibi gayet iyi çalışıyordu. Karakol tankına entegre edilen sistem gücü hem tanka yerleştirilen bir güç kaynağından hem de destek için taşınan ekstra jeneratörlerden alıyordu. “Umarım buna pek işimiz düşmez,” diye konuştu Albay. “Güç düzeyi ek jeneratörlerle beraber çok iyi durumda Komutanım. Reaktör ulaştığında güç sorunumuz hiç kalmaz,” diye temin etti genç subay. Ateşli nakliyeci reaktörü almaya Bolu’daki gizli üsse doğru son süratle uçuyordu. “Öyle umalım, Yiğit.” Albay savaş alanına çevirdi bakışlarını. Atlas helikopterlerinin sonuncusu da yükünü boşaltmış ve önceden güvenli olduğu tespit edilen bekleme noktasına çekiliyordu. Kalkanın içinde kalan alan üs girişinin tabya yapılarından kalanlar ve yeni kurulan ateş mevzileriyle doluydu. Tanklara ve zırhlılara siperler süratle kurulmuş, orta menzilli destek topları ve gatling istasyonları yerleşmişti. Hava savunması için iki Hummex gövdeli savunma lazeri sistemi yerleşmişti ve şimdiden geniş menzillerinin ucundaki kavgaya destek veriyordular. Vatozların üzerine lazer mızrakları F16 ve Büyücü füzeleri ile beraber yağıyordu. Albay, F35’lerin toplanma noktasında olduğunu bilmekle biraz olsun rahattı. Bu rahat kavganın hep böyle sürmeyeceğini biliyordu. Büyücüler şimdilik yarasaların canına okuyordu ve vatozları da açıkça gerilere sürmüştüler ama yarım saat içinde yakıtları geri dönüş sınırına vuracaktı. “Cihan sen ve diğer zırhlılar içeriye girin ve temizleyin. Biz plandaki gibi burayı güçlendirip savunacağız.” “Emredersin Komutanım.” Cihan emrindeki diğer üç komando takımına seslendi. “Kurtlar ve ben önden gidiyoruz. 2 arkamızdan gel ve ikinci kata direnç kur. 3, birinci kata muhafızlık et. Olası bir çekilmede kapıyı savunacağız. Destek çağrısı için kulaklarınız bende olsun.” Kurtlar en önde öncüler ile içeriye girdiler. Ural en öndeydi ve Levent de yanında. İkisinin ellerinde de en yeni oyuncakları olan plazma tabancaları vardı. Bu tabancalar keskin nişancı silahı gibi uzun menzili değildi belki ama dar alanda ve yakın muharebede çok daha fazla atış ve hareket imkanı veriyordular. Keskin nişancıların elinde bu silahlar hasta katillerdi. Bio zırhın keskinleştirdiği hisler ve teknolojik görüş kabiliyetleri birleşince öncüler duvarların arkasında guruplaşmış ve pusuya yatmış öcüleri ya da köpekcekleri rahatça buluyordu. “Burada iki tane öcü var,” diyerek işaret etti Ural. Bir el bombası köşeye atılırken silahlar köşeye nişanlandı. Bomba patladı ve birkaç saniye sonra yaralı bir öcü topal ayağı ve kopuk kolu ile üzerlerine koşuyordu. Levent plazma tabancası ile öcünün kafasını patlatırken badisi Kazım ve Faruk Onbaşının atışları öcünün vücudunu delik deşik etmişti. Cihan bu zırhların gürültülü ve hantal yapısına küfretti. Bu düşman affetmiyordu ve zırhlar büyük destekti belki ama o da böyle ona atılan şeylere dik durup karşı ateş açarak savaşmaya alışık değildi. Bütün savaş tecrübesi vurulmadan vurmak üzerineydi. Vücudu bunu tam olarak başaramadığı anların anılarıyla desenlenmişti evet ama bu yeni durumdan hala hoşnut değildi. İşte önlerindeki uzun koridor boyunca üzerlerine akan kırka yakın köpekceğe Zülküf’ün manyetik gatlinginden mermi yağarken, diğerleri de ona kendi ateşleri ile destek verirken bunları düşünüyordu. Okan Teğmen silahının bomba atarı ile bir bomba attı ve köpekcek güruhunu yarısı dağıldı. Bir el bombasını bir topçu tüfeği atışı izledi ve daha çok mavi ışık çakıp daha çok mermi yağdı.. Çok uzun ve çok kısa süren çatışmanın sonunda Eyüp Onbaşı yerde bacağından hafif yaralı yatıyordu ve Okan da devrildiği yerden doğrulmaya çalışıyordu. “Çiil, hele uyuma.. Doldursana şunu.. Mermi bittiii..” diye her zaman ki ağzıyla konuştu Zülküf. Çil hiç memnun değildi. İki köpekcek ile yüz yüze gelmişti ve Zülküf onları indirirken az daha Çil’i de biçiyordu! “Ya devrem! Napyon sen ya gözünü seviyim. Az daha doğmamış çoluğumda çocuğumda ediyodun beni! Ebeni s.. Zülküf. Ne biçim badisin sen,” diye her zaman ki yakınmaları ile dolduruyordu gatlingi. “Hele bi sus da doldur, doldur, doldur.. Heeehh şölee. Pis Çorumlu.. Sus, sus..” “Sen Çorumlunun gözünün çapağına kurban ol devre. Hele dur da. Kıpırdanmasana ebene k..” Şirin Yüzbaşı kendisini ve Melisa’yı üzerlerine gelen yeşil ışıktan koca topun-roket modunda plasma atışı- yolundan atmak için öyle güçlü itmişti ki ikisi birden yan duvarı yıkıp yan salona düşmüştü. Burada daha çok öcü vardı! Daha ne olduğunu anlamadan yeşil plazma oklarından-tüfek modunda- ağır bir saldırı zırhlarını dövmeye başlamıştı! Ural’ın silahından çıkan beyaz ışık topları şimşek gibi çakıp vurduğu yeri yakıp patlatıyordu. Odadaki öcüler bu ilk atışlarla beş kayıp verince süratle geriye kayıp köpekcekleri salmıştı. Bu arada takımın gerisi en önde gatlingci Savaş ve roketçi Yaşar ile beraber içeriye dalıyordu. Gatling mavi elektrik ışıması ile gürlüyor ve köşeden akın etmekte olan köpekcekleri roketlerle beraber dağıtıyordu. Az sonra bu büyük ve garajın ara tüneline açılan koridordaki savaş o denli sertti ki diğer ekip de bu yana çağrılıyordu.. Şimşekler çakıyor ve bu koca ara salonda kıyamet kopuyordu. Açıkça çok fazla düşman önceden içeriye akın etmişti. Cihan süratle destek istediğinde öcüler de daha kalabalık olarak geri dönmüştü. Yeşil plazma saldırıları çoklukla tüfek modundaydı ama arada roket modunda plazma atışları uçup ortalığı havaya kaldırıyordu. Hüseyin Çavuş ve Kürkçü bu ateş topu saldırından dolaylı darbe almış ve yerde hareketsiz yatıyordu. Öncüler burada sinsice yanlardan akıp öcüleri arkadan vurduklarında kavganın seyri süratle değişti. Köpekcekler çekilmeye ya da son intihar sıçrayışlarını yapmaya başladılar. İşte bu anda destek de içeriye girdi ve salon süratle son kalanlardan temizlendi. “İkisi de ölü,” diye neredeyse ağlayarak söylemişti Melisa Üsteğmen. Serumlar ikisini de dondurmuştu ama şu anda ölüydüler. Yeşil plazma vuruşunun alev topu şeklindeki güçlü saldırısı cidden güçlüydü. Şu durumda bu zırhlar köpekcek saldırısını savuşturuyor ve plazma oklarını da tutuyordu ama açıkça ateş topları vurduğunda -dolaylı bir patlama bile genelde- öldürüyordu. “Geri döndürülebilirler değil mi?” diye Melisa’ya sordu Yaşar. Badisi Kürkçü’ydü orada ölü yatan.. Yaşadığı duyguları anlatabilmenin yolu yoktu. Vücudunun yarısı kopup gitmek üzereymiş gibi acılı bir anı dönüp dönüp yaşıyordu.. “Kürkçü’nün yaraları ağır ve zaman alabilir ama geri gelecek. Öte yandan Hüseyin’in yarası sol kol altındaki bölgeyi kemikler ve ciğerinin büyük bölümü ile beraber parçalayıp kül etmiş. Eli de parçalanmış. Bu derece bir hasarın nasıl onarılacağını şu birkaç günde öğrendiklerime bakarak tam söyleyemem.” Cihan bir köşeye çekilip Komutanla bağlantı kurdu. İki adamını kaybetmek onu herkesten çok etkilemişti ama bunu görev sorumlulukları ile örtüp buzdan bir zırha bürünmüştü şu anda. “Komutanım umduğumuzdan daha sert bir direnişle karşılaştık ama sanırım dikkatlerini üzerimize çekerek Diyarbakırlılara biraz nefes aldırdık. Peşlerinden devam edeceğiz. İki adamım düz çizgi durumunda.” “Onları almak için bir gurup gönderiyorum. Burada sağlam tutunduk Cihan. Büyücüler çekilince yarasalar akın etti ama hepsini ya kalkan durdurdu ya da lazerli savunma biçti. Reaktör yirmi dakikalık mesafede. Uçaklar ikinci dalga için Ankara’da destek çağrımızı bekliyor.” “İyi haberler Komutanım. 2.Takım yanımda. Beraber garaj hattından ana asansör çemberine giden yolu açacağız. Umarım Diyarbakırlıları orada buluruz. Yoksa aşağıdaki son güçlü noktaya kadar püskürtüldüler demektir. Diyarbakır savunucuları o kadar geriye püskürtülmemişti. Savaşarak çekilen bu cesur askerler kayıplarına rağmen direnişi dik tutmuş ve ana asansörün savunma çemberini son kapıda savunmuştu.. İki arada sıkışan son kalan öcülerin varlığını fark eden öncüler sinsice yemledikleri öcüleri tuzağın içine atmıştı. Öncülerin içeriye girip süratle kanatlardaki yerlerine koşmaları ile garaj alanına yaklaşık on beş öcü dalmıştı. “Ateş serbest!” emri ile beraber mavi şimşekler çakmaya ve çelik yağmaya başlamıştı. En öndeki beş öcü hemen parçalanıp dağılırken arkadakiler sadece birkaç saniye ayakta kalabildi. Daha ilk ateş toplarını savurmaları ile onlar da bu çelik rüzgarında dağıldılar. Bu arada 2.Takımdan bir komando bacağından vurulmuş ve şoka girmişti. Yerde bilinçsiz yatıyordu. Komandonun bacağı-dizinden aşağıya-plazmanın doğrudan vuruşu ile eriyip kül olmuştu. Başka bir köşede iki komando daha hafif yaraları ile yerdeydi. Cihan bu zırhları daha çok test ettikçe daha az seviyordu. İyi yanları vardı ama bedeli ağırdı. Eski kılıkları ile buraya girseler ateş güçleri zayıf kalacaktı o kesin, ama bu kadar darbe almayacaklarını iyi biliyordu. Bu komando timleri öyle eğitilirdi ki merminin ışık ve sesini fark ettikleri anda çoktan ilk yerlerinden bir metre öteye sıçramış olurdular. Hedef küçültüp hareket halinde isabetli atışlar yapmak başarılarının en büyük anahtarıydı. Onları silahla vurmak çok zordu. Bu metal yığınları ile bunu yapmak mümkün değildi. Korgeneral Altan Mahir, Diyarbakır Bölgesi Komutanıydı ve şu anda kalkan aracının yanında İsmet Albay ile durum değerlendirmesi yapıyordular. Cihan ve diğer subayların da yanlarında bulunmalarını istemiştiler. Altan Paşa saniyenin onda biri kadar küçük bir sürede yayınlanan sıkıştırılmış ve şifreli bilgilendirme bültenlerini son saatlere kadar takip edebilmişti. Meteor öncesinde uzaylı tehdidi konusunda bilgi sahibi olduğundan bu son olanlar o kadar da şaşkınlık yaratmamıştı üzerinde ama hala şaşkınlığı vardı. Paşa kafasını kaldırıp bir kez daha kalkana ve çevredeki zırhlı askerlere baktı.. “Sizi anlıyorum Komutanım,” diyerek gülümsedi İsmet Albay. O da aynı şeyi hissediyordu. Paşa gülümsedi. “Albayım galiba cidden yaşlandık. Zamanı yakalamakta çok zorlanıyoruz sanki.” İkisi de buna gülüşürken bir yıl sonra nerede olacaklarından haberleri yoktu. Bir bilselerdi.. Az sonra işe dönmüşler ve saldırı planını yapıyordular. İki komutan da durup bu canavarlara toparlanma vakti vermek istemiyordu. “Ne yapabilirim İsmet? Nasıl yardımım dokunur?” diyerek İsmet Albay’a halihazırdaki saldırı planını sordu Altan Paşa. “Komutanım pistlerinizin durumu ortada.” “Yani hiç pistim yok,” diye acı acı güldü Paşa. “Bunu hesaba katarak F35leri getirdik Komutanım. Yakındaki bir toplantı noktasında beklemedeler. Bize sortiler için yakıt ve mühimmat takviyesi yapabilirseniz Kalkan içindeki noktayı ikmal hangarına çevirebiliriz.” “Anladım İsmet. Bu olur,” derken yanındaki ikinci komutanına dönmüş ve hemen başlayın işareti vermişti Paşa. “Yiğit, ihtiyaçları biliyorsun. Hasan Albayım ile kal ve Kalkan içindeki düzenlemelerin en uygun yerlere oturtulmasını sağla,” diyerek kendi subayına yardım etmesini emretti İsmet Albay. “Emredersin komutanım.” “Bu kovan üssü askeri bir üs. Savunması da fena değil. Bir dolu asit çiçeği var. Roket dikitleri az sayıda henüz ama yeni inşaatları var. Adi böcek çok hızlı üretiyor. Yirmi dört saat içinde bir dikiti dikip dolu ve savaşa hazır hale getiriyor.” “Cidden belalı Komutanım,” diye onayladı İsmet. “Kalkanın desteği içine topçu çıkartabilirim İsmet. Uzun menzilli ÇAKIR toplarından on tanesini doğu kıyısındaki tümseğe oturtabiliriz. Tanklarımı geri çekmek zorunda kalmıştım ama kara asansörlerinin destek çıkışlarını kullanıp süratle otuz kadar tank çıkartabilirim.” “Bu çok iyi olur komutanım. Yiğit Üsteğmen bu kalkanı şemsiye pozisyonuna getirip daha az güçle sadece havaya etkili kılabildiğini anlatıyordu. Karada böyle bir savunmamız olursa kalkanın gücünü daha iyi saklamış oluruz.” “Tamam o zaman İsmet. Yapalım.” O gün, güneş batarken hazırlıklar tamamlanmıştı ve tanklar yerleşip uçaklar ikmallerini bitirmişti. Reaktör gelmiş ve kalkana bağlamıştı. Ankara’daki F16’lar, Rasputinler ve Ateşli-2 de belirlenen saldırı saati için hazır durumdaydı. İstihbarat bilgisi Ateşli-1’in canlı yayınladığı tarama raporlarından geldiği için Kovanın hareketi an an izlenebiliyordu. Ankara’dan uçaklar kalktığında operasyon başlamıştı. Saatler işliyordu artık.. Kovan harekete geçiyordu. Geniş çaplı bir kara saldırısı üssün derinlerinden pek çok tünelle yüzeye çıkıyordu. Tepeden ısı taraması ile alınan görüntü dehşet vericiydi. Belirlenen hedeflerin sayısı çok fazlaydı. Roket dikitleri, beyin kontrol dikitleri, ikmal koruları, larva havuzları, kuluçka çukurları ve spor kuleleri.. Kovan ana üssünün haricinde neredeyse bütün Diyarbakır yeşil yosun örtüsü ve güneş ağaçlarıyla, sarmaşık muhafızları, ikmal koruları ile sarılmıştı. Yerde çok sayıda öcü ve topçu böceği yanında sayısız zıpkıncı vardı.. Ateşli-1’den akan istihbarat verileri süratle komutan zırhlısındaki savaş bilgisayarında işlenip operasyona atanmış saldırı dalgalarına hedef paylaştırıyordu. Uçaklar, topçular ve roketatar bataryaları kendilerine verilen hedefe kilitlenmeye hazırdı. Öncelikli hedefler roket dikitleri ve beyin kontrol dikitleri olarak belirlenmişti ve sonrasında hedef larva havuzları ile asit çiçekleriydi. Derken sırada kuluçka çukurları ve merkezdeki sarmaşık muhafızları vardı. Bu hedeflerin sonrasında yerdeki tanklar ve öcü gurupları sıradaydı. Büyücülerin yarasaları uzak tutacağı hesaplanıyordu. Eğer elektrovatozlar çıkacak olursa bu F35’lerin önceliği haline gelecekti. Kara saldırısının Kalkana vurma menzili dokuz kilometre olarak tahmin ediliyordu ve o noktaya gelene kadar uçakların Kovan üssü ile işlerini bitirmiş olmaları gerekiyordu. Kovan çok kalabalık geliyordu! Açılışı yapan uzaydan süratle atmosfere dalan ve uzayda kilitlendiği hedeflerine süratli bir füze yağmuru başlatan Ateşli-2’ydi. Rıdvan Yarbay’ın kuşu dalgalar halinde yağdırdığı füzelerle gökyüzünü ışığa buluyordu.. Yerdeki yeşil ışıltılı uğursuz kovan üssünden saçılan sarı plazma saldırısı ve roket dikitlerinden fırlatılan canlı roketlerin turuncu ışıltılı uçuşu.. Topçu böceklerin yeni başlayan yeşil ışıltılı plazma roketi salvoları.. Bu gece hiç de karanlık değildi. Yıldızların güzel aydınlığını boğan ölüm dolu ışıklar hakimdi bu geceye. Kovan, Diyarbakır bölgesinde verdiği savaşta havada tamamen hakim olageldiği için hava gücünden ziyade karaya yoğunlaşmıştı. Öcüler ve köpekcekler yanında topçu böceklerini kullanarak bu bölgeyi ele geçirmişti. Şimdi kalabalık ve üstün bir hava gücüne karşı Kovan hava gücü yetersiz kalıyordu. Tamamen etkisiz değildiler ama yetersizlikleri açıktı. Süratle tükeniyordular. Rıdvan Yarbay’ın Ateşli’si sortiler halinde vurup kaçıyor ve tekrar vuruyor, tekrar kaçıyordu. Ekibi oldukça genç ve ateşliydi. Açıkça yetenekli olsalar da çatışmanın içine dalmaya da tehlikeli derecede hevesliydiler. Yarbay bunu görebiliyordu. İkinci sortinin ardından miğferine bağlı sancak ve iskele topları ile önüne geçmeye çalışan üçlü vatoz gurubunu tarayıp biçiyordu. Tepedeki topu kendi miğferi ile kullanan genç yardımcı pilotuna doğru konuşurken bütün mürettebatına konuşuyordu aslında. “Bu uzay mekiği bir savaşçı ya da bir Robotech değil Sinan. Tek ciddi silahımız füzelerimiz. Hızımıza rağmen hiç çevik sayılmayız. Menzile girip füzelerimizi sallarız ve süratle menzil dışına kaçıp yeni hedeflerimizi seçeriz. Tek bir isabet yesek bu koca kuşu sakatlarız ya da kaybederiz.” Yarbayın radar subayı, devre arkadaşıydı. Rütbeyi hiç tınlamayan serseri mizaçlı bir pilot olan Gökhan Yüzbaşı idi. “Nutuk okumayı kes de uçur şu kızı. Kıçımızda vatozlar var. İki üçlü süratle yaklaşıyor. Yarasalardan bir gurup da bu yana akıyor!” “Anlaşıldı. Sıkı durun!” diyerek jetlerin yanında nüksol iticilerini de ateşledi Rıdvan. Bir saniye içinde Ateşli-2 bir füzeden daha hızlı uçuyor ve atmosferin üst katlarına doğru göğü yırtarak yükseliyordu. F35’ler Kovan üssüne Ateşli-2’den sonra vuran ikinci dalga olmuştu ve yerdeki birincil hedeflerin tamamını iki sortide temizlemiştiler. Yerden gelen ateş zayıftı her bir uçağın sortisinden sonra daha da zayıflıyordu. Bununla beraber elektovatozların karşılama saldırıları sonuçsuz değildi. Beş F35 vurulmuştu. Vatozlar kalabalık gruplar halinde tek bir hedefi çatala alıp boğma taktiğini uyguluyordu. Gurup çalışmaları kısa sürede filonun da dikkatini çekmişti ve F16’lar üzerlerindeki roket yükünü bu guruplara yaylım ateşiyle boşaltmaya başlamıştı. Vatozlar bir F16’nın neredeyse yarı cüssesindeydi. Ama çevik ve hızlı pislikler olmalarına karşın bu roket yağmuru karşısında çok dayanamamış ve büyük ölçüde tükenmiştiler. Lakin F16’lar da bu sert salvonun sonunda cephanesiz kalmıştı. Havadaki savaş ve yer hedeflerinin havadan bombalanması ilk saatini doldururken kara saldırısı da artık Kalkanı menzili içine almıştı. Böcek topçusunun menzili son defakinden daha uzundu. Lanet olası evrim budalası topçularını geliştirmişti! On sekiz kilometrede yaklaşık 50 topçu böcek roketlerini püskürtmeye başlamıştı. Yeşil plazmaydı attıkları. Kuyruklarından bir top atışı gibi attıkları bu plazma roketleri yüksek ve uzun bir yay çizerek, arkasında yavaş yok olan yeşil ışıltıdan bir iz bırakarak gece göğünde kayıyordu.. Her bir topçu böcek yaklaşık her altı saniyede bir atış yapıyordu. İlk atışlar kalkana düşmeye başladığında lazer savunmasının burada etkisiz kaldığı açıkça görülüyordu. Ama kalkan da tamamen etkiliydi. Bu da bir teselliydi. “Komutanım bu şekilde devam ederse buna en çok on beş dakika dayanabiliriz. Reaktör ve jeneratörler yeterince güç üretebiliyor ama Kalkan bu gücü doğrudan kullanamaz. Kalkan şarj olabildiğinden çok daha hızlı güç kaybediyor.” “Galiba söylediklerini anlamadığım zamanlarda seni daha çok seviyordum Yiğit,” diye soğuk bir şaka yaptı Paşa.. Bu iyi bir bilgi değildi. “Hava Gurubu, Ben Demir Fil. Kalkanım bu topçu atışına en çok on beş dakika dayanır. Durumunuz nedir Liderler?” “Şahin Lider konuşuyor. Son kalan vatoz guruplarını kovalıyoruz Demir Fil. Sadece otomatik silahlarımız kaldı. Tamam.” “Yıldırım Lider konuşuyor. F35’lerin yarısı dolum için yerde ve diğer yarısı da boşalmak üzere. İkincil hedeflerin üzerindeyiz. Tamam” “Ateşli-2 son çeyrek dolulukta. Atmosfere giriyoruz. Topçuları görüyorum. Çok güzel bir hat halinde duruyorlar. Son kalan cephanemi üzerlerine boşaltmaya hazırım.” “Anlaşıldı Ateşli. İşi sen kaptın. Bitir onları,” diye konuştu Albay. Ateşli-2 baş aşağı süratle dalışını yumuşak bir yaya çevirirken hedef seçimleri yapılmış ve elli topçunun yanında çok yakın ilerleyen üç noktadaki köpekcek güruhuna da füze ve bombalar kilitlenmişti. Rıdvan Yarbay ona doğru dönen atışları daha Gökhan Yüzbaşı söylemeden hissetmişti. Topçuların bir kısmı ritmik ateş düzenini aksattığı anda hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan bunu erken uyarı kabul etmişti. “Ateş serbest! Ateş Serbest! Sıkı tutunun bu çok sert olacak!” Füzeler ve bombalar emirle aynı anda süratle ateşlendiğinde Rıdvan da nüksol iticilerine tam güç verip ona atılan plazmaların önüne geçmeyi deniyordu! Her şey düşünemeyecek ve hissedemeyecek kadar çabuk olmuştu. Böyle yoğun bir karşı saldırıyı karşılayacak manevra gücü olmayan mekik, süratini denemişti. Sürati saldırıyı bu defa da yenmişti! Mekiğin çizdiği yay yere çok yakın bir noktadan kıvrılıp tekrar yukarıya döndüğünde plazma roketleri hala arkasında boşluğa doğru uzaklaşıyordu. Mürettebat bu manevra ile cidden zorlanmıştı ve sersemleyen Gökhan Yüzbaşı da küfürleri sayıyordu.. “Ağzına s.. Rıdvan. Bir daha bunu yapmaya kalktığında önceden söyle de ben atlayıp kaçıyım. Ebene k.. ne biçim uçuyosun ya? Bi de bana manyak derler. S.. malları manyak görmemiş..Haso manyak pilot koltuğunda oturuyo.” “G.. kurtardık dimi? Ne y.. var gibi konuşuyon daha! İstersen atla da gör aşağıda ebenin a.. Hadi, atlasana..” diye sinirli sinirli karşılık verdi Rıdvan. Cidden atışmıyordular aslında. İkisi de ölümü kıl payı atlattıklarının farkındaydı ve kalpleri deli gibi atıyordu. Vücutları adrenalinden patlayacak gibiydi. Nefesleri derin ve çok hızlıydı.. Onlar bunu daha önce de defalarca yaşamıştı. Buna karşılık mürettebatın daha gençleri için bu ilk ciddi ölüm tehlikesiydi ve ya sersemleyip suspus olmuş ya da G darbesi yüzünden baygındılar. Yere atılan füzeler ve bırakılan yüksek tahrip güçlü büyük bombalar çok iyi iş çıkarmıştı. Topçuların tamamı füze ve bomba kıyametinde boğulmuştu. Durdukları yerde cehennem yelleri esiyordu. Topçular aradan çıktıktan sonra Kalkan rahatlamış ve Kovanın kara saldırısı ağır destek ateşini kaybetmişti. Kovan üssünün derinlerinden çıkmış süratle akan köpekcek ve öcü kuvveti kara bir sel gibiydi lakin setlere çarparak güç kaybediyordu bu sel. Köpekcekler kalkan hattına yaklaşmadan evvel sağlam bir hava bombardımanı ve topçu ateşiyle iyice dağıtılıp seyreltilmiş ve sayıları kırılmıştı. Öcülerin üzerine atılan bomba ve roketler daha az etkiliydi çünkü gerilla tarzında süratle ve araziden örtü alarak ilerleyen küçük guruplardı bunlar. Lakin bu hava saldırısı onların hızını çok kesmiş ve yarıya yakını köpekcek gövdesinden geride kalmıştı. Bu gurupların üzerine durmadan bomba ve roket yağıyordu. Köpekcek güruhunun kanatları üzerinde helikopter sortileri gatling topları ve roketlerle, füzelerle ortalığı sıkıştırıyor ve topçulara daha çok kurban sağlıyordu.. Burada bir köpekcek katliamı yapılıyordu.. Sabahın ilk ışıklarına doğru tanklar ve zırhlı piyadelerle beraber Diyarbakır üssünün bütün kara gücü geniş bir kara saldırısı için cepheye yayılmış ilerliyordu. Öcü gurupları süratle havadan tespit ediliyor ve son kalanlar da bir bir indiriliyordu. Cephe süratle ileriye çıkıyor ve Kovan üssüne doğru kapanıyordu. Tanklar, toplar, zırhlılar ve helikopterler uçakların eşliğinde karşı yürüyüşteydi. Askerler dalgalar halinde zırhlı birimlerin çevresinde ilerliyordu. Son saldırının hedefi doğrudan koloninin beş bin metre çaplı dairesinin merkeziydi. Burası kraliçenin iniydi. Uçakların saldırıları yüzeyi parçalamıştı ama derinde hala ısı izi çok güçlüydü. Kraliçe sağlamdı. Beş kilometre çapında bir yosun varsa bunun anlamı kalın bir yosun ve çok ama çok fazla zıpkıncı demekti.. Zaten ağır hava saldırısının açtığı koca çukurlara bakıldığında yosunun yer yer neredeyse otuz metre kalınlığa ulaştığı görülüyor ve gözler hayretle açılıyordu. Komutanlar ne yapacaklarını tartışırlarken Promete’nin sesi harekat gurubunun AVİ’lerinde yükseldi. “Kraliçe! Kraliçe! İnde hareket var! Isı artıyor! Bir şey yükseliyor! Kraliçe hareket halinde olabilir!” Gerçekten de Kraliçenin ininde hareket vardı ve bu Kraliçeydi. “Yıldırım gurubundan beş F35 ve üç Büyücü havada. Havalanırsa karşılıyoruz, bizimle konuşmaya devam et Promete. Bu şeytan çok hızlı,” diye konuştu Kovanın üzerinde daire çizmekte olan Lider. Lider, Yarık Operasyonu’nda Kraliçeyi vuran uçaklardan biriydi. “Anlaşıldı, ısı artışı büyük ivme kazandı!..” diyen Promete hızlı hızlı anlatmaya başladığında Lider neyin geldiğini biliyordu. “Bu filmi gördük çocuklar! Kilitlenmeye hazır olun! Elinizdeki her şeyi atın! Elinizdeki her şeyi atın!” diye konuşurken yerde bir ısı ve ışık patlamasını şok dalgası izlemişti. Kraliçe şimdiden bin metre yukarıdaydı ama otomatik hedefleme sistemi kilitlenmişti. Silahlar ateşe hazır konumunu bildiren sesli ikazı verdiği anda bütün uçaklar ardı ardına füzelerini ateşlemiş ve yıldızın uçuş yönüne sürat arttırmaya başlamıştı. Yıldız şeklindeydi yine ve yine çok hızlıydı. Gitgide de hızlanıyordu. Bununla beraber hızı süratle kesildi. Üç Büyücü’nün çeyrek dolu haldeyken kalan bütün füzelerini ateşlemesi sert bir darbe olmuştu açıkçası. Yıldız kalkanını kaybetmiş ve alevlerle yanıyordu. Yükselmiyordu ve artık hızlanmıyordu belki ama hala uçuyordu. Yaklaşan ikinci dalganın işini bitireceğine kesin gözüyle bakılıyordu yine de. Yıldırım gurubunun uzak köşeden salladığı füzeler dalga dalga bindirene kadar buna inanıyordular.. “Has s..!”diye şaşkınlıkla bağırdı Yıldırım Lider. “Yok artık ebesinin a..!” diye küfretti bir başka Yıldırım. “Bu şey hala uçuyor yahu,” diye sitem ederek tepki gösterdi bir Büyücü pilotu.. “En azından yavaşladı değil mi.. Haydi gidip bitirelim şu işi,” diyen diğer Büyücünün pilotuydu. Uçaklar bir dakika sonra hem uçan daireyi hem böceği hem de yıldızı andıran bu garip ve belalı Kraliçenin tepesindeydi. Bu açıkça ilk gördükleri yıldızdan daha büyüktü; neredeyse yetmiş metre çapındaydı ve daha bir farklı duruyordu. Yine de uçaklar fazla incelemediler ve açıkça görülen koca yarıklara yoğunlaşarak otomatik toplarını gürletmeye başladılar.. Uçakların otomatik toplarından esen metal fırtınası yıldızın zırhından ya sekiyor ya da çok az hasara neden oluyordu ama yarıkların içine isabet eden atışlar oldukça etkiliydi. Etki gözle görülüyor ve duyuluyordu.. Kulakları sağır eden çığlıklar pilotların uçuşunu bile etkiler bir perdeye kadar yükseliyordu.. Yine de buna dayandılar ve Büyücülerin süratle denediği karşı dalga önlemlerinin bunda faydası büyüktü. Atışlar bir dakika boyunca yaraların içini derinlemesine; sağdan soldan deşerken sonunda Kraliçenin hayat gücüne, özüne vurmayı başardılar. Bir dakika sürmüştü ama bu Kraliçenin sonu olmuştu. Sonunda.. Kraliçe içten parlak bir alevle bir anda yutulmuş ve süratle dağılıp parçalar halinde patlamıştı. Parçaları yere doğru düşerken hala için için yanıyor ve daha küçük parçalara patlayıp dağılıyordu. Ateşten bir yağmur olmuş yağıyordu kraliçenin cesedi.. Hareketli bir günün sonunda Operasyonun ikinci gününe hazırlıklar hemen başlamıştı. Çok az uyku ve daha çok çalışma vardı. Yosun ve zıpkıncılar için gözlem noktaları kurulmuştu. Sürekli drone devriye uçuşları ile alan yakından izleniyordu bölge. Zıpkıncıların yumuşak toprakta bile ilerleyemediği Rapor’un haricinde burada tecrübe ile onaylanmıştı. Yüzebiliyor, kumda, karda, çamurda, yosunda hareket edebiliyordu ama topraktan hoşlanmıyordu. Bu bilgi şu durumda rahatlatıcıydı. Zırhlılar ve TARTlar deneme amaçlı birkaç operasyon planlıyordu. İşler iyi giderse kalan yosunun temizliğini zırhlılar yapacaktı. Sorunsuzca.. Sabahın ilk saatlerinde üs çevresindeki kovan ölüleri bir bölgeye toparlamış ve süratle yeni pistlerin inşasına, mevzilerin düzenlenmesine başlanmıştı. Askeri koloni gitmişti ama onu besleyen kaynak kolonisi hala Van Gölü’nün üzerinde yüzüyordu.. Koca üs yüz kilometrekare alana yayılmıştı ve üç ana söküm kulesinin çevresinde nakliyeciler arı sürüsü gibi çalışıyordu. İlk istihbarat uçuşlarından bu yana üste değişiklik yoktu. Yeni savunma ünitesi çıkartmıyordu ve çok önemsiz sayıda öcü-köpekcek-elektrovatoz koruması vardı. Ateşli-2 doldurulmuş siloları ve ayılmış adamları ile yeni hedefine dalışa hazırdı. “Hedefler karada ve havada seçildi.. Kilitlendik. Silo kapakları açık. Ateşe hazırız,” diye bildirdi Gökhan Yüzbaşı. Ateşli yumuşak bir yay çizerek çembere alma pozisyonuna geçerken Rıdvan Yarbay ateş emrini verdi. “Ateş serbest. Yeni hedef seçimi ve ateş serbest. Temizleyin.” Mekiğin silah yükü iki ağır bombardıman uçağının taşıyabileceğinden daha fazlaydı. Koca mekik hiçbir nakliye uçağına benzemiyordu. Geniş ve üçgenimsi mekik şekli önlü arkalı ve yan yana toplam dört Balyoz tankını taşıyabilecek büyüklükteydi. En güçlü nakliye uçağından daha büyük ve güçlüydü. Bütün bu güç ve alan şu anda füze yükü için kullanılıyordu. Ateşli-2’nin Van gölü üzerindeki yüksek çemberi ikinci tam turunu bağladığında elindeki füze ve bomba cephanesi de tükenmişti. Bu sorun değildi çünkü geriye pek fazla bir şey kalmamıştı. Birincil hedeflerin tamamıyla ikincil hedeflerin çoğu vurulmuştu ve F35’ler kalanları rahatça temizleyecekti. Doğu Anadolu’daki Kovan saltanatının sonuydu bu.. Kovanın Doğu Anadolu’daki ikmal hatları Irak ve İran’a ve Azerbaycan’a kadar yayılan bir ağdı ve bu bölgenin temizlenmesi diğer bölgelerin yükünü de kesinlikle hafifletecekti. Bu bölgelerdeki sıkı çarpışmalara destek gönderilmesi için güvenli bir koridor açılmıştı şu durumda. Bu ciddi bir başarıydı Kovan Savaşlarında. Hikmet ve Şeref Paşa kucaklaştılar. “Seni görmek güzel Paşam,” diye konuştu Hikmet Paşa “Ben de seni gördüğüme sevindim Hikmet. İyi görünüyorsun,” diye konuştu Paşa. “Sütümü içmeyi unutmuyorum artık,” diye takıldı Hikmet. İkisi birlikte güldüler bu şakaya. “Bolu gizli üssünü; Kaf Dağı’nı nasıl buldunuz Paşam?” diyerek çevreyi işaret etti Hikmet Paşa. Koca bir fabrika sahasının üzerindeki kapalı bir balkonda, bir toplantı salonundaydılar. Üç yanı camlarla kaplı bu salondan geniş bir fabrika ve atölyeler bölgesi izlenebiliyordu. “Etkileyici,” diyebildi Şeref Paşa. Yerin epey altındaydılar ve böyle derinde bu büyüklükte bir inşaat çok şaşırtıcıydı onun için. Açıkça etkilenmişti. “Bu fabrika galerilerinden üç tane daha var Paşam. Beşinciyi de planlıyoruz. Burası rahmetli Cihan Bayraktar’ın eseridir. Buraya Bilim Şehri derdi. Yeraltında olmasına rağmen burayı bir güneşe benzetirdi çünkü ülkenin en genç ve aydınlık beyinlerinden çoğu bu projede çalışıyordu. Bu yeraltı şehri ve fabrikalar bölgesinin gizlice ve süratle inşasına o emir vermişti. Burada çalışacak bilim adamı, mühendis ve sivil-askeri bütün personelin seçiminde bizzat bulunmuştu. Çok çalışkan çok vatan aşığı bir adamdı. Öylesi az bulunur doğrusu,” diye konuşarak andı eski Başbakanı, Paşa. “Buraya dair bir iki söylenti duymuştum ama açıkçası inanasım gelmemişti. Söylenenler çok uçuk şeylerdi. Şimdi buradayım, Kovan denen bir uzaylıyla çarpışıyorum ve ölüleri diriltip kopan kolları çıkartan ilaçları görüyorum. Açıkçası şu anda inanamayacağım pek az şey kaldı,” diye konuştu Şeref Paşa. Hikmet Paşa güldü. İleride bir koca atölye bölgesini işaret etti. Orada ilginç koca bir omurga inşa ediliyordu. En azından Paşa buna benzetti. “Bu seyyar bir mini fabrika Paşam. Bittiğinde yerde ya da uzayda bir tersane gibi çalışacak. Şu anda bir deneme. Çok uçuk bir deney olarak başlamıştı. Önceden bu robot fabrikalar konusunda araştırma ve çalışmalarımız olmuştu ama sorunlarımız vardı. KGT ve Amerika’dan gelen bilgiler önümüzdeki bazı sorunları aşmamızı sağladı. Artık prototipi inşa ediyoruz. Bu çalışır hale geldiğinde seri biçimde şimdikinin beş katı hızla mekik üretebileceğiz.” “Bu çok iyi,” diyebildi Paşa. “Bir diğer fabrika şu anda seri halde KGT silahlarından ve zırh plakalarında üretiyor. Başka bir tanesi diğer KGT teknolojilerinin inşası için gerekli yan ürünleri hazırlıyor. Bir diğer fabrikamızı süratle modernize edip yeni teknolojilerin geliştirilmesine ayırmak için çalışıyoruz. Laboratuarlarımızda yeni bilgiler elimizdeki mevcut tasarım ve araştırmalara uyarlanıyor. Bu bilgiler bizim için ciddi bir sıçrama sağladı Paşam. Bir kırılma noktasını aştığımızı söylüyor buradaki seçkin beyinlerimiz. Onlara inanıyorum. Daha bu ilk birkaç gün içinde Beyin Takımımız kendi keşif ve buluşlarını yapıp kullanıma sunmaya başladılar.” “Durum fazlasıyla gelecek vaat ediyor o halde.” “O noktada ilginç bir şey var. Profesör Cem Can ve Profesör Sadi Şimşek dünyanın en parlak on beyni arasındadır. İkisi de şu anda bizim bulduğumuz şeylerin bize henüz verilmeyen ama kesinlikle Amerika’nın elinde olan şeyler olduğunu söylüyor. Bunlar olmadan diğerlerine ulaşamazdılar deniyor.” “Amerika bilgi saklıyorsa buna şaşırmam ki. Adamlar çok zorda kalmasalar bunları da vermezdi. Vermeyecektiler zaten. Ama elleri mahkum olduğundan verdiler. Bu paylaşımı Meteor geliyor dendiğinde yapsaydılar işler şimdi başka boyutta olurdu. Yine de bugün yaşadığımız açgözlü ve kibirli dünyada hangi ülke olsa aynı şeyi yapardı diyesim geliyor. Kimse elindeki böyle bir gücü paylaşmayı istemez. Uzaylıların teknolojisinden bahsediyoruz burada.” “Evet, Paşam, haklısın,” diye düşünceli biçimde başını salladı Paşa. “Aklında ne var Hikmet?” “Başbakan sizin bu konudaki fikrinizi bilmek istedi. Sizinle yalnız konuşup fikrinizi ve değerlendirmenizi öğrenmemi rica etti benden. Bir kararın eşiğinde ve daha çok görüş dinleyerek son hamlesini şekillendirmeye çalışıyor. Yarın Birleşmiş Milletler’e üye bütün ülkelerin liderleri tarihi bir toplantı yapacaklar. Konu, Kovan ve ona karşı alınacak tedbirler olacak.” “Anlıyorum,” dedi Şeref Paşa. Koca galeride karınca ordusu gibi çalışan yüzlerce insanı düşünceli bakışlarla izledi. Birleşmiş Milletler Toplantısı video konferans şeklinde yapılıyordu çünkü bu savaş şartlarında bütün liderlerin fiziki olarak buluşması çok zordu-tehlikeliydi. Toplantının kulis bölümü de telekonferans şeklinde cereyan etmiş ve üyeler ön görüşmelerle son bilgileri tartışıp görüş alışverişi fırsatı bulmuştu. Resmi açılışın ardından ilk sözü alan Turgut Akyıldız idi. Başbakan çok önemli bir konuyu acilen konuşmak istediğin önceden bildirip ilk söz hakkını almıştı. Türkiye Başbakanı sözü aldığında üyelerin yarısından çoğu önemli bir şeyin geldiğini biliyordu. Turgut da öncüsü gibi; Cihan gibi boş konuşmazdı ve hareket adamıydı. Dostluğa, dürüstlüğe, barışa ve icraata inanan mizacı takdir görürdü. Onun başbakanlığı sadece Türkiye’nin yararına olmakla kalmamıştı, dünya barışı için iyimser beklentileri yükseltmişti. Dünya barışına yönelik uluslararası olayların dayanağı olmuştu. Turgut Akyıldız’ın sözleri basit, olduğunca sade ve doğrudandı. Az Laf Çok İş, onun en çok kullandığı deyişti. “Zor bir zamanda buluştuk. Büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bu birbirimizle savaşmaya benzemiyor. Fark ettiğiniz üzere bu düşman esir almıyor, müzakere etmiyor. Ve kökümüzü dünyadan kazımadan durmayacak. Savaşıyoruz ama çok ciddi kayıplar verdik şimdiden. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri’ne..” Amerikan Başkanı rahatsızlıkla kıpırdanmıştı ülkesinin adı geçince. Başkan yardımcısının suratı alışılmadık biçimde asık ve sinirliydi gün boyu. Başkan ise son derece sessiz.. “..ve KGT’ye ülkem ve bütün Dünya ülkeleri adına şahsen teşekkürü bir borç biliyorum. Eğer onların kritik bir dönemde yetişen yardım eli olmasaydı bugün çok daha sıkıntılı bir durumda olurduk. Kısa zamanda verdikleri bilgi ve teknoloji desteğinin bu mücadelede sağladığı faydayı anlatmakta inanım acizim. Sadece tedavi serumları ve piyade silahları konusunda sağlanan destek bile minnetimizi sonsuza dek kazanmıştır.” Usta siyasetçileri bırakın aptal olanlar bile siyasi bir manevranın gerçekleştiğini hissedebiliyordu. Bazı dost ülkeler Turgut’un manevrasını gülümseyerek, merakla izliyordu.. “Bütün minnetime rağmen eğer bu büyük yardımın bile bu düşman karşısında kısa sürede eridiğini söylersem bana anlayış göstereceğinizi umuyorum. Beni açgözlü ve aşırı talepkar-utanmaz bir dilenci olarak görmeyin lütfen ama sormak zorundayım. Sayın Başkan, bize yapabileceğiniz bütün yardım bu mu? Birleşik Devletler daha başka ne yardımda bulunabilir? Daha fazlasına muktedir misiniz?” Bu arada süratle Rusya Başbakanı araya girmişti. “Sayın Başbakan’ın sözlerinin büyük bölümüne katılıyorum. Sayın Birleşik Devletler Başkanı da öyle sanıyorum ki burada dile getirilen endişelere ve duygulara kayıtsız değildir. Ben, büyük Amerikan halkının ve Başkanının ellerinden gelen bütün desteği dünya insanlarına sunarak güçlerimizi süratle birleştireceğimize yürekten inanıyorum.” Amerikan Başkanı sessizce söz istediğinde herkes gelecek cevabı bekliyordu. Başkan yardımcısı olan Howard Hamilton tam bir şahin olarak ün sahibiydi ve genelde kibirli bir gülümseme ile dolaşırdı. Ama onun şimdiki asık suratlı ve sinirli hali zincirlenip kanatları yolunmuş bir şahinin hatırlatıyordu. Amerikan başkanı Robert Wayne zor dönemlerde, kendinden öncekilerin başlattığı savaşlarda ülkeyi yönetmişti. Ülkesinin iç huzuru ve iyiliği için çok çalışmış ve çok iyi şeyler yapmıştı. Savaşlarda ölen askerlerin kaybettirdiği puanlara rağmen ikinci dönemde yine seçilmesini buna bağlıyordu, siyasi uzmanlar. Bir şahin gibi dursa da küçük bir gurup tarafsız gözlemci onun aslında barışçı ve vatansever, yumuşak huylu bir kişi olduğunu savunuyordu yorulmadan. Amerikan Başkanı sözlerine kararlı bir biçimde başladı. Yüzünde gölgeli bir tebessümle; ekranda Turgut’a ve Dimitri’ye bakarak söyledi ilk sözlerini. “Siyaset ilginç bir oyun. Çoğu zaman zevkle bazen utançla oynadım bu oyunu. Ama bugün oyun oynayacak pek vaktimiz olmadığını hepinizden daha iyi biliyorum. Bu düşman sandığınızın ve gördüğünüzün ötesinde tehlikeli.” Bu sözler şimdiden herkesi etkilemişti. “Süratle konuya geliyorum. Uzaylı dostlardan teknoloji desteği ve bilgi desteği alıyoruz yıllardır. Dünya üzerinde bilim, siyaset ve askeri açıdan dominant olarak gördükleri için bizimle temas kurmayı seçtiklerinde onlara diğerleriyle de temas kurmaları durumunda bunun insanlık üzerinde buhranlara neden olabileceğini söylemiştik. Onlar da zaten pek öyle konuşkan bir halk olmadıklarından bizim türümüzden sadece bizimle temas kurmayı sorun etmediler. Uzun lafın kısası uzaylılar var. Dostlar var, Düşmanlar var. Dostlar bize bilgi ve teknoloji yardımı yapıyor.” Bir derin nefes çekip bir bardak su içti Başkan. Konuşmaya devam etti. “Meteorun çok uzaktan geçmesi gerekiyordu. Yönünün değişmesi adları Grekul olan dostlarımızın dikkatini çok önceden çekmişti. Çok gelişmiş bir teknolojileri vardı ve biz de onlardan yardımla epey yol almıştık. Ortak bir harekat ile bu meteor sorunun en az kayıpla kapatabileceğimize inanıyorduk.” “Evren çok büyük beyler. Çok. Gelen meteorda Kovan adı verilen, kendinden başka bütün yaşamı yok eden bir türün tohumlarını tespit ettiğimizde, Grekullar ve biz yardım istemek için vakit olmadığını biliyorduk. Grekul ana sistemi galaksimizden çok uzakta bir başka galakside.” “Dediğim gibi buna rağmen hala bunu beraberce halledeceğimize güveniyorduk. Açıkçası büyük bir üstünlük olan uzaylı teknolojilerini böyle bir durumda dahi paylaşmaya istekli değildik. Bencildik. Açgözlüydük. Kendini beğenmiştik.” “İşler plana uymadı. Sadece tohumlu bir meteor beklerken Meteorun üzerinde gelişmiş gizli bir koloni ile karşılaştık. Bunu fark ettiğimizde artık çok geçti. Sadece küresel bir meteor yağmuru felaketi ve birkaç yıl içinde düzelecek bir atmosferi hesaplarken, düşman işgali bütün planları bozdu.” “Zor bir savaş verdik. Grekulların bu galaksideki gemilerinin de desteği ile bu uzay kolonisini yok etmeyi başardık. Ama dünya işgaline karşı bir plan olan ay üssümüze de saldırı vurdu. Burada çok zaman ve insan kaybettik. Kabiliyetlerimiz çok sakatlandı ve hala tam toparlanmış değiliz.” “Kısacası arkadaşlar, hata ettik ve ben bu hatayı bir kez daha yapmamaya kararlıyım. Bu düşmanı gördüm ve kendi gücümü de biliyorum. Yardımlarınız olmadan onu tek başıma yenemem. Yardımınızı diliyorum. Ve yardım gücünüzü arttırmak için elimdeki bütün bilgi ve teknolojiyi şu anda sizinle paylaşıyorum.” Bu bir anda fısıldaşmalara ve hayret-sevinç nidalarına neden olan bir açıklama olmuştu. Başkan elindeki minik bir cep bilgisayarını Başkan Yardımcısına uzatırken ona duyulabilecek bir sesle emretti. “Enter tuşuna senin basmanı istiyorum Howard. Bu büyük bir an. Tarihe geçeceksin. Bunu hepimizden çok hak ettin.” Başkan yardımcısı güçlükle elini uzatıp isteksizce ve sinirli biçimde Enterlerken bu durumdaki ve Başkanın sözlerindeki alay da tarihe geçmişti. Rusya Başbakanı, yardımcı ve danışmanlarından daha bilgi akışının onayını almadan kahkahalarla gülüyor ve Amerikan Başkanına içtenlikle teşekkür ediyordu.. “Hanımlar ve Beyler, güç birliği talebimde çok ciddiyim. Süratle güçlerimizi birleştirip büyük bir karşı saldırı başlatmak zorundayız. Eğer daha fazla zaman verirsek elimizdeki sorun baş edemeyeceğimiz kadar büyüyecektir. Kovan süratli ve affı olmayan yorulmaz bir düşmandır,” derken Robert Wayne’in sesinde şimdiye kadar hiç duyulmayan bir ton vardı. Çaresizce yardım istiyordu. Korkuyordu Robert.. İşte Meteor sonrası ilk BM toplantısında yaşananlar bunlardı. Tarih bu toplantıyı yazacaktı. 5. Bölüm (Birlik) Strazburg’u oldum olası severdi Michael. Saat sabahın beşini geçiyorken sakin şehrin boş caddelerini izliyordu. Bu motelin manzarasını huzur verici buluyordu ve hep aynı odada kalıyordu. Boş sokakların tarihi dokusunu ve bahçelerden, parklardan akan güzel kokuları seviyordu. Havadaki tatlı bahar kokusu sarhoş ediciydi. Elbette gece epey şarap da içmişti. Gülümsedi boş sokaklara. Merakla düşünürken, sönmek üzere olan zayıf şömine ateşinde ışıldayan uyuyan güzele döndü. Belki de hepsinden çok bu genç hanım sarhoş etmişti Michael’ı. Ölümden sonra bir nefes taze can koklamak gibi hayat vermişti onun dokunuşu, öpüşü.. Michael gecenin serinliğini aralık pencereden duyuyordu. Pencereyi yavaşça kapatıp yatağa doğru yürüdü. Uyuyan güzel çok güzeldi. Bir üniversite öğrencisiydi. Michael’ın diğer pek çok sevgilisi gibi.. Güzelliğe büyük zaafı olan diplomat, tam bir Kazanova olarak bilinirdi. Ama her şeyden önce o bir centilmen olarak eğitilmişti. Hanımlar belki de en çok bu yönüne bayılıyordu. Annesi onu hanımlara nazik davranması konusunda çok iyi yetiştirmişti doğrusu. Ne zaman hatırlasa; beş yaşında, yaşıtı bir komşu kızla kavgasından sonra, evde poposuna yediği şaplaklar ve aldığı cezanın anıları onu güldürürdü. Ama etkili olmuştu bu ceza hani. Şilteye uzandı ve ateşin gölgelerinde teri ışıldayan güzel kadının üzerini yavaşça örttü. Gece serindi. Ateşe bir küçük odun attı ve koca koltuğuna gömülmeden evvel kendine bir bardak şarap daha doldurdu. Yataktan gelen mırıldanmaya baktı, gülümsedi. Güzel gerçekten de çok güzeldi ve çok hareketliydi. Saatler boyunca çok etkileyici bir performans sergilemişti. Vücudu da mükemmeldi doğrusu. Vika sporu seviyordu ve çok atletik bir kumraldı. Minyon yapısı ve mükemmel yüz hatlarına atletik vücudu eklendiğinde bu bebek tam bir doğal afetti. Şilteyi yana savuran bir dönüşle yüz üstü yatıyordu şimdi. Michael derin bir nefes çekti. Ne kadar da baştan çıkarıcıydı.. Ne kadar da baş döndürücüydü.. Ne geceydi ama.. Bir koca yudum şarap aldı. Ağzında bu tadı hissetti. Babası ona yaşarken adam gibi yaşamayı öğretmişti. Güzeli sevmeyi ve korumayı da.. Babası Almanya’ya çalışmaya gelip Alman vatandaşlığına geçmiş göçmen bir aileden geliyordu. Selim Öz. Annesi ise bir Alman olan güzel ve zarif Katherina Gross. Michael Oz ise bir Alman vatandaşı ve Almanya’nın en genç, en etkili politikacılarından biriydi. Michael, Alman hükümetinin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nde en etkili adamlarından biriydi ve henüz otuz iki yaşındaydı. Fırtınalı özel hayatına ve genç yaşına rağmen siyasette öyle iyi bir oyuncuydu ki aklı olan herkes bir dost olarak ona paha biçemiyor ve düşman olarak da ondan çekiniyordu. Michael, siyasetin anıt çınarı olan yaşlı kurt Sör Arthur’un ve dünya politika sahnesinin en etkili isimlerinden biri olan İtalya Başbakanı Elmo Maurizio Romano’nun çok yakın dostuydu. Bu üçü dünyada eşi çok nadir görülmüş bir dostluk ve işbirliği sergileyerek dünya siyasetine yön veriyordu. Siyasetin ötesinde; yaş farklılıklarına, kuşak farklılıklarına rağmen bu üçü özel hayatlarında da çok iyi anlaşıyordu. Ama bugün Michael bunların bir önemi kalıp kalmadığını tekrar tekrar düşünüyordu. Ateşe dalmış düşünüyordu. Güzel Strazburg sokaklarına ne tek bir meteor düşmüştü ne de şehrin beş yüz kilometre yakınına tek bir Kovan askeri yaklaşmıştı. Şehir dünyada yaşanan bu savaşın izlerinden tamamen korunmuş gibiydi. İnsanlar var olan savaşa rağmen sokaklarda ve okullarındaydı. Yaşam sanki dünya topyekün bir savaşın içinde değilmişçesine devam ediyordu. Ama hepsi savaşın farkındaydı ve bu gözleri aldatan barış maskesinin ardında şehrin boğazına kadar savaşa gömüldüğünü biliyordu. Strazburg şimdilik Birleşmiş Milletlerin yeni merkeziydi. New York’un yarısı tamamen yerle bir olmuştu ve Birleşmiş Milletler binası da o yerle bir olmuş yarının içindeydi. Dahası Amerika genelinde Kovan’ın hücre üslerinden pompalanan sinsi vur kaç saldırılar çok yıkım doluydu. Amerika güvenli değildi şu anda. Strazburg sakin ve güvenli bir nokta olmanın ötesinde teknik imkanları ile de ana karargah olmaya uygundu. Yeni BM binası olan Socrates’in Bahçesi, kalkan jeneratörü ve derin sığınakları ile zaten Avrupa’nın en güvenli sığınak merkezlerinden biriydi. Bu yeni bina 2 Mayıs’tan bu yana Dünya Birleşik Hükümeti olan Birleşmiş Milletler Küresel Savunma Konseyi’nin eviydi. Michael, Sör Arthur’la beraber, Konsey Başkanı Elmo Maurizio Romano’nun iki yardımcısından biriydi. Yaşlı kurt; Sör Arthur, Amerikan Başkanı’nın elindeki bütün bilgi ve teknolojiyi çok tarihi bir biçimde paylaştığı gün; daha o anda bunun önemini anlamıştı. Tam zamanıydı. Süratle dostları olan farklı ülkelerin temsilcileri ile küçük konuşmalar yapmış ve güç birliğine hemen resmi bir kılıf uydurmuştu. Küresel Savunma Konseyini on dakika içinde kurmuştu ve sonraki on dakika sadece onun seçtiği Başkanın oylama ile resmileşmesine harcanmıştı. İtalya Başbakanı hiç şaşılmayacak biçimde yardımcıları olarak Michael ve Sör Arthur’u seçtiğinde üyeler için her şey çok hızlı oluyordu ve üçkağıda geldiklerini anladıklarında çok geçti. Zaten anlasalar bile kimse bu üçünün yerinde olmak istemezdi. Hem bu üçlü bu zamanda en ihtiyaç duydukları şeyi dünyaya verebilecek güce sahipti.. Birliği.. Amerikan Hava Kuvvetlerinden Orgeneral Edwin Collins, KGT’nin askeri kanat başkanı olmasının ötesinde artık başka bir ünvana sahipti. Bütün ülkelerin onayları ile Geçici Dünya Başkanlığı gibi bir mevkide oturmakta olan Elmo Romano, onu Başkomutan olarak atamıştı. Açıkçası bilgi, tecrübe ve konuya tüm yönleri ile hakim olmak konusunda rakibi yoktu Generalin. General Collins UFOR’(United Forces-Birleşmiş Kuvvetler)un Başkanıydı artık ve UFOR da sivil otorite olarak önce Başkan Romano’ya sonra da Konsey’e bağlıydı. Süratle oluşturulan bu yapılanma çok belirgin hatlara sahip olmasa da, ortak bir düşmana karşı güçlerin birleştirildiği bir platform olarak ilk bir haftada çok iyi iş görmüştü. Albay Woo savaş masasının başında, koca dünya haritası ekranında son bir hafta içinde olan biteni özetliyordu. Albay, UFOR koordinasyon subayı olarak General adına emretmeye yetkiliydi. “Güçlerimizin ortaklaşa hareketleri Kovan’ın ritmini bozmuş görünüyor. Sanırım şu anda yeni taktikler geliştirmekte olduğunu düşünebiliriz. Bu boşluk anını süratle değerlendirmeliyiz kanaatindeyim,” diye konuşuyordu Albay Woo “Ne öneriyorsun Albay?” diye soran Collins’di “Efendim, beş ana üs tespit ettik. Küçüklerin izole edilmesi ve temizlenmesi için küçük kuvvetler ayırıp elimizdeki kuvvetlerle süratle bu ana üsleri vurmayı öneriyorum. Bu üsler şimdilik sadece kendi bölgelerinde güçlenmek ve savunma yığmakla uğraşıyor ama bu sinsi bir düşman. Görüntüye aldanmayalım diyorum.” “Albaya katılıyorum,” diyen Sör Arthur’du. “Amerikan Başkanının yüzünü gördüm. Sesini duydum. Sesindeki korku tüylerimi ürpertti. Ve beyler, ben kolay ürpermem.” Romano başını onayla salladı. Sör Arthur’a düşman gibi bakıyordu. “Ve hemen ilk aklına gelen şey beni ortaya sürüp bütün sorumluluğu üzerime yıkmak oldu.” “Sen gençsin Elmo. Güçlü ve geniş İtalyan omuzların bu yükü kaldırabilir.” Romano İtalyanca bir küfür savurdu Sör Arthur’a.. Michael güldü. “Küfredeceksen Almancayı kullanmalısın Sayın Başkan. Biliyorsun güzel dilimiz bu iş için biçilmiş kaftan” diye konuştu. “Almanlar şanslı bir millet,” diye güldü Romano. Sonra toparlandı ve General Collins’e döndü. “General, siz ne diyorsunuz?” Generalin bakışları haritayı dikkatlice bir kez daha taradı. “Ben de son birkaç gündür bunu düşünüyorum. İletişim ve yeniden organize olma sorunlarının biraz daha hafiflemesini bekliyordum. Şimdi olduğu kadarıyla yetinmeli ve artık başlamalıyız. Elimizdeki Kovan üslerini süratle azaltmalıyız,” diye konuştu Collins. “Bir plan düşünmeye fırsatınız oldu mu?” diye sordu Romano. “Sayın Başkan, açıkçası aklımda bir plan var ama bazı noktaları biraz aşırı görülebilir.” Sör Arthur elinde viskisi ve koca purosuyla, koca göbeğiyle koca bir koltuğa gömülmüş gülüyordu. “General, şu anda zaten çok aşırı bir durum içindeyiz. Aşırı olmayan bir çözüm bu durumda büyük ihtimalle yetersiz kalacaktır.” General bu sözlerden biraz cesaret aldı ve büyük ekranın üzerinde planını göstermeye başladı. Önce beş üssün yerlerini ve boyutlarını gösterip özelliklerini ve önemlerini kısaca ifade etti. Tahminlerde bulundu ve fikir yürüttü. “Atlantik tabanında, derinlerde bir üs. Bir kaynak üssü. Çok büyük. Açıkça en büyük kaynak söküm üssü. İstihbarat daha da genişlemekte olduğu bilgisi verdi.” “Güney Amerika üssü askeri bir üs ve çok tehlikeli. Çok büyük bir kara ordusu var. Genişliyor ve sıçramaları hiç durmuyor. Hava gücü de güçleniyor. Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri ilk öncelikli olarak bu cepheye yoğunlaşmış durumda. Pek iyi gitmiyor burada işler..” “Antartika üssü bir diğer kaynak üssü. Buzda delik açan yosun tabakası hem yüzeyde genişliyor hem de deniz tabanında.. Bu üssün temel işlevinin kaynak çıkartılması ve evrimsel kodların çözümlenmesine yönelik olduğunu tahmin ediyoruz. Bilimsel bir üs diyebiliriz.” “Avustralya üssü hem askeri bir koloni hem de kaynak ve bilimsel koloni olma özelliklerine sahip. Bütün gücünü seçkin askerler ve kuvvetli bir bölge yaratmaya harcıyor ve sürekli büyüyüp genişliyor. Lojistik olarak vurulması en zor hedef Avustralya’daki Kovan kolonisi.” “Afrika kolonisi Sahra çölüne yayılmış koca bir üsler bölgesi. Beyler, bu saldırgan bir üs. Bütün dünyaya tohum saçan üs bu. Şimdilik mekiklerimiz ve yeni savunma uydumuz bu tohumları durdurabiliyor ama Grekul dostlarımız bu koloninin çok tehlikeli bir eşiğe yaklaştığını söylüyor. Yakında uzaya kadar erişebilecek silah gücü ile tüm dünyayı vurabilecek güçlü misil kabiliyeti geliştirecek. Yeni tip kovan düşmanlarının da ilk istihbaratlarını almaya başladık. Topçu böceğinin yanına bir de tank böcekler eklendi. Nakliye böceklerinin misil atıcı tiplerine dair görüntüler aldık. Çölde katil kum balinaları görüldü. Komet tabir edilen uzaya çıkma kabiliyetli avcı uçucular çok yakında..” “İşler iyiden iyiye kızışıyor..” diyerek araya girdi Arthur. “Kesinlikle öyle görünüyor değil mi?” diye tatsızca mırıldandı Romano. “Öneriniz nedir General?” diye soran Michael’dı. General baklayı ağzından çıkarıyordu. “Güney Amerika’yı iki safhalı bir planla temizleyebiliriz. Birinci safhada işi çözmeyi umut ediyorum ama olmazsa ikinci safha bunu bitirecektir. Bütün mekiklerimizle koca bir dalga halinde Koloninin merkezine dalacağız. Ve merkezden dışarıya doğru temizlik yapacağız. İkinci safhada nükleer silah kullanmak gerekirse kullanacağız..” “Ahh..,” diyerek araya girdi Arthur. “..Amerikalılar ve meşhur nükleer silahları.. Her kıyamet ve felaket filminde Amerikalılar ortaya bir düzine nükleer silah ile çıkar ve dünyayı patlatarak kurtarır..” Michael, Sör Arthur’la dalga geçti. Yapmacık bir şaşkınlık ve sitem vardı sözlerinde. “Sör Arthur, sizin gibi bir hümanistin ağzına yakışmayan ırkçı sözler bunlar..” Sör Arthur elini sarsakça sallarken Almanca küfretti. Michael ve Romano gülümsüyordu. General devam etmeden evvel Arthur generali temin etti; “Kötü bir zamanı yaşıyoruz Collins, sadece kaba bir şakaydı. Ciddi değildim.. Şey, yani tamamen ciddi değildim,” diyerek gülümsedi Arthur. Collins dert etmedi. Gülümsedi. Hem zaten kısmen haklıydı Sör Arthur. “Avustralya için uygun gördüğüm çözümü duymayı bekleyin hele..” diye acı acı gülümsedi Collins. “Bütün kıtayı nükleerle havaya uçurmayı düşünmüyorsun herhalde,” diye ciddice ve endişeyle sordu Romano. “Elbette hayır,” dedi Collins. “Tanrıya şükür,” diye cidden şükretti Romano. “Sadece kıtanın kovanla kaplı kısımlarını nükleerlemeyi düşünüyorum. İnanın bana o koca koloniye başka türlü bir müdahale şansımız çok zayıf. Tek başına hava dalgaları çok yetersiz kalacak ve çok kayıp vereceğiz. Kayıp vermeye katlanamayız şu aşamada. Ve kara harekatı için beklemeyi de unutun. Orası günden güne büyüyor ve büyüme hızı da artıyor.” Michael süratle araya girdi. “Ya diğer koloniler ?” diye sordu. “Antartika kolonisini Atlantik’ten önce aradan çıkarma taraftarıyım. Tercihen Avustralya, Güney Amerika ve Antartika üslerini aynı anda vurmalıyız. Elimizdeki denizaltı ve mekik kuvvetleri ile bu üçünü temizleyebilmemiz çok mümkün. Süratle bir iki ayarlama yaparsak bunu başarırız. Sahra, büyük bir savaş olacak ve ondan önce Atlantik tabanındaki üssü yok etmeliyiz. Şu durumda amacım dağılmış en büyük askeri güçleri vurduktan sonra kaynak ve teknoloji musluklarını kapatmak. Sonra da Kraliçe ile son dans..” diyerek bitirdi General Collins. Kısa bir sessizlik oldu. Herkes generalin anlattıklarını tartarken Sör Arthur ilk konuşandı. Yaşlı kurt hayatında pek çok cendereden çıkmıştı ama bu en yamanlarından biri olmaya adaydı. Yine de nükteyi elden bırakamıyordu. “Wilbur’a ülkesinin yarısını nükleer ile yaşanmaz hale getireceğinizi söylerken orada olmak istemiyorum. O çok cici bir çocuk ve bunu söylediğinizde büyük ihtimalle yüreğine inecektir,” diyerek Avustralya başbakanını andı Arthur. Cidden de çok nazik ve beyefendi bir kişi olan Wilbur McKenzi bunu duyunca ikna edilene kadar ortalığı birbirine katacaktı. “Zaten o koca ülkenin onda birini kullanıyorlar,” diye omuz silkti Michael. Şaka ediyordu. “Ona Mars’dan ya da aydan toprak vaat ederiz,” diye güldü Romano. Bir anlık sessizlikten sonra Sör Arthur ve Michael birbirlerine baktılar.. Ay, Mars ve ötesini gördüler. Şimdi onlara bakınca Romano da gördü. İtalyanca küfretti. “Yapmayın, cidden bunu düşünmüyosunuz dimi?” diye sordu. Yeni bir çağ açılmak üzereydi. Yıldızlara yerleşmenin eşiğine gelmiştiler ve yıldızları nasıl paylaşacaktılar? Bu çok kafa patlatıcı bir soruydu.. “Neden olmasın, Generalin dünkü söylediklerini sen de duydun. Grekulların yeni verdiği silah ve motor teknolojileri ile yeni nesil mekikler yapılıyor. Bunları inşası birkaç ay içinde bittiğinde Mars yirmi dört saat mesafede olacak,” diyen Michael’dı. Bunu düşünüyordu ama bunu sesli duymak Sör Arthur gibi yaşlı bir kurdu bile etkilemişti. “Ulu Tanrım..” diye olasılıkların üzerine derince soludu Arthur. Heyecan ve dehşeti aynı anda yaşıyordu. “Bunu daha sonra düşünsek? Önce dünyayı kurtaralım olur mu?” diye sinirli sinirli söylendi Maurizio Romano. Çok berbat bir konumdaydı. Lanet koltukta o oturuyordu. Eğer bu savaşı galibiyetle kapatabilirlerse bu defa da büyük ihtimalle yıldızları paylaşmak için dünya birbirine girecekti ve tarihe insanlığın sonunu getiren ilk ve son Dünya Başkanı olarak geçecekti. Tabii bunu yazacak bir tarih kalırsa. Arthur’a kötü kötü baktı ve İtalyanca koca bir küfür etti. “Ne!? Ben ne yaptım şimdi!?” Sör Arthur öfkeyle ve şaşkınlıkla gürlemişti Romano’ya ve az sonra o da Romano’ya küfrediyordu. Michael kahkahalarla gülüyordu. 11 Mayıs’tan 23 Mayıs’a kadar geçen süre boyunca, 25 Mayıs Saldırısı için bu operasyona atanan kuvvetler yeniden konumlanırken, dünyanın her yerinde geniş çaplı ve hızlı bir saldırı-temizlik harekatı başlamıştı. Bütün ikmal kolonileri, spor kolonileri, yosun kolonileri, taze sıçramış koloni tohumları izleniyor ve yorulmak bilmeyen bir çabayla vuruluyordu. Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir harekattı bu. Uçaklar bakım için çok kısa aralıklarla yere iniyor, cephane ve yakıt alıyordu. Pilotlar minimum uyku ile uçuyordu. Kara birlikleri hep hareket halindeydi ve askerler yatak yüzü görmüyordu. Ülke sınırları ortadan kalkmıştı ve askeri birlikler kendi ülkeleri ya da değil nerde Kovan görse orayı canı pahasına temizlemeye gidiyordu. Bu düşmana kaybedecek olurlarsa, tüm dünyanın yiteceğini bütün askerler subaylarının gözünde görüyordu. Eski düşmanlıklar ve öfkeler geride kalmıştı. Şu son birkaç hafta içinde önceden düşman olan ülkeler diğerini korumak uğruna canlarını ortaya koyuyordu. İnsanlık meteor ile karşılaştığında içindeki en kötüyle tanışmıştı, şimdi Kovan ile çarpışırken içindeki en iyiyi bulmuştu. Yarbay Siyah’ın mekiği, Meteor sonrası dönemde tedbirli olmak adına bir düzine nükleer başlık taşıyordu zaten. Ama bu özel görev için bunlardan çok daha güçlü ve çok daha fazla silaha ihtiyacı olduğu konuşulmuştu. Siyah, mekiğine yeni nükleer füzeler yüklenirken çok tatsızdı. İkinci dünya savaşından bu yana ilk kez savaş silahı olarak nükleer kullanılacaktı. Ve onu Siyah atacaktı. Gümüş, ağzında yarısı tükenmiş koca bir puroyla gevrek gevrek gülerek alay etti. “Tarihe geçeceksin Yarbay. Bugün bir düzine nükleer silah ateşliceksin. Parmaklarınla ne koca bir yıkım gücüne hükmedeceğini düşünüyor musun? Korkunç değil mi? Bu seni heyecanlandırıyor mu?” Yarbay cevap vermedi. Bir düzine nükleer füzeyi Avustralya üzerinden sıkı bir dalışla sekiz ana kovan üssüne boca edecekti. Her Ateşfırtınası füzesinde beş bağımsız vurucu başlık ve üç yanıltma başlığı vardı. Başlıklar Grekul teknolojisi ile güçlendirilmişti ve her biri cidden çok güçlüydü. Bu patlamaların bütün kıtada 6-7 şiddetinde deprem olarak hissedilebileceği ve vurulan bölgenin coğrafyasının değişeceği öngörülüyordu. Kovan yayılımı o denli genişti ki böyle korkunç bir saldırı onay almıştı. Yarbay bunları düşündükçe midesi alt üst oluyordu. Eski savaşlarda bir kılıç, bir kalkan ve bir meydan vardı. Şimdi tek bir tuşa basıp koca gezegeni yok etmek mümkündü. Yarbay heyecanlı mıydı? Yarbay iliklerine kadar titriyordu.. Sessizce yaklaşan Mor’un eli Siyah’ın eline dokundu ve genç kadının temasıyla adamın yüreği biraz olsun hafifler gibi oldu. “Sarıl bana Lin,” diye güçlükle sesini çıkartabildi Siyah. Antartika buzlarının altında, beş kol halinde sessizce ilerleyen yaklaşık elli denizaltı vardı. Bunların hepsi nükleer güçle çalışan saldırı ve füze denizaltılarıydı. Bu görev için seçilmiş ve süratle modifiye edilip silahlandırılmıştılar. Hepsi Dipdeşen torpidoları, kalkan jeneratörü ve en yeni gemi silahı olan Triton plazma atıcısı ile donatılmıştı. Rus, Amerikan, Çin, İngiliz ve Fransız denizaltıları ortak düşmanı vurmak için aynı takımdaydı! Kaptan Wong hep düşman olarak gördüğü şeytan batının güçleri ile aynı takımda olmaktan hiç rahatsız değildi açıkçası. İşini iyi yapan, ülkesine sadık bir subay olmasına rağmen ülkesini yönetenlerle her alanda aynı fikirde değildi. Yine de bunu yüksek sesle dile getirmemesinin sonucu olarak hala hayatta ve işinin başındaydı. Wong, bir şeylerin değişmekte olduğunu hissedebiliyordu. Bir dalganın yükselişini görebiliyordu. Zamanın dalgaları yeniden yükseliyordu ve halklar ne zaman bu dalgayı ardına alsa büyük işler başarır, büyük engelleri yıkıp parçalardı.. “Kaptan, Efendim, Fransız denizaltıları Gurup komutanı olarak emirlerinizi bekliyor,” diyerek düşüncelerini bölen ikinci kaptanına döndü Wong. “Albay Woo’nun orijinal planına sadık kalınacak. Birincil denizaltılar yaklaşma rotalarına girebilir. İkincil denizaltılar bekleme durumunda çevre emniyeti alacak. Diğer gurup komutanlarına rapor verin.” “Evet, Efendim.” Güney Amerika üzerine inecek hava saldırısının tamamı mekiklerden oluşuyordu. Ay’dan, meteordan bu yana ilk kez bir mekik kalkışı olmuştu ve yeni savaş mekiği de bu saldırıya katılıyordu. Rusların savaş için donanmış on beş mekiğine üç Türk, sekiz İngiliz, on Fransız, beş Japon, altı Çin, iki İsrail mekiği eşlik ediyordu. Amerika aydan gelen yeni mekikle beraber burada beş mekiğe sahipti ve en güçlü, en vurucu mekikler de bunlardı. Diğerlerinin de desteğiyle bu operasyonun başarılacağını umut ediyordu General Collins. Promete mekik filosunun son üyesinin de uzaya çıktığına dair onay mesajı vermesiyle artık hazır olduklarını biliyordu. Yörüngeye dağılmış elli dört mekik dört koldan ve dalgalar halinde atmosfere girecekti. Bomba ve füzeler önceden belirlenmiş ve bilgisayarda mekiklere paylaştırılmış hedef listesine göre sallanacaktı. Birincil hedeflerin tamamının ilk iki dalgada vurulması onaylandıktan sonra uçak gemileri ve füze gemileri saldırılarını fırlatacaktı. Bu esnada üçüncü dalga da vurmuş ve ikincil hedeflerin çoğu tarih olmuş olacaktı. Plan buydu. İşler yolunda giderse yirmi dört saat sürecek bir sorti-üzerine-sorti operasyonu ile ağır hava saldırısı yerini kara temizliğine bırakacaktı. Ateistler bile dua etmeye başlamıştı. Bir zararı olmazdı ne de olsa.. Mete Yüzbaşı güzel mavi küreye bakıyor ve ıslıkla bir şarkı söylüyordu. Promete’nin mekiğine de yeni silah donanımları yüklenmişti. Diğer mekikler gibi kalkan jeneratörü ve Triton plazma atıcıları ile silahlanmıştı. Amerika cephaneliklerinden bu operasyon için özel cephaneler ile yüklenmiştiler. Bela füzeleriydi bu katiller. Havadan havaya, karaya, uzaya, sualtına atılabilen yüksek vuruş güçlü bu füzelerin vurduğu yer belasını buluyordu. Profesör Mete; Promete, ekibini iyi tanıyor ve kuşunu da seviyordu. Bu mücadelede elerinden gelenin en iyisini bu Kovan’ın üzerine boşaltacaktılar o kesindi. Ama olur da işler ters giderse bu ekip ve bu kuş hiç unutulmayacaktı, bundan da emindi. Beraber çok iyi işler yapmıştılar. Ekibi de Mete’yi çok iyi tanırdı ve onun için her şeyi yapardı. Zaten aksi olamazdı. Mete ekibinde onunla beraber ölmeye hazır olmayan tek bir adam istemezdi. Profesör lakabını uçan her şeyi deli gibi uçurabildiği için almıştı ve her uçuşu onun için son uçuşu gibi kutsaldı. Her uçuşu yaşama adanmış bir başkaldırı, daha ileriye doğru bir adımdı onun için. Bu yolda onun gibi düşünmeyen birisiyle aynı uçağı paylaşmayı istemezdi. Mete kendi felsefesi ve inançları olan sıradışı bir kişiydi. Yaşama tapardı ama ülkesi ve görevi için ölüm onun için en büyük onur mevkisiydi. Her uçuşu destansı bir mücadele, her saniyesi dolu dolu bir ömürdü. Mete’nin ekibinde uçmak sicil dosyası için bile bir artıydı hava kuvvetlerinde. “Leyla, kalkan güç hücrelerini bir kez daha kontrol et. Bir de şu plazma taretlerini yeniden bir test simülasyonuna sokuver.” Leyla ikinci pilottu. Mete’yi olmayan abisi gibi çok severdi ama onun yeni oyuncaklara karşı ilk başlardaki katı güvensizliğine-aşırı tedbirliliğine sinir olurdu. Bir yandan kontrollere başlarken bir yandan da; “Derhal Promete,” diye cevap veriyordu ama içinden bir sürü homurtu ve kötü haykırış sessizce yükseliyordu. Promete bu sessiz sesleri duyabiliyordu. Gülümserken ıslığına geri döndü. Görevdeyken, çatışmanın ortasında ekip içinde bağırış olurdu ama çarpışma dışında kesin bir emir komuta zinciri hakimdi mekikte. Yine de Promete biliyordu ki bu uçuş bittiğinde Leyla’dan uzun bir nutuk dinleyecekti. Leyla, Mete’nin olmayan kızkardeşinin boşluğunu dırdırıyla da dolduruyordu ve Mete bunu seviyordu. Operasyon Merkezi Socrates’te, Albay Woo subaylarından son raporlarını alıyor ve son kontrollerin bitirilmesini bekliyordu. Az sonra zamanlanmış saldırı noktalarında bulunan kuvvetlere başlama emri verilecekti. Tarih 25 Mayıs’ı gösteriyordu, hava gergindi.. Siyah’ın mekiği atmosfere daldığında hızı bu gelişmiş mekik için bile çok fazlaydı. Mekik çok süratle alçalıyordu. Siyah, mekiği sınırlarına kadar zorluyordu. Bu koloninin savunma önlemleri arasında plazma kulesi adı verilen yüksek irtifaya etkili savunma yapıları da vardı. Siyah onlara mümkün olduğunca az temas etmeyi istiyordu. Mümkün olursa hiç tanışmamayı istiyordu. Mekik kalkanları atmosfere giriş sonrasında açılmaya hazırdı. Atmosfer girişi tamamlanır tamamlanmaz Siyah atış pozisyonu alırken kalkanlar da devreye giriyordu. “Hedefleri onaylıyorum. Önceden seçilmiş hedefler kilitlendi. Kapaklar açık. Güvenlik kodları girildi,” diyerek her şeyin hazır olduğunu onayladı, silah subayı Gri. Siyah salvo halinde füzeleri gönderirken çoktan mekiğin burnunu yukarıya çevirmiş ve acil durum iticilerini ateşlemek üzere düğmeye basıyordu. “Ateş! Ateş! Ateş! Acil Durum Uzaklaşma Manevrası için Nüksol ateşliyorum! Nüksol ateşliyorum! Sıkı durun!” “Kısa süreli enerji parlamaları okuyorum! Böcek savunması yüksek irtifa plazma saldırısı yapıyor!” diye uyardı savunma subayı Turuncu. Ateşfırtınası füzeleri çok süratli atmosfer-dalgıcı füzelerdi ama burada zamandan kazanmak için atmosfer içine kadar taşınmıştılar. Bu hedefi vuruş sürelerini çok önemli ölçüde azaltmıştı ve burada etkinlikleri artmıştı. Avustralya kolonisinin savunma önlemleri olan plazma kuleleri ve plazma çiçekleri yanında böcek roketler de çok etkili hava savunma önlemleri olarak Rapor’da ifade ediliyordu. Mekik uzaya ulaştığında enerji izleyiciler artık yeni plazma parlamaları tespit etmiyordu. Ateşfırtınaları hedeflerini vurmuştu. Patlamalar çok güçlüydü. Başlıkların çok azı savunma önlemlerine yakalanmıştı ve zaten başlık sayısı da bu olasılığa karşı yüksek tutulmuştu. Darbe vurduğunda yer sarsıntısını neredeyse bütün güney yerküre sismografları duymuştu. Darbe Çin ve Japonya’da bile açıkça hissedilmişti. Avustralya’nın nereyse bütün şehirlerinde eşzamanlı patlamaların sesi duyulmuş ve neredeyse bütün binaların camları kırılmıştı. Birleşik patlamanın ışığı binlerce kilometreden görülmüştü. Patlamanın vurduğu yerde Kovan ya da başka bir şeyden uzun yıllar iz olmayacaktı. Radyasyon bir yana patlamanın darbesi ve ısısı o denli yüksekti ki çoğu kovan binası ve askeri daha ilk anlarda buharlaşmıştı. Şok dalgası ve yüksek radyasyon yaşamı ve yaşamayanı yok etmişti. Siyah, patlamayı ve ardından yükselen devasa mantar şeklindeki bulutları izliyordu. Bu ne kıyametti böyle.. Antartika’nın dibindeki savaş yüzeydeki soğuğa inat ateş gibi sıcaktı! “Efendim kalkanlar süratle zayıflıyor! Uzaklaşmalıyız!” “Daha değil Chu! Silah Subayı rapor ver!” “İskele topu kullanım dışı kaldı! Sancak topu yarım güçte! Pruva silahı hedef seçiyor ve sağlam! Dipdeşen misillerinin hepsi hedeflerini buldu Kaptan!” “İletişim, diğer denizaltılar nasıl?” “1, 2, ve 3. Guruplar hedeflerini imha ettiler ve kontrollü biçimde çekiliyorlar! 4. Guruptan en yakın iki gemi destek için bize doğru konumlanıyor! D’Artagnan dışındaki beş gurup denizaltısı güvenli buluşma noktasına varmak üzere!” “İskelemizden yaklaşan gurubu tutmaya çalışacağız! D’Artagnan’a uzaklaşması için biraz daha zaman verelim! Sancak gurubuna öncelik vermelerini bildirin takviye denizaltılara!” diye konuştu Wong. “Emredersiniz Kaptan!” Wong’un komuta ettiği 5. Saldırı gurubu diğer guruplardan daha şanssızdı. Boyu atmış metreyi bulan Devmürenlerden; Kovan dip avcılarından çok kalabalık bir gurupla karşılaşmıştılar. İlk kavgaya girenler 5. Guruptu ve onlara akan müren sürüleri diğer bölgelerdeki müren sayısını azalttığı için 1, 2, 3, ve 4 çok sonra ve daha az mürenle kavgaya girmişti. Hedeflerine daha çok yaklaşıp daha etkili vuruşlar yapmıştı bu guruplar. 5. Gurup, ağzından plazma atarak yakın mesafeden saldıran bu düşmana karşı sert bir kavga vermişti. Ama düşmanın sayı üstünlüğü etkiliydi. Her şeye rağmen bütün gemiler atış menzillerine girebilmiş ve misillerini başarı ile atmıştı. Bir Fransız, bir Çin ve bir İngiliz denizaltısı savaşın ilk on dakikasında yok edilmişti. Kalkanlar olmasa bütün gurubun imhası işten bile değildi. Ne var ki kalkanlar savaşma fırsatı vermişti ve 5. Gurup, Triton silahlarının etkinliği sayesinde düşmanlarının sayı üstünlüğünü kırabilmişti. Bu noktadan sonra işler biraz daha düzelmiş ve diğer denizaltıların kalkanlarına binen yük azalmıştı. Wong’un gemisi ağır yaralarına rağmen en cengaver gemiydi ve lider gemi olmanın onurunu koruyordu. Diğer gemilere birden çok defa kalkan olmuş ve düşmanı üzerine çeken ağır salvolarla ortalığı karıştırmıştı. Şimdi son kalan iki gurupla karşılaşmak üzereydiler. Biriyle başa çıkabilirdiler ama ikinci gurup fazlaydı. Diğer gemiler Wong’dan aldıkları emirle uzaklaşan yaralı ya da kalkanı tükenmiş gemilerdi. Sadece Wong’un gemisi Ejderpençe ve yaralı Fransız gemisi D’Artagnan kalmıştı burada.. Wong yaklaşan mürenleri görüyordu. Dönmezse ikisi birden yardımdan önce Mürenlere yakalanacaktı. Fransız gemisi onun liderliğindeydi ve onu koruyacaktı. “Sancağa çabuk manevra! Başlılık Birinci Müren gurubu! Pruva silahı birinci guruba salvo! Sancak silahı ikinci müren gurubuna salvo! Emir beklemeden menzile girince yaylım ateşi açın!” “Emredersiniz Kaptan!” “Emredersin Kaptan!” “Emredersiniz Kaptan!” Ejderpençe dönüşü tamamlayıp uygun başlılık pozisyonu aldığında silahlar salvoya başlamıştı çoktan.. Plazma misiller süratle müren saflarına dalıyor ve vurduğunu yakıp yok ediyordu. Mürenler ilk birkaç vuruştan sonra iki gurupta da dağılmış ama hala yaklaşıyordu. Birinci Müren gurubunun saldırısı Wong’un gemisinin bir damla kadar kalmış kalkanlarını artık iyice tüketiyordu ama ikinci gurup bunlara yardım edemiyordu. Amerikan denizaltılarının en yeni iki tanesi olan Mobydick ve Kumtuzakçısı çok süratli gemilerdi. İnanılmaz tasarım çizgilerinin verdiği inanılmaz süratleri ile yetişmiştiler. İkinci gurubu ilk atışları ile bitirmiş ve ikinci atışları ile de Wong’un üzerine binmiş son dört müreni süratle kızartmıştılar. Wong, bir Amerikalıyı gördüğüne bu kadar sevinebileceğini hiç düşünmemişti ama hayat sürprizlerle doluydu. Güney Amerika üzerindeki elli dört mekik son işaret ile planlandığı biçimde dalışa hazırdı. İlk dalganın ilk gurubu kuzeyden vurup güneye kaçacaktı. Savunma önlemleri güneye döndüğünde ikinci dalga batıdan gelip doğuya doğru vurup kaçacaktı. Aynı anda Güneyden gelip kuzeye kaçan bir diğer saldırı ile ilk vuruş bitirilecekti. Kovan savunmalarının hareketlerini izleyen taktisyenler bu fikirle geldiğinde herkesin aklına gelen ilk şey, “denemekten ne zarar gelir, zaten her şekilde orası cehennem gibi olacak,” idi.. Taktisyenlerin planı işe yaramıştı. İlk gurup silahların ateşini üzerine alınca ikinci gurup çok rahat yaklaşıp çok rahat atışlar yapmıştı ve sadece süratli uzaklaşma anında ateş almıştı. Plazma kulelerinin mor renkle ışıldayan roket mızrakları sürüler halinde havada uçuşuyordu. Savunmanın sarı ve mor plazma atışları akşam gökyüzünü renge bulamıştı. Bu esnada atışlarını yapmakta olan üçüncü gurup da aynı şekilde rahatça kaçabilmişti. Bomba ve füzeler her dalgada yer savunmasını bir çeyrek ölçüde yok etmişti ve kalan ikincil hedefler içindeki plazma çiçekleri savunma için yeterli değildi. Mekikler plazma çiçekleri ve düşman vatozlarıyla uğraşmaya başladığında işler yolundaydı. Hava hakimiyeti sağlanmıştı. Hava hakimiyeti sağlanmıştı ve havaalanları ile uçak gemilerinden dalgalar halinde uçaklar buraya akın ediyordu ama işler hala çok da kolay değildi. Her şeyden önce katı savunma yok edilmiş olsa da yerden ve havadan hala hatırı sayılır bir direniş söz konusuydu. Kovan çok geniş bir alana yayılmış ikincil üsleri ile de buraya destek veriyordu. Topçu böcekler ve vatozlar sürüler halindeydi. Mekiklerin yarısı ilk bir saatin sonunda kalkanlarını yitirmişti. Uçaklar da tam bu anda saldırıyı devralmıştı. Mekikler cephane almak ve boşalmış kalkan güç hücrelerini doluları ile değiştirmek üzere çekilirken Rus ve Amerikan uçakları çetin bir savaşta omuz omuza, sırt sırta çarpışıyordu. Mekikleri vuran plazma roketleri ve yarasa roketleri bu uçaklara erişemiyordu. Bunlar F22’ler ve SU51’lerdi. Uçakların yeni uyarı sistemleri bilgisayar destekli bir oto-manevra sistemi ile beraber çalışıyordu. Sistem, yerden gelen enerji ışımalarına duyarlı bir son saniye kurtarıcısıydı. Yine de buna çok gerek kalmadan rahatça bu ateşle başa çıkabiliyordu pilotlar. Her şeyden önce onlar çok usta pilotlardı ve uçakları da dünyanın en iyi uçaklarıydı. Kovan bölgesi tamamen ateş altına alınmıştı ve artık durmadan daha çok füze ve bomba daha az sayıdaki böcek ve binaya karşı mücadele ediyordu. Ama hala yapılacak çok iş vardı bu bölgede. Saatler geçiyordu.. Atlantik tabanındaki koloniye yapılan saldırı diğer saldırılardaki hareketin yüzde birine bile sahip değildi. Bu üsse saldırı için konumlanmış on iki saldırı denizaltısının tamamı kalkanlar ve enerji silahlarıyla, Dipdeşen misilleri ile yüklü yeni nesil Amerikan gemileriydi. Denizaltı tarihinde bir devri kapatan omurga tasarımları ve itiş sistemleri ile su altında uçan jetler gibiydiler. Bir denizaltıdan çok çekiç kafalı bir köpekbalığını andıran bu gemilerin sürati ve çevikliği diğer hiçbir denizaltı ile mukayese kabul etmezdi. Denizaltıların Liquin jeneratörleri ve yüksek kapasiteli güç hücreleri yanında sessiz su jeti iticileri de bu gemilerin hayalet özelliklerine büyük katkı yapıyordu. Peçe adı verilen bir sistem ile elektromanyetik, termal, akıntı etkisi ve görsel olarak görünmezlikleri perçinleniyordu. Burada bunlara hiç gerek yoktu. Şimdiye kadar bu sualtı üssü yakınında hiç düşmanca hareket olmaması, kavgalardan çok uzak olması Kovan’ı minimum savunma inşa etmeye yöneltmişti! Yaklaşma anında görülen bir iki düzine devmüren ünitesinden başka karşı koyma yoktu burada! Denizaltıların kalkanlarına tek bir isabet olmadan bu devasa kovan maden kolonisi parça parça edilmişti. Ne bir nakliyeci ne de tek bir yosun kökü kalmıştı geriye. Birkaç saat sonra bir değerlendirme toplantısında Başkan ve Komutanlar buluşmuştu. “Çok iyi gittiğini söyleyebilirim. Çok az kayıp verdik. Beklediğimin çok çok altındaydı kayıplarımız ve bu çok iyi bir şey. Öte yandan Kovanın kayıpları da tam istediğimiz gibi çok yüksek seviyede. Bütün birincil hedeflerimizi %100 başarı ile vurduk,” diye konuştu General Collins. Sesinde umut vardı artık. “O halde ikinci aşamaya geçmeye hazır mıyız?” diyerek önceden konuşulan tasarıyı sordu Başkan Romano. Bu harekat başarılı olduğu takdirde süratle bir ikinci harekat için hazırlıklar konuşulmuştu. Zayıflatılmış Kovan üzerine zaman kaybetmeden çullanmak istiyordu herkes. Bu düşmanın tüyler ürperten doğası ona karşı herkesi acımasız ve sert yapmıştı. Korktukları şeyden süratle kurtulmak istiyordular. “Temizlik harekatlarına hız verirken arka planda son darbe için büyük bir kuvveti hazırlayacağız. Bu dalgada yer alacak birlikler en sert kavgayı verecekler. En iyi şekilde donatılmaları ve mümkün olduğunca hızlı biçimde eğitilmeleri gerekiyor. Sonra planı uygulamaya koyacağız. O zamana kadar akınlarımız ve casusluk faaliyetlerimiz sürecek.” “Pekala, dedi Başkan Romano, “Bu işi bir an evvel bitirmek istiyorum. Böyle devam edelim Komutan. Adamlarınız ve siz çok iyi iş çıkartıyorsunuz. Dünya halkları askerlerinin kahramanlığını unutmayacak. Buna ben söz veriyorum.” “Teşekkürler Sayın Başkan.” 10 Haziran günü artık operasyon kuvvetleri için hareket emri verilmişti. Görevli bütün kuvvetler görev bölgelerine doğru en yakın üslere kaymaya başlamıştı. Bu arada, Sibirya buzlarının çok altındaki UFOR Ana Bilim Üssü olan, Prag14 yeraltı şehrinde; sonradan alacağı adıyla, Soğuk Ocak’ta, dünyanın en zeki insanları son Grekul teknolojileri üzerinde çalışıyordu. Ellerinde dünya devletlerinin mümkün olan en geniş imkanlarıyla ve tam özgürlükle, aynı anda onlarca yeni proje üzerinde durmadan kafa patlatıyordular. Bu savaş halinin bilim için iyi bir yanı vardı; Kimse bilim adamlarına neyi niçin istediklerini sormuyor ve ne isterlerse anında onlara getiriliyordu. Onlar da bunu karşılığını fazlasıyla veriyordu doğrusu. Son hafta içinde Çinli, Rus, Türk, Amerikalı, Pakistanlı bir gurup bilimadamı uzaya yeni bir yaşam izi sensörü yerleştirilmesini sağlamış ve onun testlerini yapıyordu. Bu testler esnasında dünyayı taramaları çok can sıkıcı bir şeyi ortaya çıkarmıştı. Antartika üssü yakınlarında derin bir yarıklar zinciri vardı. Ve bu yarıkların dibinden güçlü biyolojik sinyaller geliyordu. Sinyaller her geçen saat katlanarak güçleniyordu. Bölge havadan gözetim altındaydı fakat buz tabakası ve kalın okyanus örtüsü ile yarığın dibini görmek bir sorundu. Dünyanın en gelişmiş avcı denizaltısı olan sinsi Kumtuzakçısı süratle o bölgeye hareket halindeydi ve şimdiden neredeyse oraya ulaşmıştı. Kaptan “Uzun” Silver, denizaltılarda ömrünü geçirmiş bir denizciydi. Çok tecrübeli olduğu kadar çok da yetenekliydi. Onca genç aday varken hepsini sollayıp bu geminin kaptanlığını alması da buna işaretti. Kaptan sinsi operasyonlar ve sualtı harbi konusunda bir otoriteydi. Resmen yalanlansa da tarihin en çok denizaltı batıran kaptanıydı. Savaşlarda da yapmamıştı bunu.. Gizli operasyonlar sırasında görevi korumanın bedeli bazen yüksek olabiliyordu. “Dronları ve yunusları hazırlayın. Zincir metoduyla sessiz bir arama istiyorum. Sinyal bölgesinin yakınına gitmeden önce bir ön keşif yapalım. Gemiyi peçeleyin.” “Peçe, aktif! Bütün istasyonlar, Peçe Prosedürü uygulamada.” Kumtuzakçısı görsel ve termal olarak, ve daha pek çok biçimde görünmez haldeydi şu anda. “Dronları ve yunusları gönderin. Bakalım neler varmış burada?” “Kaptan,” diyerek araya girdi Shalir. Shalir bir Greyterran idi. Grekullar, insan ile ilgilenmelerinin nedenini açıklarken dostluktan başka kendi ırklarını gelecekte bekleyen bir tehlikeden de söz açmıştı. Greyterran adı verilen insan ve Grekul DNA’sının melez ürünü olan bu suni ırk, Grekul araştırmasında bir yan etki(!) olarak doğmuştu. Çok fazla ayrıntı yoktu bu konuda ama Greyterranlar, İnsan ve Grekul iletişiminde aracı görevi görüyordu çoğu zaman. İnsanlar kendi DNA’larının böyle bir ırkın yaratımında kullanımından pek memnun değildi. Fakat Grekulların bu ırkı yaratıp ortaya salmasının bütün ırklarını korumak adına yapılan bir araştırmanın yan etkisi olması sesleri alçaltmıştı. Üstelik Grekullar dosttu ve yardımları paha biçilmezdi. Rahatsızlıklarına rağmen durumu kabul etmişti Amerikalılar. Hem zaten düşünecek çok şeyleri vardı ve etrafta dolaşan bu Greyterranlar da hallerinden memnun görünüyordu.. Grekul’dan çok Greyterran vardı şu anda dünya güneş sisteminde ve dünyada. Greyterran ırkının Grekul’unkine benzeyen ama daha zayıf psişik güçleri vardı. Derileri beyaza yakın bir gri tondaydı. Kadın ve erkeklerinin hepsi çok güzel, çok mükemmel fiziklere sahipti. Hepsinin saçları bembeyazdı ve gözbebekleri kristalimsi ışıltılı sarı renkteydi. Tavırları genelde çok tekdüze ve sakin, çok tektip, mekanik; açıkçası işkolik inekler gibi renksiz olsa da aralarında istisnalar da vardı. Bazıları Grekul’dan çok insana benziyordu bu istisna halleriyle. “Sorun mu var Shalir?” diye merakla sordu Kaptan. Kökeni ve görünüşü kaptanın umurunda değildi.. En azında artık umurunda değildi.. Shalir bir dosttu ve bu gemide bulunduğu anlarda hep fayda sağlamıştı. “Yarığın dibindeki yaşam güçlü, Kaptan. Gücü sayısından ziyade niteliğinden geliyor. Grekul bilgi bankasındaki psişik izlerle karşılaştırıldığında burada bir filo olma ihtimali çok yüksek. En azından bir drednot ve destroyer sınıfı çok sayıda ünite olasılığı yüksek.” Kaptan Silver bu sözlere güveniyordu ama elle tutulur bir kanıtı da yanında götürmek istiyordu. “Anlaşıldı. Çok dikkatli olalım. Yunusları geri çağırın. Hayalet dronlar geniş aralıklarla sinsi ve yavaş keşif rotaları alsın.” “Anlaşıldı Kaptan.” Bir saat kadar geçmişti ki ilk görüntüler yarığın dibinden Kumtuzakçısı’na ulaşıyordu. Bu yarığın dibindeki karanlığın içine gizlenmiş devasa kozalar vardı. Devasa Kozalar! Bu kozalar büyük kovan üniteleri için kapalı tersaneler işlevi gören koruyucu inşaat kılıflarıydı ve burada bunlardan elli dört büyük ile beraber pek çok küçük vardı.. “2 Drednot, 14 Destroyer, 38 Korvet, ve yaklaşık 1500 avcı,” diyerek gördüklerini raporladı, Keşif Subayı masasındaki verileri izleyen Shalir. Bu dibe yayılmış kozaların karanlık, ışıksız, sessiz hali çok ürkütücüydü. Derken görüntü açılarından biri karardı, Kumtuzakçısı’nın ekranında. Sonra diğer dronun yayını kesildi. Derken üçüncü drone gitti. Dördüncü gözcünün pozisyonu hala gizliydi. Diğerlerini vuranlar Mürenlerdi.. Atmış metre boyundaki koca yılanların kafalarına yakın yerde iki yüzgeçleri ve kuyruk uçlarına yakın yerde de iki yüzgeçleri daha vardı ve yüzgeçler ışıldıyordu. Ağızlarında plazma alevi dişlerinde parlıyordu. Az sonra çevrede dolaşan otuza yakın müren sakinleşmiş ve durulmuştu. Ama şimdi başka bir hareket başlıyordu. Kozalar yeşil yeşil ışıldıyordu ve şimdi yavaşça hareket ederlerken yer yer koca kabarcıklar tiplerinden su yüzeyine doğru yükselmeye başlamıştı. Kozalar dipteki bağlantılarını koparıyor ve yükseliyordu! Yüzeye çıkıyordular! Prag14 olanları en başından beri izliyordu ve bu gördükleri karşısında herkes şaşkındı. Uydulardan akan görüntüler ilk önce daha küçük olan kozaların yüzeye çıktığını ve parçalanıp içindekileri yüzeye yakın bir derinlikte bıraktıklarını gösteriyordu. Bunlar elektrovatozlardı. Buzu süratle parçalayıp yüzeyi aşağıdan gelenler için hazırlıyordular! Koca bir filo yarım saat sonra Antartika buzlarını kırıp yükselmeye başlamıştı. Yaklaşık iki bin metrede uçan 2 Drednot sınıfı koca kovan gemisinin çevresinde destroyerler ve korvetler ile uçuşan vatozlar vardı. Drednotların boyu yaklaşık 1500 metre idi. Destroyerler 700 metre uzunluktaydı. Korvet ünitelerin boyu yaklaşık 150 metreydi. Çevrelerinde 1500 vatoz geniş bir ağ şeklinde yayılmış onlarla uçuyordu. Bunlar aslında kovanın uzay üniteleri idi fakat görülen o ki şu anda kovan bunların gücünü atmosfer içinde kullanacaktı. Yapılarındaki uyum ve çok yönlülük nedeniyle; Kovan üniteleri, her iklim ve atmosfer şartında, her tip gezegen yüzeyinde en yüksek verimle iş görür yetenekteydi. Bu çok hayran olunası ve çok dehşet verici bir düşmandı. Albay Woo dalgınca, sakince küfretti. General Collins sakince Woo’ya döndü ve başını onayla salladı. Kovan filosunun yönü Sahra’ya dönüktü ve yavaşça havada süzülerek ilerliyordu. Bu hızları ile bir hafta içinde Drednotlar oraya ulaşacaktı. Grekul veri bankasına göre, Antartika üssü yok edildiği için şu anda nispeten zayıf savaş güçleri olan bu üniteler, ellerindeki gücü muhafaza için yavaş hareket ediyordu. Bir kez Sahra’dan ikmal yaptıklarında asıl hareket yeteneklerine kavuşacaktılar. Bir tartışma olmuş ve bu filoyu vurup vurmama konusunda karar vermek güç olmuştu. Ama sonunda saldırmama kararı alınmıştı. General Collins sadece elindekileri değil yakında eline ulaşacakları da hesaplıyordu. Mademki Kovan Sahra’ya ulaşmadan bunları kullanmayacaktı o da bekleyebilirdi. Collins’in de hazırladığı sürprizleri vardı. Bir tek Kraliçe’nin yok edilmesi için gereken ateş gücü ile koca bir drednotun yok edilmesi için gereken ateş gücü mukayese edilmişti. Rapor’dan referanslar alınmıştı. Sonuçta Sahra ile Atlantik arasında böyle bir kavganın, iki taraf için de çok ucu açık bir savaş olacağı hesaplanmıştı. Bu aşamada yenilgi demek çok kritik bir darbe almak demek olacaktı. Zaferde bile alınacak darbenin karşısında koca bir Sahra Kolonisi bekliyor olacaktı. Açıkçası bu cesaret verici değildi. Öte yandan gelecek birkaç hafta, içinde vaatler gizliyordu. Harekat günü 28 Haziran olarak planlanıyordu ve son birliklerin operasyon mevzilerine yerleşmesi henüz bitmemişti. Düşmanın beklemesi ise sona ermişti. Tarih 25 Hazirandı.. Düşman vatozları dalgalar halinde Afrika’nın kuzey sahillerinde konumlanmış büyük UFOR filosuna akıyordu! Kırmızı alarm ile beraber ilk jetler ve bütün mekikler önleme uçuşu için havalanmıştı. Daha ilk raporlar ile beraber Albay Woo da, General de bunu basit bir düşman saldırı olmadığını biliyordu. Bu en büyük ve asıl Kovan saldırısıydı. Kovan başlamıştı. Vatozların hemen ardından Drednotlar Akdeniz’e süratle yol alıyordu. İlk karşılaşıldıklarındaki sürüngen süratlerinden eser yoktu. Gemilerin muharebe hızı kabul edilebilir süratte olsa da seyir süratleri bir jeti yakalıyordu. Birkaç saat içinde bütün Kovan filosu Akdeniz üzerindeydi. Akdeniz’de kopan kıyamet son on dakika içinde doruğa ulaşmıştı. İki taraf da her dakika daha çok kayıp veriyordu ama kayıp verme konusunda UFOR daha kötü durumdaydı. Kalkansız gemilerinin neredeyse tamamı ya savaş dışı kalmış ya da kaybedilmişti. Sualtından gelen saldırılar ilk dakikalarda çok etkili olmuş ve kalkansız gemiler sinsi mürenlerce gafil avlanmıştı. Denizatılar bunlara karşılık verebildiğinde hasarlarını çoktan vermişti bu pislikler. Yüzey gemilerinden atılan füzeler ve uçak gemilerinden kalkan uçaklar yanında Triton bataryaları ciddi bir karşı koyma sergiliyordu fakat bu hala yetersiz kalıyordu. Kısa süre içinde Kovan korvetleri uçak filosuna hatırı sayılır zarar vermişti. Korvetlerin avcı avlayan plazma silahları çok hızlı ve tam bu amaca yönelikti. Bu korvetler kısa süre sonra uçakların ve mekiklerin asıl hedefi konumuna gelmiş. Zayıf kalkanları ve kısıtlı muharebe iyileşme gücü olan korvetler vatozlarla beraber en kolay Kovan hedefleriydi. Yine de bunlar hala zorluydu ve indirilmeleri ciddi bir cephane ve uçak gücü istiyordu. Sürat ve manevra güçleri ile ustalıkla daha güçlü ünitelerin korumasına kaçmaları da işin cabasıydı. Mekikler, destroyerlere karşı etkili görünmelerine rağmen daha bir tek destroyer düşürülememişti. Çok sakatlanmalarına karşın bu uçan gemileri indirmek hiç de kolay değildi. Ve drednotlar ise neredeyse ölümsüzdü. Çok az silah göreceli zayıf kalkanının altına işliyordu ve canlı zırhı ise çok hızlı iyileşiyordu. Drednotların ikisi mekikleri ve kalkanlı gemileri yıpratıp tutuyordu. Savaş hiç iyiye gitmiyordu.. Akdeniz üzerindeki UFOR filosuna yakın hava üslerinden uçaklar desteğe yağıyordu olanca hızları ile.. Semada koca bir kavga cereyan ediyordu. “Albay ne diyorsun?” diye sordu General. Aklında düşünceler birbirini kovalıyordu. Lanet olasıca bir risk almıştılar ve en kötü ihtimal üzerlerine patlamıştı. Filonun yarısına yakını ya yok olmuş ya da bütün savaş gücünü yitirmişti. Kalan yarısı da süratle zayıflıyordu. Buna karşılık düşman gücünde durum buna mukayese ile çok iyi seviyedeydi. Albay tam bir saha adamıydı ve bu özelliği bazen taktik masasında komutanlarının ufkunu genişletiyordu. Albay Woo lafını esirgemeden alev alev konuştu. “Biz kanadık, onu da kanatalım! Deniz birliklerine süratle geri çekilme emri verirken bütün kuvvetlerin mümkün olan en güçlü saldırıları ile Korvetlere yoğunlaşmasını öneriyorum. Bizi izleyecekse zaten kaçamayız, her durumda bakalım ne kadar dayanacak hasar almaya.” Albay’ın düşüncesi General’in aklında bir ışık yakmıştı gerçekten. Düşmanın büyük ikmal hatları kesilmiş ve kaynak üsleri yok edilmişti. Bakalım bu saldırıyı sonuna kadar götürmeye kararlı mıydı, yoksa belli bir derece kayıp verirse çekilmeyi düşünecek miydi? Yıpranmayı ne derece göze alabilecekti? “Yüzer birliklerin tamamına çekilme ateşi emri verin. Socrates’in Kılıcı’na bütün çarpışan birlikler için öncelikli hedef sıralaması verin. Optimum saldırı dizimi istiyorum. Yoğunlaşmış tek ateş. Hedef düşman korvetleri.” Socrates’in Kılıcı, Merkezdeki Ana Hedef Seçim ve Saldırı Koordinasyon Bilgisayarı’nın adıydı. Sistem savaş alanındaki düşman hedefleri tanımlayıp sınıflandırarak kendisine verilen öncelik kriterlerine göre sahadaki birliklere en uygun öncelikli hedefleri paylaştırıyordu. Hızlı bir saldırı planlanması aşamasında destek görevini başarı ile yapan sistemin faydası operasyonlarda çok hissediliyordu. Bir saniye bile önemliydi savaş alanında. Daha ilk birkaç dakika içinde bu tek hedefe yoğunlaşmış ateş ile Kovan Korvetlerinden on tanesi süratle patlatılmıştı ve bir beş tanesi daha ağır yaraları ile Akdeniz’in sularına doğru düşmeye başlamıştı. UFOR gemileri şu anda geri dönmüş olanca hızları ile dağınık guruplar biçimde uzaklaşıyordu. Kovan filosu izlemedeydi hala. Korvetlerin destroyerlere ve drednotlara doğru gerilediğini görebiliyordu Socrates. Kendi mekiklerinin ve gemilerinin neredeyse bütün kalkanlarını yitirdiğini de görüyordu. “Kılıç’a yeni hedef bildirin. Tek bir destroyere yoğunlaşmış ateş. Kalan her şeyleri ile vurmalarını ve destroyerlere vurmalarını emrediyorum.” General bu noktada aklını ve taktisyenliğini değil kalbini ve ruhunu ortaya koyuyordu. Açıkça bir kırılma noktasındaydılar ve bunu değiştirmek için ne gerekiyorsa yapmak zorundaydılar. Savaş Harekat Merkezindeki herkes yeni emirlerin çılgınlığını ve işe yarayıp yaramayacağını düşünüyordu. Çok zor ve cüretkar kararlardı bunlar. Hiç kimse o koltukta oturmayı istemezdi doğrusu. Mekiklerin ve gemilerin plazma atıcıları ilk destroyerin derisini deşerken taze uçakların cephaneleri de destroyerleri vuruyordu. “İspanyol Dansçısı konuşuyor! Bu destroyerlerin tabanının daha yumuşak olduğuna yemin edebilirim! Altlarında, tam merkezdeki şu nokta..” diyerek AVİ aracılığı ile bir bilgiyi karargaha geçiyordu İspanyol filo lideri. Gerçekten de destroyerlerin en zayıf noktası uçucu yuvaları olan hangar güvertesiydi. Burada delinen zırhın içine giren atışlar doğrudan destroyerin özüne vuruyordu. “Kılıç’a veri girişi yapın! Deneyeceğiz!” Böceğin bu noktadaki zırhı çok zayıftı. Yoğunlaşmış bir kıyamet saldırısını en zayıf noktasından yemeye hiçbiri hazır olmayan destroyerlerden ikisi süratle havada ikiye bölünmüş-yarılmıştı! Patlamalarla yanarak ve dağılarak Akdeniz’e düşmeye başlamıştılar ve bir üçüncü süratle aynı yolu izliyordu. Beşinci destroyerin vurulmasını Kovanın taktik değişimine taktik değişikliği ile cevap vermek izlemiş ve üç korvet daha indirilmişti. Kovan drednotlarını öne çıkarmak isterken korvetler kısa süre açığa çıkmış ve Kılıç süratle bu açığı görüp Filoya bildirmişti. Bu noktada savaşın yönü değişmişti! “Kovan çekiliyor! Tekrar ediyorum! Kovan süratle çekiliyor! Başlılığını Sahra’ya çevirdi ve Süratle uzaklaşıyor!” Harekat merkezinde kısa bir sevinç patlaması yaşansa da General’in sesi bunu gerçekten çok büyümeden bitirmişti. Kutlama için çok erkendi ve durumun kutlanacak yanı da yoktu hani. Sadece şimdilik paçayı sıyırmıştılar ve Kraliçelerin de canının yandığını öğrenmiştiler. “Operasyon birlikleri bölgede savunma formasyonu alın! İzleme olmayacak! Formasyona girin ve ikinci emri bekleyin. Bütün birliklerden zayiat ve hasar raporlarını süratle bekliyorum. Kırmızı alarm durumu sürecek. Kovan’ı gözlemleyin. Gittiğinden emin olun. %80 ve daha yüksek savaş gücüne sahip bütün mekikleri en kısa sürede şarj edip yeniden silahlandırın. Havada tutun. Diğerlerinin onarımı her şeyden önceliklidir..” sonra emir subayına döndü ve sadece onun duyacağı sesle konuştu, “..Bana Başkanla acil toplantı ayarlayın, Konsey’le süratle görüşmeliyim.” Bu muharebenin bedeli iki taraf için de ağır olmuştu. Akdeniz filosu Sahra operasyonuna destek verecek çok güçlü bir silahtı ve savaşabilecek gücü %25’i zor bela yakalıyordu. Yarısı yok edilmiş ve bir çeyreği de savaşamayacak-kendi başına hareket bile edemeyecek kadar sakatlanmıştı. Filonun her on uçağından sekizi vurulmuştu ve destek üslerinden akan uçaklar olmasa onların da yok edilmesi işten değildi. Destek uçaklarının bile neredeyse %40’ı düşürülmüştü. Toplam pilot kaybı ölü ve kaybolmuşlarla beraber %80 idi. Dünya filosundaki toplam 55 mekikten geriye 50 mekik kalmıştı. Bir Rus ve iki Çin mekiği yanında bir İsrail ve bir İngiliz mekiği bu savaşta vurulmuş ve düşmüştü. Çin mekiklerinden birisi bir drednota çakılarak onun savaş gücünü oldukça azaltmayı başarmıştı. Sıkı bir hamleyle elveda demişti pilot. Diğer mekiklerin nereyse tamamı kavganın son dakikasında kalkanlarını yitirmiş ama ustaca geri çekilerek bunu çokça gizlemeyi ve kısmen şarj olmayı başarmıştı. Düşman eğer mekiklerin tamamen tükendiğini fark etseydi bugün savaşın sonu çok daha başka olabilirdi.. Kovan’ın hava harekatını kara harekatı izliyordu. Birkaç saat sonra Kovan birlikleri çölde ve çöl kıyısında yerleşmiş UFOR harekat üslerine kara saldırısı ve zayıf hava akınları düzenlemeye başlamıştı. Görülen o ki Kovan da hava gücünde sorunlar yaşıyordu ama üs savunması ve silahları hala çok iyiydi ve kara ordusu da cehennem gibi kalabalık ve de korkutucuydu. “..Buna, bu şartlarda bile onay alabileceğimizi sanmıyorum General,” diye konuştu Romano. Sör Arthur ve Michael yanında Sör Arthur’un davet ettiği yakınlardaki on beş ülke temsilcisi de toplantıdaydı. Asıl Konsey toplantısı öncesi gayri resmi bir ön görüşmeydi bu. Ama bütün siyasetçilerin bildiği bir gerçek varsa o da asıl kararların böyle gayri resmi ve alakasız alanlarda, ayaküstü konuşmalarda bağlanıp, sonra resmi toplantılarda sadece resmiyete döküldüğüydü. Siyaset ince bir oyundu ve sadece sahada değil her nefes alışta oynanırdı. Her hamlenin bir bedeli ve bir sonucu vardı. “Katılıyorum,” diyerek fikrini söyledi Avustralya Savunma Bakanı. “Ülkemiz topraklarındaki düşmana atılan nükleer silahların gerekliliği konusunda gönülsüzce de olsa hemfikirdik. Şartları anlıyorduk. Fakat şimdi Sahra’da da bunları kullanmak konusunda bizim onayımızı alamazsınız,” derken Bakanın yüzü cidden karalıydı ve Sör Arthur’un manevralarının bile etki edemeyeceği zamanlar ve olaylar vardı. “Bedeli pek çok insanın kanıyla ödenecek olsa bile insan ırkının gelecek nesillerini uzun yıllar etkileyecek bu hareketi desteklemeyeceğim. Benim oğullarımdan biri batan gemilerden birindeydi ve büyük ihtimalle onu kaybettim. Kızım da bir pilot ve Akdeniz’deki Malta üssünde görev yapıyor. Sahra operasyonundaki indirme uçaklarından birini kullanıyor. Onları canımdan çok sevsem de torunlarımın ve onların torunlarının geleceğini de düşünmek zorundayım,” diye konuşan adam yürekten konuşuyordu. İngiliz Hükümetinin temsilcisi Lord Sinclair idi. General bunu tahmin ediyordu açıkçası. İlk onayı alabilmesi bile onu şaşırtmıştı. Şimdi sadece elindeki kartları daha iyi netleştirmek istemişti. Görülen o ki ikinci bir nükleer saldırı ihtimali yoktu. Tanrı biliyor ya bu onu da rahatlatmıştı. Bir kez daha dünya üzerinde nükleer silah kullanmayı istemiyordu. Tarihe, dünyayı nükleere boğan manyak asker olarak geçmeyi istemiyordu. Yüksek mevkilere gelen insanların büyük bölümü kendilerini kaçınılmaz biçimde bütün insanlığa ve tarihe karşı sorumlu hissediyordu. “..Sanki hapşırmalarını bile tarih yargılayacaktı..” Bu Sör Arthur’un bir vecizesiydi bu arada.. 29 Haziran günü boyunca Kovan saldırısı kuzeyde, güneyde, doğuda, batıda her yöne yayılıyordu. UFOR Karakol noktaları böcek ana üs topçusundan esen salvolarla dağılıp gerilere çekiliyordu. En güçlü dört üssün dayanabilmesinin tek nedeni reaktörler ve çok sayıda destekleyici güç hücresi ile etkinliği arttırılmış kalkanları olmasıydı. Küçük karakol noktalarının kuvvetleri ilk altı saatin sonunda akan köpekcek, maran ve zıpkıncı dalgaları karşısında gerilemek zorunda kalmıştı. Öcüler tank ve topçu üniteler desteğinde vatozlarla beraber ilerliyordu ve çölde UFOR zırhlı birlikleri ile sıkı savaşa giriyordu. Kovan, yeni oyuncakları ile de gövde gösterisi yapıyordu. Kum balinaları toprakta bile gidebilen bir tür zıpkıncıydı. Balina gibi büyük ve zıpkıncıdan çok daha yavaştı ama sinsice gezen karadaki bir köpekbalığı düşüncesine beden oluyordu. Dehşet vericiydi. Ölümcül bir belaydı. Koşan bir insan hızındaki, spor balıklarından değişmiş intihar bombacısı; patlayan balıklar, dağınık formasyonlu sürüler halinde savaş alanında cirit atıyordu. Çölde kıyamet kopuyordu. İlk on saatin sonunda dört yanda da insan orduları kontrollü biçimde çekiliyordu ama bu görüldüğü kadar kötü bir şey değildi. Birlikler bu sıçramalı savaşta böcekten çok daha başarılıydı. Haftalardır taktisyenlerin dikkatini çeken bu nokta gerçekti. Böcek karada, hareketli savaş anlarında etkinlik kaybediyordu. Karada diş ve pençeyi daha çok tercih eden böcek, hareket halinde bunları daha az kullanabiliyordu. Yine de hala çetin bir savaştı ve iki tarafta da yüksek kayıplar vardı. UFOR hava kuvvetleri şimdilik bu kavgaya karışmıyordu. UFOR hava gücünün bu kavgaya karışmaması Konsey üyesi ülkelerin askeri saflarında kısmen anlaşılıyordu ama siviller anlamıyordu. Siviller askerin uçaklarla desteklenmesi için şimdiden Sör Arthur ve Michael aracılığı ile Romano’yu sıkıştırıyordu. Politikacılar her ortamda muhalefet edecek bir şey buluyordu. Bununla beraber Romano ve yardımcıları şimdilik bu sesleri güzellikle susturup yatıştırabiliyor ve General Collins’e zaman veriyordu. Zaman General’in tek istediği şeydi. Sadece yirmi dört saat daha.. Bütün istediği buydu. Kovan’ın çöldeki ana üssü neredeyse on kilometre çapındaydı ve bir insan metropolünü andıran sıkı ve sistematik bir yapılaşma gösteriyordu. Yüksek ve ince dikit kuleleriyle, geniş ve çok katlı devasa blok yapılanmalarıyla, kubbeler ve piramidimsi yapılarıyla, yüzey ve yer altı üniteleri ile bu ana üs yaşayan bir canavar şehirdi. Yeşil yosundan yükselen canlı gökdelenler, kuleler, garip şekilli koca binalar ve silah platformları ile çok ürkütücüydü. Bu üssü koruyan silah ve üniteler ilk kez görülenlerle birlikte en güçlü ve belalı savunmaydı. Plazma kuleleri topraktan fışkıran uzun ve ince, konik lale başlarını anımsatan şekilleri ile otuz metre uzunluktaydı. Bu silahlar yosun altındaki organlarından gelen plazmayı yörüngeyi ve ayı bile vurabilecek güçte fırlatabiliyor ya da uzun menzilli bir topçu gibi karaya saldırabiliyordu. Yerde yayılmış devasa bir papatyayı andıran büyük misil siloları futbol stadyumu genişliğindeydi. Radar gibi çalışan yapraklarının işaretlediği hedefleri, petek yapılı çiçek merkezinde gömülü, yüzlerce böcek füzesiyle vurabilirdi. İstihbarat böcek ana üssünün çok derinlere kadar işlediğini ve derinlerde devasa depolar ağının bulunduğunu doğruluyordu. Ayrıca bazı bölgelerde yeni devasa kozalara dair yaşam izleri toprağın çok altından bile kendini gösteriyordu. Böcek yüzeyde durmadan yeni öcü ve ağır saldırı üniteleri üretirken yeraltında gemi kozaları ile gemi üretimine hız veriyordu! Hareketin durmayacağı belliydi. Hareket durmuyordu! Hareket süratle ivme kazanıyordu. Harekete geçişinden yirmi dört saat sonra Kovan gemileri de sahneye tekrar çıkarken, saniye saniye üssü izleyen Socrates buna hazır olabileceği kadar hazırdı. Uçaklar ve mekikler havalanmıştı! Kovan hava filosunun yönü batı üssüne dönüktü. Burada geri çekilen büyük bir kara gücü üssün içinde ya da civarındaydı. En büyük guruplaşmayı burada gören Kovan buraya çok süratle yerden ve havadan akıyordu. Üssün Kalkanına ağır silahlar şimdiden çok ağır darbeler indiriyordu ve drednotların ana silahlarının vuruşu bir anda pek çok güç hücresini boşaltıyordu. Bu saldırı çok sertti. Mekiklerin olaya ilk dalışı ile ilk dalga iki yüz uçağın kavgaya girişi aynı anlara rastlamıştı. Uçakların ilk hedefi mekiklerinki ile aynıydı. Yerdeki üssün ana bataryaları da Kılıç tarafından bu uçucuların hedeflerine yönlendirilmişti. Korvetlere yağan saldırı çok ağırdı. Bununla beraber Kovan’ın da sürprizleri vardı. İlk dört Korvet süratle indirilirken drednotların yeni uçucuları hangarlardan sürüler halinde fırlıyordu. Bunlar Kayanyıldızlardı-Kometler. Kometler gelişmiş avcı kuşlardı ve Grekul avcılarının disk dizaynı ile çok benzeşen hem de vatozları andıran hatları vardı. Yeşilli ve grili yüzeyleri kraliçelerin dokusunu hatırlatır izler taşıyordu. Altlarında dalgalanan yeşil ışıktan kısa dokunaçları vardı.. Ve bu kometler uçan katillerdi. İkinci ve üçüncü dalga uçaklar yakın üslerden tam gaz gelmelerine karşılık havadaki ilk dalga uçakların neredeyse tamamı onlar yetişemeden bu kometlere yem olmuştu. Komet teke tekte dünyanın elindeki her avcı uçağından açıkça iki üç kere üstündü. “Bu pislikler havadayken korvetlere vurmaya devam edersek bütün kuşlarımızı kolayca ve süratle yiyecekler! Uçak guruplarının hava savaşı için serbest bırakılmasını talep ediyorum! Bu destek gelene kadar kometleri tutmamıza yardım edecek Efendim! Yoksa hepimizi yicekler!” General hava gurubu komutanlarının hepsini tanıyordu ve bu önerinin tek yol olduğuna inanmıştı. Uçakları bu kadar çabuk kaybetmeyi göze alamazdı! “Uçaklar hedef seçiminde serbest! Mekikler, korvetler size kaldı. Yükünüz ağır. Bastırın.” “Anlaşıldı tamam!” “Anlaşıldı Socrates.” Savaş karada bir cehennem halini almıştı ve kara birliklerine kalkan içinden gelen ateş desteği olmasa buradaki birliklerin silinip atılması işten değildi. Dalgalar halinde gelen kovan saldırısı bitmek bilmiyordu. Yerdeki kalkan artık tükenme noktasına gelmişti ve son dakikalarını yaşıyordu. Drednotlar ve destroyerler tüm güçleri ile üssün kalkanına vuruyordu. Mekikler altı korveti daha indirmişti ve tam bu anda kovan filosu yine süratle çekilmeye başladı! “Efendim Kovan filosu çekiliyor!” “Efendim, Kovan ana üssünden çok sayıda kısa süreli enerji parlaması izi alıyoruz.. Efendim, bunlar plazma dikitleri ve hedefleri Batı Üssü W-47.” “Lanet olsun. Üssün kalkanı ne durumda?” “Bunu kaldırabilirler mi bilmiyorum efendim..” diyen ses bilim subayıydı ve açıkçası çok endişeliydi. Hem de çok. “Plazma roketlerinin tahmini varış süresi 35 saniye.. 30 saniye.. 20 saniye..” W-47 üzerine geleni görüyordu ve yapacak fazla bir şeyi yoktu. General Reid üssün sığınağından civardaki yer birliklerine son emirlerini veriyordu. “Kalkanı kaybettik! Ağır topçu ateşi ile dövüleceğiz! Dağılın! Dağılın! Dağılın!” Hava filosu üssün kalkanını indirmek için buradaydı. Drednotlar üssün güç düzeyini çok dikkatli izlemiş ve artık tükenme noktasında olduğuna kanaat getirince geri çekilip işi topçuya bırakmıştı. Topçu ve kara saldırısı W-47’nin üzerine çöküyordu. W-47’de iki bin personel ve kalkan içinde görevli batarya ve zırhlılarda da bir on bin kişi vardı. Buna diğer karakollardan çekilmiş-sığınmış askerler dahil değildi. Çevrede pozisyon alan birlikler süratle yeni mevzilere konumlanmak üzere çekilirken kalkan içindeki mekanize piyadeler ve araçlar süratle yaklaşan topçu ateşinden kaçma çabasındaydı. Ufukta mızrakların ışıltısı görüldü. Git gide büyüdü süratle yaklaşan mor mızraklar. Öyle güzeldiler ki.. Gökyüzünde ışıktan bir sel gibi, bir yağmur gibi akıyordular.. Işıktan kuyrukları ile zarif ateş böcekleri gibiydiler. Sadece ölümdüler burada. Kalkan sadece ilk on atışı tutabildi sonra durmaksızın devam eden bu ölüm yağmuru ile üs ve elli kilometre çaptaki çemberin içindeki birlikler acımasızca dövüldüler. Hayatta kalanların üzerine topçuları ile koordineli çalışan Kovan yer birlikleri çöktü ve Batı cephesi tamamen kaybedildi. Bu cepheden sağ kurtulanlar mevcut gücün %10’u bile değildi. İki yüz elli bin ölü ve kayıp ilk raporlarda onaylanmıştı. On altı saat sonra Kovan bu defa güneye doğru dönmüştü ve aynı planla hareket ediyordu. Burada bir sürprizi daha vardı böceğin. Korvetler.. Batı cephesindeki son savaştan sonra Kovan filosunda 2 drednot, 8 destroyer ve 6 korvet ünitesi kaldığı hesaplanırken son dört saat içinde 20 koza yarılmış ve 20 korvet ünite bu filoya katılmıştı. Aşağıda hala 5 destroyer kozası ve 1 drednot kozası vardı fakat bunların yaşam izi henüz çok erken safhalarda olduklarını onaylıyordu. Rapor’daki eski bilgiler ve buradaki veriler ışığında bunların filoya katılımı en erken iki hafta içinde olacaktı. Bu veriler ve son durumu değerlendiren General ile Başkan çok asık suratlıydı. Albay Woo öfkeliydi. Michael ve Sir Arthur ise sadece dinlemedeydi. “Nefret ederek söylemek zorundayım ki işler sonunda iyiye gidiyor.” Sör Arthur ve Romano şaşkınlıkla. General’e baktılar. Daha birkaç saat önce cephede çeyrek milyon asker ölmüştü ve şimdi güney üssüne yönelen kara saldırısı yakında burada batıdaki sahneyi bir daha yaşayacaklarını gösteriyordu. Birlikler şimdiden süratle çekiliyordu. Geniş bir alana yayılarak ve öncekinden çok daha küçük guruplar halindeydi bu çekilme. Bu defa uçakların desteği ile Kovan kara ordusu yavaşlatılarak oluyordu bu. Belki de batı cephesi kadar kanlı olmayacaktı savaş ama hala güneydeki üste de kanlı bir kavga bekleniyordu. “Tam olarak ne kast ettiğini öğrenebilir miyim Collins? Benim buradan işler öyle görünmüyor..”diye kederle, sitemle konuştu Elmo Romano. “Önceden söylemek erken bir ümit verecek ve bana çektirdiği gibi size de daha çok azap çektirecekti. Bu yüzden bir iki şeyi askeri kanat ve KGT sınırları içinde tutarak sakladım. Ama şimdi sahneye çıkmalarına az kaldı ve Kovanın bu manevrası bize gereken zamanı sağladı..” diye anlatıyordu Collins. Sör Arthur araya çok nadir patlamalarından biriyle girdi. “Hadi söyle şunu Tanrı Aşkına!” Collins gergince ağzından baklayı çıkardı; “Nuh; Ay üssü, tersanelerinden 10 yeni nesil savaş mekiği bir kaç saat içinde ilk görev uçuşlarına hazır olacak. Şu anda son testleri yapılıyor ve silahları yükleniyor.” “Bu iyi haber!” diye ruhu aydınlanmışça güldü Romano. İşte bu iyi haberdi. İçi içine sığmıyordu ki hemen neşesini söndürdü Arthur.. “Sadece 10 tane mi? Beni yanlış anlama General ama elimizde elli mekik var ve onları atmışa çıkarmak şu son durumda ne kadar fayda sağlar emin değilim.” Sör Arthur sözlerinde haksız sayılmazdı ama gözden kaçırdığı bir nokta vardı.. General de bunu işaret etti. “Şu anda elimizdeki mekiklerin hepsi modifiye edilmiş, kalkanlı ve Tritonlar ile, güçlü füzelerle donatılmış mekikler. En güçlü mekiklerimiz Amerikan mekikleri. Ve bunların sonuncusu; en güçlüleri olan 2 Nisan günü kızağa konmuş bir mekik, öncekiler gibi Kafatutan sınıfı. Bu sözünü ettim 10 yeni mekik ise 4 Mayıs günü kızağa konan yeni nesil mekikler. Yeni nesil ifadesine dikkat çekmek istiyorum. Bunlar Çekirge sınıfı gemiler ve iki sınıfı karşılaştırmak gerekirse bu ilk bisiklet ile günümüz motosikletini karşılaştırmak gibi. Grekul dostlarımız Ay savaşları esnasında taleplerimizi kabul ederek teknoloji transferini hızlandırdılar. Bunun etkilerini önümüzdeki haftalarda göreceğiz,” diye konuştu Collins. “Görsek iyi olur Collins.. Çok iyi olur,” diyerek koca bir yudum viski çekti Arthur. Kovan filosu saldırıya geçtiğinde 2 drednot, 8 destroyer ve 26 korvet vardı bu filoda. Güney üssünün üzerine çöken filo ve kara ordusu yeni bir katliama hazırlanıyordu. Sonra birden 60 mekik bu kıyametin içine dalışa geçti ve işler süratle tersine döndü! Collins yeni nesil mekiklerin gücü konusunda çok haklıydı. Bu 10 mekik tek başına korvetleri çerez gibi yiyordu. Daha ilk birkaç dakika dolmadan 15 korvet yere dökülmüş ya da dökülüyordu. Kovan için söylenebilecek pek çok şey vardı ve onlardan birisi de kritik anlarda çok hızlı kararlar verebildiğiydi. Burada Kovan süratle geri çekiliyordu! Hiç vakit kaybetmeden, olanca hızıyla dönüyor ve arkasına bakmadan kendi üs bölgesinin güvenli hava sahasına doğru kaçıyordu. Mekiklerin takibi birkaç dakika daha sürerken iki korvet daha vurulmuştu fakat sonrasında yerden çok sert bir savunma ateşiyle karşılaşan mekikler takibi bırakmak zorunda kalmıştı. Mekikler Kovan kara ordusunun üzerine kapanmakta hiç vakit kaybetmemişti. 60 mekik olanca güçleriyle bu canavar ordusuna ölüm yağdırıyordu. Füzeler ve roketleri bombalar ve plazma saldırıları izliyordu. Bir gün önce yapılan katliamın intikamı alınıyordu burada. Kovan ordusu hızla geri çekilmeyi denemişti bir noktadan sonra fakat ne mekiklerin, ne uçakların ne de kara kuvvetlerinin takibi bırakmaya niyeti yoktu! Kovan ordusunun bu kolundan geriye dönebilen olmadı. Zafer sarhoşu değildi General. İşlerin iyiye gitmekte olduğuna inanıyordu ama savaş bitmemişti. Öngörüsü kuvvetli bir kişi olan Collins bu savaşın bu kadar çabuk bitmeyeceğinin farkındaydı. Sonraki günler boyunca mekik gurupları durmaksızın ana koloninin çevresinde kalın bir koruma çemberi kurmuş savunma kolonilerine akınlarını durdurmadı. Bu saldırılar yer savunmasından karşılık görse de çok zayıf komet direnişi ilk birkaç akından sonra tamamen ortadan kalkmıştı. Koloninin merkezinde yeni savunma yapıları kozaların içinde gelişiyordu. Böcek savunmasını güçlendiriyordu. Kabuğuna çekilmiş ve dikenlerini çıkarmıştı. Bir hafta süren bu akınların sonunda yeni kara birlikleri batı cephesini yeniden kurmuş ve yeni bir seyyar üs bölgesi oturtulmuştu buraya. Kalkan çalışıyordu ve buradaki topçular diğer üç cephede olduğu gibi en yakın Kovan üslerini durmadan top ateşinde tutuyordu. Kovan bütün bu akınlar ve top ateşi ile kışkırtılmaya çalışılsa da ininden dışarıya çıkmıyordu. General onun zaman kazanmaya çalıştığını düşünüyordu. Elinde geniş bir istihbarat ağından akan yüklü bilgi bulunan general için bu çöldeki kavga artık bitmiş sayılırdı. Kovan umutsuzca bazı girişimlerde(!) bulunmayı bile denemişti. Çok alışılmadık biçimde bir Elçi ünitesi ile gizlice Birleşmiş Milletlere ulaşmış ve Elçi, Başkan ile konuşmuştu. O toplantıda hazır bulunan Collins, Kovan’ın öne sürdüğü iddiaların sadece akıl bulandırmaya yönelik olduğuna inananların aksine bunlarda gerçeklik payı olabileceğini de düşünüyordu. Albay Woo da bu konuda çok rahatsızdı doğrusu. Ve en çok da Albay’ın bundan rahatsız olması General’i rahatsız ediyordu. Albay’ın burnu çok iyi koku alırdı ve onu tanıdığı uzun yıllardan bu yana bir kez olsun yanılmamıştı. Collins bu iddiaların aslı olsun ya da olmasın bazı şeylerin değişmeyeceğini iyi biliyordu. Kovan hala düşmandı ve onları yok etmek istiyordu. Kovan bunu zaten saklamamıştı. İnsanlığın, Kovan gen arşivine dahil olmuş diğer ırklar gibi yok olmasını istiyordu. Tek olmak istiyordu. Ve Collins buna izin vermeyecekti. Kovan’ın ikincil üslerinin büyük bölümü de üstün çabalar ile büyük ölçüde temizlenmişti ve yeni sıçramaya çalışan bütün tohumlar izlenip süratle imha ediliyordu. Gizlenmiş ikmal ve spor kolonileri, küçük kaynak kolonileri hep bıkmadan usanmadan taranıyor, bulunuyor ve yok ediliyordu. Kovan’ın dünya üzerindeki tek büyük üssü Sahra kalmıştı. Burası bitince Kovan genel manada dünyadan silinmiş olacaktı! Bu Kovan’ın yeryüzünde sonu olacaktı. UFOR kara saldırısı yürüyüşe geçmişti artık! Zırhlı piyadeler ve zırhlı araçlar daha geriden gelen, daha zayıf savunmalı destek ateşi birliklerinin önünde kalkan olmuş savaşarak yolu açıyordu. Askerler önlerine gelen üsleri yok ederek sistematik biçimde ilerliyordu. Kara çemberi uçakların, topçuların ve helikopterlerin desteğinde daralıyordu. Bu ilerleme esnasında bazen yerden tuzak biçiminde yükselen beyin kontrol dikitleri ile karşılaşılıyordu. Çevredeki spor bulutlarının yükseltici etkisi ile daha tehlikeli olan bu dikitler yer yer ciddi sorunlar çıkarıyordu. Dikitlerin etkisini kıran jeneratörlere sahip tank ve zırhlara rağmen bazen bir şeyler ters gidiyordu. Birileri çok uzaklaşıyor ya da dikite çok yakın kalıyordu.. İnsanın insana ateş açtığı kısa süreli çatışmalar bazen çok kanlı oluyordu. Dikit yok edilene kadar zihni kontrol edilen askerler silah arkadaşlarına ölüm saçıyordu. Bu sırada kovan merkezinden devasa ölçülerde yoğun spor bulutları koca bir daireyi büyütmeye başlamıştı. Koca bir fırtına bulutu gibi, koca bir şeffaf sarı sis gibi; usulca dans eden sarı bir kar fırtınası gibi yayılan bu spor atmosferi normal solunumu imkansız kılıyor ve bayılttığı insanı birkaç dakika içinde çalınan insana dönüştürüyordu. Eğer yakında bir dikit varsa, bu, birkaç saniyede güçlü bir şokla gerçekleşen bir mutasyon oluyordu.. Yayılan bu “bölge” yüzünden kara ilerleyişi sürati birkaç saat sonra durma noktasına gelmişti ve korunmasız birlikler süratle çekiliyordu! Zıpkıncılar ve kum balinaları da burada sahneye çıkıyordu ve vur kaç saldırıları ile ciddi kayba neden oluyordu. Collins kazanacağını biliyordu ama kimseye kolay olacak diye söz vermemişti. 6 Temmuzda spor bulutları ile duran ilerlemeye rağmen mekik ve uçak saldırıları sürmüştü ve dıştaki savunma üslerine büyük zararlar verilmişti. Artık Kovandan gelen savunma ateşi fark edilir ölçüde zayıflamıştı. Hala çok güçlüydü ama zayıfladığı hissediliyordu. Yeni savunma yığmasına rağmen hızı kayıplarını örtemiyordu. Kovan yeniliyordu. 16 Temmuz günü Amerikan tasarımı F3000’lerden ilk 30 tanesi testleri bitmiş halde ilk muharebe uçuşlarını yapıyordu. Bunlar tek kişilik avcılardı ve uzayda savaşabilen kometlere cevap olarak UFOR saflarındaydı. Grekul avcılarının uçan daire dizaynı ile delta kanat arasında sıkışmış silueti yumuşak hatlara sahipti. Hem uçağa hem uçan daireye benziyordu. Uçmak için kanada ihtiyacı yoktu çünkü anti-yerçekimi motorları ve iticileri vardı. Üçgenimsi kanat-gövdesi silah yükünü ve motorlarını barındıran bir dizayndı sadece. Bir de şık görünüyordu. F3000’lerin ve mekiklerin sortileri hızlanırken, merkeze yaklaştıkça spor bulutunun içinden dalgalar halinde kometler ve böcek füzeleri akmaya başlamıştı. Plazma atışları da durmuyordu. Kara ordusunun desteği çok uzak kaldığı için şu durumda Kovan avantajlı kalıyordu.. Bir iki gün içinde UFOR saldırısı yavaşlamak zorunda kaldı. Kara ordusunun atmosferik savaş kabiliyetlerini geliştirecek yeni bir üniforma-zırh hazırlanana kadar işler yavaşlatılıyordu. Kovan’ın filosuna katılan yeni ünitelerin savaşı nasıl etkileyeceği görüşülürken Collins bunlara karşı hazırlıksız olmadıkları konusunda Romano’ya teminat vermişti. Sahra’yı kuşatmış dört ana üs bölgesi de sadece kalkan değil, silah gücü olarak da bunlarla karşılaşmaya hazırdı. Bu defa Kovan başını çıkardığında ezilecekti. Yeni silah, ağır partikül topu; THOR-3 idi. Işık hızına yakın süratte hızlandırılan atomik partiküllerin bir ışın halinde vuruşu çok güçlüydü. Büyük boyutta bir silah olan ağır partikül topu çok enerji emiyordu ve yavaş şarj oluyordu belki ama genelde ikinci vuruşu yapması gerekmeyecek bir silahtı. Kovan’ın aklından geçeni bilmek mümkün değildi elbette ama Woo’nun tahmini Kovan’ın onları beklediği idi. Böcek dışarıda sopa yiyeceğini biliyordu. Burada işinin bittiğini de biliyordu ve son maçı kendi sahasında oynayarak saha avantajıyla hatırlanacak bir çıkış yapmayı umuyordu. Kovan verebileceği en büyük hasarı vererek ölmeyi planlıyor gibiydi. Yaklaşık bir ay boyunca bu kuşatma sürerken sinirler geriliyor ve hem siviller hem de askerler sabırsızlanıyordu. Sör Arthur ve Romano’nun pozisyonu zayıflıyordu. Michael’ın karizması bile kulislerde etkisini yitiriyordu ki bu en kötü haberdi. Buna rağmen General ve Albay baskılara karşı dik duruyordu. İkisi de Batı cephesinde yaşanan bozgunu iyi hatırlıyordu ve ölen askerleri unutmamıştı. Collins son kozunun hazır olmasını bekliyordu. Ve o bir iki gün içinde hazır olacaktı. 17 Ağustos’ta General Collins bizzat Sahra’ya gitmişti. Kara kuvvetlerinin yeni atmosferik hafif piyade zırhıyla; LIAM-2 ile son üç gündür yaptığı eğitimleri yerinde denetliyordu. Bu yeni zırh NBC koruması ile tam bir atmosfer geçirmezliği ve yüksek balistik koruma sağlıyordu. Bio zırh ya da Ares kadar koruyucu değildi ama çok daha ucuz ve çok daha pratikti. Komando takımları da bu zırhın modifiyeli modelini Ares’ten daha çok seviyordu. Hareketi kısıtlamayan hafif ve dayanıklı yapısı çok etkileyiciydi. Bu zırh zamana ve kullanıma göre yapılacak modifikasyonlar ile uzun yıllar dünya ordularının en temel üniforması olacaktı ve çok hayat kurtaracaktı. General gördüklerinden tatmin olmuştu ve ordulara nihai saldırı için planları açıklıyordu. Sahra’da son tango başlıyordu. Amerikan Başkanının Birleşmiş Milletler toplantısında paylaştığı yaklaşık 3000 gigabaytlık veri bankası içinde Uzay Teknolojileri ve Gemi Tasarımları başlığı altındaki bilgiler inanılmazdı. Rusya Başbakanı o günün akşamı önüne bu dosya konduğunda ilk kez Kovan Savaşlarının ciddiyetini Amerikan Başkanının hissettiği şekilde hissetmişti. Bu bilgileri paylaşma noktasına gelmek demek ölümün nefesini ensende hissetmek demekti. Başka şartlarda paylaşılacak bir şey değildi bu. Amerika bir uzay gemisi tasarımı üzerinde çalışıyordu ve bu tasarımın yanında mekikler bebek gibi kalacaktı. Tasarım 10 Nisan günü Grekullar’dan gelen yeni bilgi akışı ile güncellenmişti ve Ay’ın arka yüzündeki bir robot tersanede inşası son sürat sürüyordu. Bu, Mayıs ayının başındaki durumdu. Ağustos’un 18’inde ilk Dünya uzaygemisi Unity(Birlik), tüm testleri tamamlanmış ve silahlanmış halde savaşa hazırdı. Amerikalılar kim ne derse desin bir şeyi iyi biliyordu. Bir şeylere iyi isim bulmayı. Küresel Güvenlik Konseyi Uzay Komutanlığı emrindeki, Yükselengüneş sınıfı ilk uzay gemisine, dünyanın birleşmesi adına Birlik adını vermişti Amerikan Başkanı. Fiyakalı bir isim diye düşünmüştü General Collins. General, komutasında 650 metre boyunda dünyanın ilk destroyeri bulunan her komutan gibi mutluydu, heyecanlıydı. Kovan’ın kıçına tekmeyi atmak için sabırsızlanıyordu. Unity; R100 manyetik topları, Karabela füzeleri, Ateşfırtınası ve Solex (solarexplotion) bombaları, Zeus-2 plazma atıcıları, LC5 savunma lazer topları ve THOR-6 partikül topları ile donatılmış ilk dünya destroyeriydi. 120 mürettebatı ve 500 kişilik savaş indirme kapasitesi vardı. Atmosfer içinde savaşabilecek kapasitesi olsa da uzaygemisi olması için tasarlanmıştı. Zırhı dünyaya vuran meteordan elde edilen yeni bir metal olan silfel ile kaplıydı. Kalkanlarını, anti-yerçekimi motorlarını ve enerji silahlarını Grekul teknolojisi ürünü Nova çekirdeklerinden elde edilen güç besliyordu. İki koca hangarı şu anda yarım kapasite ile 30 adet F3000 Kaplan’a ev sahipliği yapıyordu. Albay Maria Vasquez, kendisi gibi güzel bir hanım olan gemisinin kaptan koltuğunda otururken heyecanlıydı. Daha önce de savaş gemilerine başarı ile komuta etmişti ve gerek çatışmalarda gerekse eğitimlerde adı hep bütün rakiplerinin üzerinde yazılmıştı. Sicilini ilk okuduğu anda General Collins de bu geminin komutasını ona vermesi için Başkan’a görüş bildirmişti. Maria, ona duyulan güvenden haberdardı ve bunu boşa çıkarmayacaktı. Lakin ilk uzaygemisinin kaptanı olarak bu koltukta oturmak hala baş döndürücüydü! Albay Vasquez önündeki mavi küreyi izlerken az sonra Unity ile gireceği ilk kavgayı düşünüyordu. Testler, simülasyonlar bir yere kadardı.. Sıcak çatışma başkaydı! Gelsindi bakalım. Kovan filosundan geriye kalanlar 3 drednot, 13 destroyer ve 9 korvet üniteydi. Bunlar Ana üssün çevresinde eliptik bir rotada salına salına dönüyordu. Saldırı emri geldiğinde Kılıç’ın gösterdiği hedefine vurmaya çoktan hazırdı Unity! Unity, düşmanın yörüngeye vuruş kabiliyeti olan silahlarını biliyordu ve saldırı izni verilene kadar bu silahların vuruş açısı dışında kalmaya özen göstermişti. Ama şimdi izin verilmişti ve saldırı başlıyordu. Unity’nin motorları çok güçlüydü ve mürettebatı da çok becerikliydi. Gemiye çok kısa süren test süreci içinde süratle hakim olmuştular. Şimdi bunun meyveleri ortaya dökülüyordu. Süratli bir sıçrama ile bir iki saniye içinde önceden planlanan saldırı noktasına oturmuş ve pozisyon alıyordu. Kalkanlar açıktı ve bomba kapakları ile beraber füze silolarının kapakları süratle açılıyordu. Geminin ana silahları olan pruvadaki iki adet Thor-6 partikül topu hedeflerine kilitlenmişti. Mahmuz misali tam önde yerleştirilmiş silahların kapakları açıktı ve şarjları yüklüydü. Kılıç’ın hedef seçimleri doğrultusunda, gemi pruva ateşi için uygun açıyı yakaladığında ateş açtı. Bembeyaz, parlak bir ışık Unity’nin pruvasından şimşek gibi dünyaya çaktı, atmosferi delip drednota ulaştı.. Önce birinci top ilk drednotu vurdu ve onu yarıp geçti. Drednot ikiye bölünüp patladı! Sonra birkaç saniye içinde ikinci top ikinci hedefe ateş etti ve ikinci drednot deşildi-yarılıp patladı! Unity üçüncü drednot için aynı anda saldırıya geçmişti! Thor-6 silahlarının yeni atışlar öncesinde yaklaşık yirmi saniyelik bir şarj süresi vardı ve bu arada R100 manyetik topları ile Zeus-2 plazma atıcıları saldırıyordu. Bu silahların menzili uzayda çok genişti ve etkileri de daha fazlaydı fakat atmosfer içinde etkili menzilleri önemli oranda düşüyordu. Yine de ağır salvonun vuruşu çok sıkıydı. Sancak ve iskele pruvalarda bulunan birer R100 bataryasında dörder atış yolu vardı ve bu fırlatıcılardan atılan 1 metre çapındaki güdümlü top mermileri kıyamet gibi vuruyordu. Geminin sırtındaki 6 bataryadan oluşan Zeus silahları ise yok edici plazma enerjisini kaçışa imkan vermeyen çok yüksek hızlarda yıldırım gibi yağdırıyordu. Drednot yağan yıkım yağmuru karşısında sadece birkaç saniye daha debelendi ve kaçmaya çalıştı ama sonunda sonuyla kucaklaştı. Yaraları onu parçalarken uçuş kabiliyetini kaybetti ve düşmeye başladı.. Unity bu ilk tur saldırıları esnasında rahatça hedef almıştı ama Kovan işleri zorlaştırmaya çalışıyordu. Çok yoğun bir plazma ve böcek füzesi seli uzaya; Unity’e ilerliyordu. Plazma selinin ilk vuruşu kalkanlara bindirmeden çok önce LC5’ler Kovan füzelerine karşı saldırıya geçmişti. Savunma lazerleri bu böcek füzelerinin büyük bölümünü gemiye ulaşamadan imha edebiliyordu. Kalkan dayanıyordu ve silahlar destroyerlere vurmaya başlamıştı. Destroyerler vuruş gücü ve hareket kabiliyeti yüksek gemiler olsa da atmosfer içinde hala çok hantaldılar ve çok daha kolay hedeftiler. Tepeden yağan plazma mızrakları ve güdümlü top mermileri dağılmış destroyerleri bir bir yakalayıp yere indiriyordu.. Kovan filosu döküyordu. Kometlerden sağ kalanlar uzaya çıkmaya çalışıyordu fakat mekikler de burada kavgaya dalmıştı ve hem sayıca çok azalmış kometlere hem de yerdeki plazma dikitlerine amansız bir yaylım ateşi başlatmıştı. Dünya intikam için vuruyordu! Karabela füzeleri uzay savaşı için yapılmış gemi katili füzelerdi. Atmosfer içine vuruş yapma yetenekleri de dikkat çekiciydi ve Korvetler bunu fark etmişti. Karabela füzeleri kaçacak yeri kalmayan korvetlerin üzerine üçer-beşer sürüler halinde dalıyor ve onları parça parça ediyordu! Mekikler artık sadece hava savunma yapılarını hedef alıyordu ve Unity’nin hedefi ise ana silahları ile dövdüğü kolonin merkezi idi; Kraliçenin İni.. Thor ve Zeus silahları Ana Koloniyi acımasızca dövüyor, deşiyor, deliyor, yakıyor, parçalıyordu. Kovan ana üssü bir saatin sonunda artık geriye vuramayacak hale gelmişti. Solex bomba-füzelerini durduracak karşı önlemler ortadan kalktığında bu güçlü silah sahneye çıkmaya hazırdı. Solex füzesi bir nükleer bomba kadar güçlü değildi ve hedefe ulaştırılması daha zordu ama nükleer olmayan bütün bombaların anasıydı. Vurduğu yerde; yaklaşık 2 km çaplı çemberde büyük bir termik şok yaratıyordu ve parçalayıp kavurduğu bölgeye kıyamet salıyordu.. Emsallerinden kat kat güçlü olan bu bombadan 10 tanesi Kovan üssünün dört bir yanına fırlatılıyordu! Güneş Patlaması füzelerinin akkor parlaması beyaz ve sarı alevlere bulanıp her yeri kavurmuştu. Darbelerin şiddeti yeri sallamıştı. Çölde cehennem rüzgarları esmişti bir anda! 10 koca krater yanıyor ve tütüyordu, uzun saatler de yanacak ve günlerce tütecekti.. Ana üssün bulunduğu bölgede parçalanıp yıkılmış-dağılmış devasa enkazlar alev alev yanıyordu.. Kovan üssü darmadağın olmuştu.. Kesin bir yıkımdı bu.. Prag14’ün yaşam detektörleri bu patlama sonrasında, Ana Koloni’de sadece merkezde yaşam kaldığını onaylıyordu. Çevre üslerde ordu ve uçaklar, mekiklerin desteğinde hala Kovana karşı savaşıyordu ama bu sadece kalan küçük üslerin temizlenmesi idi artık.. Geriye sadece derinlerde saklanan Kraliçe kalmıştı.. Zafer sonunda kazanılmış ve 19 Ağustos’ta Birleşmiş Milletler bütün dünyaya resmen ilan etmişti. Dünya yüzü bütün Kovan Üslerinden temizlenmişti. Kalan guruplar amansızca izleniyor ve yok ediliyordu! En kötüsü artık bitmişti! “Buna inanmamı bekleme Collins,” diye tersledi Sör Arthur. “Onların da inanmasını bekleme.” “Masal anlatmıyorum Sör Arthur. Sadece hak edilmiş zaferin ardından insanlara kutlamaları için fırsat veriyorum. Biraz morale ihtiyacımız var.” “Askerler politikayı politikacılara bıraksa iyi olur Collins. Ben de askerliğe soyunabilirim aksi takdirde ve bu yaşımdan sonra çizmek giymek hiç hoşuma gitmez,” diye dayılandı Sör Arthur. Yarı şaka yarı ciddi konuşuyordu. Yapılan askeri açıklamayı heyecana bağlıyordu ama hala hoşuna gitmemişti. Sürprizleri sevmezdi Arthur. İşlerin kontrolünün elinde olmasını severdi. “Anladım Efendim,” diyerek gülümsedi General. “Şimdi Konsey toplantısında ne diyeceğimizi konuşalım. Mars’taki koloniyi az çok biliyorlar ama onun ilk ve en büyük, en belalı koloni olduğunu pek azı biliyor. Bu zaferle kazandık sanıyor çoğu. Bazıları sağlam bir şok yaşayacak,” dedi Arthur. Michael araya girdi; “Sanmıyorum Arthur. Üyelere sürekli bilgi akışı sağlıyordum. Elbette her şeyi bilmiyorlar ama savaşın henüz bitmediğini ve sadece Dünyayı temizlediğimiz için kutlama yaptığımızı biliyorlar. Mars tehlikesinin hepsi farkında.” “Ahh,” dedi Arthur. Michael onu geçen yıllara rağmen hala şaşırtabiliyordu. Bu delikanlı cidden çok iyiydi.. Üyeler geçekten de dünyanın temizlenmesinden memnundu ama Mars’taki en eski koloniden de haberleri vardı. Halka henüz bilgi sızmıyordu ama liderler durumun farkındaydı. Daha bitmemişti. Aslında, daha yeni başlıyordu.. Grekullar.. Grekul soyu ile insanın ilk teması yüzyıllar öncesine gidiyordu. Grekullar ilk temasların yirmi bin yıl önce çok kısa süreli kültürel bir temas olduğunu ifade etmişti. Ondan sonra çok ayrıntı verilmeyen sebeplerden dolayı bu temas kesilmişti. Yeniden temasların başlaması 1940’ların sonuna rastlıyordu. O tarihlerden bu yana da ilişkiler gizliliğe önem verilerek sürüyordu. Grekullar insan bilim kurgusuna ve mitlerine geçen eski şablona uyuyordu. Anlaşılan cidden Roswell olayı olmuştu. Gri tenli, bir metreden az daha uzun, sıska, kara koca gözlü, koca kafalı, koca beyinli, minik ağızlıydılar.. Çok zekiydiler ve ileri teknolojileri bizden çok ileriydi hani.. Ancak son birkaç ay içinde yapılan yoğun transferler ile bir yere kadar- suni bir biçimde- arayı göreceli olarak kapatmıştık. Yine de hala bizden ileriydiler. Grekullar, bizimle neredeyse aynı atmosferi solumalarına karşılık dünya atmosferine karşı koruyucu önlemler alıyordu. Yerçekimi konusunda da çok önemsiz bir farklılık söz konusuydu. Dış etkenlerin uyumluluğuna karşın Grekul bedenleri insan ile temaslarında genelde teknolojilerinden destek alıyordu. Bedenleri insanla ölçüldüğünde fazla hareket kabiliyetine sahip değildi ama buna karşılık beyinlerindeki güç onlara zayıf psişik yetenekler veriyordu. Giydikleri mekanik Sentör kılıfları, dört ayaklı ARES zırhlarıydı basitçe. Baş kısmı camdan koca bir fanusu hatırlatıyordu. Zırhın bir yumurtayı hatırlatan şişman gövde kısmında bir Grekul oturuyordu. Bu zırh genelde omuzlarından dökülen kırmızı renkli cüppe ve pelerin ile sadece fanus kafa kısmını gösterirdi. Beden gizleniyordu ve minik kafası fanus içinde duran, iri yarı bir insan gibi görünüyordu Grekul. Bunları genelde muhafızlar ve bilim adamları giyiyordu. Bu cüppeler üzerinde Grekul sembolünü taşıyordu ve bunun onlar için açıklanmayan derin bir anlamı vardı, sadece insana hoşluk için bürünülen bir kılık değildi bu.. Daha üst düzey-sivil Grekullar ise yine fanus başlıklı ve cüppeli bir görüntüyle etrafta dolaşırdı ama bunlar daha ince yapılı görünürdü. Bunların pelerin ve cüppe ile gizlenen zırhları bedenlerini sıkı bir elbise gibi saran esnek nano-metaldendi ve yerden yaklaşık yarım metre havada süzülen bir metre çapında bir diskin üzerindeydiler. Pelerin-cüppe, bedeni ve diski örtüyordu. Dünyalıların lisanında bunlar sentör ve disk tipi uzaylılardı! Elçi Zytka, dünya ile ilişkilerden sorumluydu ve 1940’lardan bu yana temasları sağlayan diğer Grekullar değişse de o değişmemişti. Bazen yıllarca ortadan kaybolup ikincil diplomatlar ya da sadece Greyterran temsilciler ile temas sağlardı ama son dönemde Grekulların yüzü ve sesi oydu. Dünya yaralarını sarma çabasındaydı. Ama bu hiç kolay olmayacaktı. İnsan yok oluşun eşiğinden dönmüştü. Aslında o eşikteydi hala ama eskisi kadar sallantıda durmuyordu orada.. Meteordan önce 10 milyarı aşmış olan dünya nüfusunun şimdi yaşam sensörleri ve güçlü bilgisayarlar ile yapılan ilk sayımlarında rakam 2 milyar seviyesine bile çıkmıyordu. Meteor yağmuru büyük şehirlerden bazılarını ve çevresindeki yerleşimleri tamamen yok etmişti. Bazı yerler hiç meteor görmezken bazı bölgeler haritadan silinmişti. Yoğun nüfusa sahip ülkeler teknoloji işareti olan enerji kullanımı ile beraber hesaba katıldığında en öncelikli hedefler olarak Kovan saldırı listesinde öncelik almıştı. Kovan zekiydi ve gelişmiş, iyi durumda, enerji kullanan, kalabalık nüfuslu bölgelerin tehdit potansiyelini genelde çok doğru analiz etmişti. Böcek uzaydaki savaşta istediği gibi başarılı olamadığından listesindeki her yere ve istediği ölçüde vuramamıştı ama hala insan nüfusunun beşte dördünü yok etmişti. Meteorla ya da sonrasındaki saldırılarla bunu yapmıştı.. Bu, rakamları değiştirmiyordu. Dünya çok kayıp vermişti. Grekul elçisi Zytka yanında Shalir ve bir muhafızı ile gelirken işte Romano ve dostları bunları konuşuyordu. General Collins az önce yanına gelmiş üç zırhlı subayı ile bir köşedeydi ona ulaşan mesajı süratle okuyordu. Subayların zırhlarından birisi Keşif Donanımı, diğeri Beyin Kalkanı, sonuncusu ise Dron Komuta Modülü ile yüklüydü. Açıkça daha yeni ön cephelerden geldikleri belliydi. Zırhların bütün özellikleri burada bile aktifti ve cepheden sürekli bilgi alıyordular. Michael kapıdan ziyaretçileri bildiren kızıl saçlı afet sekreterin güzel kalçalarına odaklanmıştı ama sonra gelenler içinde Shalir’i görünce sekreter aklından uçup gitti. Genç diplomat Grekulları da, Greyterranları da, psişik güçleri olduğunu da biliyordu. Umursamıyordu doğrusu. Beyni Shalir’in görüntüsü ile dolmuştu bir anda. Michael gülümseyerek bu güzel dişiyi gözleri ile soyuyordu. Onun adını ve hikayesini biliyordu, güzelliğini ve hakkında daha başka pek çok efsaneyi(!) duymuştu ama bu kadarını beklemiyordu. Shalir iki metreye varan boyu ile atletik yapılı Michael ile aynı boyda gibiydi. İnce beli ve uzun-atletik-biçimli bacakları esnek nano-metal zırhının inceliğini kanıtlıyordu. Vücudu çok çarpıcıydı. Ölçülerinin uyumu ve kıvrımlarının yumuşaklığı baştan çıkarıcıydı. Gözleri esir alıyordu. Yüzü ve güzel kıvrımlı gülümseyen dudakları çok güzeldi. Arkada toplanmış ve tepeden beline kadar örülmüş beyaz saçları gümüş gibi parlıyordu. Yüzünün iki yanından dökülen iki ince saç demeti bakışlarının gücünü daha da arttırıyordu. Michael bugünden önce ölmüş olsa idi bu güzelliği görmeden öldüğü için kendini sonsuza dek bağışlamazdı doğrusu. İşte tam da bu son düşüncesi üzerine aklına bir ses yumuşakça fısıldadı. “Teşekkürler, Michael.” Michael hem şaşkın hem de memnundu. Bu durum garip biçimde hoşuna gitmişti. Başkaları duymadan onunla konuşabilmek çok güzel olabilirdi-öyleydi! “Kabalığımı affet, Shalir. Sadece senin hakkında anlatılanlar güzelliğin yanında çok yetersiz kalıyor.” “İnsanlar çok garip bir kültüre sahip. Dış görünüşe zekadan, duygu ve düşüncelerden daha çok önem veriyorsunuz.” Michael’ın cevabı hemen beyninde gülüyordu. “Bunu söylemesi sana kolay, ırkınız fiziksel olarak zaten mükemmel.” “Haklısın. Ama sen de hiç fena değilsin.” “Ah, teşekkürler. Sen duyduğum Greyterran şablonuna pek uymuyorsun. Sizin için renksiz ve soğuk, çok robotsu diyorlar oysa. Yanlış anlama. Saldırganca söylemedim.” “Bizim ırkımız bir melez ve genç kültürümüz genelde Grekullar ile ilişkilerimiz sonucu oluştu. Onların yollarından çok etkilendik. Son elli yıldır insan yanımızı yeni keşfediyoruz. Saldırganca olmadığını biliyorum. Konuşmamız sesli konuşmanın telepatik hali değil Michael. Düşünce okumak farklıdır. Duydukların-duyduklarım akıldan geçen duyguların saf hali.” “İkisi arasında ne fark var ki?” “Birsinin düşünceleri konuştuğu dilin sembolleri ile oluşur. Ama bu semboller her zaman her duyguyu karşılamaz, farklı dillerde düşünmek farklı noktalara çıkar. Faklı dilleri konuşan zihinlerin güçlü duygularını anlayabilirim ama düşüncelerini tam olarak anlamam için onların dilini iyi bilmeliyim ya da görsel sembollere ulaşmalıyım. Bazen duygular karşısında semboller yetersiz kalır ya da semboller ile duygular farklı şeyleri söyler. Burada ise ikimizde aynı duygu düzeyindeyiz. Aynı dili konuşuyoruz.” “Biz o dediğin uyumsuzluğa yalan ve iki yüzlülük de diyoruz. İnsanlar arasında çok yaygın ve sıradan bir hastalıktır. Yine de ırkımızı yiyip bitiriyo; bu ayrı bir konu.. Bu arada, Elçi Zytka bizi duyabiliyor mu?” Shalir’in sesi Michael’a gülümsüyordu. “Hayır, şu anda aklı çok meşgul. Neler düşündüğünü dinlemiyorum ama biliyorum; bizi dinlemiyor. Bu güç sizin bir salonda konuşan kişilerin yanına gitmenize ya da belli bir guruba yoğunlaşıp onların seslerini duymaya çabalamanıza benzer. Birisi beni dinlerse bunu hissediyorum. İçeri ilk girdiğimiz anda bir an için düşüncelerin çok güçlü parladı ve onu şaşırttın ama artık aklı tamamen Kovan ve onu temizlemek üzerine yoğunlaşmış durumda. Düşünceleri zihninden taşıyor. Hem buradaki askerinizin zırhı hala aktif. Bu kalkan onun gücünü çok etkiliyor.” “Seni etkilemiyor mu?” “Sır tutabileceğini biliyorum Michael, benim gücümün sınırlarını sevgili Grekul atalarım bile yeterince isabetli değerlendiremiyor. Aramızda kalsın ama bu zırhlar beni durduramaz, sadece yavaşlatır.” “Vay canına, bu sendeki kabiliyet siyasette çok işime yarardı.” “Sen düşündüğünü söylüyorsun Michael. Bu çoğu zaman karşındakinin de sana aynı şekilde cevap vermesini sağlar. Tecrübelerim bunun karşındakinin düşüncelerini okumaktan çok daha etkili bir yöntem olduğunu gösterdi.” “Bunu aklımda tutacağım. Vay be, bu, konuşmaktan çok daha hızlı. Seslerin bu kadar büyük zaman kaybı olduğuna inanamıyorum.” Shalir sadece gülümsedi. Bütün bu düşünce muhabbeti sadece bir iki saniye içinde yaşanmıştı. Bu çok şaşırtıcıydı. Elçi Zytka’nın aklı cidden de çok doluydu. İnsanlar bir Kovan elçisinin gizlice gelip yalan iddialarla onların kafasını karıştırmaya çalıştığını ama bunun işe yaramadığını, Beyin Kalkanı sayesinde etkilenmediklerini söylemişti. Bugün Zytka’nın aklında bu Kovan’ı süratle yok etme düşüncesi vardı ve bunun için yüksek bedeller ödemeye hazırdı. Kovan, Grekul tasarılarına karşı büyük bir tehdit olagelmişti ve burada dünya ile ilişkilerin bozulmasına şu aşamada tahammülleri yoktu. Grekullar zaten üç cephede savaşıyordu. Yeni bir sorun istemiyordu Grekul Konseyi. İnsan ile süregelen işbirliği şu aşamada çok değerliydi. Görüşmeler başlamadan evvel Collins’in yanındaki askerler diğer kapıya yürüdüler ve General de Elçi’yle selamlaştıktan sonra süratle izin istedi. “Gündemimizle alakalı kritik bir sorun değil. Korkarın şahsi bir gündem ama benim için çok önemli. Bunu aradan çıkarmazsam aklım hep orada kalacak. Birkaç saat içinde dönmüş olurum. Albay Woo kısa sürede benim yerime toplantıya katılacak. Lütfen bağışlayın.” Romano, Collins’in cidden gitmesi gerektiğini anladığından hiç soru sormadan ona izin vermişti. Hem Albay Woo da çok yetili bir subaydı ve burada iş görürdü. Elçi Zytka açıkça Albay Woo adından hoşlanmamıştı. Albay’ın uzaylılardan hiç iyi elektrik almadığı uzun yıllardır herkesin bildiği bir şeydi ve çoğu kişi Grekulları dost olarak sevse de Albay onlara hep soğuk ve mesafeliydi. Zihni onlara karşı dikenler ve güvensizlikle, şüpheyle doluydu. Yaydığı bu düşünceler Grekulların kısıtlı psişik yetenekleri yüzünden rahatsızlık yaratıyordu. Çoğu Grekul onun olduğu ortamlarda mümkün olduğunca az kalırdı. Bu durum insanların da dikkatini çektiğinden Albay ile Grekulların zorunlu olmadıkça karşılaşmamaları sağlanırdı. Grekulların yaptığı hiçbir kötülük yoktu ve çok yardımcıydılar. Fakat Albay onlardan hoşlanmıyordu. Onları ikiyüzlü buluyor ve bunu da yükseklerdekilere söylüyordu. Ama delili olmadığından onu dinleyen pek kimse yoktu. Dinleyenler ya da onun gibi düşünenler, ilişleri baltalamamaları için süratle uyarılıyor hatta daha alakasız görevlere kaydırılıyordu. Albay çok değerli olduğundan gözden çıkarılamıyordu. Yıllardır durum buydu. Elçi yanında yeni bilgiler getirmişti. Uzatmadan süratle konuya girdi. Kovan’ın Mars üssü, güneş sistemine ve diğer Samanyolu sistemlerine hiperuzay yolculuk yetenekli tohumlar saçıyordu. Bunlar basit tohumlar değildi. Bunlar Kraliçe larvası taşıyan yarı gelişmiş mekik-tohumlardı. Gittikleri yerde Mars kolonisinin evrim seviyesinde bir Koloni başlatacak gelişmiş kraliçeler idi kozaların içindekiler.. Bu haber Albay Woo ve diğerlerinin canını çok sıkmıştı. Dinlenmeye vakit yoktu. Süratle karşı hareket başlatmak gerekiyordu. Sör Arthur ve Michael’ın hemen işbaşı yapıp ülkelerin temsilcilerini, daha çok kaynağı yeni UFOR filosunun inşasına kaydırmaları için ülkelerini ikna etmeye ikna etmeleri gerekiyordu. Bu o kadar da zor olmayacaktı ama temsilciler ne kadar iyi ikna edilirse alınacak verim o kadar çok artacaktı. 6. Bölüm (Federasyon) Maria sabah çok erken kalkmıştı. Bunun ne kadar erken olduğunu gösteren yegane işaret ise saatlerdi. Uzayda, dünya yörüngesinde dönerlerken Unity için günün herhangi bir saatinin fiziki olarak diğerinden bir farkı yoktu. Güneş aynı güneş, mavi yerküre aynı mavi, dipsiz kara enginlik aynı karanlıktı.. Gemisinde güne başlamadan önce her gün yaptığı gibi yine sabah sporundaydı. Koca bir bardak protein karışımı ve meyve suyu kokteylinden sonra ısınma jimnastiği yapmış ve 3 kilometre koşmuştu. Barfiks ve mekikten sonra şimdi ter içindeydi ve ikinci bardak kokteylini boğazından aşağı yuvarlıyordu. Maria ellisine merdiven dayamış bir hanıma hiç benzemiyordu. Onu görenler otuz beşinden daha yaşlı olmadığına yemin ederdi. Minyon yapısına, sporcu vücuduna, tatlı mizacına ve bebeksi yüzüne bakıldığında bu kadının yaşından daha genç göstermesi sürpriz değildi. Yine de çoğu kişinin onun iki yetişkin genç hanımın annesi olduğuna inanması çok zordu. Maria cidden çok hoş bir hanımdı ve Tarih profesörü olan kocası da ne kadar şanslı bir adam olduğunun farkındaydı. Geminin komutası Maria’ya verilirken, General iyi düşünmüştü. Bu zor günlerde en iyi performansını sergilemesi beklendiğinden ona daha önce çalıştığı ve çok iyi uyum yakaladığı ekiplerden seçkin bir mürettebat verilmişti. İkinci Kaptanı Reed Sanders ile Birinci Gemi Subayı Katya Kowalski çok iyi yetişmiş subaylar olmanın ötesinde onun ailesi gibi yakın olduğu kişilerdi. Maria için aile çok önemliydi. Duştan çıktığında yatağının başucundaki aile fotoğrafını eline aldı ve farkında olmadan uzun uzun özlemle okşadı. Kocası dünyadaki Prag14 üssünde görevliydi ve kızları ise Ay Üssü Nuh’taki Soğuk Uyku Hücrelerindeydi. Maria her şeye rağmen kendini çok şanslı sayıyordu. En sevdiği insanlar hayattaydı. Bu kıyamet içinde her şeyini kaybeden yüz milyonlarca insanı düşününce Tanrısına daha bir derinden şükretti. Unity, 700 metreye varan boyu ile uzun bir gemiydi. Bir tankerle koca bir savaş gemisinin omurgası arasındaki hatlara sahip gövdesinin genişliği 120, yüksekliği 110 metreydi. Kıç kısmında ve kıçın iki yanındaki podlarda 150’ şer metrelik birer motor bloğu vardı. Gövdenin iki yanında 50 metre yükseklikte, 300 metre uzunlukta, 65 metre genişlikte birer uçuş güvertesi vardı. Gövdesi ve uçuş güverteleri savunma ve saldırı taretleri, füze siloları ile doluydu. Gemide şu anda 60 Kaplan ve 4 Çekirge kuşu vardı. Cephanesi ve personeli hazırdı. Tam güç ile hazırdı. Gemi gövdesinin derinlerinde gömülü sağlam bir sığınak olan komuta odasında son kontroller yapılıyordu. Az sonra Mars görevi başlıyordu. “Son kontroller Binbaşı Sanders,” diyerek harekete geçmek için işaretini verdi Kaptan Vasquez. “Emredersiniz Kaptan. Bütün istasyonlar Sıçrama Prosedürünü başlatın.” “Sıçrama Prosedürü başlatıldı,” diyerek masasındaki istasyon raporlarını gözlemeye başladı Yüzbaşı Kowalski. Sıçrama, ışıktan hızlı; FTL(Faster Than Light), manevrasına verilen isimdi. Sıçrama, hiperuzay tabir edilen ortama bir pencere açarak bu ortamda çok yüksek bir hızla, çok daha kısa bir mesafeyi kat etmek için kullanılan bir terimdi. Normal uzayda yolculuk esnasında, iki nokta arasındaki mesafe bir basketbol topunun üzerindeki bir noktadan diğerine yolculuk idi. Hiperuzay ise bu basketbol topunun içindeki bir tenis topuna inmek ve aynı hedef noktaya çok daha kısa bir mesafeyi aşarak gitmek idi. Bu yolculuk Grekul teknoloji transferi olmadan birkaç yüz yıl boyunca insanın ulaşamayacağı bir gelişim noktasıydı. Bu yolculuk tarzı motor teknolojisinin de ötesinde diğer teknolojilere de ihtiyaç duyuyordu. Bunlardan biri de bu korkunç süratlerde mürettebatın G darbesi ya da süratin savurma etkileriyle, gemi içinde savrularak ezilmesini engelleyen Durgunluk Düzenleyicileri idi. Yapay Yerçekimi yaratan güç alanları da gemi içinde hareket ve çalışma ortamı yönünden son derece kıymetli unsurlardı. “..Mühendislik, hazır. Uzun mesafe tarayıcıları, hazır. İletişim, Hazır. Kılavuzluk, hazır. Durgunluk düzenleyicileri, hazır. Savunma ve Hasar Yönetim İstasyonları, hazır. Piyade gurupları hazır. Silah istasyonları, hazır. Kalkan, hazır. FTL motorları, hazır. Bütün istasyonlar, hazır.” “Hazırız kaptan.” “Hiperuzay sıçraması gerçekleşsin.” “Hiperuzay sıçraması gerçekleşiyor.” Hiperuzayda gerçekleşen bu yolculuk, Mars ile Dünya arasındaki mesafe ve Unity’nin motorlarının hızı birleştiğinde sadece birkaç dakika sürmüştü. Bu bile yavaş bir yolculuk sayılırdı çünkü FTL motorlarını zorlamaya gerek duyulmamıştı. Unity, Mars’ın planlanan yüksek yörüngesinde hiperuzaydan çıktığında hemen harekete geçti. Planlanan şekilde sinsi casus uydular ve sondalar hem yörüngeye hem de gezegen yüzeyine atılırken gemi tarayıcıları da mümkün olduğunca çok alanı gelişmiş gözleri ile tarıyordu. Silahlar ve kalkanlar Grekul istihbaratında tespit edilmiş misil ve uçucu karşılamasına hazırdı. Kovan, Birlik’i karşılamakta gecikmemişti. Gelenler yeşil bir ışıltı ile parıldayan Kovan’ın canlı füzeleri idi. Bunlar çok yüksek süratleri ile kısa sürede üst yörüngeye erişmişti. Birlik’in savunma lazerleri ve karşı önlemleri bu saldırının çok büyük bölümünü karşılıyordu. Kalkana sadece tek tük misil vurabiliyordu. Bir dakika kadar süren bu yağmur birden kesildiğinde bu defa yerden yoğun bir plazma ateşi başladı ve Kometler tarayıcılarda görüldü. Büyük bir komet filosuydu bu. Üç koldan ve üç farklı mesafeden yaklaşan 500 Komet görülüyordu tarayıcı ekranında. “Kaptan ilk keşif raporlarını alıyoruz. Şu ana kadar Avustralya sınıfı 10 üs ve Sahra sınıfı 5 üs tespit ettik.” “Hedefleri seçin. Ateşfırtınası saldırısı için emrimi bekleyin. Önce Kometlerle ilgilenelim. Bombalarımızı yere inmeden vurmalarını istemiyorum. Kirpi mayınlarını Kometler için hazırlayın.” “Mayınlar hazır, Kaptan.” “Kaplanlar emrimle kalkışa hazır olsun.” “Kaplanlar hazır, Kaptan.” Yerden ciddi bir plazma seli üst yörüngeye akıyordu ve Unity’nin Z çizerek yaptığı sıyrılma manevralarına rağmen hala yoğun bir ateş gücü kalkana vuruyordu. Yüksek yörüngede olmak bu saldırıların gücünü biraz kırsa da saldırı durmadan yağıyordu. İlk Kometler üzerine atılan Kirpi mayını nükleer bir silahtı. 200 Komet onlara gelen şeyi gördüyse bile başlarına ne geleceğini belli ki bilmiyordu. Mayın, komet gurubunu menziline alır almaz patladı. Nükleer patlama çok güçlü sayılmazdı ama yeterliydi. İkinci gurup üzerine beklemeden aynı saldırı yola çıktı. İkinci gurup sıyrılmayı denedi ama bunda pek başarılı değildi. Bu komet gurubu da neredeyse tamamen yok edilmişti. Üçüncü gurup artık küçük guruplara dağılmış halde geliyordu. Bu guruplar Unity’nin füzeleri ve lazer topları tarafından ateşle karşılandılar ve 10 dakika sürmeyen bir savaşın sonunda hepsi imha edildi. Unity’nin ana silahı hedefteki bir Kovan üssünü döverken, Ateşfırtınası ve Solex füzeleri de ateşlenmişti. Kovan hazırlıksız değildi. Karşı önlemleri vardı. Ama karşı önlemleri yeterli değildi. Bu füzelerin çoğu durdurulamadı. Patlamalar Mars’ın yüksek yörüngesinden çıplak gözle bile çok açıkça görülecek büyüklükteydi. Buna karşılık çok ciddi bir karşı saldırı Unity’e cevap olarak geldi. 1500 avcı küçük guruplar halinde havalanmıştı ve yanlarında 20’ye yakın Kovan korveti de vardı. Kaptan Vasquez bugün görmesi gerekenleri görmüştü. Gelen son raporlar ile görülenler iç açıcı değildi. Kovan burada fazlasıyla semirmişti.. Tespitler kovanın ciddi bir filo ve gezegenlerarası misil kapasitesi geliştirdiğini göstermişti. Kara savunması da Unity’nin tek başına altından kalkabileceğinden çok daha güçlüydü. Kovan burada gelişimini yeni tamamlamış bir Sistem Kraliçesi’ne sahipti ve bu çok tehlikeli bir eşikti. Birden çok gezegende gelişmiş kraliçeler ile koloni kurup onlara hükmedecek güçte bir kraliçeydi bu. Mars yüzeyinde korkunç bir hastalık gibi, çok inanılmaz boyutta yosun yayılımı ve spor kolonisi gelişimi vardı. Kaynak söküm üsleri ve askeri üretim üsleri de çeşitli boyutlarda ve sayıları yüzlerle ifade edilir haldeydi.. Dünya yeni bir plana ihtiyaç duyuyordu. Kovan gelecekti. Ve sağlam gelecekti.. General Collins’i hiç böyle görmemişti, Woo. Onunla tanıştığı bu uzun yıllar boyunca bu adamı hiç böyle görmemişti ve bunun ilk Mars haberleri gelmeden çok önce başlamış olması da Woo’nun içini daha da endişe ile dolduruyordu. General’in ağzı sımsıkı kapanmıştı. Suspus olmuş ve çok derin düşüncelerde gezer olmuştu.. Woo şimdilik askeri tecrübesiyle; bekle gör taktiği ile bu duruma tavır koyacaktı. Zaten Mars planı büyük ölçüde üzerine yıkılmıştı ve Kurmaylar Heyeti ile çeşitli planları tartışıp işe yarar taktikler ve stratejiler bulmaya çalışmaktan başını kaldıramıyordu. Sivil kanadın da işi başından aşkındı. Dünya, Mars’ı çok çabuk duymuştu. Ama dünya ümitsiz değildi ve savaşçılarının Mars’a başarı ile gerçekleşen ilk seferini duymanın ferahlığı ile hala zafer havasındaydı. Elmo, bütün vaktini elindeki bütün kaynakları askeri sefere yönlendirmek için gece gündüz demeden çalışmaya harcıyordu. Sör Arthur ve Michael de ona yardım için koşturuyor ve bir yandan da işlerin gürültüsüzce yürümesi için bazı yasal düzenlemelerle oynuyordu. Bu yeni UFOR gücü diğer Birleşmiş Milletler harekatlarından çok daha kapsamlıydı ve bürokratik olarak yeni düzenlemeler yapılırken Sör Arthur ve Michael ilginç bir noktaya kayıyordu. Yavaş yavaş kendilerini bir birleşik dünya hükümeti için anayasayı yazar durumda buluyordular adeta. Sör Arthur’un aklında şimdiden tilkiler dönmeye başlamıştı ve Michael o tehlikeli kurnaz gözlerdeki ışıltıyı hayranlıkla izliyordu. Sör Arthur, Micheal’ın örnek aldığı kişiydi. Dünya devletleri yaşanan felaketin boyutlarını ve neleri kurtardıklarını yavaş yavaş daha net biçimde fark etmeye başlıyordu. Üçlünün çabaları meyve veriyordu. Devletlerin imkanları, kaynakları ve insan gücü, akıl gücü süratle bu yeni mücadeleye dönüyordu. Meteor ilk haber alındığında ona Ruth adı verilmişti. Ruth’u karşılmak için yörüngeye güçlü ışın silahları ve füze uyduları yerleştirilmişti. Japonların uzay asansörü ile yörüngeye inanılmaz ölçekte bir ateş gücü yığılmıştı. Uluslararası uzay istasyonu bile silahlandırılmıştı. Mekikler silahlanmış ve meteoru karşılamak için yörüngede yerini almıştı. Yerden yönlendirilecek lazer silahları yanında güneş ışığını toplayıp meteoru sürekli ısıtacak uydu sistemler ve mayınlar ile rotasını değiştirme çabaları bile olmuştu. Ruth bütün bunların hepsini ve Grekul gemilerinden açılan yoğun ateşi yedikten sonra parçalara ayrılmıştı ve o parçalar da o kıyametin içinde ya iyice ufalanmış ya da rotasından sapıp savrulmuştu.. Yörüngedeki Kovan savaşları meteor parçalandıktan sonra da birkaç gün sürmüş ve Çoban yok edilene kadar bir hafta boyunca Kovan tarafından yönlendirilen meteor bombardımanı etkili olmuştu. Çoban yok edildikten sonra yörünge artık serseri minik meteor parçalarının kontrolsüz hakimiyetine kalmıştı. Ne uzay asansörü, ne uzay istasyonu ve ne de tek bir uydu, tek bir silah platformu kalmıştı yörüngede.. Grekul filosu bile ciddi kayıp vermişti. Şimdi Mars gündeme düştüğünde akla ilk gelen şey yine yörüngeye sağlam bir savunma çizgisi çekmekti. Bu konu üzerinde çok süratle çalışmalar başlamıştı. Hazırdaki bazı donanımlar, inşaat halindeki Yükselengüneş gemileri için bekletildikleri stoklardan bu yörünge platformlarına kaydırılmaya başlanmıştı. 1 Eylül’de ilk savunma uydularından üçü yörüngedeki yerlerine oturtuluyordu. Yeni, büyük ve üstün bir uzay istasyonunun planları modüler bir anlayışla süratle tasarlanıyordu. Japonlar yeni bir asansör için hazırlanıyordu. Dünya yüzeyinde yeni robot fabrikalarının inşaatı sürerken bütün stoklar ve madenler savaş için savaş fabrikalarına akıyordu. General Collins, Socrates’teki son toplantıda bir süredir üzerinde çalıştığı ve projelerini hazırlattığı bir planı Başkana sunmuştu ve Başkan ile yardımcıları da onun askeri tecrübesine güvenerek bunu kabul etmişti. Collins’in bu planla bir alakası yoktu aslında. Varlığını bile iki hafta öncesine kadar bilmiyordu. Ay üssü Nuh’tan eski bir dostu; KGT örtülü operasyonlar şefi John Hawk, gizlice onunla görüşme ayarlamış ve ona inanılmaz şeyler anlatmıştı. Bunları duyduktan ve delilleri gördükten sonra Collins’in zaten ağır bir yük altındaki omuzlarına on misli bir yük daha binmişti. Collins basit bir er olmak için neler vermezdi! Sibirya’da ve Japonya’da inşaatı için onay aldığı sözüm ona tersaneler ve fabrikalar, sığınak üsler aslında söylenenden başka bir amaca yönelikti. Bu tesisler Kovan’la Mars’ta ve uzayda savaşmak için nakliye gemileri ve silah üretmeyecekti. Bu tesislerin tek amacı Grekul’a karşı insanlığa bir savaşma şansı verecek olan silahları üretmekti. Nuh’un biraz şans ve biraz da gizemli bir yardım ile edindiği bazı bilgiler Grekul’un insanla olan ilişkisinin derinliğini ve amaçlarını kısmen ortaya çıkarmıştı. Bu gizemli yardım sayesinde Grekul sırlarından bazıları insana gelecek günlerde sarılabileceği yegane umut kırıntılarını vermişti. Yine de Collins’in aklında her şeyin bir sırası vardı. Önce bu ilk bela ile; Kovan ile ilgilenmeliydiler. Sonrası ise sonraydı.. Plan buydu. Mümkün olduğunca uzun süre bu sırrı saklamak. Ama bir sır ne kadar çok kişi tarafından paylaşılırsa ortaya çıkmasına o kadar az kalmış demekti. Bunun farkındaydı Collins. Bu sır şimdiden çok ısınmıştı.. Eylül ayının ilk haftaları boyunca Kovan’ın güneş sistemi içine attığı tohumlar üzerine mekiklerin ve Unity’nin akınları durmak bilmedi. Güneş sisteminde şu son bir hafta içinde inanılmaz bir trafik vardı. Güneş sisteminin dışındaki takipler ise sonuçsuzdu. Kovan, sistem dışına hiperuzay yolculuk kabiliyetli tohumlar atıyordu ve bunlar hiperuzayda Grekul sensörleri ile bile izlenemiyordu. Japonların Ekim ayının ortalarında yeni uzay asansörünün inşaatına başlaması gelecek günler için çok önemli bir gelişmeydi. Bu yeni asansör Uzaylı teknolojileri ile yapılıyordu ve bunun anlamı önceki asansörün kabiliyetlerini çok defa katlayacak kabiliyette, gelişmiş bir asansör olacağıydı. Kovanın ilk yoklama saldırısı tespit edildiğinde bu sadece bir yoklama saldırısı olmanın ötesinde aslında ciddi bir vurucu saldırı idi. Mars’dan havalanmış 2000 adet kocaman, kılıf misil süratle dünyaya yaklaşıyordu. Her biri yaklaşık 35 metre boydaki canlı füzeler, akılsız ağır taşıyıcılardı. Akılsızdılar ama her birinde 500 e yakın mini başlık vardı ve her bir minik katilin küçük bir nükleer bomba kadar etkili tahrip gücü vardı. Bu saldırının bir felaketle sonuçlanmasını engelleyen en önemli etken şüphesiz mayınlardı. Unity’nin Mars keşiflerinden edinilen en büyük tecrübe mayınların uzaydaki kullanımının bu aşamada insana sağlayacağı faydayı görmek olmuştu. Burada bu 2000 kılıfın içinden fırlayan yüz binlerce daha küçük füzenin dünyayı ikinci bir bombardıman ile dümdüz etmesi işten bile değildi. Tehlike daha bu füzelerin ilk casus uydu raporlarında yoğun radyasyon yükü nedeniyle güneş gibi parlaması ile kendini göstermiş ve savunmalar buna göre şekillenmişti. Dalgalar halinde gelen bu kılıfları ve içindeki küçük başlıkları durduran mayın hattı, bilginin en güçlü silah olduğunun kanıtıydı. Kalın mayın hattının akıllıca yönetimi bu füze saldırısına izin vermemişti. Dünya yörüngesinin önlerinde yaşanan bu ışık kıyameti gündüz vaktinde bile dünya gökyüzünde rahatça gözlenmişti. Kovan basit bir böcek güruhu değildi. Kovan devasa bir böcek kolonisi değildi. Kovan, kim ne derse desin, bu evrenin çok eski bir ırkıydı ve kültürünü, ilmini sayısız bin yıllarda damıtarak oluşturmuştu. Savaş makinası olarak etkinliği tesadüften ya da kaba güçten gelmiyordu. Kovan akıllıydı ve öğrenmeye, gelişmeye bütün düşmanlarından daha yatkın bir doğaya sahipti. Kovan, insanı öğreniyordu. Albay Woo bunun farkındaydı. Kovan’a karşı ciddi bir düşmanlık beslese de içinde onun becerilerini takdir de ediyordu. Kovan ciddi bir rakipti. Tarih 14 Kasım’ı gösterirken Kraliçe’nin filosu dünyaya yola çıkmak için artık iyice hazırlanmış ve Mars yörüngesinde formasyona girmeye başlamıştı. Hala sinsi biçimde görevini yapmakta olan iki casus uydu vardı. Diğer dört uydu Kovan tarayıcılarına yakalanmıştı ama bu ikisi hala gizliydi ya da Kovan bu ikisinin hala gizli olduğunun düşünülmesini istiyordu. Collins ve Woo’nun emin olduğu şey bu filonun harekete hazır olduğu ve kendi küçük filolarının daha bir ay kızakta olacağı idi. 1 Mayıs toplantısında Amerika’nın paylaştığı bilgilerden sonra süratle kurulan UFOR yapılanmasında ilk önceliklerden biri robot fabrikalardı. Nano robotların ve robot dronların çalıştığı robot fabrikaların inşası bir dönüm noktasıydı. Bu robotların süratle kurduğu tersaneler, modüler teknoloji ile tasarlanmış Yükselengüneş gemilerinden bir filoyu inşa ediyordu. Haziran ayı ortalarından itibaren dünya yüzeyinde yirmiye yakın tersane, yedi gün-yirmi dört saat çalışan robotlar ile bu gemileri ve parçalarını inşa ediyordu. Kovan bunların tamamlanmasını beklemeyecekti. Grekullar ile yapılan son görüşmelerde Büyükelçi Zytka verdikleri söze sadık olduklarını tekrarlamıştı. Grekullar kendilerinin de ana sistemlerinde başka bir Kovan ile ciddi bir savaş vermekte olmalarına karşın, dostlarına bu zor günde yardım edeceklerini söylüyordu. Küçük bir Grekul vurucu gücü güneş sistemi dışındaki bir noktada gerektiğinde duruma müdahale etmek için bekliyordu. Kovan filosu 14 Kasım gece yarısında; Londra saati ile 15 Kasım’a girildiği anlarda harekete geçti. 30 Drednot, 90 Destroyer, 300 Korvet ve kaba bir hesapla 30 000 komet aynı anda hiperuzaya sıçradı. Hedeflerini tahmin etmek zor değildi. Dünya genelinde kırmızı alarm verilmişti. Halk sığınaklarına geri dönmüştü ama zaten çoğu uzun süredir oradan hiç çıkmamıştı ki.. Dünya yörüngesinde bu ana kadar 200 e yakın savunma platformu mekikler ile taşınmış ve savaş için yüklenmişti. Uzay istasyonunun ilk safhasının inşaatı hala büyük ölçüde bitmemişti ama savaş sistemleri aktifti. Dünya mekiklerinden 60’ı ve Unity yanında Grekul’un bir armağanı olan Bumerang’lardan 1500 tanesi de şu anda yörüngedeydi ve bekliyordu. Bumerang’ın V şekilli tasarımı ve üretildiği fabrikanın inşaatı tamamen Grekul ürünüydü. Sahra operasyonu esnasında dünyaya sağlanan son yardım paketinde yer alan Bumerang, uzayda muharebe için tasarlanmış küçük ama son derece sert vuran bir tek kişilik avcıydı. F3000 kadar güçlü ya da etkili olmasa da, bumerang şeklindeki bu kuş daha ucuz, daha basit ve çok daha süratle üretilebilir nitelikteydi. Uzun yıllar Yükselengüneş filolarında başarı ile hizmet edecekti bu tasarım. Grekul filosu kovan sıçrama istihbaratı ile beraber harekete geçmişti ve birkaç saniye içinde bir güneş sistemi boyunda bir mesafeyi aşarak dünya yörüngesindeki pozisyonunu almıştı. Grekul’un küçük filosunda 3 korvet, 1 Destroyer ve 1 Robot Komuta Gemisi vardı. Bu yaklaşık olarak 700 avcı taşıyan bir vuruş gücüydü. Kuvvetlerin sayısal orantıları incelendiğinde Kovan açıkça çok üstün olmasına rağmen Grekulların hesabında salt sayısal üstünlük küçük bir yer tutuyordu. Grekullar bu Kovan tohumunun gelişim düzeyini ve elindeki malzeme ile yapabileceklerini çok isabetle tahmin etmeye muktedir idi. Grekul veri bankasında Kovan dosyaları çok ama çok ayrıntılıydı ve Unity’nin silahlarının Mars’taki Kovan üniteleri üzerindeki etkisini hesaplayarak, düşmanlarının buradaki gücünü ölçmüştüler. Grekullar bilime tapan ve bilim ile yaşayan bir halk olarak ayakları çoğu zaman yere sağlam basan bir halktı.. Çoğu zaman.. Mümkün olduğunca.. Savaş için kanlı demek çok hafif kalacak.. Tamamı canlı gemiler olan Kovan filosunun hiperuzaydan çıkması ile kıyamet başlamıştı! O günü yaşayanlar o günü asla unutamayacaktı. Sonraki yıllarda çok daha büyük ve çok daha yıkım dolu savaşlar görecek olanlar bile o savaşı hatırladıklarında o anlarda hissettikleri korku ve dehşetin eşsizliğinin hakkını verecekti. İlk kez bu denli büyük güçlerin ölüm için serbest bırakılmasına şahit olan insanoğlu için bugün çok sarsıcıydı. Kovan filosu uzay mayınlarına hedef olmamak için yörüngeye çok yakın bir sıçrama gerçekleştirmişti ve hiperuzaydan çıkar çıkmaz da Drednotlar bombardımana başlamıştı. Drednotlar gezegene bomba kapsüller yağdırıyordu. Bunlar spor bombaları ve kirli kapsüllerdi. Yeni kovan tohumları ve hastalık yayıcılar! DES1 Savunma uydularının öncelik listesi süratle atmosfer şemsiyesi olarak düzenlenmişti. Atmosfere yönelik saldırıların önlenmesi amacıyla lazer topu ve misil uyduları savunma pozisyonu alırken, DES2 uydularının bütün ışın gücü Drednotların üzerine kilitlenmişti. Uzay istasyonunun ilk safhası bile açıkça yarısı inşa edilmiş bir görüntüdeydi. Ama bu önemli değildi. Dünyadaki derin yeraltı güç merkezinden enerjisini link yolu ile alan istasyonun kalkanı bu gücü doğrudan kullanabilen yeni bir teknolojiye sahipti. Silahlarına akan kendi reaktör gücü ise durmadan silahlarını beslemeye yeterliydi. Ateş kusan THOR-7 silahları ve Kovan’ın kristal tabanlı elektrik sistemini yaralayan Ionic-1 silahları istasyonunun en ciddi silahlarıydı. Plazma atıcıları ve lazer topları yanında manyetik toplar da ateşi hiç kesmiyordu. Dünyanın muhafızı ışık saçıyordu! Kovan kometleri büyük sürüler halinde uçuyordu ama daha ilk anlarda bu sürülerin içine dalan Grekul robot avcılarının başlattığı hasat dehşet vericiydi. Robot avcılar kometler için çok çevik ve çok hızlıydı. Kalkanları bir düzine kometin atışını tutabiliyor ve bu esnada o düzineyi rahatça yarıya indiriyordu. Robot Komuta gemisi bütün diğer Grekul gemileri gibi çok amaçlı ve çok işlevliydi. Uzayda hareket halinde yaşayan ve gemileri evleri olan bir kültürdü Grekullar. Bir gemi hem ev, hem laboratuar, hem kale, hem bilimsel üs idi. Gemi tiplerine göre bu özelliklerden biri diğerlerine çok baskın olsa da hepsinde az-çok her şey vardı. Robot Komuta Gemileri, ciddi elektronik savaş ve keşif gücü yanında avcı gücü de barındıran destek gemileri idi. Kaynak üsleri inşa edebilecek robot inşaatçıları ve teknoloji araştırabilecek geniş laboratuarları vardı. Silahları düşmanı diğer gemiler için kolay hedefler haline getirmeye yönelik taktik silahlardı. Drednotlar iyon topları ve nötron topları ile tanıştıklarında bunu çok iyi biliyordu. Grekul Destroyerinin nötron topları Kovan zırhının zırh özelliğini nerdeyse pelte kıvamına getirecek güçteydi. İyon toplarının atışları ise Kovan gemilerinin bütün güç akışını ve güç üretimini bombaya çeviriyordu. Destroyerin lazerleri ve plazma saldırıları korvetleri parçalıyordu. Kovan saldırıları Grekul kalkanlarını zorlayamıyordu bile.. Atışlarını artık hep beraberce Destroyer üzerine odaklamış olan Drednotların birleşik saldırıları Kovan gemisinin onları konik antimadde saldırısı ile vurmasına yardımcı oluyordu. Grekul antimadde saldırısı yakında kümelenmiş bu kalabalık Derdnot gurubunun kısa sürede seyrelmesine yol açıyordu. Antimaddenin doğası çok yüksek bir enerji ile önüne çıkan her şeyi yok etmek yönündeydi ve burada da çok etkiliydi. Kovan destroyerlerini kendine hedef seçmiş Uzay istasyonu; Mavimelek, dünyayı var gücü ile koruyordu. Melek’in ışıktan mızrakları Destroyerleri süratle yakalayıp parçalıyordu. İlk birkaç kurbandan sonra Destroyerlerin ilgisini çeken Mavimelek, ağır saldırıya rağmen dünyadan gelen link sayesinde kalkanını ayakta tutabiliyor ve düşmanına durmadan vuruyor ve vuruyordu.. Korvetler, korvetlere karşı savaşırken sayı üstünlüğüne rağmen Kovan süratle yeniliyordu. Grekul korvetleri çok çevik ve çok daha iyi korumalı olmanın yanında çok daha sert vuruyordu. 3 Korvet bütün Kovan korvetlerini dağıtıyor ve parçalıyordu. Sayı üstünlüğü burada masaldı. Burada teknoloji konuşuyordu. Kovan 1940’lardaydı, Grekul 2000’lerin gemilerine sahipti. Bu savaşın sonucu belliydi. Sadece zaman meselesi idi. Unity özellikle atmosfere yakın duran Drednotların tarafına yönelmişti ve ilk Drednotunu iki THOR atışını izleyen plazma salvoları ile parçalamıştı. Kovan açıkça dünyada üretilmiş filodan daha gelişmiş bir filo üretmişti Mars’ta. Tek atışta biten Drednotlar yoktu burada. Plazma atıcıları sıradaki hedefe kilitlenmiş ölüm yağdırırken manyetik toplar için pruva yön değiştiriyor ve füze dalgaları ikinci, üçüncü, dördüncü drednotlara saçılıyordu.. Unity, sert dönüş manevraları ve süratle konum değiştiren vur-kaç saldırıları ile savaş meydanında kaptanının ustalığını ve zekasını konuşturuyordu. Savunma uyduları arasında bulunan 200 metre boyundaki DES2’lerin üzerinde THOR-5 silahları vardı ve bunlar Unity’nin taşıdığı ana silahlardan daha güçlüydü. Unity’nin silahları atış esnasında mürettebatını radyasyondan korumak için kalkanlara sahipti ama insansız uydu silahlar bu kalkanlara ihtiyaç duymadığı için silahın gücü rahatça arttırılmıştı. Uydular Drednotlara kilitlenmişti ve şarj olur olmaz bir saniye beklemeden hedeflerine durmadan vuruyordu. Drednot bombardımanı dünya üzerine düşmeye başlamıştı. Savunma bu saldırıyı çok büyük ölçüde engellese de aradan hala büyük yıkıma yol açacak kadar kovan kapsülü kaçıyordu. İlk kapsüller atmosfer içinde patlamaya ve tohum-hastalık saçmaya başlamıştı. Kometlerin büyük bölümü artık ortadan kalktığında Robot avcıların saflarında da yarıya yakın kayıp vardı. Bumeranglar da plandaki gibi bu anda ortaya çıktı. 1500 Bumerang ve F3000’ler kometlerin ve destroyerlerin arasına daldığında kavga artık sonlarına geliyordu.. Kovan kırılıyordu. Albay Woo, General’in itirazlarına rağmen Mavimelek’teydi. Çatışmayı gözleri ile görmek ve orada olmak istemişti. Şimdi buradan izliyor ve gözleri ile görüyordu.. Bu manzarayı yaşadığı müddetçe unutmayacaktı. Boyları 1 kilometreyi aşan gemilerin bir vuruşta koca patlamalarla yok oluşunu görüyordu. Binlerce avcının çatapat gibi patlaması gözlerinin önündeydi. Bir düzine koca drednotun var gücü ile vurduğu tek bir geminin onları dağıtmasını görüyordu.. Daha bir yıl önce hayal bile edemeyeceği bir dünya uzay gemisinin bu savaşta kahramanca dünyayı savunmasını, pilotlarının uzayda uçmasını izliyordu.. Albay gördüğü halde buna inanamıyordu.. Albay bu yaşanan savaştan mı yoksa dünyanın geçirdiği değişimden mi daha çok dehşete kapıldığını bilmiyordu ama gözlerini sımsıkı kapadı. Ruhu ve aklı bütün bu olanları şiddetle inkar ediyordu.. Bir saatten az sürmüştü ve sonuç netti. Kovan filosu dünya yörüngesinde yüzen enkaza dönüşmüştü. Savaş bitmişti. Grekulların tek kaybı robot avcılarıydı. Dünya saflarında yegane kayıp Bumerang ve F3000 pilotlarıydı. 256 Bumerang ve 12 F3000 pilotları ile beraber yok edilmişti. Dünya üzerine düşen kirli bombaların etkisi ise daha ilk saat dolmadan hissediliyordu. Birçok bölgede çok süratli bir salgın solunum yolu ile yayılıyordu. Meraklı halkın yakalandığı ve bulaştırdığı bu hastalık birkaç saat içinde ortaya çıkıyor ve insanları çok şiddetli bir bitkinlik-ateş haline sokuyordu. Acılı nöbetler, halüsinasyonlar ve cinnetler tetikleyen bu salgın ilk günde 6 milyon ölüme neden olmuştu. Hastalık Grekul veri tabanında kayıtlıydı ve dünyaya uyarlanan bu haline karşı tedaviyi de yine Grekullar üretmişti. Tedavinin yine solunum yolu ile alınan bir karşı mikrop olması hastaların hava geçirmez sığınaklarda topluca ve süratle tedavisine imkan veriyordu. Buna karşılık hastalığın dünya atmosferinden temizlenmesi daha uzun süreli bir uğraştı. Sadece insana etkili olması tesellilerden biriydi yoksa bu hastalık dünya için tam bir kıyamet olabilecek kapasitedeydi. General ve Albay kadar Başkan Romano da bu fikri taşıyordu. Avrupa Topluluğu üyelerinin ortak katkısı ile üretilen Kaplumbağa sınıfı askeri nakliye gemisi Hercules ve 8 ülkenin robot tersanelerinde ürettiği 8 Yükselengüneş sınıfı geminin hazır olduğu tarih 22 Aralık idi. Ata(Türkiye), Schuman(Avrupa Topluluğu), Dragon(Çin), Excalibur(İngiltere), Redeagle(Rusya), Tiger(Asya İttifakı), Sahara(Afrika Birliği), Phoenix(Amerika) artık atmosferi terk ederek kızkardeşleri Unity’nin yanında yerlerini almıştı. Bu çok kayda değer bir olaydı. Diğer yeni gemiler gibi Unity’nin bire bir kopyasıydı Ata. Ata’nın kaptanı, Sahra operasyonunda gemisine üstün başarı ile komuta etmiş olan Temel Albay idi. Mürettebatı arasında güneşe akşam serinliğinde gitmek ile ilgili şakaların yapılıyor olmasına sesini çıkarmıyorsa bu onun da gizlice güldüğünden ve mürettebatın moraline çok önem verdiğindendi. Yoksa Temel Albay çok sevildiği kadar deli gibi korkulan bir kaptandı; Karadenizli şakalarının ucunu kaçıranları bir yakalarsa çok sıkı haşlaması ile ünlüydü ki adamı sopa yemişten beter ederdi bakışları ile. Temel Albay koltuğundan ekranları ve komuta odasındaki personelini izliyordu. Canı biraz sıkkındı. Kadim dostu Dursun Yarbay, Rusya’daki yeni tersanelerde inşa edilecek gemiler için eğitime gitmişti ve gitmeden helalleşme fırsatları olmamıştı. Kedi köpek gibi kavga etseler de iki dostun arasından su sızmadığını yakınlarındakiler bilirdi. Dostunun gidişi ve gizlilik protokolleri yüzünden görüşememeleri can sıkıcıydı. “Yahu işte bütün dünya birleşmiş böcek avlıyoruz; kimden neyi gizliyoruz ,”diye söylendi. İkinci kaptanı ona dönmüş gülümsüyordu ki yakalanınca hemen gülümsemeyi silip başını diğer tarafa çevirerek uzaklaşma rotasına girdi. Temel Kaptan ağzını açmaya fırsat bulamadan ikinci kaptanı Osman Yüzbaşı hemen bir tatbikat için subaylara emirlerini vermeye başlamıştı.. Temel yüzünü ekşitti. Bu genç çabuk öğreniyordu. Nasıl da kaçmıştı gazabından.. Gülümsedi. İyi bir kaptan daha yetiştirecekti burada. UFOR filosunun Amirali daha önce uçak gemileri ile büyük filoların komutasında sıcak operasyonlar yönetmiş tecrübeli bir isimdi. Amiral Henry Darkwinter. Phoenix’in pruvasındaki seyir salonunun penceresinden uzayı, yıldızları, Ay’ı, mavi küreyi ve zırh camdan yansıyan görüntüde kendini izliyordu. Bu dönemde yaşamış ve olayları ön saflarda gözleri ile görmüş diğerleri gibi o da yaşananlardan çok derinden etkileniyor ve zaman zaman açıkça kendini derin bir boşlukta asılı hissediyordu. Bazen yönünü kaybediyor ve aklını kaybetmekten korkuyordu. Derin düşünceler içinde hem çok şeyi düşünüyor hem de hiçbir şeyi düşünmüyordu. Amiral pek çok çatışmaya ve Meteor öncesi dönemdeki son üç önemli savaşa katılmış, Kovan savaşlarında ön saflarda filo yönetmiş bir askerdi. Amiral şimdi uzayda daha önce oynamadığı bir oyunu oynuyordu. Derin bir nefes aldı ve yavaş yavaş sıkıntı ile verdi. Rus meslektaşı ona strese karşı çok iyi bir ilaç tavsiye etmişti. Şimdi votka zamanıydı. Yüksek dağlarda büyük fırtınalar kopar.. Dünya için önem taşıyan bu dönemde pek çok hayat pek az insanın kabiliyet ve karalarına bağlıydı. İnsan soyunun geleceği bir avuç insanın alacağı kararlar ile belli olacaktı. Tarihte çok az dönemeçte bu kadar az kişinin eline bu kadar büyük bir güç geçmişti. Bu çok kıskanılacak ve çok sakınılacak bir ayrıcalıktı. UFOR filosu asker, araç-gereç ve silah yükü ile operasyona hazırdı. 25 Aralık Mars Operasyonu’nun başlaması planlanan gündü. Gün bugündü. İstihbarat için hayalet özellikler ve güçlü keşif donanımı ile yüklenmiş 3 Çekirge önden gitmiş ve Mars üzerinde tam bir tarama gerçekleştirmişti. Sonuçlar önceki keşiflerden elde edilen bilgileri destekliyordu. Kovan yeraltında yeni bir filo kurmak için çalışıyordu ama şu anda elinde az sayıda komet ve birkaç destroyer ile korvetten başka bir güç yoktu. Kovan ilk saldırıda -Grekul desteği olmasa- insanı yenebilecek güçte bir filo ile gelmişti ama hepsini kaybedince şimdi burada savunmasız ve çaresizdi. Buradaki savaş hala kolay değildi. Kısa da sürmedi. Kovanın son filo kalıntıları on dakika içinde temizlendikten sonra uzun bombardıman başladı. UFOR filosu yörüngeden ışık ve ateş yağdırdı. Beş gün ve beş gece boyunca gemi mürettebatları bombardımanı durdurmamak için dönüşümlü görev yaptılar. Hercules ve robot mekikleri durmadan Mars menzili dışındaki bir noktaya cephane konteynırları taşıdılar. Uzayda süzülen koca bir cephanelik oluşturuldu. Beş gün boyunca Hercules durmadan cephane taşıdı. Beş gün boyunca robot mekikler, dolum için yanaşan Yükselengüneşleri doldurdular ve tekrar tekrar doldurdular.. Beş gün boyunca Yükselengüneşler Mars yüzeyini ve gömülü Kovan inlerini dövdüler.. 1 Ocak günü Mars yüzeyine ilk indirme mekikleri ile ilk askerler indi. Mars’a ayak basan ilk kişi Albay Woo idi. Piyade birlikleri, Ares zırhları giyiyordu ve atmosferik savaş yetenekli yeni komutan zırhlıları; Hanibal takımları, ile destekleniyordu. Mekiklerin ve F3000’lerin de katıldığı bir operasyonla yüzeye inmiştiler şimdi.. Bu birlikler tespit edilen beş büyük Kraliçe inine ilerlemiş ve inler ablukaya alınmıştı. İnlerden gelen karşılık saatler ilerledikçe zayıflamış ve beş Kraliçeden dördü kaçmaya çalışırken havada imha edilmişti. Beşinci Kraliçe ininde kıstırılmış ve kaçış yolu çökertilerek yakalanmıştı. Albay Woo sorgulama taraftarı olmasına karşılık General Collins’in Socrates’ten gelen emri tartışma kabul etmeyen bir tondaydı. “Yok edin. Kovan’ın kökü kazınacak.” Albay itiraz edecek olmuştu ama emir değişmeyecekti. Grekullar bunu duyduklarına memnundu. Albay Woo gezegene yalnız inmemişti. John Hawk da Mars’taydı.. Mars tamamen temizlenmiş değildi. Hala irili ufaklı Kovan üsleri ve maden kolonileri vardı. Ama bunlar çok küçük ve dağınık, yeni sıçramış noktalardı. Kara birliklerinin hava desteği ile son koloni ve koruları temizleyip son Kovan artıklarını Mars yüzeyinden tamamen temizlemesi birkaç hafta alacaktı. Ama işin en büyük bölümü, işin en kirli kısmı bitmişti. Socrates’teki toplantının konusu zafer kutlamaları değildi. Büyükelçi Zytka ve Shalir’in de katıldığı bu toplantıda konuşulanlar hiperuzaydaki tohumların barındırdığı tehlike idi.. Kovan sadece güneş sistemi içine değil Galaksinin dört yanına tohumlar fırlatmıştı. Grekul Robot Gemisi ve Samanyolu’ndaki gözlem uydularının derin uzay tarayıcıları bu tohumları hiperuzaydan çıktıklarında yakalayacaktı ama Samanyolu büyüktü, Kovan sinsiydi, tohumların sayısı çok can sıkıcıydı. Durum çok tehlikeli idi. Bir galakside Kovan varlığı ölümcül salgın bir hastalığa denk bir tehlike idi. Kovan’ın olduğu yerde başka ırklara yaşam şansı verdiği görülmüş şey değildi. Kovan gittiği yerde tek tür kendisi kalana dek yok etmeye ve savaşmaya devam ederdi. Eğer izin verilirse.. Romano kırklarının sonunda etkileyici bir İtalyan erkeğiydi. Geniş omuzları ve uzun boyu yakışıklı yüzüyle ve aklarla gölgelenmiş saçlarla taçlanıyordu. Güzel bir gülüşü, insanı ilk anda etkileyen candan bir gülüşü vardı. Konuşması yalansızdı ve yalanı zaten beceremezdi. Bir İtalyan güzeli olan eşi onu en çok da bu yüzden seçmişti. Romano bir erkek ne kadar olabilirse o kadar dürüsttü. Romano’nun ikiz kızları çok hoş genç hanımlardı. Ve ressam olan oğlu ise ailenin gurur kaynağıydı. Elmo ailesinden güç alıyordu bu zor günlerde. Önce büyük buhranla geçen yıllar ve ardından meteorun gündeme gelmesi ile işlerin daha da karışması iktidarının son döneminde onu ruhsal olarak çok yıpratmıştı. Elmo ne bir ekonomi dahisiydi ne de askeri bir deha. Sosyal bir dahi de değildi. Aslında Elmo hiçbir şeyi düzgün yapamazdı ve evde bir duvara tek bir çivi çakması bile genelde yangın çıkması ya da bir borunun patlaması, elektrik kesilmesi gibi olaylarla faciaya dönüşürdü. Buna rağmen Elmo İtalya’yı iki dönem boyunca başarı ile yönetmiş ve en berbat zamanlarda bile halkından büyük destek görmüştü. Ağzını açtığında insanlar yüreğiyle konuşan samimi bir adamı duyardı ve onun bütün kalbi ile onlara doğruyu ve iyiyi söylediğini bilirdi. Elmo’nun sözleri kadar gözleri de her zaman keskindi ve çoğu kişinin bir hiç gördüğü yerde o hazineleri keşfederdi. Elmo’nun el attığı yerde mutlaka gül biterdi. İşte bu yüzden o bir şey söylediğinde sadece ülkesi değil diğer ülkelerin halkları bile onu can kulağıyla dinler ve ona inanırdı, Elmo bir yere yürüdüğünde takipçisi çok olurdu. Elmo birisine gülümsediğinde o kişi umut ile dolardı... Elmo şu son bir haftadır artan biçimde herkesin suspus olduğunu görebiliyordu. Sihri bile çalışmıyordu.. Sör Arthur denen ihtiyar keçi sessizce ve Elmo sanki ortalarda yokmuş gibi ortalarda fıldır fıldır dönüyordu.. Michael daha uzun sürelerle ortadan kayboluyor ve ya çok sıkıntılı ve yoğun ya da ot çekmiş gibi mutlu biçimde bir gelip bir gidiyordu.. General tamamen kapalı bir kutuya dönmüş ve çok gerekmedikçe görünmez olmuştu. Generali sık görebilenler bile onunla konuşabilmekten çok uzaktı. General sanki başka bir diyarda geziyordu.. Albay Woo bütün gücü ile etrafta koşturuyor ve bütün askeri harekatı, lojistiğinden cephe hareketine ve ülkelerin koordinasyonuna kadar tek başına çeviriyordu.. Albay olmasa Romano çıldırırdı.. Elmo bir şeylerin döndüğünü biliyordu. Arthur ve Michael’ı tanıyordu ve General Collins hakkındaki dosyayı da çok iyi incelemişti. Kısacık tanışıklıklarında General’in büyük bir şeyleri planladığına emin olacak kadar iyi tanımıştı. Romano insanlar konusunda yanılmazdı. Yönetmek insan sanatıydı ve Romano da bir insan sanatçısıydı. Hem de en iyisinden.. Romano büyük ısrarlar ile General’i de getirerek son günlerde düzeni aksamış o Elmo usulü yemekli toplantılardan birini gerçekleştiriyordu. Başkan yemeye bayılırdı. Eşinin ona karşı konulmazca dayattığı sıkı spor programlarının nedeni bu yemeklerdi. Romano tam bir lezzet üstadı idi. Değişen bir şey yok gibiydi.. Herkes hala kendi dünyasındaydı ve nezaket icabı yapılan konuşmalar ise asgarinin de asgarisi seviyedeydi. Romano koca bir kahkaha patlattı! Herkes şaşkınlıkla ona dönmüştü şimdi. Onlar işlerinde usta olabilirdi ama Romano da öyleydi. Romano kahkahalarla gülüyordu bu duruma.. İlk önce çok garipti ama sonra diğerlerinin yüzü de bu adamın temiz ve içten kahkahaları ile adeta bulutları süratle dağılan bir öğle gökyüzü gibi aydınlanıyordu. Dudaklar gülümseme ile kıvrılıyordu. Az sonra hepsi beraberce gülüyordu.. “Manyak herif,” diyerek güldü ve küfretti Sör Arthur. Elmo aynen bir küfürle cevap verdi. Gülüyordu. General ve diğerleri gülümsüyordu. “Son günlerde hepiniz ne kadar çekilmez oldunuz farkında mısınız? Sizin yüzünüzden intiharı bile düşündüm,” diye özellikle abartarak konuştu Elmo. Sözlerinin haklılığına kimse itiraz etmiyordu. “Ülke temsilcileri ve Bakanlar ile Küresel Güvenlik Konseyi Başkanlığı arasında nasıl bir bürokrasi ve belge trafiği aktığı hakkında bir fikrin yok Elmo. Bir ülkeyi yönetmek bir şey, ama ülkelerden oluşan bir Gezegeni yönetmek tam bir felaket. Olmayan kuralları ve yöntemleri yoktan var ediyoruz ve bunu yaparken olağanüstü hal emirleri yetkisini sonuna kadar esnetiyoruz. Ülke liderleri olabildiğince anlayışlı ama bürokratlar ve siyasetçilerin büyük bölümü çılgın arı sürüleri gibi etrafımızda..” diye dert yandı Michael. Gerçekten de Birleşmiş Milletler tecrübesine sahip bu genç adam ve ona yardımcı olan diğer yıllanmış Birleşmiş Milletler görevlileri bile bugün içinde bulunulan bu durumda ağır bir yük altında idi. Bütün ülkelerin bütçeleri, kaynakları, orduları tek bir kişinin emrindeydi. Bu durum Kovan’a karşı başarılar elde edildikçe daha da çok sorun çıkmasına ve geniş bir endişe dalgasının suyu bulandırmasına yol açıyordu. Arthur güçlü bir siyaset adamıydı ve tonton, aksi bir ihtiyardan daha fazlasıydı. Düşmanları onu ölesiye centilmen ama hala acımasızca ölümcül olarak bilirdi. Siyaset yaşamı boyunca hep insancıl ve ne pahasına olursa olsun adaletten, doğrudan, haklıdan yana olmuş bir kişiydi. Bunun acı bedellerini başını dik tutarak ödemiş ve haklı bir şöhret, ağır bir isim sahibi olmuştu. Bugünlerde o isim bütün siyasi manevralardan daha etkiliydi ama bu bile bugün dünyanın içinde bulunduğu eşsiz karmaşa döneminde tek başına hafif kalıyordu. “Michael’a müteşekkirim,” diyerek başladı Arthur. Cidden açıkça ve samimice itiraf ediyordu. “Eğer o olmasaydı çıldırırdım. Ülke liderleri ile görüşmelerim yanında her ülkenin muhalefetinin sesleri ile de uğraşmak için geniş bir yardımcı ağıyla çalışıyorum. Yine de çok yerde şahsen bulunmam gerekiyor. İnsanlar endişeli.. Aslında hükümetler ve siyasetçiler endişeli demek daha doğru. Bir rüzgar var. Bunu hissediyorlar. Ben de hissediyorum. Buhran ve sonra da meteor.. Sonra da bu Kovan savaşları.. Derken uzaylı dostlar.. Evrende yalnız değiliz ve hayatta kalmak için verilen dünya çapında bir savaşta daha önce hiç yaşamadığımız duyguları yaşıyoruz.. Dünya çok süratli bir değişimin içinde.. Bu değişimin rengini göremiyoruz. Bilinmeyenin korkusu özellikle liderleri ve onların yönetim kadrolarını çok karıştırıyor. Çok kararsız-dengesiz bir noktaya kayabilecek bir eşiğe yaklaşıyoruz..” Elmo bu endişeleri paylaşıyordu. Sadece Arthur ve Michael değil bizzat kendisi de her gün bu durumla iç içeydi. “Askeri operasyonların büyük sorumluluğu şu an itibarıyla Albay Woo’da. Bunu biliyorsunuz. Bilmediğiniz arka planda çok daha büyük bir operasyon için benim de hazırlıklarımı yaptığım. Şu aşamada bu olayın detaylarına giremem. Son derece ciddi bir operasyon olacak ve burnumuzun dibine kadar girmiş bir Kovan Elçisi’ni gördükten sonra koruma önlemlerini nasıl arttırdığımızı fark etmişsinizdir. Başka bir sürprizde geçen defaki kadar şanslı olmayabiliriz. Bunu riske atmayacağım. Bunu istemeyin.” General, KGT kökenli bir subaydı ve bu olaya ihtiyatlı yaklaşımı şuanda göze batmıyordu. Askerler öyle rahat edecekse öyle olsundu çünkü Collins’e hepsinin güveni tamdı. Zamanı gelince onlara anlatacaktı.. İçkiler içildi ve daha çok yemek geldi.. Tatlılar, salatalar, kahveler, içkiler.. Arka planda hepsinin sevdiği ya da en azından sorunsuzca dinleyebildiği müzikler akarken konuşmalar daha bir rahatladı ve son günlerde yaşana komik olaylardan ve acayip gelen durumlardan bahsettiler.. Farkında olmadan kendilerini değişimden söz ederken buldular.. Halklar çok değişmişti. Dünya tarihini sonraları bu günlere bakarak inceleyecek olan tarihçiler halkların bu değişime denk bir değişimi dünya tarihinde hiçbir çağda daha önce yaşamadığını söyleyecekti. Kovan Savaşları döneminde teknolojik olarak tam bir kırılma noktasını aşan dünya aslında en büyük kırılma noktasını ruhunda aşmıştı. Albay Woo normalde sıkı bir asker ve yetenekli bir diplomat olsa da diplomasiden hoşlanmayan hareket yanlısı bir lider olarak bilinirdi. Hareketler ile konuşur ve ne istediğini açıkça ifade ederdi. Onunla iletişim çok doğrudan ve çok yanılgısızdı. Cesaret isteyen bir şeydi Albay Woo ile anlaşmak ama bir kez onun dilini öğrenince son derece kolaydı. Albay en sinsi politikacıdan en doğrudan teröriste kadar herkes ile bir dakika içinde aynı dalga boyunu yakalayıp öyle ya da böyle anlaşabilen bir iletişimciydi.. Şimdi içtikleri içkiler hoş sohbet ve güzel yemek onu da rahatlatmış ve yumuşatmıştı. Yorgunluğu üzerinden akarken rahatça konuşabiliyordu içtenlikle.. “..Bir hayal gibiydi,” diye gerçekten dalgınca ve gerçekten sesinde tutkuyla konuşuyordu şimdi Woo.. Sesindeki duyguların gücü ilk anlarda hissedilmişti. Gecenin, içkinin ve ülkenin yönetimi sorumluluğu ile iyice kıvamına gelmiş fırtınalı ruhlar bu dost sese kulak kesiliyordu.. “..Bir hayal gibiydi.. Ne hayaller kurmuştular.. Askerlerim.. Bütün cephelerdeki komutanlar aynı dileği söylüyordu raporlarında.. Hepsi öncede düşman olduğu diğerleri ile omuz omuza savaşmaktan, onlar uğrunda ölmekten nasıl da mutluydu. Bir Arap ile İsraillinin birbirini korumak için canlarını hiçe sayması ne demektir?! Bir Müslüman, Hıristiyan topraklarını savunmak için ölüme severek yürüyor, Beyazlar Afrika’lı sivillere canı pahasına kalkan oluyor..” Sonra sesindeki ton birden acıya büründü ve karanlıkla kapkara karardı.. “..Şimdi.. Şimdi hepsi bitecek mi?.. Bir rüya mıydı? Birleşmiştik. Kardeştik.. Yıldızlardan daha büyük pay almak için hepsine yalan mı diyeceğiz!?” Woo’nun sesi öfke ile parlamış sonra umutsuzca sönüp yine sakinleşmişti.. Az önce içinden parlayan duygu selinin tek izi gözlerinde zor tuttuğu yaşlar olarak kalmıştı.. “Eğer yitmesine izin vermezsek bu kardeşlik bitmeyecek..” diye içtenlikle savundu Elmo.. Bu uğurda ne gerekiyorsa yapmaya bir anda karar vermişti. Şimdi bu sözleri duymak aylardır içinde yaşadığı dünya ve yüreğinden geçenlerle birleşince artık açıkça önünde uzak bir ufuk görebiliyordu.. Orada yeni bir ufuk vardı. Öncekinden çok daha ötede yeni bir ufuk görüyordu artık gözleri.. Ve onun kaybolmasına izin vermeden kardeşlerini oraya taşımaya kararlıydı.. “Yitmesine izin vermeyeceğiz..”diye destekleyen Michael’dı. Bunu açıkça öyle yaramaz bir tonda söylemişti ki sağırlar bile duymuştu. Süratle bütün başlar ona dönmüştü.. Elmo bu ses tonunu biliyordu. Michael bazen çok acayip fikirler yumurtlardı ve bu fikirler hep işe yarardı.. Ne kadar çılgınca ve alışılmadık olursa olsunlar.. “Michael, yine vahiy mi geldi?” diye her zamanki alaycı üslubu ile sordu Elmo. Michael gülümsedi. Yüzü çok ciddi ve çok karalıydı. Ne yaptığını bilen, çok kendinden emin bir duruşu vardı. Yaşlı Kurt’a döndü. İkisi de son haftalarda nereye doğru gittiklerini ve işlerin karşı konulmazca hangi çözüme doğru göz kırptığını biliyordu.. Bir iki kez birbirlerine bunu yüksek sesle söylemeye bile cesaret etmiştiler.. “Sör Arthur, Ekselansları.. Size başyapıtınızı yaratma emrini veriyorum. Adını Dünya Federasyonu koyacaksınız. Çalışmalarınıza derhal gömülmeden evvel size ayrıntıları vereceğim..” Elmo daha ilk anda çarpılmış ve derinden sarsılmış halde koca bir küfür etti.. “Adını Gabriel koymalıymışlar..” (Michael: İngilizce Mikail meleğinin adı ile Gabriel: İngilizce Cebrail meleğinin adı kullanılarak yapılmış bir kelime oyunu diyebiliriz..) Tek bir akşam yemeğinde içkinin etkisi ile başlayan bir hareket değildi bu koşuşturmaca.. Yarı farkında olarak, yarı bir Ütopya’yı kovalayarak ve yarı ihtiyaçlara cevap vermesi için gerekli düzenlemeleri yaparak zaten bu amaç doğrultusunda ciddi bir düşünce birliği sağlanmıştı. Sör Arthur, Michael ve Elmo’nun geniş nüfuzu yanında Rusya ve Amerika da bütün siyasal güçleri ile UFOR Konseyini destekliyordu. Çin de şimdilik hiç zorluk çıkarmıyordu ve dünyanın kalanı da bu akıntıya kendini bırakmış dünyanın diğer yarısı ile aynı yönde gidiyordu.. Dünya aslında şu anda, bu savaş koşullarında zaten Tek Başkanı ve yönetici konseyi olan bir federasyondu. Resmi değildi ve pek çok eksiği vardı ama o gözle bakıldığında 1 Mayıs gününden bugüne kadar yapılanlar ve düzenlemeler ile alınan yol, gidilen istikamet belli oluyordu.. Yine de bu açıkça düşünüldüğünde hala akılları durduran bir düşünceydi ve Sör Arthur’un hızlı mekik diplomasisinde karşısındakilerin ilk tepkileri de bu yöndeydi.. Bu inanılmazdı.. Ama bu dönemde insanlar öyle şeyler görmüştü ki inanmaları daha kolay oluyordu.. Yine de bu hala çok inanılmazdı.. Sör Arthur hiç bu kadar hızlı mekik diplomasisi yapmamıştı. Elmo ve Michael bu hareketi güçleri yettiğince destekleyecek ve kendi paylarına düşeni yapacaktı. General olası bir tersliğe karşı istihbarat birimlerinin kırmızı alarm durumlarını derinleştirmişti ve acil önlemler paketi hazırlamıştı.. Ama işin aslan payı Sör Arthur’un omuzlarındaydı. Mekiklerin süper hızları mekik diplomasisine büyük fayda sağlıyor ve Arthur hop orada hop burada yakın ilişki içinde olduğu devlet adamları ile görüşüyordu. Arthur’un özellikle Güney Amerika, Asya, Afrika ülkeleri gibi 3. Dünya ülkelerinde çok güvenilir dostları vardı. Bu dostların büyük bölümünü bugün artık dünya siyasetinde önceden olduklarından çok daha güçlüydü çünkü siyaset oyununun kuralları 1 Nisan’da Meteor Yağmuru’ndan ve 1 Mayıs’taki Bilgi Paylaşımı’ndan bu yana çok değişmişti. Özellikle bu 1 Mayıs etkisi çok eşsizdi. Sör Arthur pek çok görüşmede yine pek çok söz vermiş ve pek çok teminat saçmıştı, bir dolu vaatte bulunmuştu.. Bazı vaatlerine kendisi bile inanamıyordu ama geleceğin ucu öyle açıktı ki karşısındakini buna inandırabilmesi onu dehşete düşürmüştü.. Gerçekten her bir görüşmede kendi ufku da genişleyerek aklında yeni rotaların çizilmesine, yeni tasarıların doğmasına yol açıyordu. Her görüşmede bir öncekinden daha güçlü ve daha hızlı bir biçimde daha sağlam bir destek buluyordu.. Arthur’un yüzü gülüyordu.. Dostlarını ortak amaçlarına ikna ettikçe içinde güveni büyüyor ve sabırsızlanıyordu. En kısa sürede bitirici vuruşu yapmalıydılar. Bu öyle bir hareketti ki bir kez olgunlaştığında artık onu elde tutmanın imkanı yoktu, elde patlamadan hak ettiği yere konmalıydı.. Elmo Maurizio Romano, UFOR Meclisi’ni toplantıya çağırdığında kulislerde kimi yerde bir suskunluk, kimi yerde gizli fısıldaşmalar vardı.. Ortada kaynayan bir kazan vardı ve bu kazan içinde de yanlış duyumlar kadar gerçek duyumların da kokuları da dönüyordu.. Heyetlerin gerginliği havada neredeyse fiziksel bir elektrik yükü yaratacak kadar somuttu.. Elmo ve Sör Arthur bombayı Michael’ın patlatması konusunda anlaşmıştı. Elmo halklara çok etkiliydi.. Sör Arthur ise kapalı kapılar ardında oynanan oyunlarda ustaydı.. Michael ise tam bir kitle katliamcısıydı. Bu genç adam kitleleri acımasızca esir alan ve onları mahfeden bir büyüye sahipti. Başka birisi onunla aynı sözleri söylese etkisi sıfır olurdu ama Michael konuştuğunda akan sular duruyordu. Kişileri tek tek etkilemesi o kadar güçlü değildi belki ama bir kitleye konuştuğunda fareli köyün kavalcısı gibi o topluluğu büyüleyip peşinde dolan evcil bir köpek yavrusuna çeviri verirdi. Michael kürsüye çıkarken bütün salon yine o bildik Michael nutuklarından birine hazırlanıyordu ama aslında hiçbir hazırlıkları olmadığını çoğu biliyordu. Burada bugün kıvrak bir oyun oynanıyordu. Metin çok önceden yazılmıştı ve aktörler rollerini biliyordu. Şimdi gösteri başlıyordu. Michael her zamanki gibi başladı. Son derce kendinden emin ama aynı zamanda ağır başlı ve son derece nazik.. Bu insanların hepsine, hoşlanmadıklarına bile cidden saygı duyuyordu. Bu kişiler şu ya da bu şekilde geldikleri mevkide halklarının temsilcileri idi Michael’ın gözünde.. Ve bu liderlikleri onlara karşı saygı göstermesi için tek başına bile yeterli bir sebepti. “Hanımlar ve Beyler. Bugün ilk sözü almamın nedenini konuşmam ilerledikçe anlayacaksınız. Şimdi sözlerime geçmişten başlamama izin verin lütfen..” diyerek başladı Michael. Kulislerde dönen hava ve yapılan spekülasyonlar, yalan-yanlış-gerçek kırınıtısı bütün söylentilerin de fısıldayan ezgisi ile havada gizemli bir ezgi dönüyordu.. Michael büyüleyici şarkısına başladığında Birleşmiş Milletler salonundaki temsilciler bir kez daha bu genç adamın sihrine kapılıp sessizce onu dinlemekten kendini alamıyordu. “İçimizdeki en kötü ile karşılaştık. Onu en çirkin hali ile gördük. İçimizdeki canavarı hiç bu kadar çıplak ve hiç bu kadar korkunç görmemiştik. Birbirimizle gırtlak gırtlağa geldik.. Hayatta kalmak için birbirimizi çiğneyerek ve öldürerek Meteor’dan; kıyametten kaçmayı denedik. Sadece ülkelerin birbirine diş bilemesi olsa neyse ama ülkelerin kendi halklarının komşularını, akrabalarını, arkadaşlarını boğazlamasını gördük..” Sesi çok hipnotize ediciydi. Yükseliyor, alçalıyor ve zihinleri bağlıyordu.. Sözleri insanların içindeki hatıraları derinlerden yukarılara çekiyordu. Unutulmak istenen pek çok acı hatıra şimdi üyelerin yüzlerinde ve bakışlarında hissediliyordu.. “Kıyamet ile buluştuğumuzda ise gördük ki kaçış mümkün değil.. Hiçbirimiz bu kıyametin gazabından azat değiliz. Ama gördük ki kıyamet aslında kıyamet olmayabilir.. Eğer birlik olur ve güçlerimizi birleştirirsek.. El ele verirsek..” derken ellerini pençe gibi sımsıkı sıkarak bir boğma hareketi yaparken devam etti.. “..bu kıyameti boğabiliriz. Hayatta kalabiliriz. Beraberce savaşırsak düşmanı yenebiliriz..İnsanlığın düşmanını yenebiliriz. Ama sadece insanlığın bütün uzuvları ile savaşırsak insanlığın düşmanını yenebiliriz.” Burada biraz durakladı ve yarattığı büyüyü daha önce hiç yapmadığı biçimde bilinçli olarak bozdu. Ritmini bozdu ve salonu kasıtlı olarak uyandırdı. “Hanımlar ve Beyler.. Rüya gibiydi.. Ütopik bir dönemdi.. Birlik olduk ve düşmanımıza karşı tek vücut halinde durduk.. “Ütopik, rüya gibi bir anı olarak kaybolacak bu birlik.., ..eğer ona sıkı sıkıya sarılmaz isek..” “Şimdiden koridorlarda Ay’ın hatta Güneş sistemi ve yakın sistemlerin ülkelerce paylaşıldığını, çok uluslu dev şirketlerin gözlerinin açgözlülük ile yandığını görüyorum..” “Sakın ola..” diyerek çok yavaşça ve yeniden o hipnotik ses tonuna döndü Michael. Yeniden büyüsünü örüyordu.. Gözleri adeta bütün üyeleri esir alıyordu. “..kıyameti yendiğimiz yanılgısına düşmeyin. Düşmanımızla kucaklaştık ve onu yere çaldık. Kıçına bir tekme attık ama daha bitmedi. Şimdilik birliğin gücü ile onu yendik. Açgözlülükten, kibirden, bencillikten, düşmanlıktan uzak bir ruh ile birbirimize sarıldık. Omuz omuza, sırt sırta bir kavga verdik. Bunu sakın unutmayın. Birleşik gücümüzdü düşmanı yenen.. Ne Amerika, ne Çin, ne Rusya, ve ne de Avrupa Birliği ya da diğer ülkeler ama sadece ve sadece Birleşmiş Milletler Küresel Savunma Konseyi idi bu düşmanı yenen. Yani Hepimizdik! Hep beraberce.” Bu sözleri kendine azımsanmayacak bir taraftar kitlesi bulmuş gibiydi ve salonda bir dalga dolaşıyordu.. Sonra sopayı gösterdi Michael.. “1 Nisan’dan önceki Süper Güçlerin hiçbiri artık Süper Güç değil, Hanımlar ve Beyler. Ve 3. Dünya ülkelerinin hiçbiri de artık 3.Dünya ülkesi değil..” Bu noktada doğrudan Robert Wayne’e dönerek cidden, samimice teşekkür etti Michael.. “..Teşekkürler Sayın Başkan. Çok Teşekkürler.” Amerikan Başkanı bugün bir şeyler olacağı konusunda Sör Arthur tarafından uygun bir dille uyarılmıştı ama Arthur ona çok fazla şey söylememişti. Amerika’nın kararını kendisi vermesi gerektiğine inanıyordu Sör Arthur. Bu merakla beklediği bir şeydi.. “Artık hepimiz biriz, eşitiz… Denkiz.. Artık her anlamda bir olmalıyız..” Bunu açıkça bir tehdit tonunda söylemişti. Ciddi bir uyarı vardı bu sözlerde. Salonda bir karışıklık ve rahatsızlık boy gösterirken bu sözleri onaylayan fısıltıların yoğunluğu kısa sürede diğer tepkileri bastırdı.. Fısıltılar bu sözlerdeki gerçeği doğrular nitelikteydi. Durumun ciddiyeti ilk defa bu kadar açıkça ortaya konuyordu. Bir süredir büyüyen huzursuzluk burada yeniden şekilleniyordu.. Dünya üzerindeki medeniyetler boks müsabakası için şartlar hiç bu kadar adil olmamıştı. Hatta bazıları için sinir bozucu, mide bulandırıcı ölçüde adildi artık bu müsabaka.. “Sakın ola şu anda yaşattığımız birliği önemsememek gibi bir hataya düşmeyin, sakın.. Bazılarınız bu birliğe güçlü bir inanç beslemese de buna inananlar var ve bu birliğe sahip çıkacağız..” Salonda konuşmalar artmış ve ortalık karışmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Liderlerin büyük bölümü yerinde ve akıllı gözlerle olan biteni izler durumda olsa da delegeler arasında tartışmalar ve laf dalaşları vardı. Salonda tansiyon artmıştı ve Meclis Başkanı oturumu yönetmekte zorlanıyordu.. Söz isteyenler, Michael’ı destekleyenler, onu zorbalıkla suçlayanlar vardı.. Ortalık git gide karışıyordu. Sör Arthur gülümsemesini ustaca gizliyordu.. Michael yavaşça durulan ortamda sözüne devam etti. “Yeni uzaygemilerinin inşası için saygıdeğer ülke temsilcileri ile öngörüşmelerim esnasında açıkça bazı ülkeler, bu savaşa yatırdıkları kaynak oranında, savaş sonrası dönemde oluşacak yeni gelişmelerden orantılı fırsatlar almayı dilediklerini ifade ettiler.” Bu ifade ortalığı yine bulandırmıştı.. “Size Meteor öncesi dönemi hatırlatmama izin verin. Buhran yıllarında yaşadıklarımız da çok acı şeylerdi.. Ekonomik kriz ve nüfusun içinde yılların biriktirdiği öfke patladığında beş yıl içinde ne çok ölüm ve yıkım yaşadık.. Aç ve umutsuz koca kitleler ekonomik krizin güdümünde nasıl şiddete bulandılar.. Paris’in göbeğinde bir hafta boyunca bombalar patladı. Şehir savaş alnına döndü. Eiffel Kulesi hedef alındı ve yıkıldı..” Fransa Başbakanı Jaques Belmondo hışımla ayağa fırlamıştı. “Terörist bir saldırıydı!” “Çok doğru, terörist bir saldırıydı. Amerikan şehirlerinde başlayan salgın hastalıklar, 6. Filonun kendi uçak gemisinin reaktörü eritilerek -Amerikalı bir intihar komandosu tarafından- topyekün yok edilmesi terörist saldırılardı. Vatikan’ın bombalanması ve Papa’nın kaçırılıp işkence ile öldürülmesi, kiliselere savaş açılması terörist saldırıydı. Çin’deki fabrika sabotajları ve İngiltere’deki metrolara yapılan şarbon saldırısı da terörist saldırı idi.. Fakat Hanımlar ve Beyler, yüz milyonların aylar boyunca pasif direniş ile iş bırakması terörist saldırı değildi. Yüz milyonların aylar süren imza kampanyaları ve mitingleri, konserleri terörist değildi.. Bunları duymadık, sadece patlayan bombalar geldiğinde onları duyduk..” Meteor öncesindeki Buhran dönemi de aslında neredeyse bir Meteor dönemi kadar ağır bir tabloydu dünya için. Beş yıllık bir süre içinde git gide yükselen terör dalgasını kesen şey sadece ve sadece Meteor’un gelişi haberi olmuştu ve o andan sonra herkes en iyisini umut ederek kazma ve küreğe sarılmıştı. Terörist eylemler büyük ölçüde durmuştu ilk dönemde ama ayaklanmalar ve isyanlar başlamıştı. Sığınakların inşası sonrasında buralara kimlerin gireceği konusuna sıra geldiğinde bütün dünyada ipler kopmuş ve sığınakların içindekiler ile dışındakiler arasında dünya çapında bir çatışma başlamıştı.. Kabus gibi bir on yıl yaşamıştı dünya.. Bütün iyileşme ve toparlanma hamleleri bu dönemde boşa çıkmış ve küresel umutsuzluk, küresel cinnet dünyayı içine çekip yutmuştu.. Meclis Başkanı’nın Arthur’a bitmek bilmeyen bir borcu vardı ve şimdi konuşmanın arasında Rusya Başkanına söz vererek borcunu bir kez daha ödüyordu. “Ne öneriyorsunuz?” diye sormuştu Rusya Başkanı. Kısa ve net soru salonun bütün dikkatini yeni bir yöne çeviriyordu. “Ben yeni bir şey önermiyorum. Bilmediğiniz bir şey söylemiyorum. Bir düşünün. Ben zaten süregelen durumun daha da güçlendirilmesini savunuyorum. Gerçekten Birleşik Devletler Başkanı bütün teşekkürleri hak ediyor. Gemilerin inşasından insan kaynaklarının süratle düzenlenmesine ve savaş için gerekli bilgi ve hammadde akışının düzenlenmesine kadar her alanda kendisi ülkesi adına öncü rol oynadı. Bugün Kovan’a karşı elde ettiğimiz başarılarda en büyük pay 1 Mayıs’ındır.” “Sayın Başkan, 1 Mayıs günü dünya çapında bir hareket başlattı, kendisi bir çağ açtı. Herkesin elindekilerle yapabileceğinin en iyisini yapmasının öncüsü oldu. Rusya ve Kanada hammadde akışında en büyük iki kanal oldu. Sahra savaşında Kara ordularının büyük bölümünü oluşturan Zırhlı piyadelerin çoğu Asya ve Afrikalı kardeşlerimizdi. Dünya çapına yayılan yeni bilgi ve teknolojinin gittikleri yeni ülkelerde süratle işler hale gelmesinde Batılı bilimadamı ve teknikerlerin tecrübe transferi çok vakit kazandırdı..” “Hanımlar ve Beyler, bazılarınız dile getirmekten kaçınsa da zaten çoktan farkında, dünya şu anda kaçınılmaz biçimde bir Federasyon olma yolunda çok ilerlemiş durumda..” derken fısıltılar, itirazlar ve itirazlara itirazlar yükselmeye başlıyordu ama Michael devam etti.. “Ben bunun süratle resmileşmesi ve insanoğlunun tıpkı Kovan’la savaşırken cephede olduğu gibi barışta da tek bir bedenin organları gibi uyum içinde, beraberce yaşamasını söylüyorum!!..” Artık konuşmalar ateşliydi ve bu fikri destekleyenler ile buna karşı çıkanlar arasında laf dalaşları mahalle kavgası düzeyine süratle inmekteydi.. Başkan oturum sükunetini sağlamak için sesini cidden yükseltiyor ve tokmağını kırarcasına masaya indiriyordu.. Ortalık yavaş yavaş sakinleşirken hala kürsüde olan Michael’a bir soru daha geldi. Türkiye Başbakanı Turgut’un sesi bu ufak tefek adamın cüssesinden beklenmeyecek ölçüde kuvvetli ve etkileyiciydi. “Bu nasıl olacak?” Michael tartışmaların yönünü salondan izleyebiliyordu ve sahnelenen oyunun onların lehine işlemesini memnuniyetle görüyordu. Gülümseyerek cevap verdi. “Adilce ve eşitçe olacak..” Michael’ın bundan sonraki konuşmaları içinde cidden 1 Mayıs’tan bu yana yapılmayan ya da ülkelerin henüz onaylamadığı pek az şey vardı ve onların da kabulü sorun çıkarmayacaktı. En ciddi endişe zaten haklı ve akılcı bir karar olan Federasyonlaşmaya karşı bir cephenin ilk başlarda oluşma olasılığı idi. Bütün bu tiyatro da bu cepheyi destekçi gurubun baskın sesi ile daha olgunlaşıp kuvvet bulmadan ezmeye yönelikti. Sürat kilit unsurdu ve burada işler çok süratle ama hala çok anlaşılabilir biçimde yavaşça gelişmişti.. Mekik diplomasisi sonraki iki saat boyunca meyvelerini cömertçe ortaya döktü ve araya serpilen bir iki karşıt görüş süratle eritilip desteğe dönüştürülürken Meteor öncesi dönemde asla gerçekleşemeyecek bu oluşum süratle gerçekleşiyordu.. Çin bile bu oluşumu destekliyordu Rusya ile Amerika’nın da destekleyen tavırlar takınması rüzgarın yönünü değiştirilemez biçimde kuvvetle tayin etmişti.. Meteor öncesi dönemde, o zamanın şartları ile bu liderlerin çoğu bu fikirlere katıla katıla güler ve ciddiye almazdı ama burada en uçuk fikirler bile süratle kabul ediliyordu. Sonunda, Birlik olmak, yıldızlara tek bir bayrak ile açılmak, her yeni koloninin Federasyon konseyine bağlanması, ülkelerin sadece dünyada hüküm sürerken Konseyin Dünya dışındaki kolonileri yönetmesi gibi acayip fikirler bile kabul edilmişti. Bugün alınan karalardan bazıları bugün için gerekli ve iyiydi ama gelecekte bunların baş ağrıtması pek muhtemeldi. Yine de şu anda asıl önemli olan günü kurtarmaktı. Önceden adı telaffuz dahi edilemeyen ülkeler artık siyasi olarak çok güçlüydü çünkü askeri olarak güce dönüşmüştüler ve önceden güçlü olanlar artık daha az güçlüydü.. Dengeler değişmişti. Bu dünyayı değiştirmek ve iyiye değiştirmek için bulunmaz bir fırsattı. Elmo, Arthur ve Michael kader onlara bu fırsatı verdiğinde orada ve de hazırdı. Sizlere Federasyonun bu Meclis salonundaki ince oyunlar ve Michael’ın salt sihri ile kurulduğunu söylemek isterdim. Ama işin aslı daha bir başkaydı. Sör Arhur mekik diplomasisinin son durağındaydı. Bu en önemli duraktı. Burada Almanyalı güçlü bir sanayici olan Manfred Balbec ile karşılıklı içkilerini yudumluyordular. İki koca çınar, iki yaşlı kurt bir kez daha yüz yüzeydi.. Lüks bir jetin içinde; bir Golfstream 9000’in içinde Atlantik okyanusu üzerinde gün doğumunu izliyordular. Rahat deri koltuklarına gömülmüş ve iki dost gibi keyifli bir muhabbetin ortasında purolarını tüttürüyordular. Bu ikisi aslında iki karşıt cephedeki iki düşmandı. Yine de ikisi de nesli çok ciddi yok oluş tehlikesinde iki beyefendi olduğundan savaşlarının en ateşli dönemlerinde; 80’lerde bile centilmenliği bırakmamıştılar.. İki yaşlı adamın muhabbetinde söz asıl konularından açılmış başka konulara kanatlanmış ve şimdi 80’lere dokunarak yine asıl konularına geri dönüyordu.. Hanedan, ya da Kuklacılar olarak anılan kadim bir örgütlenmenin görülen yüzü, temsilcisi olan Manfred, Sör Arthur gibi dokunulmaz statüdeydi. Bu savaşın asıl güçleri iki cephede de perde gerisindeydi ve bu iki seçilmiş-atanmış kişi iki cephe arasındaki iletişimi sağlıyordu.. Bir yudum şarap alıp derin bir nefes puro çekerken ah ederek konuya geri döndü Manfred. “..Biliyorsun, benimkiler ve seninkiler asla kabul etmez Arthur, ama 80’lerde yükselen dalgayı bastırmak iyi değildi. O dalgayı çok suni biçimde kırdık.. Elimize yüzümüze bulaştırdık. 90’ları berbat ettik ve 2000’lerde ise her şey cidden kontrolden çıktı..” Bu itirafı duymak Arthur’u pek etkilememişti. 80’lerde iki cephe arasındaki savaş çok kızışmıştı ve bu esnada iki cephe de çok güç kaybetmişti. Dünya üzerindeki gizli kontrolleri zayıflayınca uzun süredir ilk kez dünya özgürce kendi yönüne gitmeye başlamıştı.. Taa ki iki taraf da bunu fark edip korku ile ateşkes yapana dek. Sonra ipleri yine ellerine almıştılar ama özgürlüğe koşan ruhları dizginlemek için çok fazla aracı çok düzensizce kullanmıştılar.. “Bu kadim kavga insanlığın bedenindeki bir kanser gibi Manfred. Doğal değil bu oluşum. Sonunda iki taraf da mutlaka kaybedecek.” Manfred buna ne tepki gösterdi ne de bir cevap söyledi. Sessizce durdu. Birkaç dakika sessizliği dinlediler ve doğan güneşi izlediler uçağın pencerelerinden.. Gün doğumu bu yükseklikte ve altlarındaki bulut denizi üzerinde dans eden ışıklarla muhteşem bir manzaraydı.. Söze başlayan yine Manfred oldu. Elçiler olarak bu ikisinin yetkilerinin sınırları olmasına karşılık bu sınırlar çok genişti. Ve bir Elçi’nin sözünü olur da temsil ettiği taraf onaylanmaz ise bu derhal bildirilir ve karşı tarafın belirleyeceği bir tazminat mutlaka ödenirdi. Bu tazminatlar mutlaka ödendiğinden genelde tazminat bedeli çok yüksek olurdu. Elçilerin kılı kırk yararak seçilmesi ve yetiştirilmesi bundandı. Manfred iyi bir Elçiydi ve sınırlarını çok iyi biliyordu. Efendilerinin sınırlarını ve isteklerini, yöntemlerini, akıl ve ruhlarını da planları gibi iyi biliyordu. “Arthur, dünyayı açgözlülükle şişirdik. Açgözlü köleler haline getirdik. Sonra içi boş koca bir dünya elimize patlamak üzereyken Ruth geldi. Şimdi bakıyorum da bu bize Tanrı’nın bir lutfu gibi..” Arthur elinde olmadan gülümsedi bu defa.. Manfred ince gülümsemeyi yakaladı. “Ben dinsiz değilim Arthur. İyilik ve kötülük arasındaki ayrımı da biliyorum. Sadece Tanrı’nın tarafında değilim, ben kötü dediklerinizdenim.. Gerçi seninkiler de pek iyi sayılmaz değil mi Arthur? Hayır, hayır üzerine alınma.. Sen iyilerdensin. Seni nasıl bunca yıl bu mevkide tuttuklarına da şaşıyorum aslında.. Bu mevkide büyük işler yaptın onlar adına ve rütbeni onurlandırdın.. Lakin sizinkiler de pek sütten çıkma ak kaşık değil.” Manfred bir an düşüncelerini toparladı ve sonra asıl konuya geri döndü. “Bak ne diyeceğim Arthur, sen git ve Federasyon’un için düğmeye bas. Gitmeden önce bana bir liste yap ve hangi ülkelerden sana destek sağlamamı istediğini bildir. Sana her zamanki yöntem ile 12 saat içinde sonucu bildireceğim. Arthur cebinden çıkardığı bir kağıt parçasını Manfred’e uzattı. Gülümsüyordu yaşlı kurtlar.. Manfred listeye göz attı ve başını onayla salladı. “Cevapları ne olacak?” diye gülümseyerek sordu Arthur. Manfred bir kahkaha attı ve cevap verdi. “Elbette ben ne dersem o olacak. Şu durumda sana Federasyon’un konusunda bir yıl boyunca tam destek vereceğiz Arthur. Bu benimkilerin de işine gelir. Son birkaç yıldır işler kesat. Malum, bütün dünya savaş alanına dönünce bu işleri ilk başta iyiye götürse de savaşlar hiç durulmayınca çark tersine dönmeye başlıyor. Karlı değil bu. Hem senin Federasyon’un oyun tahtasını büyütebilecek potansiyele sahip. Bu, işleri çok ilginçleştirebilir. Tabii eğer şu Kovan denen iblis tohumunu alt edebilirsek..” “Alt edebilirsek.. Bir takım gibi..” diye güldü Arthur. Dalga geçiyordu. Manfred de aynen dalga ile cevap verdi. “Çok alıştırma kendini Arthur. Biz hala düşmanız.” “Ama centilmen düşmanlar.” “Centilmen düşmanlar,” diye onaylayarak gülümsedi Manfred. Kadehini Arthur’un kadehine doğru kaldırdı, “Düşmanlığa, Arthur.” “Düşmanlığa, Manfred.” Kadehler tokuştu. İki yaşlı adam kahkahalarla gülerek içkilerini yudumladılar. İşte Federasyon’un kurulduğu an tam olarak o iki kadehin tokuştuğu andı.. 7. Bölüm (Koca Bir Evren) 2025 yılının ilk yarısı boyunca her şey çok hızlıydı. Dünya süratle Federasyonun getirdiği yeniliklere alışmaya çalışıyordu. Kovan ile savaş bu dönemde tamamen insanın lehine sürüyor ve Güneş sistemi içindeki bütün tohumlar durmadan taranıyor-tespit edildiği yerde süratle imha ediliyordu. Dünya yüzünde savaşlar durmuş olsa da ancak yaz geldiğinde halkın geneli bu yeni barış dönemini tadabiliyordu. Yazdan önce atmosferdeki hastalığın temizlenmesi mümkün olamamıştı ve halk genelde sığınaklarda, karantina ve yoğun bakım koşullarında hayatta kalmıştı. Sürekli yenilenmesi gereken bir aşı ile ortalıkta rahatça gezebilen küçük bir gurup, yeni dünyayı inşa ediyor ve dünya yüzeyinde kıyıda köşede hala saklanan küçük Kovan artıklarını temizliyordu. Kovan artık dünyada üreme gücüne sahip değildi ama sağ kalanlar hala insan ile temas ettiğinde öldürücü olabiliyordu.. İlk altı ay için geçici bir statü ile görev yapmış olan Elmo bu sürenin sonunda 5 yıllık bir dönem için Federasyon Başkanı seçilerek resmen göreve gelmişti. Elmo Maurizio Romano, UFOR Federasyonu’nun ilk Başkanı olarak tarih sayfalarında yerini almıştı. Elmo açıkça çok meşguldü. Bu dönemde en büyük yardımcılarından birisi Çin Başkanı Chen Hao idi. Kısa zamanda bu ikisi çok sıkı fıkı olmuştu ve Hao’nun fikirleri bu dönemde işlerin hızlı yürümesinde büyük pay sahibi idi. Sör Arthur ilk başlardaki bazı fikirlere şaka ile karışık, “..Federasyona komünizm transfer etmeye çalışmıyorsun değil mi Hao?” diye sormuştu. Hao gülerek cevap vermişti, “Aklımdan geçirmedim dersem yalan olur.” Federasyonun ideolojisi ne sosyalist, ne milliyetçi, ne liberal, ne kapitalistti. Daha çok karma bir hümanizm ve faydacı bir kokteyl idi. Bu kadar küçük parçalara bölünmüş bir gezegen halkını tek bir isimde birleştirmek bir şeydi ama o halkları dostça bir arada tutmak ayrı bir şeydi. Burada yönetim, dünya tarihinde hiç olmadığı kadar etkin biçimde insanlığın geleceğini inşa ediyordu. Bunu bölerek değil insanları bütün farklılıklarına rağmen ortak bir fayda uğruna ve bütün farklılıklarını koruyarak yapmaya çabalıyordu. Bunu söylemesi yapmaktan çok daha kolaydı. Neyse ki zamanın rüzgarları bu niyetteki iyi yönetimin lehine esiyordu çünkü halkların uyanışı bu döneme denk gelmişti. Bütün dünya hükümetlerinin kabusu olan halkların uyanışı; nasıl yönetileceklerine etkin biçimde müdahale edecek bilince kavuşması, burada Elmo ve ekibi için bir nimetti. Karşıtlarına rağmen destekleri çok daha büyüktü. İnsanlar bölünmüşlük ve düşmanlıktan bıkmıştı. Barış ve huzurla kucaklaşmak istiyordu. İnsanlar, Birlik istiyordu.. Buhran’ı, Meteor’u ve Kovan ile ilk savaşı görüp uzaylılar ile resmen tanışan bu ilk Federasyon nesilleri insanlık tarihinde bir daha eşine rastlanmayacak bir dönemi yaşayarak biçimlenmiş bir topluluktu. Onlar, Birleştiriciler idi. Federasyon ilk 8 ay içinde 15 yeni Yükselengüneş, 3 Nakliye gemisi, yaklaşık 100 yeni Çekirge ve yeni avcı filoları inşa etmişti. Dünya elindeki stokları neredeyse tamamen eritmişti ve bu noktada yeni maden ocakları ve fabrikaların Kanada, Afrika, Rusya ve Ay’da inşası süratle sona yaklaşıyordu. Sistem içindeki diğer gezegen ve aylara keşif sondaları yollanıyor ve egzotik tabir edilen sistem dışı materyaller aranıyordu. Güneş sistemine meteorlarla gelmiş felinim ve liquin rezervleri haritalanıp işlenmeye çalışılıyordu. Kovan savaşlarından sonraki ilk hasat mevsiminde yosun etkisine maruz kalmış topraklardan gelen ürün bereketi bir şeyi doğruluyordu. Rapor’da ifade edildiği üzere Kovan yosunu toprağı zenginleştiren çok kuvvetli bir malzeme idi ve gelecek yıllarda dünyanın süratle 20. yüzyılın çevre katliamı etkilerini telafiye başlaması şaşırtıcı olmayacaktı. Doğa coşacaktı.. Buna iklimleri kontrol edip düzenleme yetisine kavuşan bir Federasyon da eklendiğinde insan gerçek anlamda üzerinde oturduğu gezegeni tanımaya ve onu anlamaya başlayacaktı. Bu insanlık için bir diğer düşünce devrimi idi. Kaşifler Departmanı’nın kuruluşu yeni mekiklerin ve gemilerin filoya katıldığı Haziran ayına denk gelmişti ve bu birim Sistem içinde, dışında ve bütün Galakside Kovan’ı izlemek-galaksinin kaynak haritasını çıkarmak ile görevliydi. Bu birimin bildirdiği hedefler Federasyon filosunun süratle o bölgeye konumlanması ile yok ediliyor ya da tespit edilen kaynak bölgeleri süratle haritalanıp analiz için işaretleniyordu. Kovan’ın bu dönemde karşılaşılan ilk tohumlarının yapısı Kovan’ın doğasını yeniden çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu. Kovan yaşıyor-değişiyor-gelişiyordu. Kovan artık daha sinsiydi ve gizlenerek gelişiyordu. Temizlendiği sanılan bir gezegende birkaç hafta sonra bir düzine gelişmiş kaynak kolonisinin tespiti ile görülüyordu ki Kovan yeraltına inmişti. Dünya ve Mars taktiklerinden başka taktikleri vardı artık.. Dünya genelinde yıkım sonrası bir yeniden inşa ve yaraları sarma havası hakimdi. Değişim rüzgarları, dostluk ezgileri ve uzaklara taşınan yeni ufuklarla karışıp renkleniyordu. Reform paketleri bütün ülkelerde her alanda uygulamaya konuyordu. Bundan en büyük payı ise kaçınılmaz biçimde eldeki sınırlı insan kaynağını en iyi şekilde analiz etme ve değerlendirme çalışmaları alıyordu. Federasyon’un ilk 5 Yıllık Gelişme Planı yapılırken en büyük önem nüfus konusuna verilmişti çünkü dünya geçen iki yıl içinde nüfusunun beşte dördünü kaybetmişti. Şimdi karşısında Kovan gibi yayılmacı bir düşman varken ve onunla adeta Galaksi hakimiyeti için yarışa başlamışken nüfus çok belirleyici bir etkendi.. Arka planda Federasyon Başkanına, Grekul kökenli Klonlama ve Bilinç Kopyalama-Bilinç Ekimi-Bilgi Ekimi Teknikleri ile süratle yeni bir nüfus oluşturmaya dönük öneriler geliyordu. Bu uçuktan daha uçuktu ama Grekul bilimadamları bu yöntemleri Greyterranların süratle yetişkin hale getirilip eğitilmesinde başarı ile kullandıklarını raporluyordu. Bu yine de, hala çok uçuk ve zor bir konuydu. Sör Arthur ve Michael, bu konu ekiplerinin en yeni üyesi Prof. Elizabeth tarafından gündeme getirildiğinde açıkça ufukta yeni bir büyük kavga görüyordu. Eğer bunu denemeye kalkarlarsa.. İşler o noktaya gelemeden evvel insan, kendi mevcut nüfusu üzerinde başka bir projeyi süratle uygulamaya başlıyordu. Grekul kökenli Q-Testi çok gelişmiş bir yetenek testiydi. Kişinin sadece zekasını değil fiziksel ve duygusal sınırlarını da oldukça etkileyici bir doğrulukla değerlendiriyordu. Grekullar bu teknolojinin yanıldığı anlarda bile kişinin yetenekleri konusunda değil sedece maksimum %10 gibi bir oranla o yeteneğin seviyesi oranında yanıldığını söylüyordu. Teknolojik bir donanım ile yaklaşık 45 saniye içinde tamamlanan test sonuçları ilk aşamada Federasyon gözlemci heyeti ile beraber bir gurup gönüllü üzerinde incelenmişti. Dünya bu dönemde süratle hareket etmeye mecbur olduğunun bilincindeydi ve ilk üç haftalık test süresinden sonra nüfusa, isteyenlerin Q-Testine katılabileceği ve sonuçlar çerçevesinde bu kişilerin Federasyon bünyesinde göreve başlayabileceği ilan edilmişti. Teste talep yoğundu ve test sonuçları ise inanılmazdı. Hatta bazı şartlarda şok ediciydi. Size bir porno yıldızı hanımın yüzyılın en yüksek IQ sonuçları arasında ilk 10’a girdiğini söylesem ve ilk bilgi ekimi sonrasında Soğuk Ocak’ta göreve başladığı ilk haftada bir mucize yarattı desem, siz de şok olursunuz. Yeni bir isimle yeni bir hayata başlayan Prof. Cindy Crystal’ın yazdığı yazılım ile robot fabrikalarının iş verimi %10 artmıştı. Bu sadece ilk örnekti ama en çarpıcıları değildi.. Gerçekten de bu testin sonuçları ortaya çıktıkça yüksek mevkilerde oturanlar yıllar boyunca yanlış bir sistem ile nüfusun büyük bölümünü nasıl ziyan ettiklerini daha iyi görüyordu. Dünya için bu çok inanılmaz bir dönemdi ve her yeni gün yeni mucizelere gebeydi.. 25 Ekim’de dünyaya ait Keşif Mekiklerinden birisi Galaksinin dünya ile aynı çeyreklik kısmında bir buluşa imza atıyordu. Tohumlardan birini izlerken onunla aynı sistem içindeki bir gezegen dikkatlerini çekiyordu. Gezegenden çok zayıf ama net bir sinyal almıştılar. Çekirge sınıfı mekikte 16 mürettabat vardı. Savaştan ziyade keşif ve sürat için donatılmıştı. 6 ay boyunca mürettebatını besleyebilirdi ama görev süreleri psikolojik-ailevi nedenlerden 3 ay ile sınırlıydı. Son 3 haftadır uzayda oradan oraya sistemli rotalarında sıçrıyor ve detaylı taramalarını yapıyordular. Bu Tohum bilgisi onlara ulaştığında ilk istihbarat için önden gidiyordular. Filonun bu bölgeye yakın 4 Yükselengüneş’i buraya hızla yola alıyordu. Grace Kelly, Muhammed Ali, Venombite ve Hurby yoldaydı. Çekirge’nin; Yeşilok’un Nijeryalı Kaptanı Yüzbaşı Achebe, Q-Testi sonrasında KGT’nin yıllardır sorunsuzca kullandığı Bilgi Ekimi metodu ile donatılmış bir subaydı. Federasyon içinde gelecek yıllarda çok önemli görevlere gelmesi bekleniyordu. Q-Test sonuçları çok etkileyiciydi.. Achebe ve mürettebatı karadaki izolasyon eğitimi ve uzayda geçen haftalarda çok yakından tanışmış ve bir aile gibi olmuştu. 90 metrelik bir gemi içinde gidecek çok fazla yer yoktu ve 3 vardiya çalışılan bir ortamda mürettebat dost olamasa bile huzur içinde beraberce yaşayabilmeliydi. Buradaki uyum cidden güçlüydü. Hatta ondan bile öteydi. Kaptan gemisine aşk gemisi diyordu. Mürettebatın yarısı modüler olan mürettebat kabinlerinin arasındaki duvarları kaldırıp çift kişilik kabinler kurmuştu. Achebe, İsveçli Bilim Subayı Dr. Marie Thorsen ile aynı kabini paylaştığı için mürettebatının da aynı şekilde düzenlemeler yapmasına ses çıkarmıyordu. Zaten onlara yeni bir çağın ve yeni bir yaşam tarzının başladığını söylememiş miydi Elmo Romano. Halka hitab ettiği konuşmasında bu yeni çağ ve yeni yaşam tarzının, değişimin altını çok kalın bir kalemle çizmişti Elmo. Askeri ya da sivil ayrımı olmaksızın her alanda-herkes buna uyum sağlamak zorundaydı. Yeşilok’un verimi son haftalarda çok artmıştı ve gemide bahar rüzgarları esiyordu. Achebe mekikteki sera odasının çimenli, sarmaşıklı, güzel kokulu ve yeşilli kırmızılı rengarenk ortamında kır havasını alsa da toprağı hala özlüyordu. Ama yine de gemi içindeki ortam katlanılabilirden çok daha iyiydi ve herkes halinden memnundu. “Bu sinyalin ne olduğunu biliyor muyuz,” diye sordu Achebe. “Olumsuz. Çok zayıf. Sadece sinyal olduğunu bilecek kadar alabiliyoruz. Çok bozulmuş bir sinyal, zayıf.” Achebe’nin aklına Grekul sinyali ya da bir tür Kovan sinyali olabileceği geldi. “Dünya’ya bilgi mesajı geçelim mi?” diye sordu 2. Pilot olan Teğmen Myer. Nedense bunu çok isteksizce söylemişti ve nedense Achebe de dünyaya haber verme konusunda karşı konulmazca isteksizdi.. “Biz önden bir bakalım. Sarı alarm. Herkesi kaldır Yorgo. Yakından bakacağız.” Sinyalin geldiği gezegen dünyaya yaşam destek değerleri olarak çok benzese de hala insan yaşamını destekleyecek kadar benzemiyordu. Yüzeyi yer yer büyük fırtınalarla kaplı devasa bir çöldü. Yerçekimi Ay seviyesindeydi. Hedef noktada gece gündüz döngüsü şu dönemde 3 aylık bir gündüzün ortalarındaydı. “Fırtına yüzünden tam değerleri alamıyorum ama gezegende hayat yok. Hedef bölgeden bir gemi enkazını hatırlatır veriler alıyorum. Ama bu fırtına varken uzaktan bir şey söylemek zor,” dedi Keşif Subayı Lin Jackson. “Hava tahmini Marie?” “Şu durumdaki hareket hızı ile 76 saatten önce temiz veri alamayız.” “İniş için 1.Takım hazırlansın. Keşif yapacağız. Sema zırhları ve vurkaç-keşif donanımı ile dronları alıyoruz.” Birinci takımda Marie, Achebe, Lin, Yorgo, Ivan ve Myer vardı. Yeşilok gezegene fırtına olmayan bir bölgeden girip S-Bike’lı 6 kişiyi hedef bölgenin görüş menziline Peçe ile indirmişti. Görünmez halde bekleme pozisyonu alıyordu. S-Bike, Zencefil-Spice aracının gelişmiş bir versiyonuydu. 2,5 metre çapında şeffaf, esnek ama çok dayanıklı-yuvarlanan bir kürenin içine oturtulmuş zencefilimsi komuta kürsüsü vardı. Araç tek kişilikti. Her arazi şartında süratle ve çok yumuşakça hareket edebiliyordu. Devrilmesi imkansızdı çünkü merkezi kürsü küre içinde hep yere paralel konumu koruyordu. Hızı saatte 180 kilometreye çıkıyordu uygun zeminde. Çöl zemini çok uygundu. Sentetik kas zırhı içinde, silahları ve keşif donanımları ile süratle yol alıyordular. Hava fırtına bulutları ile karanlık ama çakan şimşekler ve yıldırımlar ile aydınlıktı.. Gezegen kumu okyanus tabanını hatırlatıyordu ve düşük yerçekimi ile uzun sıçrayışlarla ilerlemeleri de ekibi yüzüyormuş hissine itiyordu.. Bu gezegen, yörüngesinin güneşe yakınlık ve uzaklığı ile her 232 yılda, bir çöl bir okyanus olmak arasında gidip geliyordu. Sonraları insan için farklı bir öneme sahip olacak bu gezegendeki çok yüksek ve yegane dağ olan Arşimet Noktası ise bu döngüde yegane sakin sığınaktı. “Bu koca çölde tek bir dağ. Ne kadar ilginç,” diye konuştu Marie. Durum cidden ilginçti. “Dağın eteklerindeki devasa enkaz daha az ilginç değil. Bu bir Grekul gemisi. KGT arşivinden gelen bilgiye göre Ruth ile Yörünge Savaşında bize yardım ederken görülen Kale sınıfı gemilerden. İlk analiz buraya en azından yüz elli bin yıl önce düştüğünü gösteriyor. Veri almaya devam ediyorum,” diye konuştu Lin. Bir anda sessizlik oldu. Hem mekiktekiler hem de yerdeki keşif ekibi bir anda akıllarında kapalı bir kutunun açılmakta olduğunu hissettiler.. Bir iki dakika gibi geldi onlara ama sadece bir iki saniye içinde KGT’nin ve şimdi de Federasyon Gizli İstihbarat Birimi’nin Başkanı olan John Hawk tarafından bilgilendirildikleri anılar su yüzüne çıktı. Şimdi hatırlıyordular, kasıtlı olarak KGT tarafından gizlenmiş bu anıları.. Grekul gemisinin keşfi hafızalarındaki önceden programlı mekanizmayı harekete geçirmişti. Ivan koca bir küfür etti. Achebe de kendi dilinde ona katıldı. Lin’den koca bir şaşkınlık nidası yükseldi. Ekibin tamamı bir şekilde tepkisini gösterirken bir iki dakikalık kısa ve sersemlemiş bir konuşma ile kafalarını toparlıyordular.. Grekullar dünyaya yardım ederken, Ruth’un parçalandığı gün, Güneş sistemindeki filolarından bir düzineye yakın korvetleri savaşta yok olmuştu. Ruth üzerindeki gizli koloni cidden çetin çıkmıştı. Nuh, bir hafta sonra çok gizli ve gizemli bir biçimde bir enkaza yönlendirilmişti. Özellikle John Hawk’ı hedef alan bu yönlendirme sonucunda Grekullar’ın kendi teknolojilerinden yönetim biçimlerine ve dünya üzerindeki uygulamalarından planlarına kadar pek çok konuda büyük soru işaretleri oluşmuştu. Adına Heksor diyen gizemli bir ses onları uyarıyordu. Sadece uyarı ile de kalmıyor ve John Hawk’a bilgi ve direktifler veriyordu. Grekullar bu buluşu öğrenirlerse bütün insan soyunun var oluşunun tehlikeye gireceği uyarısıyla gizlilik öğütlüyordu. John Hawk ekibindeki dört kişi ve sayılı birkaç dostu dışında herkese tehdit gözü ile bakardı ve güvendiklerine ise kazık yemeyi göze alarak güvenirdi. Çok şey görmüştü ve çok kazık yemişti-çok kazık atmıştı. Ölüme gönderdiği adamları ve düşmanları sayısız mezarlık doldururdu. Katı, sert ve soğukkanlı bir adamdı. Ama bunları duymak onun bile kanını dondurmuştu. Hayatının en gizli operasyonuna bu duygularla başlamıştı.. Gizlice ve Heksor’un direktifleri doğrultusunda yürütülen araştırma ile bu enkaz tek başına pek çok ipucu veriyordu. Heksor’un gösterdiği gizli bir yöntemle yapılan Grekul haberleşmesinin dinlenmesi sonucunda ve dünya bilgisayar sistemine sızmış Grekul virüslerinin amaçları ortaya çıktıkça, John Hawk hayatı boyunca karışmadığı ölçüde karanlık ve tehlikeli bir işe bulaştığını görüyordu. Kovan düşmandı. Ama Grekul daha büyük, sinsi bir düşmandı. Mümkün olan en iyi hazırlıklar yapılırken mümkün olduğunca çok Grekul teknolojisi ve sırrı elde edilmeliydi. Heksor söz vermişti; Ruth işleri çok hızlandırmıştı, Grekul planı hızlanıyordu. İnsan hazır olmaz ise yok olacaktı. John Hawk bir yandan hazırlıklar ile uğraşırken diğer yandan artık Federasyon olmuş dünyaya zamanı geldiğinde daha da sağlam kanıtlar sunmak için araştırmaya devam ediyordu. Burada, Arşimet gezegenindeki Arşimet Noktası’nda artık İnsan-Grekul ilişkilerinde son dönemeç dönülüyordu.. “Ne yapacağız?” diye sordu Mekikteki 1. Pilot, Yüzbaşı Mark Müller. “John Hawk Prosedürü. Şifreli mesajı geçin. Biz içeriye ilerliyoruz.” “Anlaşıldı.” Ekip gemi enkazının içine ilerlerken Yeşilok Dünya’ya bir ekip üyelerinin ailesinden biriyle görüşmek istediğini söylüyordu. Ekip üyesi kötü bir rüya görüştü ve emin olmak istiyordu. Kullanılan kelimeler şifreliydi ve bu mesajı almakla görevli Kaşif Departmanı Haberleşme Masası bu mesajın anlamını biliyordu. John Hawk bu haberi alırken bunun doğurabileceği sonuçları tartıyordu. Grekul izleri ile bir temas sağlanmıştı ve bu olay Grekul’un hareketini tetikleyebilirdi. Grekul Federasyonun uzaydaki her gemi ve mekik hareketini izliyordu ve bu buluş her ne ise onu ve ayrıntılarını Federasyondan önce öğrenebilirdi. Hawk’ın emirleri ile özel ulağı Justine, General Collins’i bilgilendirmek için hemen yola çıkıyordu. Enkaz devasa bir gemi enkazıydı. Neredeyse tamamı kuma gömülmüştü. Yüz metrelik bir piramit gibi görünen tepesi ve dört yüzünden ikisi kısmen açıktaydı. Bütün Grekul gemileri içinde piramit tasarımı ile çok farklı bir gemi sınıfıydı, Grekul Kale gemileri. Bin metreye varan yüksekliği ve altı bin metreye varan tek kenarının taban boyu ile devasa piramit gemilerdi bunlar. Bir okyanus döngüsü esnasında bir nedenden bu gezegene düşmüştü. Gövdesinde içeriye girilebilecek birkaç derin yarık hemen göze çarpıyordu ki bu hasarlar ciddiydi. Yeşilok ekibi bir Grekul Kale gemisinin içine giren ilk dünyalı askerlerdi. Gördükleri şeyler onları çok açıkça etkiliyordu. Grekul ufak tefek bir halk olmasına rağmen inşaatlarında ve büyük gemilerinde cidden çok büyük ölçekler kullanıyordu. Ana koridorların ve salonların yüksekliği bazı yerlerde 20 metreyi aşıyordu. Yan koridorların yüksekliği bile 5 metreyi buluyordu. Genelde sentör ve diskleri ile gezdikleri düşünülürse bu koridorlar onlar için kara ve hava yollarıydı aslında.. Yine de ölçek pratikten ziyade felsefi bir tercih gibiydi.. Ekibin ışık gücü çok büyük alanları aydınlatabiliyor ve ötesini görmek de sıfır-ışık görüşü sağlayan Yılangöz sistemi ile mümkün oluyordu. Koridorlar yan yatmış piramidin eğimi ve gölge oyunu ile ürkütücü görünüyordu. Burası çok büyüktü. Pek çok bölümü geçtiler. Ana kapılar ve yan kapılar hep sağlam ama yarım ya da tam açık kapılardı. Gemi içi okyanus hayatının kalıntıları ile doluydu.. Yeryer bazı kapılar kapalıydı ve derinlere indikçe kapalı olduğu halde onlar yaklaşınca açılan kapılar ile karşılaşmaya başladılar. Geminin bu bölümlerinde hala güç vardı ve derinlerdeki bu kısımlar okyanus döngülerine geçit vermemişti. Bu bölümlerin yıllara meydan okuyuşu ve yepyeni hali çok ürkütücüydü.. Gurup ilerledikçe saatler de ilerliyordu. Bu tür görevler için yanlarında getirdikleri aktarıcı şamandıralar olmasa bu derinlikte Mekik ile iletişimlerinin kesilmesi kaçınılmazdı. Ama açılır kapılar gelip geçtikçe izole olduklarını fark ediyordular ve mekiğe yeniden iletişimin üç saat içinde sağlanamaması halinde ikinci şifreli mesajı yollaması emri verilmişti. Bu bölümlerde artık sentör ve disk tipi ölülerin kalıntıları görülüyordu. İlerledikçe iç kısımlardaki büyük laboratuar bölümlere ulaşmıştılar ve buralarda daha çok ceset kalıntısı vardı. Geminin iç güvenlik robotlarından etrafa çalışmaz biçimde saçılmış nöbetçiler ve daha çok sentör, daha çok disk tipi Grekul etrafta saçılıydı.. Burası ölüydü.. Burası hala yaşıyordu. Son girilen laboratuarlarda deney tüpleri içinde donuk halde Kovan türleri ve insanlar vardı. Başka, daha önce görülmemiş, Grekuldan tarifi duyulmamış canlılar yanında bir dolu başarısız melez de vardı.. Hepsi dondurulmuş koca hücrelerden oluşan devasa galerilerin içindeydi. Bu buzdolabı korkunç bir laboratuardı.. Ekibin kanı donmuştu adeta. Özellikle insan ve insana çok benzeyen melez olması çok mümkün örnekler ile farklı deney safhalarında dondurulmuş kalıntılar çok ürkütücüydü. “Bunlar ne yapıyor böyle..” diye derin bir öfkeyle ve irkilerek sordu Achebe “Belki öğrenebiliriz,” diyerek konuştu ve bilgisayarı ile sırt çantasını önüne koyup aklındaki yeni kapağı açılmış kutudan çıkan bilgileri kullanmaya başladı Marie. Grekul’un şifreli bilim dilini çözecek tercüme programını yazıyor ve bilgisayarlarına bağlanmak için ayarlamaları yapıyordu.. Yaklaşık beş saat sonra Dünya’da.. Socrates’in sığınağında, yerin yaklaşık bin metre altında gizli bir toplantı yapılıyordu. Japonya, Rusya ve Soğuk Ocak bilimadamları yanında Hawk ile Mareşal de bu toplantıdaydı. İlk özetin ardından ayrıntılar konuşuluyordu. Başkan Elmo açıkça afallamıştı. Michael toparlanmaya çalışıyordu. Askerler çok düşünceliydi.. Arthur en çabuk toparlanandı. “..Çok ince bir buzun üzerinde dans ettiğimizin farkında mıyız?” “Kesinlikle farkındayız Arthur, işte bu yüzden süratle önlem almalıyız,” diyen General Collins’di “Önlem? Ne önlemi? Grekul’a ültimatom mu vereceğiz? Hesap mı soracağız? Az önce durumu siz özetlediniz. Teknolojileri bize gösterdiklerinden çok ileride ve bize koklattıklarıyla onlara karşı duramayız..” Arthur aslında ümitsiz değildi. Sadece yıllar ona kapalı düşünmekten ziyade fikirleri ortaya atıp onları kurcalamanın daha iyi sonuçlar verdiğini göstermişti.. Karşıt ve yandaş bütün görüşlere ihtiyacı vardı.. Bir beyin fırtınası yaratmaya çalışıyordu.. “İşler o kadar ümitsiz değil,” diyerek lafı alan Prof. Yamanaka idi. Japonya’daki gizli projenin şefiydi. “Grekul teknolojik kültürü bizden çok daha derin ve teknolojisi bizden çok ileride. Ama özellikle son bir yıl içinde bize yaptıkları bilgi ve teknoloji transferi küçümsenmeyecek boyutta. Bu yardım ile onlara karşı duramayız hala.. Ama düşen korvetlerini incelememiz ve Heksor denen gizemli yardımcıdan aldığımız yeni bilgiler işin rengini değiştiriyor. Grekul’un olduğumuzu düşündüğü kadar zayıf değiliz.” “Yine de süratle harekete geçmez isek yok edileceğiz. İşler bekleme noktasını geçti. Bu son buluşumuzu öğrenmeleri an meselesi. İlk hamleyi onlardan bekleyemeyiz. Hazır olmalıyız. Filonun büyük bölümünü süratle ve gizlice geri çağırmalıyız Sayın Başkan.” Çok nadiren ağzını açan bir kişi olan Hawk’ın ağzından bir seferde bu kadar laf çıktığı çok nadirdi. Justine bile çok şaşırmıştı. Bu adamla yıllarca sevgili olarak beraber yaşamıştı ama genç kadın onun bu kadar çok konuştuğuna ilk kez şahit oluyordu. “Bay Hawk, bu hala ne işe yarayacak emin değilim. Grekul filosunun gücünü Ruth ve Kovan savaşları sırasında gördük. Bizden çok üstün olmaları bir yana çok daha kalabalıklar. Kızaktaki 30 Yükselengüneş henüz havalanacak durumda değil ve silahları da henüz faal durumda değil..” diyen Michael idi. Hawk yine söz alıyordu. “Sayın Başkan Yardımcısı, Grekul bize pek çok yalan söyledi ama aralarında gerçekler de vardı. Grekul gerçekten büyük bir savaşın içinde. Kovan ve diğer iki büyük düşmanı ile uzun nesillerdir olmadığı kadar sert bir savaşta. Buraya ayırabileceği Filosu gerçekten sınırlı..” “Bunu bize söyleyen adının Heksor olduğunu söyleyen gizemli bir ses..” dedi Arthur.. Neyi işaret ettiği açıktı. Bu ne kadar güvenilir bir bilgiydi. “Ben bu durumda elimizdeki istihbarata inanıyorum. İlk gelen bilgileri göz ardı edemeyiz. Yeşilok Raporu akmaya devam ediyor.. Transfer edilen veri bankası çözümlendikçe insan üzerinde çok uzun nesillerden bu yana pek çok sisteme yayılan bir deney yürüttüklerini görüyoruz. Nedenini hala bilmiyoruz ama İnsan Alevi dedikleri bu projeye on binlerce yıldır çok büyük önem veriyorlar. Bazı deneylerinin durdurulması için milyonlarca insanı katlettikleri kendi veri tabanlarında yazılı.. Tek seferde katledilenlerin sayısı ve katliamların sayısına bakınca Grekul’un Kovan’dan daha çok insan öldürdüğünü söyleyebilirim..” diye içini döken Collins idi. “Neden?” diye sordu Elmo.. Aklı bu soruyla doluydu. Bir sorunun çözümü çoğu zaman onun nedeninde gizliydi. “Sayın Başkan, beni bağışlayın ama şu aşamada gerçekten hiç vaktimiz yok. Süratle ilk hamleyi biz yapmalıyız. Bay Hawk ve General Collins ile aynı fikirdeyim, hazır olmalıyız,” diyen Amiral idi. Elmo Arthur ve Michael’a sadece kararını desteklediklerini görmek için baktı. “Top sizde General, Amiral. İyi iş Bay Hawk. Bize savaşma şansı verdiniz.” General ve Amiral süratle AVİ’leri aracılıyla emirlerini yolluyordu. Hawk’ın hazır tuttuğu plan artık yürürlüğe konmuştu. “Ben çok umutluyum Sayın Başkan,” diyerek araya giren Profesör Yamanaka idi. “Ben asker değilim ama işin bilimsel yanı hakkında bir iki laf edebilirim.” “Lütfen Prof. Yamanaka,” diyerek devam etmesi için cesaretlendirdi Prof. Elizabeth. Elizabeth Başkanın Bilim Danışmanıydı ve şu son durumda en yetkili ağızdan mümkün olduğunca çok şey duyup bilgisini geliştirmek istiyordu. Bu şekilde Başkana daha yararlı olacaktı. Elmo da başını salladı ve Yamanaka anlatmaya başladı. “Korvet-uçandaire bizim incelememize izin verilenlerden ve Roswell’e düşen avcılardan çok daha farklıydı. Görüntü aynı fakat içeride ve malzemede farklar çok belirgin. Bir defa teknolojileri bizden yaklaşık 1000 yıl ileride..” diye anlatıyordu ki sözünü Michael kesti.. “Bin yıl? Bu nasıl olabilir? Yeşilok Raporu gezegendeki enkazın 150 bin yıl önce oraya düştüğünü söylüyor. Bunlar yerinde mi saydı 150 bin yıl demiyorum. Bunlar geri mi gittiler?” “Çok haklı bir noktayı işaret ettiniz. Korvetleri incelerken bulduğumuz bazı veri bankası tarihleri ve Heksor’dan gelen bilgiler üzerine biz de böyle düşündük. Cevap yine Heksor’dan geldi.” diyerek anlatmayı sürdürdü Yamanaka.. “Bir defa Evren çok büyük ve daha çok şey öğrendikçe ne kadar büyük olduğunu anlamaktan aciz olduğumuzu daha iyi görüyoruz. Evren tarihi insanlık tarihinden çok önce başlamış ve insanlık tarihi başlamadan çok önce Evren tarihinde çok büyük olaylar yaşanmış. Bilgiler hala bölük pörçük ama Şafak denen bir olay evren tarihinde 3 kez yaşanmış. Her Şafak adeta evrendeki savaşan tarafları formatlamış.. Dilimi mazur görün, Şafaklar bu ırkların bilim ve yayılımını neredeyse taş devrine geri atmış. Heksor bu yıkımın anlatılamayacak kadar büyük olduğunu söylüyor. Her Şafak’tan sonra ırkların ezeli düşmanları ile ezeli savaşlarında sıfırdan yeniden başladıklarını okuyoruz..” “Buna ne diyeceğimi bilemiyorum,” diye konuştu Michael. Bir günde sindirebileceğinden çok daha fazlasını duymuştu. Aklı sarhoş gibiydi.. “Teknolojiye dönersek.. Grekul, teknoloji görgüsünü 30 basamaklı bir cetvelle sınıflandırmış. 30. Basamak ulaşılacak en tepe nokta olarak olarak niteleniyor ki nitelemelere baktıklarında Grekul ve diğerleri henüz 30’a çok yaklaşmalarına karşılık ulaşamamışlar. Kovan öncesi Dünya seviyesi 7 idi.. Kovan ile savaşırken 8’e yükseldik. Mars seferleri ve sonrasındaki bu kısacık dönemde yaşanan gelişme ile 9 olduk. Bu rakamlar size komik gelebilir ya da bir şey ifade etmeyebilir ama sözüme inanın, 10. seviyeye varana kadar yaşanan gelişmeler teknolojik yolculuğun en zorlu basamaklarıdır ve 11 ise tam anlamı ile bir Kırılma Noktasıdır. Dünya’nın içinde bulunduğu tehlike işte budur. Kovan saldırısı ve Grekul’un içinde bulunduğu savaş işleri bu noktaya getirdi. Grekul, deneyini korumak için çok yüksek hızla ve çok miktarda bilgi-teknoloji transferi gerçekleştirdi. Kırılma Noktasına ulaşmadan bu deneyi sonlandırmayı isteyecektir ve bu Yeşilok Raporu işleri daha da hızlandıracaktır. Çünkü artık o eşikteyiz. Heksor ve Korvet enkazı, bugün Yeşilok raporunun vereceği şeyi bize aylar önce verdi . Dünya artık 11. seviye bilgiye sahip bir uygarlık. Grekul bunu duyduğunda, bize vuracak.” “Bu 11 gerçekten çok önemli olmalı..” diye sordu Elmo. Yavaş yavaş bilimle uğraşan bu halkın evrene bakışını anlıyordu ve Grekul’u anlamaya başladıkça kendine şimdi güveni geliyordu.. “Sayın Başkan, Singularity olarak da tabir edebileceğimiz bu Kırılma Noktası’ndan sonra; bu eşikten sonra, bilimsel gelişim hızı çok katlanarak artacağından ciddi bir öngörü yapmak çok zordur. Söylenebilecek tek şey bu eşik aşıldığında gelişimin öngörülemez yönlerde ve süratte olacağıdır. 1’den 10’a çıkmaktan çok daha kolay ve çok daha süratli olacaktır, sağlanacak yeni gelişmeler.” “Elimizde Grekul’a karşı duracak güç var mı demek istiyorsunuz?” diye soran Arthur idi. Bu noktayı açıkça açıklığa kavuşturmak istiyordu. “Grekul şu durumda 13. seviye bir uygarlık. Bu 3 seviyelik fark elbette düz orantılı değil. 11 ile 13 arasındaki fark hala 5 ile 8 arasındakinden çok daha büyük bir fark.. Ama evet. Sizin cevabınız bu, Grekul’un bize tam güç ile gelemeyecek olması işleri biraz dengeleyecek. Onlara vurduğumuzda ilk vuruşta öldüremeyeceğiz belki ama inanın canları hiç beklemedikleri kadar yanacak. Ve onlar bize vurduğunda ise bekledikleri kadar çabuk ve kolayca düşmeyeceğiz.” Burada işin askeri yanının ortaya dökülme sırası gelmişti. General Collins kısaca durumu özetliyordu. “..Japonya ve Rusya’daki üsler Heksor’un planlarını ulaştırdığı bir gizleme cihazı ile saklanıyor. Sınırlı bölgeleri Grekul’un kendi üstün teknolojili gözlerinden bile gizleyen yine bir Grekul oyuncağı bu. Bu bölgelerde gördüğü yüzeysel hareket sadece göz boyamacaydı. Görebildiğinin altında çok büyük hazırlıklarımız var. Elimizde şu anda Yükselengüneşler’den daha büyük ve daha güçlü 4 gemimiz hazır bekliyor. Bunlar silah, zırh, kalkan yönünden olduğu kadar Grekul virüs saldırılarına karşı da mümkün olan en iyi koruma donanımlarına sahip. Ayrıca Heksor’un bize ulaştırdığı bir yazılım sayesinde elimizdeki Yükselengüneşlerin silah, kalkan ve güç üretim döngüsünü daha verimli kılabiliyoruz. Grekul vurduğunda beklediğinden daha fazlası ile karşılaşacak..” Grekul vurduğunda, o gün orada bulunan herkes için büyük sürprizlerle dolu bir gün olacaktı. Evren tarihinin dönüm noktalarından birisi Samanyolu Galaksisi’nde, dünya yörüngesindeydi.. Ronin, Japonya’da yapılan 2. Nesil Dünya gemilerinin ilki ve tek örneği idi. Ondan bir iki ay sonra kızağa konan diğer 3 gemi ise 2 ila 3. Nesil arasında bir köprü olacak eşsiz ve Kahraman gemilerdi. Bu gemilerin şerefli isimleri okullarda öğretilecekti. Karanlıkkuş sınıfı bir gemi olan Hortlak, Koruyucu sınıfı bir gemi olan Aegis, ve Etna sınıfı bir gemi olan Atlas.. Ronin, korvet teknolojisinin ilk çözümlemeleri ve korvetten sökülen bazı silah ve sistemlerin entegrasyonu ile inşa edilmiş bir melezdi. 1250 boyu ile dünya gemilerinin geleceğinin ilk temsilcisi idi. 6 güçlü topu Korvet silahlarından gelen parçalarla güçlendirilmişti ve Grekul silahları ile boy ölçüşür güçteydi. Özellikle Grekul kalkanlarına göre ayarlanmış iyon toplarından gelen günlerde çok şey bekleniyordu. Japonya kökenli gövde tasarımı adeta mekik-roket hatları yedirilmiş koca bir zırhlı savaş gemisiydi.. Hortlak, Korvetin PEÇE sistemi ile donanmış ve Heksor’un bilgisini verdiği gizlenme yöntemleri kullanılarak takviye edilmiş bir tasarımdı. Boyu yaklaşık 550 metreydi. Bu gemi sınıfının adı tasarım hatlarının SR71 Blackbird-Karakuş’a çok benzemesinden geliyordu. Hızlı ve sürpriz saldırıların gemisi olması için tasarlanmıştı.. Aegis 2000 metre çapında ve yaklaşık 350 metre yükseklikte bir disk, bir uçandaire hatlarına sahipti. Uzay istasyonunun disk parçalarına benzer hatları ve kabiliyetleri olması tesadüf değildi ve Gezegen muhafızı olması için tasarlanmış bir gemi, bir silah platformuydu. Tam kapasite ile 2000 avcı ve 50 bin askeri 6 ay besleyebilirdi. Yerden aldığı doğrudan enerji ile beslenebilen kalkanları Ronin ile aynı teknolojiye sahipti. Atlas, bir devdi. Dünya kaynaklarını zorlayacak ölçüde bir inşaattı. Aslında Bu 4 yeni gemi içinde en pahalısıydı ve diğerlerinin bile eldeki ve kızaktaki Yükselengüneş filosundan çok daha pahalıya mal olduğunu söylersem ötesini tahmin edin.. Ama buna değerdi. Düşünülen bu idi. Bu gemiye çok güveniyordu tasarımcıları. Tasarımında Heksor’un sağladığı Grekul veri tabanından elde edilen alaşım bilgileri kullanılmış ve Grekul robot teknolojisi ile Grekul metodları ile inşa edilmişti. Boyu 3000 metreye varan bir devdi. Henüz malum sebepten uçuş testleri ve silahların muharebe testleri yapılmamıştı ama parçaların montaj öncesi testleri ve montaj sonrası simülasyonları sorunsuzdu. Zaten Grekul robotlarının inşaatları sıfır hata ile tamamlanıyordu.. Kocaman bir kaplumbağa ile bir balinanın melez hatları vardı Etna sınıfında. Gövde kıvrımları bir kaplumbağayı ve uzun gövdesi de bir balinayı andırıyordu. Zırh ve kalkan gücü yanında silah gücü de çok fazlaydı. Diğer gemiler gibi Atlas da tam olarak tamamlanmamıştı. Savaş için hazırdı ama gövde hacminin içinde büyük uçurumlar ve derin kanyonlar vardı. Gemi planlanan bütün unsurlarına sahip değildi. Grekul tehdidine karşı en gerekli savaş sistemleri ve silahlar ile donanmıştılar o kadar.. Dünya cephesinde hareketlilik sürerken hareket yaşanan tek yer dünya cephesi değildi. Grekul gözleri gerçekten de insanın hareketlerini geniş alanlarda casus uyduları ve izleme istasyonları ile takip ediyordu. Grekul da pekçok ırk gibi Hiperuzayı tarayamıyordu ama kurulduğu geniş bir bölgenin civarındaki Hiperuzay hareketini hissedebilen pahalı gözlem noktalarını kullanıyordu. İnsan filosunda açıklanamaz bir hareketlenme vardı. Süratle sinsi temaslara başlarken bir yandan da geriye dönülerek eski raporlar inceleniyordu.. Elçi Zytka endişeliydi. Yeşilok’un yeri tespit edilmişti ve mekik yaklaşık 48 saattir oradaydı. Dünyaya sürekli olarak yüksek miktarda sıkıştırılmış veri akışı vardı. Daha da kötüsü bu veri akışı çok ustaca ve Grekul metotları ile şifrelenmiş-gizlenmişti.. Çözmek zaman alacaktı.. Zytka’nın yanında fanatik bir İstihbaratçı olan Nyzmin vardı. “Sizin bir hatanız yok Sayın Büyükelçi. Görülen o ki ihanete uğradık.” “Bunun olmasına nasıl izin verdik, Nyzmin?” “Çok uzun süredir Dünya üzerinde faaliyetlerimiz olmasına karşılık şu son iki yıl içindeki kadar yoğun etkileşimimiz olmamıştı. Bu kadar yakın temasın bir yerde sorun çıkaracağını hepimiz öngörüyorduk. Yine de ihanet, beklentilerimiz arasında son sıralardaydı. Yardımcılarım şimdiden bir iz buldular ve onun peşindeler. Birkaç saat içinde hainin kimliğini size sunacağım. “Çok iyi Nyzmin. O hainin ellerimle parçalayacağım. Sonuca çok yaklaşmıştık. Önce Kovan sonra da bu ihanet.. Konsey bundan hiç memnun olmayacak.” Nyzmin buna yorum yapmadı. Konsey, Grekul kültürü ve Hiyerarşisi’nin en tepe noktasıydı ve adeta tanrısıydı. Bir saat sonra Nyzmin ve Greyterran yardımcıları “hain”e karşı harekete geçmeye hazırdı. Sadece uygun anı bekliyordular.. Büyükelçi Zytka hala durumdan tam olarak emin değildi ve emin olmak istiyordu. Elmo ile bir görüşme ayarlamıştı ve gemisinin iletişim ekranında Federasyon Başkanı’nın yüzünü görünce dostça selamladı. Elmo da aynen selamı aldı.. İlk izlenim iki taraf için de ipucu vermiyordu. Zytka daha ileri gitti. Her şey berrak olmalıydı. “Üzülerek yaşanan çok talihsiz bir gelişmeyi bildirmeliyim Üstat Elmo. Mekiklerinizden birisi bir Grekul Kale Gemisi’nin enkazını bulmuş. Söz konusu gemi Grekul tarihinin karanlık bir dönemindeki iç savaşta savaşmıştı. İsyancıların gemisiydi. Grekul yolundan çok sapan bu isyancılar gemilerinde çok tehlikeli deneyler de yapıyordu. Adamlarınızın güvenliği için enkazdan uzaklaşmasını önerebilir miyim? İnsan dostlarımızın güvenliğinden endişeliyim. Grekul gemilerinin iç güvenlik sistemleri de Grekul dışındaki her canlıyı tehlike olarak algılar.” Romano şu ana kadar şüpheliyse bile artık şüphesi kalmamıştı. Politikadaki oyunları, politika lisanını iyi bilirdi. Her şey ortadaydı. Keşke bu oyun biraz daha sürebilseydi diye düşünüyordu.. Kızaktaki 30 gemisinin de bugünlerde yörüngede hazır olması ona daha bir güç verirdi doğrusu.. “Sayın Büyükelçi, endişelerinizi anlıyorum. Lakin güvenliğimiz için endişenize gerek yok.. Görülen o ki bu isyancıların gemisi o kadar ağır yaralarla düşmüş ki iç güvenlik sistemi de çökmüş. Adamlarım hiçbir tehlike ile karşılaşmadılar. Olası bir kurtarma operasyonu için hazırlanmıştık lakin hiç canlı bulamadık..” Zytka işi bir adım daha ileriye götürdü. Aslında alacağını almıştı.. “Keşke önceden bize haber verseydiniz Üstat. Olası bir tehlikeyi önlerdi bu durum.” “Keşke o gemiyi hiç bulmasaydınız demek istiyorsunuz herhalde Sayın Büyükelçi,” diyerek bu oyuna noktayı koydu Romano. Her şey ortadaydı. Derin bir iç çekti Zytka. “Öyle olsun Sayın Başkan. Bu şekilde sona ermesi çok üzücü..” diye konuştu Zytka. “Bitmiyor Üstat Zytka, aslında daha yeni başlıyor.” “Hayır Üstat, bitiyor.. Ne yazık ki bitiyor.” Bu açıkça, umursamazca söylenmişti. Dünyayı çantada keklik görüyordu Zytka. Elmo ustaca dayılandı.. “Görüşeceğiz!” İletişim kesildi. Dünya saflarında herkes ne kadar hazır olunabilirse hazırdı.. Grekul da harekete geçmişti.. Romano ve Elçi Zytka arasındaki konuşmadan yaklaşık 3 saat sonra Grekul filosu Güneş sistemi içine sıçramıştı. Gemiler mevcut hareket hızları ile 2 saatlik yolda idi.. Grekul kasıtlı olarak göstere göstere geliyordu.. “Haini buldum Büyükelçi..” diyerek gelmişti Nyzmin. Kanıtlar, Robot Komuta Gemisi Kaptanı’nın dünya ile gizli iletişimini gösteriyordu. Dünya’ya Grekul veri tabanından parçalar göndermekte olduğu ve casusluk yaptığı burada açıkça gözler önündeydi.. Zytka şöyle bir göz attı eldeki bilgilere.. Neredeyse öfkeden tutuşuyordu. “Onu bana ver Nyzmin. Onu ben parçalayacağım.” İstihbarat şefi olarak bu konularda Büyükelçi’nin emirlerinin üstündeydi Nyzmin ve elçinin talebi de zaten bir rica niteliğindeydi. “Zevkle Üstat. Ama sizce de önce bu operasyonun son aşamasını tamamlamak daha uygun olmaz mı? Ben şimdi yardımcılarımla Robot Komuta Gemisine geçiyorum. Kendisini görevden alıp hapsedeceğim. Komutayı ele alacağım ve operasyonu tamamlayacağız. Sonra Zepdar senindir,” diyerek nefretle konuştu Nyzmin. Grekul içinden çeşitli zamanlarda böyle hainler çıkmış ve hem insanlara hem de diğer düşmanlara yardım etmeye çalışmıştı. Grekul onlara bir hakaret olarak Zepdar adını vermişti Lekeli ve bozuklar, hainler.. “Ala.. Öyle olacak. Son aşamayı bu kadar çabuk bitirmek istemiyorduk ama öyle olmak zorunda..” Nyzmin’in bulunduğu Destroyer, Robot Komuta gemisinin portal menzilindeydi. Nyzmin ve yardımcıları olan Greyterranlar hemen portal odasından diğer geminin portal odasına teleport olmuştu.. On dakika sonra Robot Komuta Gemisinin Kaptanı yakalanıp hapsedilmişti. Nyzmin gemiye hakimdi ve işler yolunda gibiydi. “Üstat Zytka, gemi kontrolümde ve sorunsuzca çarpışmaya hazırız. Lakin ilk incelemelerim hiperuzaya girişimizden hemen önce dünyadaki Greyterranlara bir bilinçaltı emri gönderildiğini ortaya çıkardı. Sabotaj emirlerimiz iptal edilip teslim olmaları emredilmiş.” “Onu mahvedeceğim,” diye kükreyen cılız sesin psişik haykırışı sesinden kat kat güçlü ve yıkıcıydı.. Yakınındaki Grekullar açıkça Zytka’nın öfkesinden çok korkardı.. Shalir ve yakın çalışma arkadaşı olan Mark, Soğuk Ocak’ta ve diğer bölgelerde görevli diğer pek çok Greyterran gibi John Hawk’ın planı çerçevesinde izleme altındaydı. Hawk, Grekul ve Greyterran psişik güçlerinin sınırlarının bilinenden daha geniş olduğunun farkındaydı ve müdahale esnasında sorun çıkmaması için cidden iyi düşünülmüş müdahale planları vardı. Hazırlıklı olmak iyiydi ama burada hazırlıklara gerek kalmamıştı.. Greyterranların farkında olmadığı pek çok emir dizimi vardı zihinlerinde.. Bilinçleri Grekullar tarafından sürekli kontrol altında ve uyuşuk tutuluyordu.. Greyterran, beyni yıkanmış kölelerdi. Bir köle, köle olduğunun farkında değilse bu en mükemmel hizmeti sunan köleydi. Grekul bunu çok önceden fark etmişti. Zihinlerine gelen güçlü psişik emir, gizli mekanizmaları döndürmüş ve en güçlü greyterranlar bile bu çok derinlere ekilmiş emirlere karşı koyamamıştı.. Aynı anda bütün Greyterranlar zihin güçleri ile bir bildiriyi yakınlarındaki insanlara okurken bir yandan da bileklerindeki bilgisayarın sağlık kiti onlara güçlü bir uyuşturucuyu enjekte ediyordu.. Kendilerini etkisizleştirirken, Grekul’un beyinlerini yıkadığını ve kilit altında-baygın tutulmazlarsa sabotaj girişiminde bulanacaklarını söylüyordular. John Hawk’a ilk raporlar geldğinde, Hawk bunun yine Heksor’un işi olduğunu tahmin ediyordu. Ve biliyordu ki Grekul harekete geçmişti.. Dünya cephesinde 15 Yükselengüneş ve yörünge muhafızları savunmadaydı. Grekul ise Kovan ile son kavgada çarpışmış 5 gemilik savaş gurubu ve onların avcıları ile buradaydı. Savaş bir kıyamet gibi başlamıştı! Elçi Zytaka’nın destroyeri tek cepheden üzerine yağan mesafeli ve geniş aralıklı bu saldırı dalgası karşısında taktik geliştirmeye çalışıyordu. Dünya ile ilk kez savaşıyordu Zytka ve son olması için elinden geleni yapıyordu. Şimdiden bir dünya gemisi yok edilmişti ve diğerlerinin kalkanlarının da süratle güç kaybettiğini görebiliyordu. Ama burada yolunda olmayan bir şeyler vardı. Daha kavganın ilk dakikasında anlamıştı bunu. “Nyzmin. Neler oluyor orada!? Neden robot avcılar saldırmıyor?!” “Zepdar sisteme bir virüs gizlemiş. Şu anda onu temizlemeye çalışıyoruz. Saldırı komutlarımı kabul etmiyor sistem.” “Elini çabuk tut Nyzmin! Yoksa bu raporumda yer alacak.” “Elbette Üstat Zytka. Derhal,” dedi Nyzmin’in cevabı. Sonra Nyzmin, Greyterran yardımcıları görev masalarında ayarlamalarla uğraşırken yerde yatan ölü gemi mürettebatına baktı. İç güvenlik robotlarına emrini verdi. “Cesetleri imha edin.” Robot Çavuş itaatle onayladı. “Emredersiniz, Heksor.” Heksor, kendi halkına ihanet eden ne ilk Grekul idi ne son olacaktı. Grekul’un totaliter ve kötü niyetli saldırgan rejimi çok bozuk ama hala çok büyük ve güçlüydü. Baskı ne kadar yoğunsa patlama da o kadar güçlü oluyordu. Zaman zaman bu rejime karşı muhalefet edenler çıkıyorsa da çoğu yok ediliyordu. Şanslı ya da çok becerikli olanlar daha uzun yaşayabiliyor ama pek azı kaçıp kurtulabiliyordu. Bu Zepdar’ın hikayesiydi. Bir de Ravard vardı. Ravard’ın hikayesi Mharjil soyunun hikayesi idi. Mharjil, Grekul insan deneylerinden biriydi. Bu deneyin yok edilmesi emri verildiğinde, sonradan Ravard; Cesur Dostlar, adını alacak bir gurup Grekul bilimadamı tarafından kurtarılmıştılar. Hepsi kurtarılamamıştı belki ama o yıkımın içinden sağ çıkanlar Ravard’ın ve sonradan kazanılan daha başka dostların da yardımı ile bir medeniyet kurmuştular. Mharjil tek bir ırktan değil işte bu dost ırkların birliğinden doğmuş bir halktı. Mharjil tabiri genelde ırk olarak sadece insansı halkı tabir etse de bir Mharjil insanı kendini Ravardlar, Ozanlar ve Dansçılardan ayrı tutmazdı. Fiziksel olarak Mharjil, insandan biraz farklı gelişmişti. Burada deneyin etkisi büyüktü... Ten renkleri kişiden kişiye değişen açık ya da koyu bir mavi tondaydı. Ama en açık tonda bile hala açıkça maviydi. Saç renkleri sarı-yeşil-pembe-mor-kızıl-mavi-beyaz-siyah ve bu renklerin tonlarında olabiliyordu.. Çok belirgin bir diğer özellikleri ise hepsinin gözlerindeki iki renklilikti. Hepsinin iki gözleri de iki farklı canlı renkteydi.. Psişik güçleri farklı seviyelerde olsa da hepsinde mevcuttu.. Kültürleri daha ilk başlardan bugüne kadar su ve deniz çevresinde şekillenmişti. Teknolojileri ve yaşamları doğayla uyumluydu ve doğayla çok barışıktı. Bunda Ozanlar ve Dansçıların suda yaşayan ırklar olmaları çok önemli bir rol oynamıştı.. Mharjil, anayurdu olan dünyayı Ravard’dan dinlemişti ve hep onlarla tanışmayı istemişti. Ama Grekul’un gözleri hep dünyanın üzerindeydi. Mharjil artık o zayıf deney artığı olmasa da Ozanlar’ın da telkini ile şimdilik savaşmaktan uzak duruyor ve izliyordu.. Bu değişmek üzereydi.. Grekul destroyeri, Hortlak’ın arkadan vuran güçlü salvosunu vurmadan önce görmüştü ama yapacak bir şey yoktu. Daha o salvonun nereden geldiğini görüp tepki vermeye başlıyordu ki bu defa dünya atmosferinden dışarıya fırlayan, daha önce görmediği koca gemilerle karşılaşıyordu. Elçi Zytka bugün yaşadığı sürprizlerden hiç hoşnut değildi ve tam güçle saldırı emirleri veriyordu. Grekul virüsleri etkisiz kalıyordu ve hem Yükselengüneşler hem de buradaki yeni gemiler beklenenden çok daha sert vuruyordu. Zytka neler oluyor diye düşünüyordu ki düşünemeden uyarılar gelmeye başladı. “İyon topu vuruşları kalkana karşı etkili. Dünyalı ışın silahları korvetleri yıpratıyor..” “Nyzmin! Avcılar!” diye kükredi Zytka. “Avcılar geliyor Üstat Zytka,” diye cevapladı Heksor. Avcılar gerçekten de geliyordu. Robot avcıların ilk dalga antimadde füze saldırısı Grekul destroyerine vurduğunda Zytka’nın şaşkın öfkesi dağ gibi patlıyordu! “Zepdar!!” “Aptal,” oldu Heksor’un cevabı. Heksor dünya gemileri ile temasa geçmişti ve John Hawk ile konuşmuştu. Federasyon gemileri bu kavgada Grekul Robot gemisinin ve onun avcılarının destroyere odaklanacağını biliyordu. Destroyer savaşa katılan yeni gemilerin Yükselengüneşler’den daha sert vurduğunu görüyor ve ihanet eden robot geminin darbelerini de hissediyordu. 2 Dünya gemisi daha yok edilmişti ama şimdi bütün saldırıyı bu yeni gemilere ve haine çevirmek zorundaydı. Bunlar sert vuruyordu. Güçlü kalkanlara rağmen ağır ateş altında olmak iyiye işaret değildi. Hortlak bir vurup bir kaçarak ortalığı bulandırıyor ve Grekul taktiklerini karıştırıyordu. Aegis’in Korvetlere vuran saldırısı güçlüydü. 1000 Bumerang avcısının beraberinde yerden kalkmış 180 mekik ve 300 F3000’in savaşa katılımı korvetleri şimdilik meşgul ediyordu. Ronin, iki iyon topu ve ana ışın silahları ile Destroyerin kalkanına büyük hasar veriyordu. Destroyer bu yeni dünya gemilerinin kalkan gücünü hissedebiliyordu. ECM savunması da bu gemilerin saldırılarına karşı doğal olmayan biçimde çok etkisizdi. Gemilerin saldırılarının yarısı boşa gidiyordu ama bunun nedeni ECM savunması değil bu saldırıların elektronikten ziyade manüel olarak yönlendirilmesi idi. Bu çok çılgıncaydı.. İnsanoğlu burada elektronik hedefleme sistemleri kullanmıyordu! Bu ne saçmalıktı böyle! Savaş beş dakika sonra hala ortada olmasına rağmen Robot Komuta Gemisinin özel kabiliyetleri ve karşı saldırı dalgaları Destroyerin saldırı gücünü çok sakatlıyordu. Destroyer açıkça kararsızdı ve öfkeliydi.. Zytka bugün berbat bir dönemin en kötü gününü yaşıyordu.. Karar veremiyordu.. Savaşın gidişatına dönük simülasyonlar karşı tarafın daha şanslı olduğunu söylüyordu. Özellikle virüslerin ve ECM sisteminin etkisizliği Grekul saldırı düzenini çok etkilemişti. Dünya gemilerinin Aegis’in ECM şemsiyesi içinden çarpışması ise Destroyeri çok kısıtlıyordu.. Robot Geminin ihanetini eklemeye gerek bile yoktu.. Şimdiden korvetleri kalkanlarını kaybetmişti ve Dünya da 5 Yükselengüneş gemisi ile avcılarının yarısını kaybetmişti. Yeni gemileri de ustaca manevralarla yer değiştirerek tükenen kalkanlarını şarj etmek için geri çekilip diğerlerini öne sürerek dövüşüyordu. Dünya filosunun bu kadar hasar alacak dayanıklılığa sahip olması can sıkıcıydı. Dünya geri çekilmeden saldırganca vuruşuyordu.. Savaşın gidişatını tartışmasızca belirleyen hamle işte tam da bu anlarda geldi.. Mharjil gemisi Jimya, 3800 metre boyundaydı ve gövdesi pembe ağırlıklı, sarılı, yeşilli, beyazlı, turunculu dalgalara sahip alacalı mercan deseniyle kaplıydı. Dünya denizlerinde gezen bir gri balinanın hatlarına sahipti. Bu geminin alnı sayılabilecek noktada kristal bir boynuz, sırtındaki kristal ışımalı beneklerle aynı mavi renkle ışıldıyordu.. Mharjil gemisinin beraberindeki 6 korvet tipi gemi ve 1600 avcı dronu az sonra Grekul Korvetlerinin arasına dalmış onları yaralayıp dağıtıyor, yok ediyordu. Mareşal Darkwinter hızlı karar veren birisiydi ve az önce bir Grekul gemisi kendi saflarına katılmıştı. Şimdi ise bir başka küçük filo yine onun hedeflerine vuruyordu. Düşmanımın düşmanı dostumdur diyordu Darkwinter.. “Yeni gelen bu pembe filoya ben aksini söyleyene kadar müttefik muamelesi yapıyoruz! Bütün gemiler ve avcılar ateşinize dikkat edin!” Bunu söylemesi yapmasından çok daha kolaydı. Ama yapması da burada zor değildi. Mharjil gemileri Grekul gemileri kadar çevikti ve onlarda çok daha hareketli bir dans sergiliyordu savaş ortamında.. Avcılar onları sadece kazayla vurabilirdi.. Zytka bu gelenleri tanıyordu ve o uzaktaki geminin gücünü de biliyordu. Korvetlerinden sonuncusu da patlamıştı.. Hiç istemiyordu ama o boynuzdan ilk ışık dalgası bir zıpkın gibi vurup gemisinin iyice zayıflamış kalkanın delince aniden kendini ikna etti.. Gemisinin FTL motorları yara almadan, mümkünken kaçmalıydı! Destroyer süratle kaçış rotasına girerken sayısız salvodan darbe alıyor ama hala buna dayanıyordu.. Birkaç saniye içinde Destroyer ağır yaraları ve dağılmış Grekul gururu ile hiperuzaydaydı.. Elçi Zytka, Konseyin buna ne diyeceğini bilmiyordu.. Son dönemde yaşanan en büyük başarısızlıklardan birine imza atmıştı.. Destroyer hiperuzaya geçmişti ve savaş bitmişti.. Ya da bitmiş miydi? Bu soru havada asılıydı ve bu soruyu belki de buradaki üç taraf da soruyordu.. İlk hamleyi yapan Robot Avcılardı. Hepsi Komuta gemisine geri dönüyordu ve komuta gemisi de yörüngeden yavaşça uzaklaşıp durağan bir konum alıyordu. Heksor, John Hawk ile görüşmeye başlamıştı bile.. Hiperuzaya atlayıp gözden kaybolan Mharjil filosundan geriye sadece bir tek korvet kamıştı. Dört kollu bir yıldızı ve bir dünya uçağını hatırlatan bu 380 metrelik gemi en yakındaki dünya gemisi ile iletişim kanalı açıyordu.. En yakın dünya gemisi Unity idi ve Mareşal bu konuşma daha ilk başladığı anda gidişini görünce kasıtlı olarak geride kalmıştı.. Bir kadının konuşmaları erkeğe hiçbir anlam ifade etmez iken diğer bir kadına kesinlikle çok şey ifade ederdi.. Bıraktı hanımlar konuşsun.. Kısa bir mesajla Maria’ya top sende diye bildirmişti o kadar. Konuşmanın ilk başları bile şok ediciydi.. Görüntülü iletişim kurmak dünyayı uzun zamandır izleyen Mahrjil için çocuk oyuncağı idi.. Dünya dillerini biliyor olmak da öyle.. Maria ilk başta hem şaşkındı hem de çok heyecanlı.. İlk başta sadece bu Mavi İnsanların görünüşü ile ilgileniyordu.. Görüntülerden onunla konuşan güzel kadının kaptan olduğunu anlıyordu. Geminin içinde kürsüler ve kumanda masaları yanında geniş su kanalları ve tüpler de vardı. Duvarlarda su yansıması dans ediyordu. Loş ve de çok hoş ışık yumuşaktı. Mürettebat üniforma olduğu açık ama hala çokça kişiselleşmiş giysiler giyiyordu. Tek parça ya da pantolon, etek, gibi görülen kıyafetler açıkça denizden ve deniz canlılarından ilhamla pullu ya da balık derisini hatırlatır dokudaydı.. Giysilere ve gemi dizaynına bakılırsa bunlar suyu ve yüzmeyi çok seviyordu. Maria daha ilk anda bu güzel hanımdan çok hoşlanmıştı. Çok tatlıydı ve çok zarifti. Konuşması da çok ince bir üslup taşıyordu. Bir şeyleri kırmamak için çok dikkatli ve önemser, dostça bir tarzı vardı.. Maria ilk izlenimi edinirken Mharjil gemisi Jimya’nın kaptanı Dionil hanım, farklı dillerde konuşmayı deniyordu. İlk şaşkınlıktan sonra Maria kendini işaret edip “Maria” diyebildi.. İşte Mharjil ile ilk konuşma böyle başladı.. “Çok iyi.. Sanırım İspanyolca anlaşabiliriz,” diyerek İspanyolca baştan başladı Dionil. Gülümsüyordu. “Almancan, İngilizcen, Fransızcan mükemmel. İngilizce burada işimizi görecektir Dionil” derken gülümsüyordu Maria.. “Kusura bakma.. Şaşkınlığımı takdir edersin..” “Bana mı söylüyorsun.. Bu anın geldiğine inanamıyorum,” dedi Dionil. “Pek çok sorun olduğunu tahmin edebiliyorum. Hemen ilk aklıma gelen bir ikisine cevap vererek başlayabilir miyim?” “Lütfen..” diyerek gülümsedi Maria. Dionil de aynen gülümsedi ve anlatmaya başladı. “Kökenimiz sizin şuanda yaşamakta olduğunuz gezegen. Dünya. Sizinle aynı soydan geliyoruz. Bizim soyumuz Grekul tarafından genetik olarak değiştirildi ve büyük ölçekli bir deneyde kobay olarak kullanıldı. Bugün cesur dostlarımız olarak andığımız bir gurup Grekul’un yardımı ile, gezegenimiz yerle bir edilirken oradan kaçmayı başardık. Saklandık. Yeniden bir hayat kurabilmek için saklanarak çoğaldık ve bir gün evrende başka dostların da olduğunu gördük. Bugün kendimize Mharjil diyoruz ama Mharjil adı artık sadece burada gördüğün biz Mavi İnsanları kapsamıyor. Mharjil; Ozanlar, Grekul dostlarımız olan Ravardlar ve Dansçıların da içinde bulunduğu kültürümüzün adı. “ “Dünyayı uzun yıllardır izliyoruz. Dünya dilleri, ve tarihi, kültürü ile ilgili şu son elli yılda elde ettiğimiz bilgilerin sayesinde bu derece rahatlıkla anlaşabiliyoruz. Hem NORN adı verilen bir cihaza da sahibiz. Bu evrendeki çok eski bir ırkın bir icadı. Pek çok dili çok kısa sürede tercüme edebilecek çok kabiliyetli bir cihaz..” “Bunlar gerçekten ilk aklıma gelen sorulardı Dionil,” diyerek gülümsedi Maria. Dionil bu noktada bir adım ileri gitti. “Senden hoşlandım Maria. İlk karşılaşmamızda neyle yüz yüze geleceğimiz konusunda hepimizin ciddi endişeleri vardı. Erkekleriniz biraz fazla heyecanlı ve tez canlı bir imaja sahip.” “Sen ona imaj mı diyorsun, Dionil. Bana kalsa hepsimi dizime yatırıp baştan terbiye ederim.” Dionil berrak bir kahkaha ile gülüyordu. Buradaki sinirli hava git gide yumuşuyordu.. “Ah, umarım bu defa da hanımlarımız için barbar bir imaj çizmemişimdir,” diye gülümsedi Maria. “Şey, erkekler hakkında benim halkım da aynı sorunları yaşıyor. Bizim sizden avantajlı tarafımız hayatın her alanında adil şartlarda bir mücadele ortamımızın olması..” İki hanım da gülüşerek dedikodu yapmaya devam ediyordu ve erkekleri kötüleyip duruyordu. İki taraf da açıkça gülümseyerek ilk temaslara başlamanın yolunu bulmuştu bu sohbette ve bir süre bu şekilde devam etmeyi ikisi de istiyordu. Tamamen yeni bir zeminde ilerliyordu Mharjil ve Federasyon.. Elmo gülümserken General buna inanamıyordu. Amiral çoktan ekranını kapatmıştı. Kadın ve erkek olmak; cinsiyet, evrenin her yerinde ırktan ve derinin renginden çok daha belirleyici unsurdu anlaşılan. Burada erkekliğin bu derece hakarete uğramasına katlanamayacaktı. Zaten lanet olasıca yorucu ve kıyamet bir gündü.. Odasına çekildi ve raporları inceleyip emirlerini düzenlerken koca bir şişe votka açtı. İki hanımın sohbeti aslında çok uzun sürmemişti ama açık olan şuydu ki Mharjil’in şu andaki tek potansiyel tehdidi erkek egemen dünyaya daha feminist Federasyon yasaları için ilham kaynağı olmaktı.. İki hanım da çok kritik bir eşiği atladıklarının farkındaydı ve havada sıcak ve hoş bir ilk buluşma ezgisi çınlarken bunu burada bırakıp zamana sindirmek için fırsat vermek en iyisiydi.. Daha etraflı temaslar için dünya cephesinin zamana ihtiyaç duyduğunun farkındaydı Mharjil. Dünya çok kısa bir süre içinde çok şey yaşamıştı.. Bu sürat baş döndürücüydü.. Ravardlar, Heksor ile iletişim kurmuş ve neler olduğuna dair bir diğer ilk görüşme de Ravardlar ile Heksor arasında gelişmişti. Bu görüşme trafiği içinde sırada Heksor ile Federasyon buluşması vardı.. Heksor’u taşıyan Grekul gemisi, Elçi Zytka’nın kullandığı uçandairelerle aynı tip bir gemiydi. Seksen metre çapında, ince ve hızlı, görünmezlik özellikleri olan bir gemiydi ama burada çok yavaşça ve görünür biçimde Socrates’in Bahçesi yakınlarına inmişti. Karşılamada John Hawk ekibi ile hazırdı ve Heksor da yalnızdı. Heksor diskinin üzerindeydi ama cüppesi üzerinde değildi. Açıkça silah taşımıyordu. Bununla beraber diskin kalkanı aktifti. Heksor saldırgan değildi ama o kadar aptal da değildi. Dünyalılara burada kendi hayatını sunuyordu ama sadece gerçekten onu almak isterlerse sunuyordu.. Ateşli bir askerin galeyana gelip onu tek vuruşta indirmesini istemiyordu doğrusu.. Heksor ve Elmo’nun konseyi az sonra yeraltındaki sığınağın geniş ve rahat Başkanlık bölümündeydi. Sözü ilk açan Heksor oldu. “Elçi Zytka güçlü bir psişikti. Ama güç arttırıcı cihazları olmadan, o bile buradaki kalkanı aşıp düşüncelerinizi duyamazdı. O cihazlar ise kalkanın ilk taramasında hissedilir. Bununla beraber ben Grekullar arasında bile öne çıkan çok güçlü bir psişiğim. Kalkanınıza minnettarım çünkü bütün o meraklı sorularınızın beynime yaptığı saldırıyı yavaşlatıyor.” Bir sessizlik oldu odada. “Bunu engelleyecek kalkan cihazım var ama bunu çalıştırırsam yanlış etki yaratmaktan korkuyorum. O yüzden rica ediyorum, lütfen düşüncelerinizin ateşini kontrol altına alın. Sakin olun. Aklınızdaki pek çok soruyu zaten duydum ve onları cevaplayacağım. Lütfen zihinlerinizi sakinleştirin.” Bu noktadan sonra Heksor sorulmamış sorulara cevap vermeye başladı. Zihinden zihne akıyordu sözleri.. “Zihinden zihne konuşmak daha hızlıdır ve siz de benim düşüncelerimi en çıplak hali ile paylaşacaksınız. Uyarıyorum, Grekul anılarımdan bazıları çok rahatsız edicidir ve hayatta kalmak için onaylamadığım pek çok şey de yaptım..” “Evet, psişik güçlerimiz söylediğimizden daha güçlü. Greyterranların güçleri de öyle. Greyterranlar özgür olduklarını sanan Grekul köleleridir. Hepsinin beyni yıkanmıştır ve düzenli olarak zihinleri yeniden ekilir, güçlerini bastıran ilaçlarla işleme tabi tutulurlar. Greyterran, İnsan Alevi Projesi adını verdiğimiz çok eski bir insan deneyinin kısmen çok başarılı ürünlerinden birisidir.” “İnsan Alevi.. Bu çok derin ve aslında çok basit bir konu.. Grekul kendi genetik yapısını sayısız bin yıllardan bu yana geliştirip değiştiriyor. Bu aşamada sayısız ırkın çeşitli özellikleri ile bir DNA dizilimi oluşturmaya başladık. İnsan Alevi ne zaman başladı, neden ve nasıl başladı bilmiyorum.. Bildiğim sizden istediğimiz şey Konsey için bir saplantı ve çok önemli.. Tarihin Şafaklar öncesindeki ilk döneminde yaşanan bazı olaylarla bağlantısı var bunların ama bu bilgilere Konsey ve onun dışında çok az Grekul erişebiliyor.” “Neden taraf değiştirdim? Neden basit. Grekul düzeninde mutlu değildim. Oraya ait değildim. Kurumsallaşmış bir kötülük ve saldırganlık var Grekul düzeninde. İçimiz sanattan ve güzellik duygularından boşaltılmış ama ben bunların ihtiyacını kendimi bildim bileli -özellikle de insan uygarlıkları ile temas etmeye başladıktan sonra daha kuvvetle- içimde duyuyorum..” “Psişik taramalarda beni fark edemediler çünkü bu duygular içimde açığa çıkmaya başladığı anlarda zihnim hayatta kalma dürtüsü ile bunu kendimden bile gizlemişti. Bir kez yakalanmam yeterdi ve çok iyi saklanmalıydım. Bu korku ve hayatta kalma içgüdüsü belki de güçlerimi en çok bileyen şeylerdi. Çok güçlendim ve Hiyerarşi’de çok çabuk yükseldim. Bir fanatik olarak ün sahibi oldum. İstihbarat birimlerinde etkili bir mevkiye getirildim ki bu noktadan sonra zaten beni Konseyden başkası yakalayamazdı. Konsey ise özellikle şu son 300 yıldır çok meşgul.” “İlk taraf değiştiren Grekul ben değilim. Mharjil de ifade etmiş bunu. Mharjil.. Açıkça varlıklarını duymuştu ve bir iki kez onlarla çatışmıştı Grekul.. Ama Mharjil, Ozanlar’ın korunmasında. Ozanlar, Şafaklar öncesindeki birliğin en güçlü ve saygın ırklarından biridir. Ozanlar, Şafak etkilerinin üzerindedir.. Bilgim sınırlı ama Grekul, Ozan ile savaşmaz. Ozan da zaten savaşçı değildir. Savunmadan öteye bir hareketlerine ilk kez burada şahit oluyorum.” “Evet, burada Mharjil’e bu savaşa müdahale etmeyi öneren ilk önce bir Ozan idi. Bunu bana söylediler. Mharjil de son derece şaşkın bu duruma.” “Sizlere verdiğim ilk parça veri tabanına ilave olarak elimdeki kalan bilgileri de sunuyorum. Bu dünya teknolojisini tam anlamı ile seviye 11’e çıkaracak bir takviye. Bu 11. ve 13. seviyeler ciddi Kırılma Noktalarıdır. Bunu takdir etmenizi umuyorum.” “Gülmeyin Üstat. Rakamlar çok önemlidir. Matematik çok önemlidir. Matematik, kimyadan biyolojiye, fizikten genetiğe pek çok alanda kilit bir bilimdir. Matematik pek çok felsefi sorunun cevabını gizler. Matematik bir aydınlanma yoludur. Matematik duygular üzerinde bile etkilidir.” “Makineye ruh vermek mümkün mü? Ruh nedir Üstat? Ruh bir enerji formudur. Ruh bir düşünce sistemidir. Enerji yok edilemez. Enerji şekil ve boyut değiştirir. Ruh denen bilinç ve varoluş düzeyi yaratılabilir mi? Bir çocuğu yarattığımızda onun ruhunu yaratıyor musunuz yoksa var olduğu bir zaman ve mekândan bedene gelmesinde aracı mı oluyorsunuz?” Konuşmalar çok ilginç yerlere kayarken Prof. Yamanaka elinde olmadan heyecan ile atıldı. Sesli bir soruydu bu.. “Tanrı var mı Heksor? Ben bir ateistim ve eğer tanrı var ise bunu siz biliyor olmalısınız.” “İnsanoğlunun izlediğimiz tarihi boyunca büyük küçük pek çok dinin doğumunu ve yok oluşunu izledik. Evrende benzer inançlara da şahit olduk. İnsan için konuşacak olursam şunu ifade etmeliyim öncelikle; Tanrı’ya ya da Tanrılarınıza atadığınız pek çok kabiliyet ve kuvvete sahip başka ırklar evrende yaşamaktadır. Ben bir birey olarak bile bu güçlerden ve niteliklerden bazılarına sahibim. Evren çok büyük ve büyük olmasına rağmen çok düzenli ve mükemmel biçimde uyumlu.. Tıpkı sağlıklı ve canlı bir organizma gibi.. Bilime daha çok sarıldıkça ve evreni daha çok tanıdıkça bu bilgi ile bilinç yeniden şekilleniyor.. Evrenin güçlerini düşünürsek evrendeki bütün ırkların onun kulları olduğunu söyleyebiliriz..” “Bu hala yeterince açık değil Heksor. Tanrı’nın varlığını biliyor musunuz, yoksa bilmiyor musunuz?” Heksor durdu ve cidden nasıl ifade edeceğini düşündü. Sonra ciddice ve huşu içinde cevap verdi. “Size ateist olarak kalma kararınızı bir kez daha düşünmenizi öneriyorum, Profesör Yamanaka..” Her şey bir yana, Heksor ile bu ilk görüşmenin sonunda elde edilen bilgi bankası çok büyük ve çok etkileyiciydi. İnsanın varlığını bilmediği-görmediği Grekul teknolojileri artık elinin altındaydı. Tabii gerçekten bunların bazılarını hemen ve Samanyolu’ndaki malzemelerle inşa etmek mümkün değildi ama ellerinde böyle bir bilgi hazinesi vardı.. Dünya hükümeti Heksor ile iki gün boyunca devam eden görüşme trafiği içerisinde Heksor’un önerisi ile Gri İnsanlardan bazılarını uyandırmış ve Heksor’un onları tedavi etmesine izin vermişti. İlk uyandırılanlardan birisi özellikle Heksor tarafından seçilmiş olan Shalir idi. Heksor Shalir’in gelecek günlerde Federasyon’a çok büyük faydaları olacağını söylemişti ve bunu söylerken çok ciddiydi. Shalir, Gri İnsanlar içinde ve Federasyon cephesindeki en güçlü psişik olacaktı. Gerçek anlamda evren, psişiklere güç dağıtırken cömertti ve bazı psişikler ise çevrelerindekilere kılavuzluk etmeleri için çok daha büyük güçler ve sorumluluklarla donatılıyordu. Shalir de onlardan biriydi.. Henüz Shalir de bilmiyordu ama gelecek günler daha fazlasına gebeydi.. Federasyondakiler ilk kavgayı kazandıklarının bilincindeydi ama Grekul geri gelecekti. Bunu da biliyordular.. Hazırlıklar son sürat sürerken daha Mharjil ile ilk görüşmelerde Dünyalılar yeni bir müttefik -aslında ilk müttefiklerini- buluyordu. Nilla hanım bir Mavi İnsan idi. Yörünge savaşının üzerinden 24 saat geçmeden yanında Mharjil Meclisi’nden dostluk mesajı ve Grekul’a karşı ittifak teklifi getirmişti. Elmo bu teklifi havada kaptı desem kesinlikle az bile söylemiş olurum. Elmo, Nilla Hanım’dan çok hoşlanmıştı ve Elmo’nun eşi Sophia Hanım ile bir tesadüf eseri tanışma fırsatı bulan Nilla Hanım da açıkça bu tanışmadan çok memnun kalmıştı. Üçlü muhabbet kısa sürede dallanıp budaklanmış ve Elmo yavaşça konuşmalarda dinleyici pozisyona bile itilmişti. Her şeyden önce bu iki hanım da evli ve yetişkin çocukları olan iki tatlı hanımefendiydi ve çok ortak noktaları vardı. Elmo son aylarda insanlığın yaşadığı zorlukların üzerine rüzgarın döndüğünü hissediyordu.. Yüzü gülümsüyordu. Aklında bir mutluluk güneşi parlıyordu .. Elmo bu havada gülümserken Nilla Hanım, Sofia ile derinleşmiş konuşmalarından sıyrıldı ve kolundaki sade ama çok hoş bir bilekliğe dokundu. “Bağışla Sofia, şimdi bazı işle ilgili konuları konuşmanın vakti geldi. Diplomatların ön müzakere dediği şeyleri bitirip asıl konuşmaya geçmenin vaktinin geldğini görüyorum.” Elmo şaka ile karışık konuştu. Gülümsüyordu. “Daha benimle iki kelime konuşmadın Nilla, Hayatım. Sofia ile öyle güzel konuşuyordunuz ki bölmeye kıyamadım.” “Ah, Dünyalı erkekler ve dünyalı kültürü.. Biz Sofia ile ön görüşmeleri başarı ile gerçekleştirdik bile az önce. Ben bana gerekeni aldım ve hissettiğim kadarı ile sen de aldın..” Elmo bir anda aklında hissetti. Mharjil psişik güçlere sahipti.. “Sizi yalnız bırakayım, Federasyon işleri beni aşar..” diyerek gülümsüyor ve ayrılmak için ayağa kalkıyordu Sofia. “Hiç de öyle değil Sofia. Az önce dünya ile ilişkilerimizde uzun yıllar üzerinde duracağımız tabanı seninle oluşturduk.” Elmo bir şeyleri anlıyordu ama Sofia hala şaşkındı. “Otur, Sofia Hayatım. Nilla, Canım, seni dinliyoruz. Anlat bakalım,” diyerek gülümsedi Elmo.. “İlk önce en öncelikliler. Bu bileklikler bizim dışarıya dönük psişik güçlerimizi kısıtlayan cihazlardır. Tıpkı Grekul’un kullandıklarına benzer psişik cihazlarıdır. Evet, bütün Mharjiller az ya da çok psişiktir. Hayır, insan dışında bütün evren psişik değil. Psişik yetenekler denen beyinsel güçlerin gerçek özelliklerini ve doğasını yakında anladıkça aklınızda pek çok şey yerine oturacak.” “Az önce adil bir konuşma olması için güçlerimi çok kısıtladığım halde benim zihnime girecek güçte düşüncelerin patladı Elmo.” “Neymiş o düşünceler bakalım?” diye yarı şaka yarı ciddi intikam ile Elmo’ya baktı Sofia.. Nilla çok güzel ve etkileyici bir hanımdı. Elmo sinirli sinirli gülümsedi ve arkasına saklanacak bir şey aradı gözleri süratle. Nilla’nın kahkahası güzelce çınlarken ona Sofia’nın samimi kahkahası da katılıyordu. “Sanırım onu bu yüzden böyle seviyorsun.” diye gülümsedi Nilla. Sofia nadiren Elmo’ya açıkça güzel şeyler söylerdi. “Görünüşü ve havası herkesi yanıltır. O kocaman ve saf bir çocuktur. Ona tapıyorum.” “Seni anlıyorum, hayatım,” diye konuştu Nilla. Sonra konuyu iş konularına süratle geri çevirdi Nilla hanım. “İlk olarak şu sizin Kalkanı modifiye edin Elmo. Yardımcılarıma gerekli bilgiyi vereceğim. Gerekli ayarlamalarda sizin teknisyenlerinize yardımcı olsunlar. Kalkanınız etkisiz değil ama burada ciddi görüşmeler yapılacak ve psişik güçlerin bu konuşmaların güvenlik ya da sağlığına soru işareti oluşturmasını istemeyiz.” “Elbette,” diyerek onayladı Elmo. “Şimdi, Sayın Başkan. Az önce eşiniz ile ön görüşmeleri tamamladık. Burada Mharjil’i temsilen geniş yetkilerle bulunuyorum. Bazı şeyleri ilişkilerimizin en başında ve çok açıkça ifade etmem konusunda önemle uyarıldım.” Elmo işin ciddi aşamasının başladığının farkındaydı. İşte şimdi uzun yıllar federasyon ve Mharjil ilişkilerine yön verecek konuları konuşuyordular.. “Öncelikle bu ittifak kapsamında bizim sizden bazı taleplerimiz olacak ve bunun karşılığında; ittifakın doğası gereği size bazı katkılarımız olacak. Bazı isteklerimiz size anlamsız ya da önemsiz hatta komik gelebilir ama inanın şimdi söyleyeceğim her bir kelime çok ciddi ve çok önemlidir.” “Sizi dikkatle ve ciddiyetle dinliyorum Nilla Hanım. Siz, size yeten ilk bilgileri edinmiş olabilirsiniz ve bildiğiniz üzere ben de bana gerekenleri aldım ve içinde bulunduğumuz durumun ne kadar ince bir zeminde, ne kadar önemli kararlar almaktan oluştuğunu biliyorum. Dikkatim ve bütün aklım sizi dinliyor.” “Mharjil sizi uzun yıllardır çeşitli kanallardan izliyor ve insan kültürü hakkında geniş bilgi birikimine sahibiz. Bizler de toplum olarak mükemmel değiliz ve ne suç ne de savaş kavramları bize yabancı değil. Kendi içimizde biz de çeşitli zamanlarda ciddi görüş ayrılıkları sonucu ucu kan dökmeye varan olaylar yaşadık. Bunu gizlemeyeceğiz..” Elmo ne geldiğini zihin okumaya gerek duymadan biliyordu.. “İnsanlar zaman zaman çok savaşçı ve bazen de çok zalim bir soydur Nilla. Herhangi bir internet cafeden bir Google taraması yapmak ya da bir kütüphanede 10 dakika geçirmen bunu açıkça ortaya koyar. İnsan olmaktan tarifsiz onur duyduğum anlar olmasına rağmen bundan utandığım anlar da var. Ve gelecek günlerdeki ilişkilerimizi düşününce doğamızın bu yanı beni de endişelendirmiyor değil.” Burada Nilla hanım dostça ve memnuniyetle söze girdi. Sözlerinde umut vardı. “Ortak kökenimizin yırtıcı yanı malum ve Grekul etkisi de üzerinizde uzun nesiller boyunca vardı. Bu etkinin ucunun nereye gittiğini ne siz ne de biz bilebiliriz Elmo. Ama umutsuz olma. Beraber yaşamanın yolunu bulacağız. Buradan başlıyoruz. Yavaşça ve adım adım..” “İlk önce bizim için çok önemli iki basit isteğimiz olacak. Biliyorsun, Mharjil kültüründe Ozanlar ve Dansçılar adında iki güzel halk bizimle beraber yaşıyor.” “Evet, kendileri ile henüz tanışmadık ama haklarında hep masalsı güzellikte şeyler duyduk, şu ana kadar.” “Tanışana kadar bekle Elmo. Yüzünün ve duygularının alacağı şekli görmeyi merakla bekliyorum. Elmo, bizim yaşam tarzımız deniz çevresinde döner. Su olmadan, sudan uzakta, deniz yaşamı çevremizde değilken biz yaşayamayız. Bu bizim en temel kimliğimiz. Ozanlar ve Dansçıların bu İttifaktan talebi denizlerinizdeki iki tür deniz canlısının tam koruma altına alınması, avlanmaması. Bu canlılar Ozan ve Dansçıların çok ilkel iki kuzen türüdür ve sayısız bin yıldan bu yana Ozanlar bu türler ile iletişim halindedir..” “Yani Ozanlar bin yıllardır dünya ile iletişimde ama bunu insanla değil ve deniz canlıları ile mi yapıyor?” Elmo afallamıştı.. “Daha açık olmak gerekirse balinalar ve yunuslarla. Evet, Elmo.” Elmo’nun yaşadığı şok derindi ama sanatçı olan oğlunun Okyanus temalı sergisi döneminde o da okyanus yaşamı ile çok yakından ilgilenmişti. Epey National Geographic okumuş ve belgesel izlemişti. Denizler dünya içinde keşfedilmeyi bekleyen koca bir evren diye düşünmüştü Elmo.. Şimdi aklında düşünceler karma karışıktı.. “Anlaştık. Bu kararı derhal ve çok ciddi yaptırımlarla uygulamaya koyuyorum. Emin olun bir daha bir yunus ya da balina avlayan kişi, hayatının geri kalanı boyunca bir hücrede, tek başına pişman olarak bunun bedelini ödeyecek.” “Şey, tam olarak aklımızdaki yaptırım bu değildi ama siz insanlarınızı bizden daha iyi tanıyorsunuz ve ne istediğmizi anladığınızın farkındayım.” “Devam et lütfen, Nilla.” “Dünya askeri olarak şu anda Grekul’a karşı zayıf bir durumda. Bizler de hep savunma durumundaydık ama şu anda bile Meclisimiz bu konuda ateşli ve ciddi oturumlar yapıyor. Lakin ilk alınan karar, Ozanların savunduğu bir harekettir ve o karar Dünya’yı korumakla görevli 5 Şarkısöyleyen geminin gönderilmesidir.” “Şarkısöyleyenler?” “Bunlar elimizdeki en güçlü savaş gemileridir. Size yardıma gelen ilk gemi de bir Şarkısöyleyen idi. Her gemi yanında 6 Yıldız gemisi ve 1600 dron savaşçı ile gelir. Grekul şu anda ciddi bir savaşta. Bu galaksideki güçleri yok edildi ya da savaş gücünden yoksun istasyonlar. Galaksiye yeni bir savaş gurubu gönderse bile bu çok büyük bir Grekul filosu olamayacaktır kanaatindeyiz.” “Elimizdeki teknoloji konusunda size yardımcı olmayı istiyoruz ama Meclisimizin bazı endişeleri olduğunu söylersem beni anlarsın.” “Anlıyorum,” diye içtenlikle söyledi Elmo. İnsan soyu silah gördü mü çılgına dönen bir mizaca sahipti.. “Yine de silah ve savaş teknolojileri her şey demek değil Elmo. Size diğer pek çok alanda çok şey verebiliriz. Ve sizde bize, sizi daha yakından tanıma şansı verirseniz çok güçlü ve çok uzun ömürlü bir ittifak olabiliriz. Sadece Grekul ile savaşan müttefikler olmanın ötesindeki olasılıklara aklınızı açın..” “Desteğiniz için size ne kadar teşekkür etsek azdır Nilla Hanım. Sözleriniz beni derinden etkiledi ve bu duyguları aynı heyecan ile Meclis’te paylaşacağım.” “Biz aynı soydanız Elmo. Umuyorum ki halklarımız arasında, kısa sürede bir ortak yaşam kültürü kurmak yolunda hızla çalışıp bunu başaracağız.” “Bundan emin olabilirsin Nilla. Koca bir evren bu. Bu evren sadece savaştan ibaret olamaz. Dostluğa çok önem veriyorum ve Federasyonun gelecek nesillerinin de bu felsefeyi paylaşacak bir düşünce sistemi ile yetişeceğini biliyorum. Dünya halkı barışa ve dostluğa aç.” Elmo yürekten konuşuyordu ve gerçekleri söylüyordu.. 1 Kasım’daki yörünge savaşından bu yana sadece birkaç gün geçmişti. Tarih 6 Kasım 2025 idi ve dünya yörüngesinde yine hareketli bir gün yaşanıyordu. Boyu 10 bin metreyi bulan koca bir gemi yörüngenin çok dışında hiperuzaydan çıkmıştı ve sakince orada bekliyordu. Yörüngede Dionil’in gemisi Jimya ve 6 Yıldız korveti ile 16 Yükselengüneş vardı. Dionil bu yeni geminin Mharjil gemisi olmadığını ama düşman da olmadığını söylüyordu. Tanışma kısmına karışmamak taraftarı olmasına karşılık tüyo vermekten kaçınmamıştı. “Bunlarla konuşurken yanınıza çok iyi pazarlık yapan ve ticaretten anlayan uyanık birilerinin olmasında fayda var.” Dionil’in sesindeki gülümsemeyi yakalamıştı Maria ve tavsiyeyi Federasyon yönetimine aynen iletiyordu. Elmo, Michael, Collins ve Sör Arthur ilk haberleşme bağlantısı kurulduğunda oradaydılar. “Merhaba dünyalılar. Dostuz biz,” diyen kel kafalı, uzun boylu bir insandı. İnsana benziyordu. Bir punk-bilim kurgu filminin punk karakterine benziyordu. Dazlak kafası ve vücudunda ışıldayan elektronik implantları vardı. Vücudunda bir dolu ışıldayan takı ve implant göze hücum ediyordu.. Teni çok beyazdı. Arka planda gezinirken görülen diğer mürettebatı da benzer implantlar ve giysiler içindeydi. Ya çılgın punk tarzı deri giysiler ya da uçuşan ve açık saçık çeşit çeşit-rengarenk giysiler vardı üzerlerinde.. Gemilerinin görülen iç kısmı çok lüks ve kocaman insan saraylarını hatırlatıyordu.. “Mharjil dostlarımız gezegenlerarası temaslarınızda İngilizceyi tercih ettiğinizi söylediler. Yanılmıyorlar değil mi?” “Yanılmıyorlar, İngilizceniz çok akıcı. Büyük ihtimalle benim uzaylıcam sizinki ile yarışamaz,” diyen Elmo idi. Buna alışıyordu. Özellikle Nilla ile şu kısacık zamanda dolu dolu muhabbetle geçirdiği saatler onu çok etkilemişti. Arthur ve Michael bile bocalarken Elmo artık şu son bir iki günde bu yeni döneme uyum sağlamıştı. Her zaman olduğu gibi önden yürüyordu ve takipçilerini yeni bir çağa, yeni ufuklara taşıyordu. Karşısındaki bu adam Elmo’dan cidden hoşlanmıştı. Koca ve hoş bir kahkaha attı. “Uzaylıca.. Çok zekice ve hoş. Ben, Ator ve bu da kızkardeşim Eternis. Bizler Tüccarız. Tüccar Soyu olarak tanır bizi, bildiğimiz evrenin halkları. Bizleri Tüccar halkının büyükelçileri olarak görebilirsiniz.” “Ben de Elmo Romano. Dünya Federasyonu’nun Başkanıyım.” “Ah, meşhur Elmo. Ününüz sizden çok önde gidiyor. Saygıdeğer Nilla Hanım ile görüşmemizde sizden övgü ile bahsetti.” “Nilla Hanım çok hoş ve çok yüce yürekli bir kişi. Cömertçe iltifat etmiş,” diye içten bir tevazu ile cevap verdi Elmo. Burası konuşmanın dönüm noktası olmuştu Ator için. Neşeli ve girişken ses tonu bir anda derinleşip ciddileşmişti. Ator tam bir ruh sarrafı olarak üne sahipti. Sosyal ilişkilerde önsezileri ve yargıları çok güçlüydü. Hala neşeliydi ama sözcüklerinin içinde çok derin anlamlar yüklüydü bunu söylerken; “Az bile söylemiş. Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum Sayın Başkan. Öyle sanıyorumki bu çok güzel ilişkilerin başlangıcı olacak bir olay..” Şimdi yine o yaramaz ve neşeli, çocuksu tonu ile coşmuştu Ator.. “Sizinle yüz yüze gelmeyi dilerim Elmo. Tüccarlar ile Federasyonunuzun ve de yeni kurulmuş ittifakınızın birbirimize neler sağlayabileceğini görüşmek isterim. Müsait misiniz, dostum?” “Elbette Sayın Ator, Eternis Hanımefendi.” “Sadece Ator, lütfen.” “Ve sadece Eternis, lütfen,” derken Eternis’in gözleri Michael’ın, Michael’ın gözleri de Eternis’in üzerindeydi. Eternis’in canlı gibi duran pespembe ve kabarık saçları belinden aşağılara kadar iniyordu. Mor elbisesi çok küçüktü ve vücuduna tamamen yapışan çok ince bir kumaştandı. Uçuşan mor tüllerin çokluğuna rağmen vücudunun en güzel mücevherleri hala çok göz önündedi. Sör Arthur, Michael’a içinden küfürler ediyordu ve şu yeni Grekul teknolojileri arasında gençlik aşısı olup olmadığını cidden merak ediyordu.. Görüşmeler için Elmo’nun seçtiği yer Socrates binasının tepesindeki geniş ve güzel manzaralı Başkanlık Ofisiydi. Eternis sessiz, sakin ve çok gözlemci bir tipti ama Ator son derece atılgan ve çok hareketliydi. Çok doğrudandı. Bazen patavatsızlaştığı bile oluyordu ki bu durumlarda abisinin kulağını çekmek Eternis’in göreviydi. İkisi çok iyi bir takımdı. “İlk önce size tanışma hediyelerimizi sunmak istiyorum. Bu cihazı bilinen evren kullanıyor. Bunları peynir ekmek gibi satıyoruz. Mucizevi bir alet. NORN.” “Onu duyduk..” dedi Elmo. “Elbette.. Sanırım Mharjil’den.. Müthiş bir alet. O olmasaydı biz Tüccarlar ne yapardık bilemiyorum. Çok eskiden yapılmış ve çok sayıda üretilmiş bunlardan. Bizim için bunları kopyalamayı başarmış kaynaklarımız sayesinde bütün evrene bunları saçtığımızı söylesem yalan olmaz. Basitçe bütün dilleri birbirine çevirebilen çok mucizevi bir çevirmendir bu cihaz.” “Nasıl çalışır?” “Ah, Elmo, bu implantlar sayesinde istersem bir şair, istersem bir bilimadamı ya da savaşçı olabilirim..” Sonuncuyu irkilerek ve iğrenerek söylemişti.. “Ama bilimadamlığına hiç bulaşmadan özetlersem, psişik bir mekanizması var ve iki farklı kültürün üyesi arasında süratle-psişik düzeyde bilgi trafiği sağlıyor. Aslında iki tarafın aynı şeylere ne dediğini karşılaştırıyor ve iki dil arasında çevirmenlik yapıyor. Elde ettiği veri ile Bilgi Ekimine uygun bir data kümesi oluşturuyor ya da anında-canlı çeviri yapıyor..” “Psişik demişken, Mharjil gibi siz de psişik misiniz?” “Ah, heyecanımı bağışlayın. Dürüstlük bizim ilk ve en temel ilkemizdir ve bu konuya Tüccar Klanlarının hepsi büyük önem verir. Bu konu bizde tabudur. Size çok borçluyum..” “Ben de çok borçluyum..” derken Michael’a onun elbiselerini yırtan gözlerle bakıyordu Eternis. Michael gülümsüyordu. Ator devam ediyordu o durmayan konuşmasına.. Bu konuyu anlatırken sesi şimdi gölgeliydi ve derinden geliyordu. “Bizler, Mharjil gibi, Grekul deneyleri ile doğduk. Mharjil’den çok daha eski bir zamanda bizim deneyimiz yıkım ile sonlandırıldı. Ama gördüğünüz gibi bizi tamamen yok edemediler. Grekul soyu, bilimadamlarından oluşmasına rağmen bilim metotları bazen açgözlülüklerinin etkisinde çok savruk olabiliyor ve çok büyük hatalar yapabiliyorlar.. Zaman içinde çok serpildik ve büyüdük. Uzun yollar yürüyüp çeşitli badireler atlattıktan sonra bugün gördüğünüz Tüccar medeniyetini kurduk. Mutlu ve güzel yaşamımız, Grekul aldatmacasından kurtulan kök gezegenimizin halkı ile buluştuğumuz bugün çok daha mutlu. Diğer Klanlara bunu anlatmak için sabırsızlanıyorum. Bu anı kaçırdıkları için beni çok kıskanacaklar,” Şimdi şen kahkahalarla gülüyordu Ator.. Elmo merak etti, bu küçük Grekul iblislerin şeytanca planının dokunmadığı yer kalmış mıydı evrende?.. Kovan bile gözüne masum bir çocuk gibi görünüyordu şimdi. En azından o dürüst ve açıktı.. Tüccarlar ile bu ilk görüşmede altı çizilen konu ilişkilerin üzerinde duracağı temel zemin idi. Tüccarlar dürüstlüğe ve adalete çok önem veren bir kültüre sahipti. Bunun uzun vadede iş için çok daha iyi olduğunu biliyordular ve onlar iyi işadamları idi. Tüccarlar kendi sanat ve bilimlerine dair bir tanışma pakedini hediye olarak dünyaya sunarken benzeri bir pakedi de dünyadan bekliyordu. Bu ilk tanışmalar için Tüccar kuralı idi. Tüccarlar ile ilişkilerde dürüstlük ile ilgili kuralları okurken Arthur’un dikkatini tazminat maddesi çekmişti. Meraktan soruyordu; “Ya tazminat ödemeyi kabul etmezsek?” “Ah,” diye gülümsüyordu Ator tatlı, büyüleyici, çocuksu üslubu ile.. “Ödersiniz dostum. Ödersiniz. Sonuçta herkes öder,” diyerek gülümsüyordu. “Ama ilk baştaki kurallara gerektiği gibi uyulduğu sürece asla sorun çıkmaz. Biz daima anlaşmalarımıza uyarız. Ne pahasına olursa olsun,” diye ciddiyetle ifade etmişti Ator. Eternis de ilk kez ciddice bir ifade takınıyordu ve onu destekliyordu. “Biz anlaşmalarımızı asla bozmayız. Ne pahasına olursa olsun.” Sör Arthur buradaki ciddi felsefeyi çok iyi anlamıştı ve bütün siyasetçilerin–diplomat ve bürokratların ve de askerlerin de anlaması için ciddi bir çaba gösterecekti.. Tüccarlara asla kazık atmak ya da yalan-yanlış-eksik bilgi vermek söz konusu olamazdı. Bu işin şakası yoktu. Tüccarlar ile ilişkiler işte böyle başlamıştı ve daha ilk günlerde Tüccarlar hem ortak köken hem de faydacı-oyunbaz ama dürüst ve onurlu ticaret anlayışı nedeniyle bu ilişkiden çok memnun kalacaktı.. Dünyanın ve İttifak’ın da bu ilişkiden çok büyük faydalar elde edeceğini eklemeye gerek yok.. 8. Bölüm (Yeni Ufuklar) Sör Arthur çok uyanık bir politikacıydı ve Tüccarlar’ın düşünce sistemini çok iyi çözmüştü. Ayrıca Mharjil ile yapılan görüşmeler ve Tüccarlar ile tanışma esnasında edindiği ilk izlenimler aklında bir iki şimşek çaktırmıştı. Tecrübeli siyasetçi küçük bir deneme ile bu durumu dünyanın çıkarlarına kullanabileceğini umuyordu. Tüccarların elbette bunu fark etmesini de bekliyordu ama eğer haklıysa Ator bu duruma ses çıkarmayacaktı. Arthur haklıydı. Dünya açgözlü ve çok materyalist-kapitalist bir kültürden geliyor olabilirdi ve bu değişim rüzgarı dünyayı daha yeni yeni değiştiriyor olabilirdi ama Tüccarlar bu değişimi çok önceleri yaşamıştı.. Tıpkı Mharjil gibi. Bu iki halk da maddi konular üzerindeki derin endişeleri oldukça aşmıştı ve dünya ile ilişkilerinde maddiyattan daha çok önem verdikleri şeyler vardı şu anda.. Arthur BM arşivinden çok eşsiz ve ağız sulandırıcı bir paket hazırlamıştı. Sunumu gayet mükemmel ve ışıltılı olan bu pakette dünya tarih, kültür ve sanatının geniş ve detaylı bir tanıtımı yapılıyordu. Mharjil ve Tüccarlar bundan çok etkilenmişti. Aslında Tüccarların bundan etkilendiğini söylemek çok hafifti. Tüccarlar bu gördüklerine bayılmıştı. Tüccarlar çarpılmıştı. Tüccarlar uzun bin yıllar boyunca kurdukları bu yaşam biçimi ile bildikleri evrende ekonomik olarak bir güç olmuş ve çok nüfuz kazanmıştı. Çevrelerinde savaşlar ve yıkım rüzgarları eserken onlar bunlardan uzak, refah içinde keyifli ve zengin bir yaşam tarzı kurmuştu. Bunu çok çalışarak ve çok uzun zamanda başarmıştılar. Fakat bunu başarmak bazı fedakarlıklara mal olmuştu. İçlerinde aç bir yanları vardı. Şimdi dünya ile, kökeni ile tanışan Tüccar içindeki eksikliği doldurabilecek kaynağı bulmuştu. Tüccarlar maddi olarak doymuşluğun çok ötesindeydi. Bununla beraber sanat ve yeni kültürleri tanımak onları mıknatıs gibi çekiyordu ve ırksal bir zaaflarıydı bu.. Zevke, keşfe ve güzelliğe düşkün bir soydu Tüccarlar. Gezgin ve oyunbaz yaşam tarzlarında diğer halkların el işi ve göz nuru eserleri, sanatı, kültürü, yeni zevklerin keşfi onlar için hazineler değerinde yeni heyecanlardı. Aç ruhlarını doyuran gıdalardı bunlar.. Tüccarlar çok büyük bir ziyafet bulmuştu dünyada.. Ator, Sör Arthur’a gülümsüyordu. “Dostum, oyunun kurallarını çok çabuk öğrenmiş gözüküyorsunuz. Bu çok iyi. Uzun ve çok karlı bir dönem olacak bu.. Her iki taraf için de..” Kadehler tokuşurken Ator’un tazminat olarak ödediği ilk 5 adet Madenci A-Gemisi dünyaya bedavaya geliyordu ve şimdi 20 tanesi için sıkı pazarlıklar yapılıyordu.. Aslında sıkıdan kasıt Arthur için komikti.. Arthur bu dönemde Tüccarlardan koparabildiği kadar çok şey koparmaya kararlıydı. Bununla beraber bu konuda hiç endişesi yoktu. Ator çok zekiydi. Ve o gözlerde dolanan düşünceyi duyabiliyordu Arthur. Tüccarlar dünyayı besliyordu. Dünya henüz cılız idi. Asıl oyun dünya semirince başlayacaktı.. Öyle olsundu.. Her iki taraf da halinden çok memnnundu.. Tüccarlar bu dönemde dünyanın başına gelen iyi şeyler arasında en iyisiydi.. 10 Kasım günü hava çok yağmurlu ve çok bulutluydu. Başkanlık Ofisinde yağmuru izliyor ve olan biteni düşünüyordu Elmo. Savaş şartları çok hızlı düşünmeyi gerektiriyordu. Hızla kararlar almak ve hızla yaşamak gerekiyordu.. Bu hız içinde insanın gerçekten yaşamaya vakti olacak mıydı? Geleceği şekillendiriyordu ve Elmo karşısında en büyük ve en hayati problem olarak bunu görüyordu. İnsanlığın özünü korumak, ölmeden önce yaşamış bir dünya kültürü kurmak vardı aklında.. Uzayda savaş bitmiyordu anlaşılan.. Yaşam tarzını buna göre inşa etmeliydiler ve insanlığı savaşın kölesi olmadan evvel, yaşamı savaşırken bile doyasıya hissedecek biçimde şekillendirmeliydiler. Dünya yeni bir kültür, yeni bir yaşam tarzına ihtiyaç duyuyordu artık.. Elmo bunu inşa edecekti.. Kararlıydı.. Elmo yalnızdı. Taa ki arkadan sessizce yaklaşan Sofia ona usulca sokulup arkadan sarılana kadar. Yağmur çok hızlı ve sert rüzgarlarla bardaktan boşanırcasına yağıyordu.. “Ah, Sofia, Hayatım,” diyerek sevgili eşine sarılıp öptü Elmo.. Uzun uzun öpüştüler.. Sonra tekrar ve tekrar öpüştüler.. Beraberce orada dikilip yağmuru ve esen fırtınayı izlediler.. “Seni seviyorum Sofia,” diye içinden gelerek, öylece söyledi Elmo. “Seni seviyorum Elmo,” diyerek bütün kalbiyle ve aşkla cevap verdi Sofia. Birbirlerine sımsıkı sarıldılar ve yine öpüşmeye başladılar.. Uzun uzun öpüştüler.. Bir gün sonra yapılan toplantıda Elmo yeni danışmanları ve yeni dostları ile beraberce yemekli bir ortamdaydı. Yemek ve içki ile yürüyen görüşmelerinden çok daha hızlı ve etkili sonuçlar aldığını yıllar içinde görmüştü Elmo.. Burada Shalir ve Mark, Federasyon’un yeni üyesi olan Gri İnsanlar’ın temsilcileri olarak bulunuyordu. Elmo bu döneme artık tamamen uyum sağlamıştı ve her anlamda ipleri eline almıştı. Savaş onun işi değildi ama buradaki halklar arası ilişkilerde güneş gibi parlıyordu.. Gri İnsanlar müttefik ve Federasyon üyesi kabul ediliyordu artık.. Tartışma ve endişeler olmuştu ama Elmo karizmasını ve teminatlarını etrafa saçarak bütün çatlak sesleri yandaş ya da sessiz kılmıştı. Elmo, ilk Özel Koloni statüsünü Gri İnsanlara tanımıştı. Hem Koloni Statüsüne hem de diğer bağımsız ülkeler gibi Federasyon Konseyi’nin Kurucu Üye statüsüne sahiptiler. Elmo, Dünya üzerinde herhangi bir ülkeden toprak kopartıp Gri Halka veremezdi ama Elmo uyanıktı. Nilla Hanımdan da tavsiyeler almıştı ve yardım görmüştü bu noktada.. Hem maddi hem manevi idi bu yardım.. Gri İnsanlara başlangıç için Atlantik Okyanusunda küçük bir ülke kadar bir bölge ve Mharjil’in kristal tabanlı biyolojik inşaat teknolojisi sayesinde günden güne büyüyen yüzen bir şehir vermişti. Bir ülkenin bütün haklarına sahip olmuştular. Elmo ne ekersen onu biçersin ilkesine inanıyordu ve Gri İnsanlara özgürlük ve güven ekiyordu. Gri İnsanlar Elmo’nun bu ilk yardımlarını var oldukları sürece asla unutmayacaktı ve insanlarla en zor günlerinde bile Elmo’nun onlara verdiği şeyin anlamını hep hatırlayacaktı. Elmo, Gri İnsanların ilk kahramanı idi. Toplantı sırasında Eternis’in dikkatini yandaki sehpalardan birinde bulunan moda dergileri çekmişti. Tüccarlar dinleme gemileri ile dünya radyo-televiyon yayınlarını ve interneti çok yakından takip ediyordu. Hatta son 70 yıl içinde modalarını ve kültürlerini çok etkilemişti bu yayınlar. Ama şimdi eline dokunabileceği birşey geçince Eternis daha da etkilenmişti. Tüccarlar dokunmayı, zevki, neşeyi ve hissetmeyi çok severdi.. Eternis’in Michael’a dönük düşünceleri de bunu söylüyordu.. “Dokunmayı çok severiz, Michael,” diyordu Eternis.. Michael’ın yine düşünceler ile gelen gülümseyen cevabı çapkıncaydı. “Fark ettim. Pek çok defa ve zevkle..” Psişik konuşmaya usulca dahil olan Shalir’in gülümseyen düşünceleri idi. “Yaramaz,” diyordu Shalir. Üçü aynı zihin sohbetinde buluşmuştu ve Michael’ın aklına ilk gelen şey acaba üçlüyü kabul ederler mi sorusu idi! Eternis’in düşünceleri çapkınca gülümserken Shalir, “Gerçekten çok yaramaz bir çocuksun Michael,” diyordu. “Biliyorum. Bunun üzerinde çalışıyorum,” diye gülüyordu Michael. Michael, evren zaman nehrinin bu bölümünde, bu zamanın en güçlü iki psişiği arasında kalmıştı ve bundan da şikayetçi değildi hani.. Onlar kısaca bu muhabbette yol alırken diğerleri gelecek bir yılı etkileyecek kararları alıyor ve planları yapıyordu. Grekul’un geri geleceğini hepsi biliyordu ve hem buna hem de daha ötesine ilişkin konuşulacak çok şey vardı. Tüccarlar açıkça savaşmaya karşıydı ve bunun için kendi sebebleri, kuralları vardı. Yine de Eternis’in çabaları kadar Ator’un da Grekulla hoş bir rövanş şansı elde etme şansı görmüş olması burada olaya damgasını vuruyordu. Tüccarlar olayın dışında kalmaya kararlıysa da küçük bir ödeşme için yanıyordular. Tüccarlar savaşı cidden sevmezdi.. Savaş bütün müşterileri öldürüyor ve huzursuzluk saçıyordu. Huzurlu ortam ticaret için çok daha elverişliydi. Savaş satmak kısa dönem için karlıydı ama uzun vadede zarar daha fazlaydı. Sadece aptallar savaş satardı. Barış çok daha karlıydı.. Tüccarlar dünyaya bu seferlik istihbarat sağlayacaktı ve Grekul’un ne yaptığını, neyle ve ne zaman geleceğini İttifak’a bildirecekti. Sağlayacakları bu bilginin kıymeti savaşa gemileri ile katılmaya eşdeğerdi ve durum çok büyük memnuniyetle kabul edilmişti. Diğer anlaşmalar da sonuca süratle bağlanmış ve A-Tipi, Uzun Menzilli ve devasa Robot Madencilerden 20 tanesi Tüccarlardan alınmıştı. Federasyon bu gemiler ile süratle kaynak toplamaya odaklı kolonileşme dalgası başlatmaya kararlıydı. Elmo süratle yıldız sistemine ve Galaksisine yayılmayı istiyordu. Grekul belası önemliydi ama Kovan da hala dışarıdaydı. A-Gemileri çok az mürettebatla çok büyük işler yapan Robot Madenciler ve Kaynak Söküm İstasyonu gemilerdi. Bu gemilerin boyu neredeyse 3500 metreydi ve taşıdıkları 10’ar Koloni Modülünün hepsi bir stadyum büyüklüğünde maden söküm istasyonları idi. Gemilerin dron hangarı, rafineri üniteleri ve robot fabrikası hem toplanan kaynakları işliyor hem de işlenen materyallerden üretim yapabiliyordu. Uygun bilgi ve mürettebata sahip bir gemi, bir sistemde ait olduğu uygarlığı sıfırdan inşa edebilecek becerideydi. Bunlar çok pahalı oyuncaklardı ama ödenen bedele fazlasıyla değerdi. Üstelik bu aşamada bunlar dünyaya neredeyse bedavaya gelmişti! Tüccarlar bu dönemde dostça tavsiyelerde bulunmuş ve yol göstermeyi ihmal etmemişti. Dünya henüz evrensel manada geniş çaplı ve sıcak bir çatışmaya girmemişti ve bu olmadan evvel mümkün olduğunca çabuk yayılıp kuvvetlenmeliydi. Oyun başladığında bunun dönüşü olmayacaktı. Güçlü olmayanlar evrenin bu bölgesinde hayatta kalamazdı. Hayata kalmak Elmo’nun da ilk önceliği idi. Grekul’un neyle geleceğini bilmiyordu ama hazırlıksız yakalanmak istemiyordu. Kovan’ı da boşlamayı göze alamazdı. Sonunda her yola giden bir çözüm üretti. Kovan için oluşturduğu görev gücüne gizli bir görev de verdi. Bu filo İzsürücü Filo adını taşıyordu. Ama sadece iz sürmeyecek aynı zamanda NUH Görevi de icra edecekti. Bu filoda 250 bin uyuyan dünyalı olacaktı. Ay üssündeki dondurulmuş 100 milyon dünyalı, Meteor ve Kovan Savaşları sonrası yıkımın getirdiği teknik ve fiziki koşullar yüzünden hala uyandırılmamıştı. Bunlardan 250 bini gizlice bu filoya aktarılacak ve bu filo ile Galaksinin içlerine açılacaktı. Filodaki bir A-Gemisi bu nüfus için gizli saklanma tesisleri kuracaktı. Ronin, Aegis, 4 adet nakliye gemisi, 1 adet A-Gemisi ve 7 adet Yükselengüneş’ten oluşan bu filo zaman içinde çok söhretli ve onurlu bir daimi filoya dönüşecekti. Büyüyecek, gelişecek, güçlenecekti.. Bu filo uzun yıllar boyunca dünyanın savaş gücünün en keskin ucu olarak dosta güven düşmana ölüm saçacaktı.. Elmo uyuyan nüfusunun küçük bir bölümünü de Mharjil’in hala gizli olan Ana gezegenine başka bir gemi gurubu ile göndermeyi düşünüyordu. Yedek planların olması iyiydi. Grekul bir sürpriz yaparsa insanın kökünün tamamen kazınmasını istemiyordu.. Tedbirli olmak iyiydi ama bunlara gerek kalmayacaktı. Dünya sonraki yıllarda büyük Koloni Gemilerinden filolar inşa etmeye başladığında, insan da artık yerküreye bağımlılıktan tamamen kurtularak hareket halinde yaşayabilen, ihtiyaçlarını hareket halinde sağlayabilen bir kültüre dönüşecekti. Tüccar istihbaratı çok doğruydu. Grekul filosu tam olarak Tüccarlar’ın söylediği şekilde hiperuzaya sıçramıştı. Grekul geliyordu ve geldiği yer biliniyordu. Tüccarların teknolojisi bir zamanlar kendi uygarlıkları üzerinde deneyler yapıp gezegenlerini yerle bir etmiş Grekul’un teknolojisinden üstündü artık. Grekul son Şafak’ı yaşamıştı ama Tüccarlar son Şafak’ın dışında kalmayı başarmıştı. Elbette bunun nedenleri ve sonuçları intikam almalarını engelleyecek güçteydi. Ama bu intikam da sayılmazdı aslında. Bir ödeşme ve bir tazminattı bu. Kurallar bir seferlik esneyebilirdi. Tüccar psişikleri buna karşı çıkmamıştı ama işlerin daha öteye gitmemesi konusunda Klan Liderlerini uyarmıştı.. İşler daha öteye gitmeyecekti.. Grekul filosunda 1 Kale Gemisi, 10 Destroyer, 50 korvet yanında 3 Robot Gemisi vardı. Bu neredeyse 5000 avcı taşıyabilen bir filo demekti ve ateş gücü çok fazlaydı. Sadece Kale Gemisi bile sahip olduğu 1000 avcı ve zırh-kalkan-silah gücü ile çok korkunçtu. Bu Kale gemilerinin ana silahı tek atışta gemileri yok etmesi ya da ağır yaralaması ile haklı bir üne sahipti. İttifak kuvvetlerinin koordinasyonundan sorumlu olan Dionil korkmuyordu. Aslında korkuyordu ama bu korku her askerin her kavga öncesinde duyduğu o önlenemez korkudan başka bir şey değildi. Grekul’dan korkmuyordu. Aslında bu kavgayı dört gözle bekliyordu. Soyunu deney hayvanı gibi kullanıp sonrada on milyonlarcasını ve bütün medeniyetini gözünü kırpmadan yok eden bu iblis ruhlu canavarlara ölüm saçmak için içinde ateş yanıyordu.. Si’nin sesi aklında şarkı gibi şakıdı. Si, bir Ozandı. Si, Dünya-Grekul savaşına müdahale etmesini Dionil’e söyleyen Ozan’dı. Si, Jimya’nın Ana Silahı’nı kontrol eden Psişik subay mevkisinde görevliydi. Bu kaptana denk bir rütbeydi. Bir Ozan olması ise başlı başına Komodor’a denk bir rütbeydi. “Dionil, intikam bir zehirdir. Hiç faydası yoktur. Sadece kötülük verir. İntikam için değil, gerektiği için buradayız.” “İçimdeki bu hislere söz geçirmekte zorlanıyorum Si,” diye açıkça söyledi Dionil. Kendisi de bu duygulardan rahatsızdı. Dionil savaşmıştı. Dionil bir savaşçıydı. Ama ilk kez içinde bu denli güçlü yıkıcı hislere sahipti. Daha önceki savaşlarda neredeyse sadece işini ve görevini yaptığı için hissizdi. Ama şimdi sanki bu çok kişiseldi ve duyguları yükselip taşıyordu.. “Hissetmek yaşamanın kanıtıdır ve işaretidir Dionil. Hissetmek karşı konulmaz bir tepkidir. Hislerin kölesi olmak ise karşı konulmaz değildir. İyi ve doğruyu seçmek gerçek olandır. Yıkıcı duyguların ne kölesi ne de düşmanı ol. Onlarla barış. O zaman doğru seçimleri yapabilirsin.” “Sen ne zaman bir bilge oldun Si?” diye sevgi ile gülümsedi Dionil. Si ile çok yakın iki dosttular. 60 metre boyunda henüz bir çocuk-Ozan olan Si, Dionil’in velayetinde eğitimini tamamlıyordu. Bu, Mharjil kültüründe Ozanların gençleri için uygun gördüğü bir eğitim ve büyüme sürecinin parçası olan bir uygulama idi. Si, hem Dionil’in dengi, hem üstü ve hem de çocuğu idi. Bu çok karışık bir bağ idi ama aslında çok sade ve basitti. Si’nin düşünceleri her zamanki gibi gülümsüyordu ve Dionil’e öpücükler gönderiyordu. Dionil’in düşünceleri de Si’yi öpücüklere boğuyordu. Ozanların daha yeni doğanları bile bir bebekten çok öteydi. Bir Ozan atalarının bütün kültür ve bilgisi ile doğardı. Bir bebek Ozan bile çok güçlü bir psişikti ve yetişkinlerin sahip olduğu pekçok yeteneğe sahipti. Yeni doğan bir Ozan bile güçlü bir kulağa ve güçlü bir sese sahipti. Bu duyu ve yetenekleri onları Ozan yapan en temel şeydi. Si, sesleri duyabiliyordu. Hiperuzayı dinliyordu şimdi ve Grekul filosunun gelişini görüyordu. Filonun tam olarak ineceği noktayı ve zamanını da biliyordu. Dünya filosunda Atlas, Hortlak ve 40 Yükselengüneş -sonraki günlerde alacakları isimle Unity sınıfı gemi- vardı. 1100 parça Bumerang, Kaplan ve Çekirge de buradaydı. Federasyon’un geri kalan gemileri Kovan peşinde ya da Nuh Görevi’ndeydi. Birkaç mekik ve avcı ise yüzey üslerinde görevli bekliyordu. Dünya elinde olan herşey ile burada hazır bekliyordu. Mharjil desteği Nilla Hanım’ın söz verdiği gibi 5 Şarkısöyleyen gemi idi. Bu gemiler yanlarında 30 Yıldız Korveti ve 8000 Dron avcı taşıyordu. Mharjil filosunun bu dönemdeki esas vurucu gücü olan Şarkısöyleyen gemiler aynı tasarımdan doğsa da yaşayan gemilerdi ve zaman içinde her gemi kendi mürettebatı ile gelişir ve değişirdi. Temel fonksiyonları aynı kalsa da her gemi mürettebatı tarafından sevgi ile beslenir ve zamanla farklı özellikleri ihtiyaca göre yeniden şekillenirdi. Gemilerin bünyesi yaşam ve su ile doluydu. Bu ikili ayrılmaz bir bütündü ve hayatın en temeliydi. Şarkısöyleyen gemileri içinde taşıdığı yaşamın etkisi ile karakter kazanan ve zaman geçtikçe eşsizleşen canlılardı. Gemilerin dış görünüşleri bile dikkatli gözler tarafından hemen görülen bazı farklılıklara sahipti. Temel silüetleri neredeyse tamamen aynı olsa da beden desenleri, renkleri ve omurgalarının belli noktaları açıkça birebir kopya gemiler olmadıklarının kanıtıydı. Her gemi içindeki Mavi İnsan, Ozan, Dansçı ve de kristal tabanlı bir zeki bilinç-dost bir soy olan Işıldayanlar ile birlikte eşsiz bir varlıktı. General Collins Socrates’in yeraltındaki Komuta Odasındaydı ve Si’nin bildirdiği zamana odaklanmış geri sayımı izliyordu. Şu durumuna gergin demek durumunu çok hafife almak olcaktı. Albay Woo Mavimelek’teydi. Yörüngedeki istasyon ve uyduların komutasını almıştı. Amiral Darkwinter, Atlas’ın komuta odasında Kaptan Yuri Senyavin ile birlikteydi ve Filosunun hareketlerine bizzat komuta edecekti. Bekleyiş gergindi. Beklenen an yaklaştıkça zaman daha da yavaşlıyordu sanki.. Elmo karargahtaki koca hologram haritaya yukarıdan bakan koltuğundan yörüngedeki filo dizilimini izliyor ve dua ediyordu. Grekul özellikle nükleer mayınların kullanımına fırsat vermemek amacı ile yörüngeye çok yakın bir atlayış yapmayı planlamıştı. İlk aklındaki şey süratle yörünge savunmasını kırıp gezegeni yerlebir etmek gibi görülüyordu. Karşı plan özellikle bu hamleleri durdurmak ve süratle çok sert vurmak düşünceleri üzerine inşa edilmişti. Mharjil filosu ve gemilerinin yetenekleri burada en önemli rolü üstleniyordu. Grekul bir iki casus gemi göndermeyi denemişti. Her defasında bunlar yok edilmişti. Sadece son denemedeki gemilerden biri gizlenmeyi başarmıştı. Grekul öyle sanıyordu. Mharjil dinleme istasyonu ve Ozan duyularını aşacağını umarak çok cahillik ediyordu Grekul. Öğrenecekti ama zor yoldan. Mharjil filosunda sadece 3 gemi görünür haldeydi ve diğerleri gizlenme durumundaydı. Dünya filosu tamamen görünür durumdaydı ve bekliyordu. Casus bunları görmüş ve raporuyla birlikte uzaklaşmıştı. İşte Grekul da o anda harekete geçmişti. Grekul’un yola çıktığı üssü, Samanyolu ile arasında yaklaşık 300 Samanyolu kadar mesafe bulunan uzak bir karakol-ikmal noktasıydı. Evrenin bu kısmındaki en uzak Grekul sınırı olan bu üs, hala Grekul’un ana sistemine ve asıl galaktik hareketin olduğu bereketli galaksilere çok uzaktı. Issız ve çorak, önemsenmeyen bir çöl kıtasının merkezindeki bir köydü Samanyolu. Grekul bu çorak ve uzak noktaya sadece şahsi intikam için dönüyordu. Grekul filosu Heksor’un sızdırdığı bilgilerde yeri belirlenmiş bir Hiçlik Geçidi aracılığı ile önce Samanyolu’na yakın bir komşu Galaksi olan Canis Major’a ulaşmıştı. İnşa edilmiş iki geçit arasında suni solucan delikleri yaratarak -neredeyse anında- akılalmaz mesafeleri aşmayı sağlıyordu bu geçit teknolojisi. Grekul filosu Canis Major’a ulaşır ulaşmaz formasyona girmiş ve hiperuzaya sıçramıştı. Grekul vakit kaybetmiyordu. Bu savaşın en büyük kozu Mharjil filosu olduğu için ve savaş taktiği Mharjil gemilerinin kabiliyetleri üzerine kurulduğundan filo Dionil’in komutasında sayılırdı. Dionil, Si ile arasındaki bağ sayesinde onun duyduğunu duyuyor ve gördüğünü görüyordu. Si, Geminin merkezindeki oval bir havuzuzun içinde yanında 18 Dansçı dostu ile yüzüyor ve şarkı söylüyordu. Bu savaş şarkısıydı. Havai olarak anılsalar da Dansçılar bu durumun ciddiyetinin çok farkındaydı ve dansları Si’nin şarkıları ile uyum içindeydi. Bu Dançı-Ozan töreni çağlar boyunca mükemmelleşmişti. “Geldiler,” diye bildirdi Si ve o anda da Grekul filosu hiperuzaydan guruplar halinde dışarı çıkmaya başladı. Şimşekli gümüş kabarcıklar ışıkla parlayarak beliriyor ve sonra şimşeklerle patlıyordu. Her kabarcığın içinden bir gemi dışarıya fırlıyordu. Kale gemisi daha çevresindeki şimşekler tam olarak kaybolmadan ilk vurulan idi! Şarkısöyleyenlerin her iki yanlarındaki yedişer göz ve alınlarındaki kristal boynuzları asıl silahları idi. Boynuzdaki enerji vuruşunun yanında boynuzun yardımı ile gücü katlanan bir diğer silah ise en güçlü saldırı silahıydı. Bu psişik bir silahtı. İnsanoğlu güçlü bir psişik tarafından kullanılabilen bu silahın gücünün sınırlarını uzun yıllar merak edecekti. Bu silah burada sadece Kale Gemisinin tamamen etkisizleştirmek için kullanılmıştı ama bundan çok daha fazlasını yapabilecek güçteydi. Sadece tek bir an içinde uzaydaki bu savaşın yakınlarındaki bütün zihinler bunu hissetmişti. Hem sıcak hem de soğuk bir melodi adeta bir emir mırıldanmıştı.. Bir ışık zihinlerde çakmış ve sonra karanlık süratle ışığı sarmalayıp sakince ve huzur vererek sessizliği getirmişti.. Çok derin bir an içinde Kale gemisi tamamen safdışı edilmişti.. Kale gemisinin kalkan ve silah gücü mevcut olsa da bütün personeli bilinçsizdi ve robotları ile yapay zekası da devredışı kalmıştı. Kale gemisi güneş sistemi dışına savrulma rotasında, süratle savaş alanının dışına kayıyordu.. Grekul komutasında panik başlamış olsa da gemilerin savaş bilgisayarları planlanan saldırılara başlamıştı. Avcılar fırlatılıyordu. Grekul avcılarının fırlatılmaya başlanması ile Mharjil ürünü iyon bombalarının mayın gibi döşendikleri noktalarda patlatılması aynı ana denk gelmişti. Grekul teknolojisi Mharjil iyon saldırılarına yeteri kadar adapte olamamıştı. Bütün Grekul gemileri ve avcıların kalkanları, domino taşları gibi ard arda patlatılan bombaların vuruşu ile düşmüştü. Ağır elektronik hasar yüzünden sakatlanan gemi ve avcıların sayısı da az değildi. İşte bu noktada artık Mharjil dronları ve Yıldız Korvetleri savaşa dalmıştı ve gizlenen gemiler de ortaya çıkmıştı. “Bütün gemiler, ateş serbest!” diyerek başlama emrini vermişti Dionil. Şarkısöyleyenlerin hedefi Destroyerlerdi. Bütün güçlerini kullanarak odaklanmış vuruşlarla saldırıya geçmiştiler. Gözler ve boynuz aynı anda iki hedefe iki tam güç atış yapıyordu. Destroyerler bu ilk saldırı ile yarılıp parçalanıyor ve dağılıyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan 10 Grekul Destroyeri ilk dalga vuruşta yok edilmişti. Mharjil gemileri kaybettikleri muazzam boyuttaki enerjiyi şarj ederken saldırı ve savunma güçleri çok azalmıştı ama bu zaaf anını değerlendirecek Grekul yoktu çevrelerinde. Dronlar, Grekul robot avcılarını ve Robot Gemilerini Yıldızlar’ın desteği ile sarmış parçalıyordu. Dünya destroyerleri Korvetlerin üzerine yüklenmişti ve Grekul korvetleri süratle avcılar tarafından sıkıştırılrken ağır plazma ve misil saldırıları ile biçiliyordu. Elektronik sistemleri mayınlar tarafından yaralanmış Korvetler umutsuzca karşı saldırı yapmaya çabalıyordu. Ama kalkanları olmadan başladıkları bu kavgada kısa sürede sayıca çok zayıftılar ve artık sadece debeleniyordular.. Kaçmaya çalışan birkaç Korvet ve bir Robot Gemisi oldu. Bunların hiperuzaya sıçramak için yükledikleri motorları Şarkısöyleyenler tarafından görüldüğü anda Çekim Kuyusu Vuruşu olarak anılan çok güçlü bir saldırı ile sıçrayışları durduruldu. Gemiler hiperuzay baloncuğundan doğan geçitten geçemeden geçitler de parçalanıyordu.. Kaçmaya çalışan gemiler biranda ortada kalakaldılar ve sonra da ağır salvolar ile yok edildiler. Bu savaştan tek bir Grekul bile geriye dönemedi. Tarih 14 Aralık’tı. Bu tarih bütün ırklar için bir dönüm noktasıydı. Grekul bu tarihten sonra uzun nesillerdir-binlerce yıldır uyguladığı plan ve doktrinleri kaldırıp yerlerine yenilerini koyacaktı. Grekul, yeni bir kılığa bürünüyordu. Bu, Grekul ile öyle ya da böyle temasta olan herkes ve her şeyi etkileyecekti.. Grekul filosunun enkazı uzayda yüzüyordu. Son avcılar ve son korvet de yok edilmişti. Işık ve renk cümbüşü bitmişti. Kıyamet durulmuştu. “Si, Kale Gemisi hala savrulma rotasında,” diyerek hatırlattı Dionil. “Onun kaderini Dünyalıların kararı belirleyecek. Sözlerimi ilet lütfen Dionil.” “Henüz onlarla temas etmek istemiyorsun. Öyle olsun Si. Doğru zamanı bekliyorsan bu senin seçimin. Onlara sözlerini ileteceğim.” Si’nin sözleri Elmo’ya ulaştığında Elmo’nun yanında Danışmanları ve General de vardı. Elmo şöyle bir düşündü ve Elizabeth’e döndü. “Fikrin nedir Liz? “Mümkün olursa o gemiyi incelemek bize çok fayda sağlayabilir. Biliyorsunuz Arşimet gezegenindeki enkaz Grekul tarafından işe yaramaz hale getirildi. O ana kadar yüksek miktarda bilgi transfer edebildik ama giremediğimiz ve göremediğimiz pek çok bölümde neler vardı bilmiyoruz..” “İncelemek iyi olurdu Efendim,” diyerek destekleyen Prof. Yamanaka idi. “Heksor, sen ne diyorsun?” diye sordu Elmo. Heksor da bu kavgaya Robot Komuta gemisi ile birlikte dahil olmak istemişti ama Elmo ve General o gemiyi ve Heksor’u savaşa sokmanın iyi olmayacağına karar vermişti. Bütün saldırıları üzerine çekebileceği fikri boş bir endişe değildi. Grekul hainleri sevmezdi ve böyle bir şey savaşın akışı üzerine planları olumsuz etkileyebilirdi. Savaşın doğası zaten bir kaostu. Kaosa kaos katacak hamlelerden mümkün olduğunca kaçınmaya inanıyordu General. “Üstat Elizabeth ve Üstat Yamanaka haklılar. Gemi şu anda savunmasız. Ele geçirilmesinde yardımcı olabilirim. İşaret sinyalini kapatabilirim. Bir Karanlık Faz Bölgesine indirip üzerinde çalışmalara başlayabiliriz. Grekul yok edildiğini düşünecektir.” Geçen kısacık zamanda Heksor dünyaya çok ısınmıştı ve açıkçası onunla yakın temasta olanlar da ona çok ısınmıştı. Özellikle Elmo ile arası çok iyiydi. Yemekli sohbetlere ikisi de çok alışmıştı ve muhabbetleri yanlarına gelenleri de kısa sürede büyülüyordu. Mharjil bu konuda da haklıydı. Ravardlar; iyi Grekullar gerçekten çok hoş sohbet, çok sevilesi bir haktı. Grekul ile Ravard gece ile gündüz kadar faklıydı. “O halde tamam. Dionil, gemiyi ele geçirme kararı aldık..” diye anlatıyordu Elmo. Federasyon Başkanı olarak gerektiği ya da istediği anlarda bütün otorite ve idareyi elinde tuttuğunu göstermekte hiç tereddüt etmiyordu Elmo. Bu hoşuna gidiyordu. Bu General’in de hoşuna gidiyordu. Güçlü ve iyi bir sivil otorite ile aynı safta olmak Collins’in hep hayaliydi. General iyilerin kazanmaya başladığını en sonunda görmeye başlamıştı. Hayatının bu dönemi en zor dönemiydi ama bir yandan da hep hayal ettiği en mutlu dönemiydi. “..Heksor ve bir keşif gurubu Kale Gemisine çıkacak. Mharjil de bize Soğuk Ocak’taki ekibi ile katılacak. Bu guruba koruma sağlar mısınız Dionil?” “Elbette Sayın Başkan. Mharjil birlikleri keşif takımlarına destek sağlayacak.” “Yapalım,” diyerek hareket emrini verdi Elmo. Bu kale gemisi sonraki birkaç saat içinde kilit noktaların güvenlik altına alınması ile ele geçirilmişti. Komuta Odası, Reaktör ve Motor Odaları, Bilgisayar Merkezi ile Acil Durum Sığınağı emniyete alınmıştı. Heksor içgüvenlik sistemini yeniden programlamış ve robotlardan bir kısmını aktif hale getirerek gemi içindeki bütün Grekulları Soğukuyku Hücrelerine kapattırmıştı. Sonrasında robotları yine yerine göndermiş ve fişten çekmişti. Güvenlik sağlanmış ve ele geçirme harekatı tamamlanmıştı. Kale Gemi uzun on yıllar boyunca inceleneceği Soğuk Ocak yakınlarındaki yeni bir Karanlık Faz Bölgesi’ne indirilmiş ve incelemeler hemen başlamıştı. Bu gemi ve uyuyan mürettebatı uzun yıllar bir sır olarak kalacaktı. Bu savaşta büyük olmasa da hala hatırı sayılır bir filo kaybetmişti, Grekul. Bu, diğer cephelerde süren savaşın en ateşli zamanında rahatsızlık yaratacak kadar büyük bir filoydu.. Bunu not almıştı ve şimdilik dünya ile doğrudan ilgilenmeme kararı alarak diğer cephelere dönmüştü Grekul. Grekul’un zamanı vardı. Zamanı gelecekti insanla uğraşmanın.. Aralık ayının sonlarına doğru Shalir, Elmo’ya haftalık raporunu verdiğinde ilginç bir bilgiyi de iletiyordu.. Dünyalı Psişikler.. Gri İnsanlar’ın yüzen şehri, yurdu; Gökkuşağı Adası artık Mharjil’in deyimi ile Çekirdek Safhasını bitirmişti. Gelişimi devam edecekti ama artık tam anlamı ile yaşanabilir ve kendine yeten bir şehir olmuştu, Ada. Kristal tabanlı bu yarı canlı inşaat modeli Mharjil’in kendi nano-biyo inşaat teknolojisi gibiydi. Kristal bir yaşam formu Mharjil ile aynı gezegende evrimleşiyordu. Hala evrimi sürüyordu ve Ozanlar onlara Işıldayanlar diyordu. Işıldayanların Mharjil’e katılımları kendilerini hazır hissetmedikleri için tamamlanmamış bir süreç olsa da işbirliğinde ve yardımda çok cömerttiler. Kristal teknolojileri de bu yardımdan biriydi. Mharjil kristal teknolojisini zaten önceden de kullanıyordu ama kristal bir yaşam formu olan Işıldayanların kristal üzerindeki bilgi ve hakimiyeti rekabetsizdi. Çok ayrıntılı düzenlenmiş bir kristal tohumun gelişimi ile kısa sürede kocaman yüzen adalar hatta uzay gemileri için süratle gövde inşa etmek mümkündü. Olasılıklar çok esnekti. Ada’nın halkı olan Gri İnsanlar burada Mharjil ve Ravard’ın büyük desteği ile beraber gerçekleri sindirme ve yeni yaşamlarına uyum sağlama çabasındaydılar. Shalir ve Mark bu dönemde insanlarla yakın ilişkileri ve güçleri nedeniyle en önden gidenlerdi. İkisi de halklarının doğal liderleri idi. Gri İnsanlar bu ikisine herkesin üzerinde inanıyor ve onları izliyordu. Gri Halk yeni yaşamına uyum sağlayıp kendi yolunuı çizerken bu yolda Federasyon ile beraber yürüyordu. Gri İnsanlar özellikle Elmo yönetiminden ve onun destekçilerinden büyük yardım ve saygı görüyordu. Bunun karşılığını da fazlası ile ödüyordular. Shalir, Federasyon Gizli Servisi olarak, görevine terfi etmiş biçimde devam eden KGT’nin bir üyesiydi artık. KGT içindeki yeni bir büronun başındaydı. Bu büro Gri İnsanlardan oluşan Psişik Görev Gücüydü; WARDEN-Bekçi.. Shalir son iki haftadır yardımcılarından insanların psişik kabiliyetler kazanmaya başlaması ile ilgili raporlar alıyordu ve bunları John Hawk’a da iletmişti. Hawk bununla çok ilgilenmişti. İnsanların psişik kuvvetlere sahip olması Hawk için yeni bir şey değildi. Justine’in böyle güçleri vardı ve genç kadının bu kadar usta bir sabotör-suikastçi olmasında bu sezgi gücünün payı azımsanmayacak orandaydı. Ama Hawk insanların artan sayılarda günden güne güç geliştirmesi karşısında endişeliydi. Bu konu meteor öncesi dönemde Gizli Servisler içinde bile çok gizliydi. Eski zamanlardan bu yana dünyadaki az sayıdaki psişik keşfedildiklerinde genelde hükümetler-gizli servisler için yüksek maaşlar ya da tehdit-şantaj ile çalıştırılıyordu.. Şimdi bu yeni durumda Hawk ne yapacağını bilmez haldeydi.. “Anlat Shalir,” diyerek sözü güzel Gri İnsan’a bıraktı Elmo. Danışman ve yardımcıları ile haftalık yemekli toplantılarındaydılar yine.. Heksor hafiften çakırkeyf olmuştu bile.. Biraya bayılıyordu ama çabuk sarhoş oluyordu.. “Kendi gözlemlerimi ve Grekul veri tabanından edindiğim bilgiyi özetleyeceğim. Psişik kuvvetler de diğer bedensel yeteneklere benzer. İnsan için konuşursak, bazı kişilerde vardır bazısında yoktur. Mevcut olduğunda kiminde çok zayıftır kimilerinde ise güçlü. Şu döneme kadar kayda geçmiş en güçlü insan Psişik, Grekul’un 24 basamaklı Psişik Cetvelinde 7. seviye olarak görülüyor. Oysa ilk raporlar sonunda benim araştırmalarım sonucu gördüm ki 9. seviye insan psişikler ortaya çıkmaya başladı.” “Bu nasıl oldu!?” diye soran Arthur idi. “Bunu ben de merak ettim. Bu Kovan bombardımanı ile alakası olabilir mi?” diye sordu Michael. “Fazla bilim kurgu filmi seyretmişsin Michael,” diyerek gülümsedi Shalir. Michael da gülerek cevap verdi. Shalir anlatmayı sürdürdü. “Psişik kapasite doğuştan gelir. Zaman içinde değişmez. Ama zaman içinde anlayışın ve hükmetme gücün gelişir. Bu da güçlerinin gerçek sınırlarına ulaşmanı sağlar. Kısacası psişik güçlere sahip olduğu halde bunu fark edemeden ölüp gitmiş kişiler olması şaşırtıcı olmaz çünkü insan kültürü ve ilmi Psişik Kapasiteyi inkar ediyor. İnsan kendi zihnine sınırlar çizmiş ve zihnini o sınırların içine hapsetmiş. Pek azı o sınırları yıkmayı göze almış. Sınırları yıkabilenler içindeki psişik sayısı ise çok daha az..” “Sonuçta dünya bugüne geldi. Yaşanan Kovan Savaşları, Grekul Aldatmacası ve Gri İnsanlar bilgisi her şeyi değiştirdi. Pekçok sınır artık değişti. Pekçok duvar yıkıldı. Zihinleriniz eskisinden daha özgür. Bunun yanında insan bedeni de bu dönemde size yardımcı oluyor.” “Bireylerin düşüncesi yanında toplulukların da bir kolektif düşünce sistemi var. Grekul bu konu üzerinde derin araştırmalar yapıyor. Toplulukların ortak düşüncesi türden türe değişen mekanizmalara sahip olsa da birşey kesin, evrim denen hayatta kalma mekanizması bir alarm önlemi. İnsan kolektif düşüncesi alarm verdi. İnsan yok olmanın eşiğinden döndü ya da hala kendini o eşikte görüyor. Beyin ve bilinçaltı aktif biçimde hayatta kalmak için sınırlarını zorluyor. Bu, hayati tehlikede bedenin adrenalin pompalamaya başlaması gibi. İnsan sınırlarını sonuna kadar zorluyor. Gelen günlerde daha çok insan kendi gizli gücünü keşfedecek ve yeni doğanlar da bundan nasibini alacak..” Elmo çok uçuk sözler olsa da bunlara tamamen inanıyordu. Kendi açık fikirliliği bir yana Nilla ve Heksor ile geçirdiği zamanda onlardan dinlediği şeyler ve gözü önünde cereyan eden tarih bunu gerektiriyordu. “Hareket hiç bitmiyor değil mi?” diye gülerek sordu.. Durmak, dinlenmek yoktu.. Elmo hareketi seviyordu. Q-Testi, Psişikleri tarayamazdı. Bunun için farklı bir donanım gerekiyordu. Psişik kapasiteyi taramak özel ve pahalı bir donanım gerektiriyordu. Bununla beraber mevcut Psişikleri taramak için daha basit bir yöntem vardı. Aktif yani gücünün farkında-gücünü kullanan psişiklerin zihinleri bir iz bırakıyordu ve bir uyduya eklenebilecek özel bir sensör türü bu izi görebilirdi. Her psişiğin kendine has bir izi olurdu. Ve eğer özellikle bu izi gizlemiyorsa kolaylıkla görülebilirdi. Hatta gizleyenler bile çok güçlü psişikler olmadıkları sürece daha büyük sapma payı ile ama hala görülebilirdi.. Uyduların bu cihazla donatılmasına birinci önceliği verdi Elmo ve bu dönemde elini attığı her şey gibi bu işi de çok süratle sona bağladı. 96 saat sonra uydular dünyayı tarıyordu ve 106. saatin sonunda Elmo ilk raporlara bakıyordu.. “Her ülkeye P-Test Merkezi ya da Merkezleri kurulmasına öncelik verin Michael. Bu işi süratle halletmeni istiyorum. Mevcut nüfusun taramasına başlamadan evvel öncelik yeni doğan her bebeğin taramadan geçirilip kayda alınmasıdır. Bu kolaylıkla ileride başımıza büyük işler açmaya aday bir konu. Karşı önlemler almalıyız, kurallar koymalıyız ve sorun olmadan onu bir avantaja çevirmeliyiz..” Sör Arthur merakla sordu. “Aklında ne var Elmo?” “Tespit edilen bütün psişiklere mektup gönderildi. Durumu açıklayan ve Federasyon bünyesinde askeri ya da sivil görevler teklif eden görüşmeler yapılacak bu kişilerle. Bu kişileri Federasyonun sivil ya da askeri uzuvlarında aktif olarak görmeyi tercih ederim Arthur. Onları sadece kayıt altında tutmak bir noktadan sonra yetmeyecek. Sorunlar çıkacak. Bazıları kendisi ya da başkalarının güdümünde bu güçlerini yasadışı yollara yöneltecek. İnsanın doğasını biliyorum Arthur. Böyle bir güç beslenmek isteyecektir. Onu ilk önce Federasyon beslemeli ve öyle iyi beslemeli ki başka birisinin uzattığı yemeğe dönüp bakmamalı..” diye anlattı Elmo. Arthur’un gözleri Elmo’ya bakarken sinsice ve ciddice kısıldı.. “Seni çakal.. Şimdi İtalya’yı iki dönem nasıl kendine köle ettin anlıyorum. Sen çok tehlikeli bir adamsın Elmo Maurizio Romano. Kuzu postunda bir kurtsun..” “Ben mi? Saçmalama Arthur,” diyerek gülmeye başladı Elmo. Michael da aynı şeyi düşünüyordu. Elmo’nun kafası cidden birkaç hamle ötesine göre planlar kurarak çalışıyordu. Rahatsızca gülümsedi Michael, bu adamı tanıdığını sanıyordu ama Elmo’dan şu son dönemde dökülenler onu hakkınca tanımadığı gösteriyordu.. Q-testleri ve P-Testleri yaygınlaştırılarak sürerken, Kale Gemi incelenirken, maden üsleri kurulurken, Kovan kovalanırken, Mharjil ile heyetler her alanda etraflı görüşmelerdeyken zaman akıyordu.. Askerler huzursuz ve gergindi.. Ocak, Şubat, Mart ve derken şimdi Nisan ayı da bitiyordu.. Grekuldan haber yoktu. Tüccar istihbarat uçuşlarına katılan ve Tüccarca modernize edilmiş Hortlak’ın uçuşları bu durumu onaylıyordu.. Tüccar istihbaratı doğruydu. Grekul kendi derdine düşmüştü ve dünya ile şu anda ilgilenmiyordu. Tüccarlar Grekul güçlerinin zengin maden rezervleri bulunan sistemlere süratle yayıldığını ve ana sistemlerine yönelen saldırıları püskürtmek için güçlerini merkeze doğru çektiklerini gösteriyordu. Heksor ve diğer Ravardlar da bu durumda aynı fikirdeydi; Grekul, İnsan ile sıcak savaşı şu aşamada devam ettirmeyi istemeyecekti-istemiyordu. Elmo buna inanmayı seçerse her şey daha kolay olacaktı. Elmo buna inanmayı istiyordu. Elmo bunu son bir iki aydır rahatsızlıkla düşünüyordu.. Federasyon şu ana kadar elindeki her damla kaynağı filoya ve askeri harekata yatırmıştı. Hazıra dağ dayanmıyordu. Dünya kaynak ve enerji üretimi, personel yetiştirilmesi yolunda sıkı adımlar atıyordu ama yıldızlara sıçramak masraflıydı. Bedeli ağırdı bu süratli-suni-takviyeli sıçramanın. Dünya teknolojisi birkaç yıl içinde 500 yıllık bir sıçrama gerçekleştirmişti.. Süratle altyapı ve kaynak akış döngüsü sağlanmalıydı! Dünya yüzeyindeki maden ocakları yeterli değildi ve sayıları arttırılmalıydı. Sistem içindeki maden kolonileri ilk öncelik olarak kendi kaynakları ile kendi bölgelerinde yardımcı istasyonları inşa etmeye odaklanıyordu.. Danışmanları ve Yardımcıları ile yaptıkları toplantılar sonunda Elmo nihai kararını vermişti ve Grekul’u izleyecek gözcü önlemler alındıktan sonra harekete geçilmişti. Dünya elindeki bütün kaynakları yeni kaynak bölgelerinin incelenmesine, bu bölgelere istasyonlar kurulup nakliye zinciri inşa edilmesine ayıracaktı. Araştırma ve geliştirmeler Mharjil ve Grekul teknolojilerinden melezlenmiş bir Dünya teknolojisi oluşturulmasına odaklanırken asıl önem, gelir zincirinin sağlıklı ve güçlü biçimde inşa edilmesine verilecekti. Karar mecliste endişeli ve uzun oturumlara mal olmuştu ama Elmo’nun açıklamaları ve yardımcılarının kulis faaliyetleri ile istenilen destek sağlanmıştı.. Elmo korkunun gücünü biliyordu ama korkunun ecele faydası olmadığını da biliyordu. Korkuya teslim olup elindeki her şeyi silaha yatırmanın sonunda başka bir tükenişe yol açacağının farkındaydı. Denge önemli bir kavramdı Elmo’nun zihninde. Dengeleri muhafaza etmeye inanırdı Elmo. Elmo yemek ve içkiye inanırdı! Yine Elmo tarzı bir toplantıdaydılar. Yardımcılar, Danışmanlar, Elçiler, dostlar bir aradaydı.. Laf lafı deviriyordu. Bir konudan hop ötekine gidiyordular. Şişeler ve tabakların biri geliyor biri gidiyordu.. Müzik ve kahkahalar hiç susmuyordu.. Elmo konuşmaların bir noktasında neşe ile gülerken aklında bir süredir dolaşan bir soruyu sordu.. Bilimadamlarına ve Ravardlara bakıyordu. “..Grekul ve Mharjil bilgi bankalarında bilinen zeki türlere ve temas kurulmuş halklara dair bölümleri inceledim. Arada çok ciddi ve çok farklı istisnalar olsa da ırkların büyük bölümü iki bacaklı, iki elli yani insansı-humanoid diyebileceğimiz türler. Bu benzerlik nereden ileri geliyor?” Bu konuda bir tahmin ya da teoriyi söyleyebilecek olanlar vardı ama Ravardlar gerçeği biliyordu. Bunu dile getiren de içki ile hafif çakırkeyf olan Heksor’du. “Sevgili dostum Elmo, bazı Grekul deneylerinin ne boyutta kontrolden çıkıp kendi yoluna gittiğini verdiğim bilgi bankasından görebilirsiniz. İnsan ve diğer halklar üzerinde uzun bin yıllar boyunca pek çok küçük ya da devasa ölçekli deneyler yapıldı. Bununla beraber bütün bunların kökeni tek başına Grekul değildir. Evrenin içindeki yaşamın, belli şartlar karşısında en uygun şekli alarak kendini uyarlama yeteneği birkaç galaksiye özgü değildir. Bir terra, gaz ya da aqua ya da çöl gezegeninde karşılaşılacak yaşam formları, zeka düzeyleri ve teknoloji geliştirme becerileri ve yönleri sınırsız değildir. Yaşam kendini en uygun yöne doğru iter. Suyun yüksekten alçağa akışı gibi.. Memeli, kertenkele, böcek, balık olması fark etmez; çölde ya da karada yaşayan canlıların siluet benzerliği dikkat çekicidir.” “Yaşamın yolları vardır üstat. Zekanın gelişimi gezegen düzeyinde belli fiziksel etkilerin yanı sıra uzaydan gezegene etki eden kozmik elemanların da sonucudur. Pek çok basit, ilkel; teknoloji geliştirip halk statüsü kazanmaktan uzak yaşam formuna, hayvan diyor insanoğlu. Bu türler kendi yaşam döngülerinde zekaya gerek duymadı-zeka ile karşılaşmadı-öğrenmedi.” “Farklı türlerde zeka ve teknolojiye dair bazı tespitlerimiz oldu ama teorilerimiz; bizimle aynı yolda ve yönde yürümedikleri için evrende karşılaşmıyoruz- birbirimizi görmüyoruz- gördüğümüzde tanıyamıyoruz,.. şeklinde.. Bizler; aynı temel fiziksel şartlarda evrim yoluna girip benzer teknolojiler yarattığımız için birbirimizi tanıyoruz. Aynı şartlara maruz kaldığımız için benzeşiyoruz. Uzayın farklı bölgeleri farklı tür yaşam ve üstün teknoloji barındırsa bile hepimizin aynı ligde buluşması zayıf bir ihtimal. Evren çok büyük, Elmo.” “Ozanları ele alalım. Ozanları ilk gören bir insan onlara devasa balinalar diyecektir. Oysa ozanlar evrenin en gelişmiş ırklarından biridir, buna inanıyorum. Çok yaşlılar. Evrenle aynı yaştalar. Buna karşılık kendilerini göstermek, genç halklarla iletişim kurmak, fethetmek, geniş bölgelere hükmetmek, savaşmak gibi bize ait pek çok dürtüye uzaklar. Evrene bakışları ve evreni yaşayışları çok farklı..” Elmo ve diğerleri, bu yavaş konuşan Grekul’un anlattıklarından sonra derin bir nefes alıp birer bardak içki devirdiler. Elmo bu duyduklarından etkilenmişti. Evren çok ilginç ve büyüktü. İçinde akıl sınırlarını aşan-insanın algılayış boyutunun ötesinde çok fazla şey vardı.. Elmo fazladan bir bardak daha devirdi. ************ BİTİRİRKEN.. 2026 yılının ikinci yarısına girilirken Mharjil Büyükelçisi Nilla Hanım ve sempatik bir Ravard olan yardımcısı Thuuz önemli bir bilgi ile gelmişti. Elmo ilk duyduğunda heyecan ile tutuşmuştu. Grekul arşivinden alınan bilgilerde insan yaşamına uygun nitelikte gezegenlerin ve ayların adı geçiyordu ama bunların tam ayrıntılı ve kesin bilgileri elde mevcut değildi. Bilgiler bölük pörçüktü. Grekul tarafından işaretlenmiş gezegenler dünyadan çok uzak uç noktalardaki gezegenlerdi ve Grekul olası deneyler için böyle olmasını seçmişti. Ama Mharjil bilgisi daha yakınlarda ikiz gezegenleri söylüyordu. Ailara ve Eithanis ikiz gezegenlerdi ve insan-Mharjil yaşamı için biçilmiş kaftandı. Ailara, üçte ikisi kara ile kaplı bir gezegendi. Gezegendeki suyun büyük bölümü yeraltı nehirlerinde ve kutuplardaki fırtınalarda dönüyordu. Toprakları genişti ve verimliydi. Uçsuz bucaksız ovalar ve zengin madenlere sahip koca sıradağlar, yaşlı ormanlar ile doluydu bu gezegen. Yaşam ormanlardaki ve denizlerdeki dünya benzeri hayvan yaşamı ile kısıtlıydı. Eithanis, yüzeyinin %90’ı suydu. Okyanusu çok zengin bir yaşam zincirine sahipti. Memeliler ve sürüngenler yanında kristal yaşam formları, mercanlar ve sayısız bitki türü mevcuttu burada. Okyanus tabanı engindi ve sayısız derin yarıklar ile örülü dip dünyası keşiflere davetiye çıkarıyordu. Karadaki yaşam daha az büyüleyici değildi. Tropik bir karada beyaz palmiyeler ve rengarenk çiçekler, keseli ve memeliden kertenkele türlerine kadar geniş bir yaşama alan veriyordu. Karada ve denizde yaşayan kristal yaşam formları yanında bir sürü ilginç bitki türü vardı burada. Bu gezegen Mharjil için yaratılmış gibiydi. Elmo raporun özetine göz atarken ve Thuuz ile Nilla’yı dinlerken adeta büyülenmişti. Nilla teklifi ile beraber endişelerini de dile getirirken Elmo heyecanlı olduğu kadar endişeliydi. Bu Elmo için Grekul ile savaştan bile daha korkutucu bir noktaya gelmişti. Mharjil ile ilişkilere çok büyük önem veriyor ve Mharjil’i çok seviyordu Elmo. İşlerin bu noktaya gelmesini hep hayal etmişti ama aynı anda işlerin bu noktaya gelmesi onu hep korkutmuştu. Nilla Hanım Federasyon’a Ailara’yı teklif etmişti. Eithanis de Mharjil’in olacaktı. Aynı gezegene beraberce ortak bir yaşam kurmadan evvel bu ikiz gezegenler çok iyi bir deneme, bir ısınma olacaktı. Elmo öneriden hem memnun olmuştu hem de bu onu ürkütmüştü. İşleri kolayca berbat edebilen bir halk olarak görüyordu kendi soyunu. Açıkçası insan olmak Elmo’yu bu aşamada çok rahatsız ediyordu. Romano insanoğlunun ortaçağdaki coğrafi keşifler ve kolonileşme döneminde yaşadıklarına ilişkin pek çok kitap okumuş ve araştırmayı-günlüğü gözden geçirmişti. O dönemde yaşananlar ve yaşananların sonraki yıllarda-nesillerdeki etkisi üzerine çok ciddi araştırmalar sonunda görmüştü ki ataları bakir güzellikler söz konusu olunca çok yaramaz ve düşüncesiz çocuklardı. Hatta duyarsız ve kaba yaratıklardı. Medeniyet denen şeyden nasibini almamış toplumun en yüzkarası katiller-hırsızlar-suçlular-hasta ruhlu fanatiklerden oluşan kolonist güruhlar gittikleri yerde halklarının elçisi değil ölümün ve zulmün elçisi olmuştu. Elmo aklında her yeni kurulan koloni ile birlikte o koloni bölgesindeki yerli halkların ve doğal çevrenin nasıl katledildiğine ilişkin bilgileri düşünüyordu.. Elmo’nun aklındaki düşünceler yine çok güçlenmişti ve endişesi kara bir bulut gibi toplantı odasına doluyordu.. Mark, Elmo’nun yakın Psişik danışmanıydı. Mark politikadan iyi anlıyordu ve sohbeti Elmo’nun hoşuna gidiyordu. Shalir diğer işlerle ilgilenirken danışmanlık görevi Mark’un omuzlarına yüklenmişti. O omuzlar güçlü ve dost omuzlardı. “Sayın Başkan,” diyerek karanlık düşüncelerin arasına girdi Mark. Düşünceleri de Elmo’yu sakinleştirmeye yönelik bir melodi fısıldıyordu Elmo’nun zihnine. Bu karanlığı Thuuz ve Nilla da hissetmişti ve Nilla şefkat ile bakıyordu Elmo’ya. “Özür dilerim, bir an kendimi kaybettim sanırım,” diye konuştu Elmo. Yavaş yavaş toparlanıyordu. “Kalbi çok güçlü bir insansın Elmo. Çok açık yürekli ve iyi kalplisin. Endişelerini gördüm,” derken kendi gözlerinden süzülen iki damla yaşı gizlemiyordu Nilla. “Endişelerin yersiz olmayabilir ama her değişim, her yeni başlangıç yanında sancılı bir dönemi de getirir. Yeni bir şeyler yaratmak bazen sancılı bir süreçtir Elmo. El ele vererek ve birbirimizden güç alarak bunu başaracağız.” Elmo onayla başını sallarken git gide kendine daha çok güven aşılıyor ve daha kararlı bir duruşa bürünüyordu. Bunu başaracaktılar. Çok çalışacaktılar, fedakarlıklar yapacak ve çok ter dökecektiler ama başaracaktılar. “Atalarımın hatalarını tekrar etmeyeceğim. Bu kez gittiğimiz yere en iyilerimiz gidecek ve içimizdeki en iyiyi götürecek. Bu kez iyilik ekeceğiz.. Bu kez yıkmadan inşa edeceğiz. Bu kez öldürmeyeceğiz; yaşam vereceğiz. Bu defa hayatımız pahasına koruyacağız.” Sör Arthur ve Michael’ın Elmo’yu çok iyi anladığın söylemek hafif kalacaktı. İkis de aynı endişelere sahipti ve Arthur ile Michael zaten buna benzer bir durum içim bazı ön çalışmalar bile yapmıştı. Arthur özellikle Tüccarlar ile ilişkileri düzenleyecek bir Ticaret Komitesi oluştururken bu yoldan geçmişti ve neye ihtiyaç duyacakları hakkında fikri vardı . Federasyon bütün dünya halklarından oluşuyordu ve o halklar dünya üzerinde hala kendi seçtikleri liderler tarafından yönetiliyordu. Ama dünya atmosferi dışına çıkmaya niyetlene bir kişi artık Federasyon kurallarına ve yeni Kolonist Yasası’na tabii idi. Kolonist Yasası aslında bir anlaşma metniydi. Yüz üzerinden doksan alınması gereken bir sınav söz konusuydu. Ama aslında bu bir sınavdan ziyade, “evet, okudum ve bu, bu, bu, bu konularda böyle, böyle ve şöyle düşünüyorum, kabul ediyorum, bu kurallara uyacağım,” demekti. Eğer bu basit anlaşmayı %90 oranında kabul etmiyorsa o kişi Kolonist Onayı alamazdı ve yeni kolonilerde hiçbir şekilde görev yapamazdı. Atmosfer dışına bile çıkamazdı. Bu yasa tartışmalı ve gürültü yoğunluğu yüksek uzun bir 3 saatlik oturum sonunda kabul edilmişti ama sonuçta her 10 üyeden sekizi tam onay vermişt. Diğer üyeler ise bazı maddlere itiraz bildirtmişti o kadar.. Federasyon Yönetimi uzayda diğer halklarla yüz yüze gelecekti ve yukarıya çıkan insanların bu yeni çağın ve Federasyonun bazı kurallarını çok iyi bilmesi-o kurallara uyması gerekiyordu. Kolonist Testi, C-Testi olarak biliniyordu ve P-Testi ile beraber Q-Testinin sonuçları gibi o da bir kişinin Federasyon Kolonist Veritabanı’daki dosyasına işleniyordu. Her federasyon vatandaşı test sonuçları kendisine bildirildiğinde bir tavsiye belgesi de alırdı. Kişi bu tavsiye belgesi ışığında hareket edebilir ya da başka bir yöne gitmeyi seçebilirdi. Ama asıl etkili olan şey test sonuçları idi. Testlere aykırı kişisel tercihler için Federasyon’dan ayrı değerlendirme dönemi taleb etmek mümkündü ama bu dönemde Kolonist Danışmanları’nın yönlendirme ve iyi çalışmaları sonunda bu seçenek nereyse hiç kullanılmamıştı. Bir yetişkin C-Test onayı aldıktan sonra P ve Q verileri ışığında seçimini yapardı. Bundan sonra Federasyon, bu ilk dönemde bu Kolonistlerin eğitimini üstlenirdi ve Bilgi Ekimi metodu ile bu kişiler eğitilirdi. Bilgi Ekiminden sonra kısa bir uyum ve gözlem süreci ile kişinin eğitildiği alanda performansı denenirdi. Bu aşamayı da geçen Kolonist için yeni görev bölgesinde ya da benzer bir görevde Adaptasyon Dönemi başlardı. Bu kısa dönemde gözlemcilerden ve üstlerinden onay alan kişi artık tam anlamı ile işbaşı yapmış sayılırdı. İlk dönemde Federasyon süratle insan gücüne ihtiyaç duyduğu için Okullar ve Yetişkin nüfus farklı prosedürler ile Federasyon bünyesine katıldı. Ama bir kez yetişkin nüfus tamamen Federasyon Bünyesine katıldıktan sonra artık sadece Okullar Protokolü işler haldeydi ve Bilgi Ekimi metodu minimuma inmişti. Suni öğrenme süratli ve etkiliydi ama Okul Kültürü’nün önemi sadece öğrenmekten değil aynı zamanda bir yaşam tarzı inşa etmekten ve özgür bir toplumun en temeli olmasından geliyordu. Suni öğrenme bu dönemi kökünden baltalayıp gençlerin özgür düşünce, araştırma, sorgulama, öğrenme ve çözüm üretme becerilerini köreltiyordu.. Suni eğitim insan yaşamındaki rengi ve ruhun alevini söndürüyordu. İşte ilk Kolonistler böyle seçilmişti ve özenle, dikkatle seçilmişti. Elmo bu Kolonistlerin arasına kendisinin ve Nilla’nın bizzat seçtiği Başkanlık Gözlemcileri de dahil etmişti. Gözlemciler geniş izleme yetkilerine sahipti ve gerekirse Koloni yönetimine “DUR” deme yetkisine de sahipti. Bu bir panik düğmesi idi ama bu dönemde sadece bir iki kere kullanılması gerekecekti. Gözlemciler her hafta Elmo’ya ayrıntılı raporlar göndermekle görevliydi ve bütün aksaklıkları ve gözlemlerini iletiyordular. Elmo bu dönemde neyin nasıl gittiğini bilmek ve eksiklikleri süratle gidermek isityordu. Başkan bu dönemin özellikle ilk başlarında çok yoğun çalışıyor, her şeyi izliyordu.. Elmo’nun yorgunluğu fizikseldi ama ruhu ilk 6 ayın sonunda bu fiziksel yorgunluğu fazlasıyla bastıran bir memnuniyetle doluydu. İşler çok iyi gidiyordu. İşler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Elmo inanamıyordu. Mharjil etkisi Kolonilerde hissediliyordu ve kısa zamanda Federasyon yaşam tarzı Mharjil’den çok şey almıştı. Federasyon yaşam tarzı Mharjil kültürünün yoğun etkisi ve Elmo’nun Kolonist Yasaları sayesinde oluşurken bu yeni döneme insanların tepkisi çok ümit vericiydi. Mharjil’in keşif ve araştırmaya, öğrenmeye odaklı yaşam tarzı; güzellikleri ve iyilikleri yücelten kültürü, yeni şeyler görmeye ve yeni yerler gezmeye aşık felsefesi Kolonistleri neşeli bir okul gezisine çıkmış bir sınıf dolusu mutlu çocuk haline getirmişti. Bu sihri duymayanlar olsa da Federasyon Kolonistlerinin çoğunluğu arasında salgın gibi yayılan bu yeni akım kısa sürede dünyaya da vuracaktı ve yıldızlardaki yeni yaşam tarzı yeşermeye başlayacaktı. İnsanlar bütün bu savaş ve yıkımdan sonra şimdi çok özgür ve mutlu hissediyordu. Adeta küllerinden doğmuştu insanlık.. İnsanlar yeni bir başlangıç şansı yakaladıklarının farkındaydı ve buna sımsıkı sarılmıştı. İnsanoğlu, yıldızlarda yaşamayı sevmişti.. Bütün günahları bağışlanmış ve yeni bir şans verilmiş, kutsanmış olduğunu hissediyordu halkın büyük bölümü. Bu hisler o kadar güçlü ve yaygındı ki bu ilk Federasyon nesli, tarihin ona vereceği ismi; Birleştiriciler adına fazlası ile hak ediyordu. Bu yeni felsefe, bu yeni yaşam tarzı insanlığı yeni ufuklara taşıyacaktı. -Bitti- Kovan Savaşları maceraları bu noktadan sonra yeni bir başlık altında; UFUKLAR adı altında yazılacak. Ufuklar'ın ilk öyküsü Bronz'un Mesajı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Levent Ölçer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |