..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > Levent




20 Şubat 2006
Uzun Yol (1. - 100. Sayfalar)  
Susayanın Uyanışı

Levent


Yavaş ve aksak adımlarla merdivenlere adım attığında Onorgud bunun hiç de Kahin’in sıradan hallerinden olmadığını anladı. Cadıkahin Kral’dan iki basamak aşağı da durdu. Kral ürperdi. Krallarınkahini sıska, kemikli elini Krallarınkılıcı’na doğru uzatıyordu. Uzun, kalın çelik namlunun usturadan yüz bin kat keskin ağzına bir deri bir kemik parmaklarıyla dokundu. Namlunun keskinliğini parmağını keskin ağızda yavaşça kaydırarak sınadı.. Sıradan bir anda Kılıç’ın bu ufak dokunuşunun koca bir tomruğu umarsızca parçalayacak gücü vardı. Ama Cadıkahin’e hiç bir şey olmadı. Kılıç bir çiziğe bile neden olmadı. Tek bir ufak damla bile kan akmadı. Kralların kılıcı Kahin’i tanıyordu. Uykusundan uyanması emredilmediği ve gerek de duymadığı için sessizce bekliyordu. Birden hiçbir işaret göstermeksizin Onorgud’u sarsan bir şey oldu. Cadıkahin Kral’a doğru başını kaldırdı. Bunu daha önce sadece bir kez daha yapmıştı. Uzun yıllar önce Rein isminde bir genç kral Kılıç kulesi’ndeki efsanevi kılıcı eline alıp Onorgud olduğu gün. Kral karanlıkla gölgelenmiş, yüzyılların yıprattığı ve adeta silip şeffaflaştırdığı yaşlı yüze, o geçmişi sayısız yüzyıllardan beri süzgecinden geçirmiş gözlere ikinci bakışında da iliklerine kadar ürperdi. Ama bu defa ürperti daha dehşetliydi.. O çok yaşlı ve bilgiliydi. Çok şey görmüştü. Öyle ki artık önceden gördüğü hiçbir şeye bakmıyordu. Şu anda ne görmek için ona bakıyordu? Yüzyıllardır görmediği neyi görüyordu? Bunların düşünceleri Rein’in aklını gitgide ağırlaştırırken Cadıkahin’in sesini duydu. Boğuk ve fısıltılı ses derin karanlıklardan ona yankılanıyor gibiydi. Sanki kaderin sesi ona kehanet haykırıyordu... “Kılıcını bile Ey Kral.. Savaşa gidiyorsun..”


:AGIEB:

(Tek kitap halinde çıkan eseri netkitap.com ve diğer internet siteleri üzerinden bulabilirsiniz)
(Rapidshare indirme bağlantısı: https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf )

Yer gök her yer sis pus içindeydi. Yukarıda bir yerde gümüşi bir ışık ay gibi parlıyordu. Sisin içinden gelen beyaz ışığın hatlarını çizdiği kapkara suret bir tepenin üzerindeydi. Puslu görüşe rağmen üzerinde bulunduğu kara aygırın kuzguni ışıltısı, doğaüstü kuvveti çok aşikardı.. Aşağısında ruhlar toplanmış onun hitabını bekliyordu.
Kara pelerinine bürünmüş karanlık suret tepenin eteklerinde, sislerin içinde toplanmış ruhlara doğru konuştu..
Ruhlar belki üç, belki on, belki bin, belki on bin taneydi.. Havada çisil çisil ışıldayan bir müzik sesi duygu ve ifadeden yoksun salt bir varoluştu.
“Kabul edin ya da reddedin.. Sizler seçildiniz!” diyen hükmün sesi ruhları doldurdu…
Ruhlar ayrı ayrı merakla sorarken ortak merakları dingin tek bir sesle dile geldi.
“Ne için?”
“Ateş olup yanmak, ışık olup saçılmak, şarkı olup söylenmek için..”

Alimhane katiplerinden Üstad Tozavcısı Lerus’un Kahinlerin Kayıp Kehanetler Kitabı’nda Cebian için yazılmış sayfadan yaptığı bir alıntı..

.. BAŞLARKEN...

Varoluş için çizilmiş sınırların içinde ilk önce Heplik’in müziğinin sesi duyuldu.
Ve Müzik’in sesi Varoluş’un duvarlarından yankılanırken İlkrenkler oldu.
Renkler’in ve Müzik’in birlikteliği böyle başladı ve Ahenk doğdu.
Ahenk ise mutluluğu getirdi. Mutluluğun adına o günden sonra Ahenk dendi.
Ama Mutluluk uzun sürmedi..
Varoluş’un sınırlarından içeriye sinsice süzülen bir Gölge,
düşmanlığın ve kötülüğün ilk tohumlarını serpti Ahenk’in üzerine..
Sonra da karanlık, ateşten çukuruna çekilip şehvetle seyretti.
Rekabetin ve Kıskançlığın Şüphe ve Düşmanlığa dönüşünü izledi.
Düşmanlığın büyümesini, Kötülüğe, Acılara ve Gözyaşlarına dönüşmesini gördü.
Kavgaların ilk kanı akıtıp ilk canı almasına zevkle böğürdü..

Renkler solup kirlendi..Karanlığa bulandı.
Müzik çatlak haykırışlarla karışıp gürültüye dönüştü.
Ahenk Karmaşa oldu..
Umlobb doğdu..




Üçüncü gün diye adlandırır Ulular o günü. Ondan önceki ikisini Birinci Gün ve İkinci Gün diye adlandırdıkları gibi..
Bunlar Kıyamet Günleridir.
Her biri bir Umlobb’dan sonra gelmiştir.
Umlobb.. Yani muazzam büyüklükte, dünyayı ve dünyaları yıkan bir savaş.
Üçüncü gün getirdiği ölüm, yıkım ve kan ile diğerlerinden ayrılmaz.
Acı ve dehşet, gözyaşı ve nefret Umlobb’un doğasındadır zaten...
Üçüncü günü diğerlerinden ayıran özellik Kapıların Yıkımıdır.
Deerie, İldar, Efilion, Oaron, Galagath, ve de diğer daha küçük dünyalar birbirine Varoluşun Ghirion Kapıları ile bağlıydılar. Üçüncü gün işte bu kapıları onları kendi karanlık varlığına uğursuz büyüleri ile bağlamış İblisefendisi Kral Kinagan’ın Umlobb’un zirve anında sürülmesiyle yıktı.
Ve Ghirion Kapıları’nın yıkımı ile Dünyalar Zinciri parçalanıp birbirinden ayrıldı.

İLDAR

Dünyalar Zinciri’nin en büyük halkalarında birisiydi İldar. Geniş ve bakir toprakları, engin gökleri ve denizleri vardı. El değmemiş güzelliği zarifti. Üzerinde dolaşan gölgeler Işığın Muhafızları’nın adı bile geçse en derin, en kuytu deliklere girer ve yıllarca orada kalırlardı. Barış ve huzuru çok güçlüydü. Çünkü kudretli Gudslund Krallığı Tanrılar Çemberi’nden aldığı görevi layığıyla; katı disiplin ve merhametli bilgelikle yerine getiriyordu. Adalet ve özgürlük hüküm sürüyordu. Çok çeşitli halkları bu büyük dünyada beraberce uyum ve mutluluk içinde yaşıyordu. İldar’ın her köşesinde şarkılar ve şen kahkahalar çınlıyordu. İyilik ışıkları saçılıyordu gecelere..
Taa ki o gelene dek..
Önce ayak sesleri yankılandı. Sonra Umlobb’ un ilk haykırışları duyuldu. Ve ardından da Ghirion kapılarından diğer dünyalara olduğu gibi İldar’a da Ölüm Lordları’nın zehirli kara orduları aktı.
Cennet’in güneşi kara zehir bulutlarıyla boğuldu. Dağlar ateşlerle patladı. Karanlık gölgeler derinliklerden şehvetle fışkırdılar. Daha da kötüleri Derin çukurlar’dan ağır aksak sürünerek ama Gelen gün’ün kehanetinin gerçekleştiğini haykırarak, böğürerek, kükreyerek İldar’a çıktılar…
Savaş yıllar sürdü.Sonunda gelen gün ise İldar’a belki Kral Kinagan’ın,İblisefendisi’nin saltanatını getirmemişti ama eski huzur ve mutluluk da yoktu artık.
İldar lekelenmişti.
Kana, acıya, ölüme, öfkeye, nefrete bulanmıştı. Düşmanlık üzerine sinmişti. Şiddet artık alnına yazılıydı. Gözleri eski sıcak ışığını kaybetmişti. İldar’ın karanlık bakan gözlerinde artık soğuk ve cansız, donuk ışıltılar vardı.

KAPILARIN YIKIMI

İldar’da kimse Kapıların yıkımının sırlarını Ulular kadar bilemezdi. Ve Ulular ise bu konuda tahminlerden öte pek az bilgiye sahiptiler. Çünkü savaşın son haftası tam bir karmaşa fırtınasıydı. Karanlığın güçleri ile Işığın ittifakı’ndaki iyi ve gölgeli güçlerin savaşı göz gözü görmemecesine bir hengamede cereyan ediyordu. İki savaşçı ruhun her türlü strateji ve planın ötesinde sadece kazanma isteğiyle, ellerinde ne var ne yok ise her şeyleriyle, tüm varlıklarıyla saf savaşçı iradeleriyle, hesapsızca, yenmek ve kazanmak için vurduğu bir kavgaydı bu artık!..
Kazanmak kimin nelere sahip oluğu ya da nelerden vazgeçebileceğinin ötesinde kimin daha çok istediği noktasına geldiğinde o son muharebede ipler kopmuştu..
İblisefendisi Kinagan’ın püskürtülmesi en güçlü Uluların birbiriyle olan büyülü irtibat ağında savaşın İldar ve diğer dünyalar üzerindeki o mistik karmaşasına, çarpışan büyülü güçlerin fırtınasına rağmen hissedilmişti. Dahası, gelmekte olan büyük bir büyülü kıyamet fırtınasının ilk darbeleri de görülmüştü..
Sonrası ise sadece en güçlülerin kendini kurtarabildiği, ya da kaderin izin verdiklerinin hayatta kaldığı bir ölüm rüzgarı vuruşuydu. Ve kapılar da Kinagan’ı püskürten o muazzam büyünün etkisi yada kaderin cilvesiyle yıkılıyordu. Bağlar kopuyordu..

YENİ İLDAR

Savaşla kavrulmuş İldar iki yıl boyunca dengesiz mevsimler, açlık, kıtlık, felaketler ve ordulardan geriye kalanların çatışmalarıyla meşgul oldu ...
Ancak bu iki yılın sonunda taraflar konuşulmamış sınırlarda ve yazılmamış anlaşmanın kurallarında, asgari bir müşterekte buluşabildiler ve ancak iki yıl sonra serseri kıyamet fırtınasının felaketleri duruldu.

Krallıklar, halklar, şehirler ve kavimler..
İldar’da yaşayanlar toparlanmak için çalışmaya koyulduklarında ilk elli yıl çok zorluydu. Yıkıntılardan ve felaketlerden kurtulabilenlerle yeniden başladılar. Her başlangıç gibi bu da çok fazla çaba ve fedakarlıkla olmuştu..
İldar’ın ikinci elli yılı şehirlerin gelişmeye başladığı, halkların tekrar nefes almaya başladığı bir dönemdi. Bir toparlanma dönemiydi. Halkaların tam da cesaret topladığı bir anda aniden gelen uzun bir kış ile gölgelenene dek..

UZUNKIŞ

Yeni İldar’ın ilk iki yüzyıldaki en büyük sorunu doğası anlaşılana kadar Uzun kış oldu. Yüz yılda bir gelen yedi yıllık bu soğuk mevsim İldar’ı donduruyor ve halkları kırıp geçiriyordu. Yinede bu kıyamet mevsimine direndi halklar. İnsanlar ve diğer halklar şehirlerin güçlü sınırlarına ve büyük kalelere çekilerek birbiriyle dayanışma içinde hayatta kalma mücadelesi verdiler. Mağaralara ve büyük mağaralar bölgelerine sığınıldı. Şehirlere, köylere kış dehlizleri oyuldu İldar’ın toprakları altındaki büyük yeraltı okyanuslarına açılan derin mağaralarda şehirler kuruldu. Var olan yer altı şehirleri büyüdü. Kışın ulaşamadığı yada etkisinin çokça kırıldığı bazı bölgelerde yaşayanlar buraları saklayıp korudular. Ve hatta kalelerle kuvvetlendirdiler. Çünkü Uzunkış’ta kıştan başka düşmanlar da vardı.
Kış kendi kurallarını koydu. Yeraltı denizlerinde gezen Mağara kaptanları kadim tarihlerinde ilk kez bu denli ihtiyaç olarak adlandırıldılar. Şehirler, ticaret ve yaşam yeraltında gelişti. Öyle ki kışlar geçtikten sonra bile yedi sene boyunca burada kalmaya alışmış halklardan yüzeye dönmemeyi seçenler de oldu. Yada iki arada yeni bir tarz doğdu.
Buz gerçekten de yeni bir tarz doğurmuştu. Özellikle ikinci Uzunkış’tan sonra bu yaşam çok gelişmişti. Yaşam kışa göre yeniden biçimlenmişti. Şehirler terk edilmiş ve şehirler kurulmuştu Kışın boşalan şehirler ve bölgeler için büyük muhafız kuleleri, güçlü bekçi kaleleri kurulmuştu. Bunların görevi hem ilk Uzunkış’ta doğan Buzlaneti yaratıkları olan Kilis soylarına hem de Kinagan’ın asker soyları olan Tag ve Orklar ile yağmacı diğer kavimlere, çetelere karşı şehirleri, mağaraları korumaktı.
Dünya kışların yavaşlatma ve geriletmelerine rağmen ayakları üzerinde durmaya başladığı daha ilk anlarda yeni düşmanlar da kendini hiç geciktirmeden gösterdi. Kışlar boyunca kendini hiç unutturmayan akıncı saldırıları artık devasa boyutlarda ve tüm mevsimlere yayılmış olarak Orklar sahneye çıkmıştı.

ORKLARIN AKINI

Gölgenin kadim köle askerlerinden olan Orkların üç kavmi İldar’da yürüyordu.
Gri Orklar Cücelerden daha kısa olabilen küçük bir kavim olmasına karşılık en kalabalık ve en sık bela çıkartan kavimdi. Makine silahlar alanında şaşırtıcı ve de korkutucu bir beceriye de sahiptiler.
İri yapılı bir insan cüssesindeki Yeşil Orklar sosyal yaşamı ve uyum gücü ile İldar’ın çoğu yerinde yaygındı. Ve sıradan halk gibi algılandıkları yerler de vardı. Savaşçılıklarını küçümsemek hatasını bir kez yapanın ikinci bir şansı olmazdı.
Boyu iki buçuk metreye varan dev cüsseleri ile Kızıllar en az sayıdaki Ork kavmini oluşturuyordular. Buna karşılık en sert, en korkunç Orklar bunlardı.Dağların dehşetli yağmacılarıydılar. Özellikle kışın yaptıkları akınlar ile cehennem rüzgarları eserdi. Öyküleri korkunçtu, kana susamış bir topluluktular. Ork adına yüklenen dehşet ve nefretin ilk ve en büyük kaynağı bunlardı. Diğer orklar için bile aynen bu anlama geliyordular.. Zalimler.. Adları buydu.
İşte bu üç kavim karanlık bir Umlobb generali komutası altında oldukları zamanlar dışında asla anlaşamamalarına karşılık ikinci uzun kıştan hemen sonra Yeşil orkların krallığını alan Gogan tarafından acı, şiddet ve de ölümle birleştirildiler. Hepsi acımasız ve Kral olan Gogan’ın iradesine boyun eğip onun ardından savaşa yürüdüler.
Kral Gogan’ın daha ilk saldırıları ile krallıkların temelleri sarsılmaya başlamıştı. Üç kavimin şeytanca ustalıkla ve zekice stratejilerle etkim biçimde kullanımı sonunda İldar’ın her yerinden gökyüzüne yakılıp yıkılmış köy ve şehirlerden tüten kara dumanların uzun ince sütunları uğursuzluk abideleri gibi yükseliyordu. Rüzgar ateşin ve ölümün kokusunu taşıyordu. Her yer kan kırmızısına boyanmıştı.
Gogan insan ordularıyla da anlaşmıştı. Şehir kralları, paralı askerler, haydut gurupları onun karşısında olmaktansa onunla oluyorlardı. Hem altın tüm halklar içinde en kolay insanları çeliyordu.
Orkların İmparatoru artan gücüyle akınlarını sıklaştırıp şiddetlendirdikçe krallıkların hepsi korku ve öfkeye düştüler.
Savaşların son beş yılında Şamanlarının güçlenmiş büyüleri ve hızlı, güçlü yağmacı ordularıyla Orklar neredeyse vurulmadık yer bırakmadılar.
Yeraltını ve Şamanların geçit büyülerini şeytanca beceriyle kullanan Gogan’ın yükselişi çok hızlıydı. Durdurulması da aynı hızla ve aniden oldu.
Gudslund krallığı bir ada ülkesi olmanın yanında yıkılmaz yeraltı kalelerinin ve de güçlü, kadim Taçordusu’nun sağladığı üstünlükleriyle öncellikle sınırlarını güçlendirip muhafaza etti.
Sonrasında ise dost krallıklara ve şehir bölgelerine elinden gelen yardımı yaptı. Lakin gidişin yönü karanlığaydı. Buna kanaat getiren Gudslund kralı Bergund düşmanı kendi taktiği ile vurma yolunu seçti. Gogan’ın yine bir kışın ortasında başlattığı güçlü akını esnasında Taçordusu Ustalar Çemberindeki büyücülerin desteğinde açılan geçitlerle yeraltındaki devasa bir tahkimat olan büyük Ork başkentine, Gogan’ın sarayına, Kafatası tahtı’na saldırdı. Bu saldırının mümkün olmasında bir gurup hain orkun Gudslund’a yardım ettiğine dair söylentiler asla yalanlanmadı yada doğrulanmadı… Ama kanlı kavganın dehşetinin nesiller sonra bile Orkların intikam hırsından ve nefretinden görülebileceği açıktır.
Bu saldırıda Orkini yakılıp yıkılmıştı, orduların çoğu katledilmiş ya da derinlere gömülmüştü. Kral Gogan ise cesetlerin arasında bulunamamıştı. Ork kralı’nın bu saldırıdan sağ kurtulduğu rivayet edilir. Ve yine rivayet edilir ki Gogan bir zamanlar kendisinin yönettiği kavim krallarının saldırılarına çöküşünden sonra bile ona hala sadık kalmış bir avuç adamıyla ömür boyu tasasızca karşı koyarken yalnız ve karanlık taht salonunda kabullenmiş ama lanet yüklü bir gülümsemeyle Gudslund’a küfreder dururdu.
Tarihçiler Kral Gogan durdurulmasaydı en çok on yıl içinde İldar’ın yarısında yağmalanmamış tek şehir kalmayacağını, sonraki beş yılda ise İldar’ın tamamının Orklar’a haraç ödemek mecburiyetinde kalacağını yazarlar.. Bu nedenle Gudslund kralı Bergund’un gücün merkezine indirdiği yıkıcı darbe İldar tarihi için çok önemlidir. Dönüm noktasıdır. Ama bu kolayca ve kısa zamanda unutulmuş, tozlu raflara gömülmüş tarihi bir gerçektir.
Ork başkentinin yıkımı sonrası tüm ork ordularının bir bir düşman karşısında çözülüp yıkılmaları krallıkların bu başarılarıyla başlarının dönmesine, sarhoş olmalarına neden olmuştu. Buna ve takip eden aylarda olanlara Gudslund’un yapabileceği pek bir şey yoktu.

ÇÖZÜLÜŞ

Orkların akınları ve sonrasında yenilip sürülmeleriyle değişen Krallık sınırları üzerinde çıkan anlaşmazlıklar Kralları ve şehirleri birbirine düşürdüğünde savaş rüzgarları daha tam durulmadan yeniden şiddetlendi. Eski anlaşmazlıklar su yüzüne çıkarken yenileri de bunlara eklendi.
Şehirler karşılıklı el değiştirip topraklar kanla sulanırken nesiller geçti. İttifaklar kuruldu. Düşmanlar dost oldu. İttifaklar yıkıldı. Dostlar düşman oldu. ve böyle devam etti. Zaman akıp geçti...
Uzun süren çabalar sonunda Tanrılar çemberi’nin en öne çıkan tanrısı Armel’in Armellion Kilisesi ve onun Tapınak Şövalyeleri bu savaşlar dönemine bir son vermeyi başardılar. Antlaşma ile barışı kurup korumayı, yasalarla düzeni getirmeyi başardılar. Bu yaptıklarının sonunda Armellion kilisesinin gücü de kısa zamanda katlanmıştı.
Krallıklar arasında bundan sonra olan savaşlar asla bu geçen yıllardaki kadar büyümedi. Krallıklar hem Armellion Kilisesi ve şövalyeleri ile ters düşmeyi istemediler hem de kaçınılmaz olmadığı sürece orduları savaşa sürmemek çok daha ekonomikti. Bunun yanında, entrika, rüşvet, suikast ve de terörle el altından iş görmek çok daha verimli ve hızlı olabiliyordu.
Yine de savaşlar oldu. Hem de büyük savaşlar..
Krallar bazen sudan ve saçma sapan sebeplerle, bazen ise sebep bile uydurmaya gerek duymadan anlık heyecan ve hezeyanlarla savaşa yürüdüler. Pek çoğunun sonu oldu bu savaşlar!
Armellion kimi zaman bu savaşlara müdahale etti kimi zaman bekleyip seyretti veya kınamalarla geçiştirdi. Armellion bile ara sıra Krallıkların ipini gevşetip onları serbest bırakmak zorundaydı ki iplerini sertçe çektiğinde etkili bir sonuç alabilsin!..
Menfaat hesapları düzenin her yerine sinmişti. Entrika nefes almak gibiydi. Samimiyetsiz, soğuk bir dünyaydı artık İldar.. Donuk renkli ışıltılarla bezenmiş, koşuşturmalı, çeşit çeşit hoyrat şarkıların haykırıldığı soğuk bir yerdi.. Vahşi hazların, erdemsiz yalan mutlulukların diyarıydı..
Bu durumlara gözleri kör olanların ve kendilerini bu çarka kaptırmış olanların yanında tüm bu olanlardan nefret edenlerde vardı. Bunlar her şeye rağmen bir şekilde karşı koyuyor ve direniyordular. Kendi iç şeytanlarına ve cehennemin gerçek şeytanlarına karşı savaşıyordular. Koruyucular ve Kaçaklar..
Bunalıp kaçmak yada kalıp savaşmak en çok tercih ettikleri şeylerdi. Ama ikisinin de sonucunun aynı olduğunu görenler çok azdı. Sonuç öyle yada böyle yenilgiydi. Ama bu onlara göre yine de teslim olmak yada kendini kendi şeytanına satmaktan çok daha iyiydi.
Böyle düşünenlerin en büyük dayanağı tutundukları umut Kahramanlar’dı. Kahramanlar Adası’nda yaşayan Aşiret ve İldar’daki muktedir maceracıların, göçmen savaşçıların, mücadeleci asilerin, Aşiret’ten gelip geçmişlerin ve de hala yaşayanların efsaneleri insanları tamamen karanlıklara düşmekten alıkoyan şeylerdi. Teselli ve Umut kapılarıydı. Ama kahramanlar bile yeterli değildi. Çükü kahramanlar da olanca maharetlerine ve başarılarına rağmen doğru cevap değildiler. Tek başlarınayken doğru cevap değildiler. Sadece cevabın parçasıydılar..
Üçüncü günü takip eden yıllarda İldar’ın düştüğü büyük karmaşa ve zorluklar denizinde Halkların eski beraberlikleri kaybolmuştu. Yeni düzen onları ister istemez uzaklaştırmış ve arayı soğutmuştu.
Kutlu kanı taşıyan iyilik timsali Elf soyları yüksek gök adalarına, derin deniz şehirlerine ve büyük ormanlarına çekilmişti. Cüceleri dağlarından, yeraltının güneşsiz ülkelerinden çıkarabilen yegane şey yeraltı dünyası halkları yanında yüzeydeki ırklarla da ticaret yapmalarıydı. Ormanların ve kırların sessiz gezginleri olan Buçukluk soyu; Holenler ve onların çocuk ruhlu minik yaramaz akraba soyu Raskanlar artık eskisinden çok farklı biçimde; sempati ve merhametten, anlayıştan uzak biçimde, sertçe muameleye tabi tutuluyordular. Ve onlar da artık yaşam tarzlarını çokça değiştirmiş, uzak, saklı kırlara, şehirlerin herkesi kucaklayan karanlık arka sokaklarına çekilmiştiler.
İldar’ın Işık müttefiki diğer soylarından olan avilonlar; kuş adamlar, marthorinler; balık adamlar, fantoranlar; kedi adamlara ve de natzaglar; boğa adamlar artık kendi sınırları içinde yaşıyor ve komşularıyla yaşamsal ticaret bağları ya da savaşın ötesinde çok mesafeli ilişkiler kuruyordular. Bunda Armellion’un insanlara özellikle üçüncü Kış’tan sonra bazı Kiliselerinde anlattığı felaketlerin suçunu insan olmayanlara atma yolundaki eksik anlatılmış yanıltıcı söylemi çok etkili olmuştu. İyi yürekli dost ve müttefikler de orklar ve diğer musibetlerle aynı kefeye konmuştu..
İldar’ın her yerinin böyle olmaması bir noktada hala umudu yaşatıyordu. Kadim Gudslund Umlobb ve Üçüncü Günden sonra gücünü çokça kaybetmiş olmasına karşılık hayatta kalabilmişti. Ayağa kalkması ise birkaç yüzyıl almıştı. Yine de eski gücünde değildi. Tabii bunun anlamı en güçlü Krallık olma ünvanını başkasına kaptırmıştı demek değildi. Çünkü hala en güçlü bir kaç Krallığa bedeldi. Bu büyük bir lütuftu İldar için. Gudslund gücünü iyilik için kullanıyordu. Gudslund şehirleri yanında bazı küçük krallıklar ile şehir devletlerinin de bazıları, bağımsız bölgelerdeki küçük şehir ve köy bölgelerinden hala İnsanların Kralı’na sadık olanlar İldar’daki tüm iyi halkların istisnasızca beraberce yaşayabildiği dostluk vahalarıydı.
Bu şekilde belli belirsiz bir tarz hakim olmuştu İldar’a... Taa ki Yaşlı Tanrı Rhim, hizmetkarı olan ölümsüz varlık; Kaderin Süvarisi Cebian, vasıtası ile geçmişte gölgelerde kaybolmuş olan Renklerin Eserleri’nin ortaya çıkmasına hüküm vermesine dek...
Kaderin ağları yeniden dokunmaya başlıyordu.



BÜYÜCÜ

İldar coğrafyasının bu geniş kısmı haritacılarca Issız dağlar diye isimlendirilmişti. Haritacılarca isimlendirilmişti çünkü bu soğuk ve donuk uç kuzey bölgesinde yüzyıllardır onu isimlendirecek bir halk yaşamıyordu. Bölge sarp, geçit vermez dağlarla, derin uçurumlarla doluydu. Yegane bitki örtüsü bu denli keskin soğuğa uyum sağlamış güçlü buz servileri ve kara kuzey çamlarıydı. Bir de güçlü dağ çalılarından kıt ama güçlü birkaç tür mevcuttu. Bu bitki örtüsünde ve soğukta yaşayabilen canlı türleri de çok sayılıydı. Onlar da sert kutup iklimi yaratıklarındandı ve çok sert koşullarda, çok zor bir hayat sürüyordular. Yine de olanca çetinliğine karşılık burada vahşi bir güzellik de vardı. Hele zirvelerden, uçurumlardan uçuşan, kayalıklardan yılan gibi kıvrıla kıvrıla inen gümüş ışıltılı buz derelerinin manzaraları bu dağlarda eşsiz güzellikteydi. Donmuş göllerin üzerindeki karların haşin rüzgarlarla bir anda havaya savrulup güneşin ışıklarıyla yıkanmasında doğan ışıltılar gökleri aydınlatıyordu. Havasında ferahlık ve tazelik yüklüydü. Bütün dikenlerine rağmen bu buzdan gül muhteşemdi.
Issız dağların üzerinde kocaman bulut kümeleri kar beyaz parıldıyordu sabah güneşinin ilk ışıklarında. Gökyüzü masmaviydi. Aydınlık ve güzel bir gün geliyordu. Dağların o vahşi, keskin soğuğu usul usul esiyordu sabah meltemiyle.
Zirvelerin üzerindeki sayısız mağaralardan birinde tavandaki sarkıttan bir su sızıntısı düzenli aralıklarla kör mağaranın göletine damlıyordu. Girişten içeriye kurtların türkülerini söylercesine rüzgar fısıldıyordu..
İki atlının yan yana ve eğilmeden geçebileceği ölçüdeki mağara ağzından sonra giriş yirmi metre bu şekilde ilerliyor ve daha sonrada her iki yöne açılarak genişliyordu. Sağa genişleyen kesim girişten birkaç metre yükselerek geniş bir açıklığa çıkıyordu. Sola açılan kesim ise kayalı ve kumlu, taşlı zeminiyle birkaç metre aşağıya doğru kuytulaşıp küçük bir geminin üzerinde kıl payı yüzebileceği genişlikte ama en uç kısımlarında oldukça derin olan damla göletine doğru alçalıyordu. Mağaranın yüksekliği yaklaşık beş adam boyu kadardı. İçerisi bir iki doğal bacadan gelen ışıkla loş bir aydınlıktı.
Girişin sağındaki yüksek düzlük kısım ince kumla kaplıydı. Doğal değildi. Büyü ile düzeltilmişti. Tıpkı mağaranın orta kısmındaki büyü ile şekillendirilmiş sıra sıra kitap ve malzeme rafları ile büyük çalışma masası gibi..
Ortada bir yerde büyücülerin kullandığı türden bir kitap kürsüsü ve sandalyesi vardı. Mağaranın sağ duvarındaki bacanın altında koca bir odun yığını yakılmayı bekliyordu. Bunun az önünde de kayadan şekillendirilmiş sert ama rahat bir yatak vardı.
Adamın adı Elvin’di. Uzun kara saçlarındaki ak sayısı yanında karalığın adı geçmezdi artık. Beline dek uzamış sakallarının durumu da aynıydı. Üzerinde yıpranmış bir cüppe vardı. Onu arkadan gören bir kişi ilk görüşte yaşlı ama hala dinç bir savaşçı derdi. Boyu uzun, omuzları geniş, cüssesi yerindeydi. Duruşu da onu bilenler için her daim dik ve sağlamdı. Yaşı iki yüzyılın üstünde tahmin ediliyordu.Ve Elvin biliyordu ki sıradışı yaşamı henüz sıradanken bu denli iyi durumda değildi. Hala bazı soğuk ve kabuslu gecelerde o günleri an gibi hatırlardı Elvin. Yaşlı, küçük, hasta, bitmiş birisi olarak yaşanmış acı dolu zor yılları..
Bugün bu mağaradaki gençleşmiş, sağlıklı, dinç ve güçlü Elvin için, o günlerin üzerinden çok şey geçmiş olsa da o günler acılarına rağmen, ve iyi ki, kökleriydi. Çünkü o günlerden daha da güçlenerek çıkmıştı.
Elvin iki eliyle kitap kürsüsüne sıkıca yapışmış, gözleri büyük yaşlı kitabın satırlarında dolaşırken bilinci büyünün gizemli ve gölgeli alemindeydi. Başka bir diyardaydı. Büyücülerin büyüleri içinde sırf sözcükler ve sembollerden oluşan ve de gücünü büyücünün kendisinden alan basit yapılı büyüler olduğu gibi çok daha karmaşık bileşenleri olan, gücünün büyük bir kısmını veya tamamını büyünün alemi olan Kal’i Nahr’dan alan büyüler de vardı. Ve bunlar azımsanmayacak sayıdaydı. Elvin büyü kitabının satırlarıyla kapısını aralayıp girdiği Kal’i Nahr aleminde güçlü ve zor büyünün gerektirdiği dirençle ilerlerken büyünün bütün isteklerine cevap veriyordu. Karanlık ve ışıkla dolu bu büyülü alemde yeni büyüyü çözmek için gücünün her kırıntısını yoğun bir dikkatle, tutkulu bir özenle sarf ediyordu... Gücü hızla eriyordu. Vücudu üzerinde taşıdığı derin güç birikimini süratle kaybediyordu.. Elvin kararlılıkla her şeye rağmen yolunda ilerliyor ve meydan okumaya, sınanmaya saygıyla cevap veriyordu..
Derken hiçbir işaret vermeksizin Elvin’in beklediği şey gerçekleşti. Ve büyünün sırları teslim olup hak edenin önüne serildi. Bir savaşı kazanmak ya da bir sevgiliyi fethetmek gibi bir tatmindi sonuç. Büyücü yeni büyüsünü çözmüştü.
Genelde büyücüler büyüyü sadece öğrenip kullanırdı ama Elvin’in yolu bu değildi. O kullanacağı büyüleri çözüp özümsemeyi seçerdi ki bu sadece kullanmaktan çok daha zor ve kesinlikle de çok daha yüksek bedelleri olan bir şeydi. Sadece gerçekten güçlü ve gerçekten hırslıların kalkıştığı ve yalnızca Yüce irfan’da muktedirlerin, Ustalar çemberi’ndeki sayılı büyücülerin yapabildiği bir şeydi bu... Onlar için bile bu tehlikeli bir yol, zor bir uğraştı. Yol ilerledikçe yükselen bedel de her zaman için kazanılandan daha fazlaydı. Büyüye aşık kararlı bir irade, içte yanan bir ateş olmadan kimse bu yolda öylece ilerleyemezdi.
Büyü bu haliyle hoyrat, hırpani bir sevgili gibiydi ona aşık olanlara karşı. Hep alıyordu. Yaşlı bir çiftçinin bir zamanlar yaptığı bir benzetmedeki gibi, küfeyle alıp, taneyle veriyordu. Ama aşkı aşk yapan da buydu ya... Verdiği o küçük ama büyük hazlar. Küçük mutluluklar..
Her şey bir yana derinlemesine bir gerçeği bilenler Elvin ve onun gibi büyücülerin bu seçtikleri tehlikeli yolun sonunda menzillerine ulaştıklarında elde ettikleri nimetin farkındaydılar. Bir büyüyü öğrenip kullanabilmek ile onu yeniden şekillendirip yeni büyüler yaratmak arasında dağlar kadar fark vardı ve o fark da kudret demekti.
Elvin yüzünde ince, memnun bir gülümsemeyle kitabın başında ayağa kalkarken başarının tadını hala tüm vücudunda duyuyordu. Yorgun ve boşalmış halinin yalpalayan adımlarıyla yürürken Kal’i Nahr’ın sırlarından birine daha vakıf olmanın bahtiyarlığıyla bir yandan da hızla yeniden güç kazanıyor gibiydi. Ve öyleydi. Öğrendiği giz çok büyük bir doğa büyüsünün sırrıydı. Ateşin en önemli sırlarından birini biliyordu artık. Öğrenilen her yeni büyü ile gelişen büyücü irfanı ve gücü, çözülen sırlar ile de derinleşir ve renklenirdi. Elvin gücün içinde yeni derinliklere ulaşıp yeni renklere bulanmasını hissedebiliyordu. Eski, daha bir gün önceki sınırlarından her yöne daha da ilerideydi. Büyümüş, güçlenmiş, derinleşmişti. İrfanı katlanmıştı. Lakin yine de hala yorgundu.
Büyücü rafların olduğu bölüme doğru yürüdü. Büyülü malzemelerin durduğu sayısız raflardan birinde yan yana sıralanmış ve amber rengi sıvıyla dolu bir dizi şişe içten içe kendisine parlıyordu... Uzandı ve içlerinden yarısı kullanılmış olan birini kavrayıp aldı. Uzun ince boğazlı, koca şişman dipli kristal şişeyi başına dikti. Bir yudum, iki yudum derken üçüncü ve dördüncü koca yudumu da içti. Şişeyi ağzından uzaklaştırırken hala boğazından son yudumları inen sıvının bedeninin içinde çalkalanan bir volkan ateşi gibi titreştiğini hissedebiliyordu... Güç dalga dalga tüm vücudunu sarsıyor ve dolduruyordu. Şişeyi neredeyse bitmiş halde son birkaç yudumluk haliyle rafa bıraktı. Arkasını dönüp yürüdü.
Odun yığınlarının yanına yürürken gücün kararlı biçimde bedenine işleyişini dinledi. Bir an aklı yıllar öncesine kaydı. Elini ilk kez kana buladığı, öldürdüğü güne.. Ruhunun bir yarısını da o gün o adamla öldürmüştü. Adam fazlasıyla hak etmişti. Ama Elvin’in ruhunu kıran bu değildi. Onu kıran masumiyetinden kalan sarılabildiği son parçalardan birini de kaybetmesiydi. Ölüm ve doğum aynı gündeydi. Elvin o günü doğum günü sayıyordu. Onunla o gün tanışmış ve o gün onun için, kendisi için, ikisi için, kaderi için öldürmüştü. Eski dostuna baktı. Çantalarının olduğu köşede duvara yaslanmış duruyordu. Geceustası’nın kılıcı, Betrillas. Ruhçalan. Alayla gülümsedi Elvin. Kılıç onun ruhundan da bir parçayı çalmamış mıydı?
Bütün bunları son birkaç gündür özellikle daha sık düşünüyordu ve bunun sebebini biliyordu. Bir ay önce beklediği haberi getirmişti bir haberci. Tenere’deki dostu onu bekliyordu. Ve Elvin son bir aydır çalışmalarını hızlandırmış biçimde dur durak bilmeden kitaplarını adeta içiyordu. Bugün son birkaç büyü ile geriye tek bir kitap kalmıştı. Yani sadece birkaç hafta daha. Bu son beş kitap en zorlularıydı. Sıradan güçlü büyücülük kitapları değildi Elvin’in burada çalıştığı kitaplar. Hepsi son birkaç nüshası kalmış ya da tek nüsha yazılmış eserlerdendi. Hepsi güçlü ve eski büyülerin, Ustalar Çemberi büyücülerinin kitaplarıydı. Öyle kitapları çözmüştü ki Elvin çoğu büyücü onları öğrenmek bir yana okuyamazdı bile. Çözmek ise..
Tenere kütüphanesi’ndeki yaşlı dostu ve karanlık yerlerdeki bağlantıları olmadan bu kitaplara ulaşmak mümkün olmazdı. Kayıplar, saklanmışlar, muhafaza edilenler ve hatta yasaklanmış olanlar vardı bu kitapların arasında.. Yine de Elvin bütün bu kitapların yerine tarikatı Sieagle’ın mirası olan, kuruluşundan bu yana yazılmış olan kitapları içeren Aivin Joras ciltlerini tercih ederdi. Yazık ki onlar ya yoldaşlarının ya da tarikat kütüphanesinin elindeydi, ki Elvin bu ikisine de gidip sormamayı seçmişti çeşitli nedenlerle, veyahut kayıp olarak ad ediliyordular bu kitaplar. Elvin bu kayıp konusuyla da ileriki zamanda ilgilenmeyi kendine söz vermişti. Mutlaka…
Bütün bu düşüncelerle Elvin odun yığının önünde duruyordu. Elinde, bir hareketiyle,küçük bir alev yumağı oluşturup odunların arasına atarken gülümsedi. Büyünün en küçük kırıntısı bile Büyücü’yü okşuyordu..
Gücü dolmuş, vücudu yeniden dinçlik, tazelik kazanmıştı. Ama üzerinde hala bir yorgunluk vardı. Sadece bir tek şeyin telafi edilebileceği bir yorgunluk. Uykunun.. Büyünün getirdiği zihinsel yorgunluğun daha iyi bir ilacı yoktu.
Fakat yinede kendini son bir kez daha sınamayı istedi. Yorgun bile olsa onu dürten arzuları güçlüydü. Aşkı hala alevliydi.
Elvin bir büyücüydü. Ve bir büyücü için en büyük nimet olan büyü gücü aynı zamanda da onun en büyük felaketi olabilirdi. Bunun sonuçları ise her zaman tehlikeli, çoğu zaman korkunç acılı ve bazen de kalıcı izler, ağır yaralanmalar ve hatta, ölümdü..
Bu nedenle bir büyücünün öğrenmesi gereken şeyler arasında koruma büyüleri önemli yer tutardı. Hele ki büyücü yüksek emelleri, büyük hırsları, tehlikeli düşmanları olan biriyse.
Düşmanlar.. Evet düşmanlar...
Büyücüler İldar’da oldukça hareketli ve renkli bir topluluktu. Gerçek Yüce Büyücülük’le uğraşan Ustalar’dan başka güçlü büyücüler ve sıradan büyücüler de vardı. Temellerinde büyü yatan işlerle uğraşan büyü kullanıcılarından oluşan Loncalar da yelpazeye ayrı bir renk katıyordu.. Büyü İldar’da şehirlerde, ordularda, büyük gemilerde, gök adalarında, yeraltındaki denizlerin mağara şehirlerinde kullanılırdı. Sakin hayatlar süren büyücüler ve büyü kullanıcıları yanında tehlikeli hayatları olanlar da vardı. Elvin de bu tehlikeli hayatları olanlardandı. Bundan sonraki yaşamı ise kesinlikle çok daha tehlikeli olacaktı. O da bunun bilincindeydi.
Büyücü hiçbir ön zihin arındırması yapmadan ani bir saldırıya karşı koyarcasına büyülerini çağırdı. İlki neredeyse her zaman üzerinde taşıyabileceği bir muska büyüsüydü. Kayıp bir kitaptaki büyü ile yasak bir kitaptaki başka bir büyünün Elvin tarafından birleştirilmesinden doğmuştu. İkinci büyü aynı anda bu ilk büyüye bağlı olarak gelmişti. Bu büyü kişinin vücudunu saran çok anlaşılmaz bir zırh büyüsüydü. Zincirleme büyülerin sonuncusu ise kesinlikle kuvvetli bir büyü olan küresel kalkan büyüsüydü. Bu haliyle Elvin’e büyü yapabilmek, yapılan büyüyü ona ulaştırmak ve ulaştırılan büyünün ona zarar verebilmesini sağlamak pek çok büyü kullanıcısı için neredeyse imkansızdı. Elbette bu büyülerin de zayıflıkları vardı. Ama Elvin bunların farkındaydı. Bununla yaşayabilirdi!
Elvin büyüler zinciri olan büyünün sonunda gülümsedi. Tatmin olmuştu. Şimdilik..
Ustalar çemberindeki bir Usta için benzer büyüleri yapabilmek birkaç saniye sürerdi. Ama Elvin kadar hızlı olamazdılar. Sadece birkaçı hariç. Ve o birkaçı için de bu büyüler tanıyıp bildikleri büyülerden farklı ve çok daha hızlı, daha etkili, daha güçlüydüler. Elvin güldü. Artık kendi büyülerini sadece düşünerek ve o anda yapabilecek seviye çıkmış ve de çok da ustalaşmıştı.. Bundan iyisini sadece ejderhalar yada tanrılar yapabilirdi..
Son dört yılda aldığı yolu düşündü. Bu yolu bir kaç yüzyıllık ömründe almamıştı. Bu gelişmeye neden olan olayları düşününce içine bir hüzün doldu. Hüzün kedere, keder de öfkeye korkunç bir hızla yandı. Aynı hızla kendini toparladı. Sakinleşti Elvin. Zamanı gelecekti . Çok yakında..
Ateşin karşısındaki yatağına uzandı. Gözlerini kapadı yaşlı adam. Dışarıdan rüzgarın sesi içeri fısıldıyordu. Ateşin çıtırtıları kendi nabzının sesiyle karışıyordu. Bilinci süratle zayıflıyor ve başka bir aleme kayıyordu. Rüyalar alemine...

RÜYA

Dolunayın hızla uçuşan kalın bulut kümeleri arasında saklambaç oynadığı bir geceydi. Medanor denizi kıyısındaki büyük bir Talino şehri olan Vitalo’nun taş döşeli geniş sokakları gecenin bu ilerlemiş saatinde yorgun devriye guruplarına ve batakhane sokaklarındaki sarhoş, serseri takımına kalmıştı. İldar için ortalamanın üzerinde iyi bir şehir olan ve Armellion kilisesi askerlerinin de şehir yöneticisine destek verdiği bu şehirde bile sıradan insanlar için tekinsiz olan saatlerdi bunlar.
İzbe bir tavernanın çıkışında, köşe başında iş bekleyen ucuz bir fahişe bu geceki şansına küfrediyordu. Gölgeli ve ıslak arka sokaklarda kocaman fareler çöpleri eşeliyordu. Arada bir sarhoş kahkahaları başkaldırıyor sonra yine karanlığın ağır sessizliği çöküyordu.
Çıkmaz sokağın sonunda, gölgeli bir eşiğin içindeki küçük kapı eski ve kirliydi. Buna rağmen yıllar sağlamlığında pek az şeyi götürebilmişti. Menteşeleri sağlam, tahtası hala çok güçlüydü. Bu kapı şehrin kanunsuz gececi sakinlerinin gizli yerlerinden birine açılan geçidi tutuyordu. Yerin birkaç kat altındaki dünyada mahzen dehlizlerde iyi gizlenmiş bir sır olan Zalimfelek tavernası yukarıdaki sessiz sokağa tezat biçimde hareketli ve gürültülüydü. Yukarıda şehir uyurken aşağıda başka bir dünya hüküm sürüyordu.

ZALİMFELEK TAVERNASI

Zalimfelek bu gece ağzına kadar doluydu. Boş masası yoktu. İçki, tütün ve ter kokusu taverna sahibinin gezgin bir cüce ustaya yaptırdığı havalandırma tertibatlarına karşın içeriyi baygınlaştırıyordu. Ama Zalimfelek müşterileri için bu önemsiz,hatta fark edilmeyen bir sorundu. Tavernanın yemekleri doyurucu ve tatlıydı. Kızları Vitalo’nun en genç fahişelerinden, en yeni körpelerindendi. Müziği zevkli ve servisi son derece hızlıydı. Zalimfelek’in hizmetinden bütün müşterileri memnundu. Özellikle bu gece, özel odaları bile tamamen doluydu. Bunun anlaşılabilir bir sebebi vardı. Son birkaç gündür yeni sahne alan ekip...
Denizin karşısından gelmiş birkaç Kumdiyar’lı müzisyenin çaldığı hareketli ve iç gıcıklayıcı müziğin ritmiyle vücudunun her yerini cilveyle tir tir titretip sallayan esmer güzeli dansözün tahrik edici dansı salondaki aç erkekler kadar kadınların da gözlerini almıştı. Dansözün üzerinde sadece ince kumaştan, şeffaf yedi tül vardı dansın başında. Dans boyunca bu tülleri bir bir üzerinden atan dilberin üzerinde sadece yüzündeki tek peçesi kalmıştı. Esmer tenli, uzun kara yeleli genç kadının şehvet kokan vücudu tenindeki o tatlı ışıltıyla yüzlerce yıldızla süslenmiş gibi dalga dalga yanıyor, yakıp kavuruyordu. Tezahüratlar ve beğeni nidaları baskın müziğin yanında yardımcı enstrümanlar gibiydi.
Hırsızlar, kapkaççılar, serseri ve katiller, fahişeler, kumarbazlar, içkiciler ve paralı askerler ile kanun kaçaklarının oluşturduğu renkli topluluk masalarında aç kurtlar gibi yiyor, su gibi içki içiyordu.
Bu hengamenin içinde bir gurup loş ortamın kuytu köşelerinden birinde kendi halinde yaşıyordu geceyi. Tepeden tırnağa zırhlı ve silahlı büyük, yakışıklı silahşör Kanestin elindeki maşrapadan aldığı her bir yudum şarap için birkaç yudum da kucağındaki kumral dilberden alıyordu. Birkaç parça zırh ve kürklere bürünmüş dövmeli kocaman bir dazlak olan kuzey barbarı Omarkan ile genç, karizmatik, siyahlara bürünmüş büyücü Anquir dansöze kilitlenmiş gözleriyle sessizce içiyordular.. Bir buçukluk olan Ufaklık Fab içkiden uyuklar halde küçük küçük şarkılar mırıldanıyordu bir köşede. Güzel ve genç dişi silahşör sarışın Seres ise kendini gurubun şair savaşçısı Yeşilpelerinli Toril’in ateşli kollarına bırakmıştı. Uzun, aklara bürünmüş saçı sakalıyla bir arifi, duruşu ve cüssesi ile bir savaşçıyı andıran Elvin masaya eğilmiş, güçlü ellerinin arasında oynadığı koca şarap maşrapasının derinliklerine dalmıştı.. Elvin’in sol yanında dostu, gurubun genç ama güçlü lideri Thallor dudaklarını kollarındaki sevgilisi Ellona’nın dudaklarında dans ettiriyordu. Genç amazon kadınının tenindeki ipeksi his, vahşi tat, mis kokulu saçlarının yumuşaklığı Thallor’un içkiden veya tavernanın havasından çok daha fazla başını döndürüyordu. Güzel kumralın uzun saçlarını ve yanaklarını elleriyle okşarken gözleri aşk ile yanıyordu. Ellona kimseye bunlar için izin vermeyen hep kendi istediği kurallarla oynayan bir kadındı. Ama bu defa o da bu genç adama kapılmıştı. Aşk aklını başından öyle almıştık ki bütün zırhlarını ve kalkanlarını bir kenara atıp o da Thallor gibi körü körüne bırakmıştı kendini. Birbiriyle buluşan bakışları karşılıklı gülümsedi. Ellona onun bakışına, dokunuşuna, aşkına, şefkatine ve hatta şiddetine bile ölüyordu. Başını Thallor’un göğsüne yaslayıp içkinin, aşkın ve yeni bitmiş olan son maceralarının yorgunluğuyla gözlerini kapadı. Genç kadın o an için melekler kadar mutlu ve huzurlu görünüyordu.
Thallor ona baktı. Hayatından gelip geçmiş, var olan en güzel şeye bakıyordu. Bir an için aklından yıllar öncesinin hatıraları geçti. Ellona ile o günlerde tanışmış olsaydı neler olurdu? Yada hayatının bundan sonrasını, onunla geçirse? Mutlu, sakin bir hayatı.. Güzelliğin düşüncesi içini ısıtırken bir anda buz kesti. İmkansızı hayal ediyordu. Geçmişinde kan vardı. Ölüm ve ateş. Çirkinlik ve kötülük. Böyle tohumların hasadı onun için artık iyi olamazdı. Hayır, o artık yolunu çizmişti. Sonuna dek bu yoldaydı artık. Bu düşüncelerle bir yudum şarap aldı. Sonra daha o mideye varmadan bir yudum daha ve derken maşrapayı tamamen boşaltmıştı. Testiye uzanıp maşrapasını yeniden doldururken tüm bu düşünceleri dağıtmak için tek kendinde olan kişiye laf attı. Aslında onun bu derinlere düşmüş haline de kendinde demek pek doğru değildi.
“Şarapta boğuluyorsun Elvin.”
Elvin kendisini derinlerden çekip alan sese doğru çevirdi başını. Thallor’du..
Bir cevap vermedi.
Thallor gülümsedi. Onu anlar gibiydi. Elvin’i anlamak zor olsa da.. Yaşlı büyücünün iyi birisi olduğunu biliyordu. Gerçekten iyi birisiydi. Hepsini koruyup üzerinde taşıyamasa da erdemlere inanıyor ve saygı duyuyordu. Dahası iyilik için yanan ruhunu bütün o kalın zırhlarına, gölgeli pelerinine rağmen gözlerinde ele veriyordu. Bir şeyler yapmayı için için isteyen halleri hiç kimsenin değilse bile Thallor’un gözlerinden kaçmıyordu. O gözlerden Elvin’in sırlarının ağırlığı ve karmaşasının zorluğu da kaçmıyordu. Thallor gülümsedi. İkisi birbirine ne çok benziyordu..
“Kötü bir dünya, değil mi Elvin?” Diye sordu. “Gün geçtikçe de kötüleşiyor. Ama daha kötüsü ne biliyor musun?”
Elvin genç savaşçıya başını salladı.
“Kimse bunu görmüyor. Kimse bunu önemsemiyor.” dedi büyücü bezgince. Sesi öfkeliydi.
“Kimse bunu görmüyor!? Önemsemiyor!? Çok yanlış Elvin.. Ama kısmen de çok doğru. “ diye başladı yorgun genç savaşçı. Sesi ve kafası hem yorgunluk hem de içkiyle dumanlanmıştı. Gevşemeye başlamıştı. Devam etti.
“ Bunu çok az kişi görüyor. Pek azı önemsiyor. Ve bunların içinden hiç kimse bir şey yapmıyor.”
Elvin ona döndü. Tanışalı birkaç ay olmuştu. Thallor’un yoldaşlığı ilginç ve öğreticiydi.. Genç adamda garip biçimde yaşlı bir hava vardı. Ondaki bir şeyler Elvin’i etkiliyordu.
“ İyi insanlar ölüyor. Güzellikler yok oluyor. Erdemler katlediliyor. Küçük adamların gölgeleri devleri eziyor. İyi dinle, bana kulak ver Elvin. Güneş batıyor. Geceye çok az kaldı.”
Elvin içten içe ona katılsa da bir şey söylemedi.
Thallor kendi kendine konuşuyormuşçasına devam etti.
“ Benim ülkemde insanları şeytanlar yönetiyor Elvin. Ya onlara köle oluyorsun ya da ölüyorsun. Onları görmezden gelenler var. Onlarla yaşamayı kabullenenler, teslim olanlar var. Mücadeleyi deneyip ölenler var. Mücadeleden vazgeçip kaçanlar ya da kalıp boyun eğenler var. Elinden bir şey gelmeyenler var. Bir de onlara yaltaklananlar, insanlara ihanet edenler var. Şeytanlaşanlar bile var Elvin.” içkisinden koca bir yudum aldı. “Bu hep böyle olmayacak yaşlı dostum. Daha da kötü olacak. Ben gezdim.. Gördüm.. Başkalarının seslerinde, onların kendi hikayelerinde de duydum. Aynı şey başka yerlerde de aynı.. Karanlık gece geliyor. Kötülük geliyor.”. dedi Thallor. Bakışları ve aklı geçmişte bir yere takıldı.“Yaşlı bir kahin Burgg’da söyle demişti; Cennet kuyunuzu kazacak.” Durakladı Thallor..
“Krallıklar kendi cennetlerinde, kendi cennetleri uğruna diğerlerine yüz çevirip kılıç savurdukları sürece yıkılmaya mahkumlar. Çünkü karanlık kötülük hep var olacak. Ve ona geçit vermemenin tek yolu birlik Elvin. Bir kuşu düşün dostum. Tek kanatla hiç bir şeydir. Ancak diğer bir kanatla daha uçabilir. Krallıklar da aynen böyledir. Biri olmadan diğeri karanlıkta yitmeye mahkum.”
Elvin genç adamın gözlerinde yaşadığı yılların ötesinde bir irfan gördü. Acıyı da .. Sonra hatırladı. Acıyı.. Acı gerçekten de büyük bir okuldu. Bilge bir öğretmendi.
“Bir şeyler yapmayı deneyenler oldu Thallor.” Diyerek söze girdi Büyücü.. Geçmiş hızla gözlerinin önünden akıp geçiyordu, “Ama kör ve sağır insanlar bunu fark edemediler. Ne olduğunu bilemediler. Aslında.., doğruyu söylemek gerekirse onlar bunu gölgelerin içindeki karanlık seslerin bulanık zihinlerine fısıldadığı şekilde gördüler. Önemsemediler. Kabul etmediler. Karşı çıktılar. Buna direndiler Thallor. Yok etmek için ellerinden geleni yapanlar oldu. Büyü gibi bir şey bu.. Lanetli bir uyku sanki. Ölüm ve gaflet uykusu. Gerçekler eğilip bükülüyor ve çarpıtılıyor. Bir gözbağı bu. Gölgenin karanlığı düştüğü her yerde insanın gözünü bağlıyor. Ve Thallor, sesler söz konusu olduğunda da halklar doğru, acı sözlerden ziyade yalan olsa da, hoş olanlara itimat etmeye meyillidirler.. Ne kadar aldatıcı olsa da.., ne yazık ki..”
“Pes mi edelim Elvin?” diye öfkeyle konuştu Thallor. Sesinde sitem vardı.
Elvin “Hayır” diyebildi. Ama hepsi o.. Ötesini o da bilmiyordu. Belki de düşünüp bulmaya korkuyordu..
Thallor konuştu.
“Güçlü bir şey lazım. Halkları uyandıracak, gözlerini açacak bir şey. Onları silkeleyip ayaklandıracak, birleştirecek ve İldar doğru yola geri dönmeden onların durmasına izin vermeyecek bir şey.. Büyük ve çok güçlü... Bir şey lazım.”
“Peki o ne ? “ diye sordu Elvin.
Elvin’in soruyu sormasıyla Thallor’un bakışlarının gözlerinden akıp iliklerine kadar varlığının her bir zerresini, ruhunun en ücra köşelerine kadar delip geçmesi bir oldu. Büyücü bir anda dünya ayaklarının altından çekilmiş gibi sarsılmıştı. O gözlerde kararlılığın çaresizliğe zincirlenmesinden doğan derin öfkenin muhteşem ve de ışıltılı başkaldırısı vardı.
Thallor; “ Eğer bilseydim çoktan onu İldar’a getirmiştim” derken Elvin onu duymuştu.. Sesinde öyle bir kararlılık vardı ki eğer bilseydi Thallor onu yıldızlardan bile alıp indirebilirdi. Eğer bilseydi..
Elvin birkaç insan ömrü kadar öncesini düşündü. Yaşlı, hasta, ölümün eşiğinde bir adamdı. Sonra kurtuluşu, kaderi, ona gelmişti. Çok beklemişti. Sabırla.. Ama sonunda olmuştu. Ondan yıllar sonra da bir Büyükusta ile Renkler çağı’nın kayıp kadim tılsımlarının izini sürmüştü.. Beraber arayışları ikisinin de dünyasını değiştiren bir şekilde sonlanmıştı. Her ikisi de hem istediklerini almış hem de istediklerinden ebediyen sürülmüşlerdi.
Düşünceleri kararmaya,kaçtıkları onu yakalamaya başlarken büyücü toparlandı.
“Ben biraz hava almaya çıkıyorum. Hem sabah da oldu sayılır. Daha bekleyecek misiniz?”
Thallor evet anlamında başını salladı.
“Dostuma onunla buluşacağıma söz verdim. Sabaha kadar buradayım. Yaşlı kitapçı için bu önemli gibiydi. Seni Rogspiller’ın yerinde buluruz. Öğleye kadar odalar boşalacaktı. Oraya yerleşiriz. Biraz dinlenip paralarımızı harcarız. Ne yapacağımıza sonra karar veririz “diye lakırdadı Thallor.
“Yeni bir macera mı? ” diye gülerek sordu büyücü. Thallor da gülümsedi ona..
“Kılıcımı şeytanla savaşa kiralarım. Macera diyorsan.. Evet. Macera..”
“Görüşürüz Thallor.”
“Görüşürüz Elvin.”
Elvin çantasını ve asasını alıp ağır adımlarla kısa yol olan arka çıkışa yönelirken Thallor da Ellona’nın saçlarıyla oynamaya koyulmuştu.
 
Elvin gelen sabahın ayazında ince beyaz buz zarıyla kaplanmış taş sokağa adım attığında aklında düşünecek çok şey vardı. Aslında son yüz yıldır sürekli düşündüğü şeyleri bir kez daha düşünmekti bu..
bir şeyler yapılmalıydı. Ama ne? Nasıl? Gidişi iyiye çevirmek için Büyü tarikatlarının Yedikule’si, Gudslund Kralı, Işığın ermiş şövalyeleri Rillmirr’ler, nüfuzlu iyi insanlar ve maceracılar hep çaba harcıyordular. Başarılar vardı. Ama bunlar hep geçici başarılardı. Küçük zaferlerdi. Gidişin yönünün çevirmekten söz edilemezdi. İldar çok büyük bir dünyaydı. Onun gidişini etkilemek de tek bir kıtasını kurtarmaktan çok daha büyük bir güç istiyordu.
Elvin yıllardır bu düşünceleri aklından uzak tutmaya çalışmasını hatırladı. Kendi kaçışını.. Umutsuzluk pek çokları gibi onunda yakasını bırakmıyordu. Kederle yaralıydı. Ustasıyla beraber denemişti. Ama sonuçları birsi için karanlık, diğeri için ise keder olmuştu. Günlük yaşıyordu uzun zamandır. Büyüleri, kitapları ve seyahatleriyle vakit geçirerek hayatta kalıyordu. Yaşamak bu değildi. Yaşamak başka bir şeydi. Bu hayatta kalmaktı. Dostu Merkulin’i hatırladı. Sözlerinin hakkını verdi. Merkulin haklıydı. Elvin biliyordu ki kendisi sadece hayatın akışını izliyordu. Hayatla beraber değildi. Dışarıdan izliyordu. Yine de bunun nedenleri vardı. Umutsuzluk gibi..


On iki, on üç yaşlarındaki genç Tink’in gözleri aceleyle Zalimfelek’in içini tararken ardından gelen yaşlı ve yaralı Armellion rahibi ona yetişmeye çalışıyordu. İkisi de korkmuş ve nefes nefese kalmıştı. Genç Tink sonunda onu gördüğünde hızla Thallor’a yöneldi. Bir yandan ilerliyor bir yandan da ona sesleniyordu. Yaşlı rahip genç gececi çırağının peşindeydi.
“Thallor! Thallor!” diyerek hızla Thallor’a ulaştı Tink. “ Thallor! Bize yardım etmelisin!” diyerek çekiştiriyordu onu. Tink gerçekten heyecanlanmış ve korkmuş bir haldeydi. Nefes nefeseydi. Thallor bir yandan onu sakinleştirmeye çalışıyor bir yandan da çocuğun beraber geldiği yaklaşmakta olan rahibi inceliyordu. Zalimfelek’te bir Armellion rahibi sıradan bir şey değildi!
“Tink! Sakin ol! Sakin ol ! Tink ! Dur dedim sana !” diyerek çocuğu sertçe silkeledi genç savaşçı.

Müzik ve eğlence devam etse de yakın masalardakiler bir an için öfkeyle ve hoşnutsuzca onlara doğru bakıp yine eğlenceye dönmüştüler.
Çocuk Thallor’un canını yakmasıyla kendine geldi. Hemen toparlandı. Tink daha çocuk denecek yaşta olabilirdi. Ama çok çabuk öğrenen,gelecek vaat eden bir gececi çırağıydı .
“Kitapçı Phellius’un yanındaydım. Onu biliyorsun. Şu bizim yukarıdaki dostlardan..” diye anlatırken Thallor sözünü kesti.
“Evet, evet! Phellius’u iyi tanıyorum! Aslında onu bekliyordum. Nerede o Tink? Çabuk anlat.” diyerek sakince ama kesinlikle zihinsel olarak zırhına bürünmüşçe konuştu genç savaş şefi. Rahibin yaralı ve bitkin hali deneyimli muharebeci gözlerinden kaçmamıştı. Cüppesinde kan ve kavga izleri vardı.. Genç Tink’i ise hiç böyle görmemişti. Bunlar olurken masadakilerin geri kalanı da onlara dönmüştü. Sızmışlar uyanmış, oynaşanlar yada içkiyle yarenlik edip dansözü izleyenler hep dikkat kesilmişti.
“Phellius öldü Thallor. Onu öldürdüler..” diye o anı tekrar yaşar gibi acıyla konuştu. Tink.
“Kim?! Kim öldürdü onu Tink?!” diye kontrollü ama dost kaybıyla canı yanmış bir öfkeyle sordu Thallor.
Rahip yetişmişti. Çok bitkin görünüyordu. Kanıyordu. Thallor ölmekte olan insanları pek çok defa görmüştü. Rahip de ölüyordu.. Yaşlı adam ona paçavralara sarılı bir küçük kitap uzatırken bir yandan da kesik kesik soluyordu..
“Armellion manastırında kafirler var! Şeytanla ittifak kurmuşlar. Dönek şövalyeler ve rahiplerden bir gurup bunun peşinde. Onları daha önce fark edemedik. Heyhat! Yine de çok geç sayılmaz. Bunun mutlaka iyi ve muktedir ellerde olması gerek. İldar’ın umudu burada, ellerinde savaşçı..” derken tavernanın nöbetçilerce beklenen sağlam kapısının parçalanma sesi patladı bir anda. Havada süzülen nöbetçilerden birinin ölüsü girişteki masayı parçalayıp dağıtarak müşterilerin arasına düştü. Diğer nöbetçinin cesedi de bir saniye sonra içeriye hızla fırlatılmıştı. Rahip bir cesetlere bir de kapıya baktı. Sonra fısıldayarak aceleyle Thallor’a konuştu..
“ Geldiler! Çabuk! Onu korumalısın! Götürün onu.. Kaçırın! İyilikler adına, masumların ve İldar'ın geleceği adına.." diye inledi Rahip. Sonra da Thallor’a arkasını dönüp dualar mırıldanarak kapıya yürümeye başladı.
Müzik susmuş, bakışlar kapıya dönmüştü. Mekanın kabadayıları bir bir ayaklanıp ellerini silahlarına atmış bekliyordu. Thallor bir elinde tutuğu kanlı paçavraya sarılı şeye bir de Rahip’e baktı. On ikinci cilt yazıyordu. Thallor içeriye girenleri görmeden genç Anquir’in masadaki çantasına elini atıp bir şifalı otlar kitabı aldı. Kanlı paçavraya sarıp belindeki kemer çantasına tıkıştırdı. On ikinci cildi el altından Tink’e uzattı. Neler olduğunu bilmiyordu ama öğrenmek için durup beklemeye niyeti yoktu. Bir şeyleri doğru yada yanlış olup olmadığını düşündükten sonra yapacak bir zaman değildi bu. Bu hemen, düşünmeden, bir şeylerin sadece bir an evvel yapılması gereken anlardandı. Bir liderin kendini gösterdiği anlardandı. Thallor her ne oluyorsa bu kitapla ilgili olduğunu biliyordu. Ve onu her ne oluyorsa olsun hareketin uzağında tutmalıydı. Bu tür durumların en iyi stratejisi buydu. Kitabı kaçırabileceği en emin yer Elvin idi. Thallor yaşlı büyücüye her yönden güveniyordu. Gücüne, zekasına, yüreğine ve arkadaşlığına. “ Tink Elvin’i bul . Olanları ve Rahip’in sözlerini anlat. Kitabı ver ve saklanmasını söyle. Rogspiller vasıtasıyla haberleşiriz, şimdi git.”
“ Ama Thallor..” diyecek oldu ufaklık.
“ Git!” diyerek arka kapının gizli ağzına doğru vahşice savurdu onu Thallor.
Genç Tink çaresizce koştu, gizli koridora daldı. Ve olanca hızıyla dehlizlerin labirentinde kayboldu.
Kapıdan içeriye ağır ağır, ürkütücü bir havayla girenlerin en önünde kızıl ateşten gözleriyle cehennemin canavar kara tazılarından iki tane vardı. Kocaman kötü yaratık köpekler yavaş ama tehditkarca karşılarındaki bir taverna dolusu düşmana karşı Efendileri’nin önünde pozisyon alıyorlardı. Tazıların efendisinin lider olduğu açıktı. Bir tek onun silahı hala kınındaydı. Gölgeli kara kukuletalarının altında gözleri bariz biçimde kızıl kızıl parlayan kara düşmanların hepsi siyah pelerin ve siyah giysilerle kapkara uğursuzluk heykelleri gibi sabit duruyordular.
Handaki dansöz ve müzisyenler yanında kaypak ayak takımının çoğu sağa sola savrulup sıvışmak için diğer kapılara ve odalardaki yollara koşuşturuyordular. Bir kısım müşteri ise bütün bu karanlık görünüşlerine rağmen gelenlere pabuç bırakmayacak sert, kötü, savaşçı ya da aptal tiplerdendi. Zorbalar da kendi mekanlarında kabadayılığı sevmemişti. İlk hareketi yapan Rahip’ti. Mırıldandığı dua ile Efendi’ye doğru yürüdü ve ellerini ona doğru kaldırarak büyüsünü yüksek sesle haykırdı.
Son büyüsünü yaptığını biliyordu. Aptal canını onurlu bir sonla vermek istiyordu.
“ Tanrım Armel! Hizmetkarına kulak ver! Şeytanın karanlığına ışığının ateşini saç!” Diyerek büyüyü bıraktı. Düşmana uzanan ellerinden gümüş alevlerle yanan büyük ak bir ateş topu fırladı. Hızla kara suretin içinden geçip arkadaki duvarda zararsızca patladı. Rahip bir gözbağı büyüsü ile kandırıldığını anladığı anda uğursuz kahkahasıyla gerçek düşmanı içeriye yanındakilerle girdi. Tükenmiş Rahip’e ışıldayan kızıl gözleriyle baktı. Elini uzattı. Rahip bir anda ayakları yerden kesilerek havaya yükseldi ve hızla karanlık efendiye uçmaya başladı.
Büyücü Anquir bunun sıradan bir büyü olmadığını anlamıştı. “ Bir Kara Ermiş!” diyerek diğerlerine bağırdı. Kara Ermiş büyüden başka ama büyü denebilecek tehlikeli güçleri olan dişli bir düşmandı. Hepsi bir Kara Ermiş’tense bir alay askerle dövüşmeyi tercih ederdi.
Kara Ermiş’in eli şimdi Rahip’in boğazındaydı. Ayakları yerden kesilmiş, elleri kendini umutsuzca bu güçlü pençeden kurtarmaya çalışan rahip havada debelenirken sahnenin önündeki masadan bir arbaletin koca çelik oku vınladı. Kara Ermiş’e giden okun önüne şimşek gibi atılan cehennem tazısı göğsüne yediği zehirli okla yere cansız yığıldı. Kavga başlamıştı. Ortalık karışmıştı.
Anquir’in sesini duydu Thallor
“ Ermiş kilit büyüsü ile gizli çıkışa mühür vurmuş. Birkaç dakikalık geçici bir mühür. Ama.. “ diyerek gerisini getirmedi.Kafasını iki yana olumsuz manada salladı.Bu aşina olduğu bir büyüydü.Denemesi beyhude olurdu.
Mühür geçiciydi ama tavernada sıkışıp kalan kalabalık için bu birkaç dakika çok hayatiydi.
Thallor ön masalardan kara düşmanlara ilk saldırıların düştüğü zor durumu görebiliyordu. Tek kara tazı ilk kurbanını parçalıyordu. Ermiş’in şövalyeleri oldukları pelerinlerinin altındaki zırhlarından belli olan on iki savaşçının insan üstü hızı, güçlü, usta kılıçları dikkat çekiyordu. Henüz türünü çıkartamamıştı ama kavgaya karışmış iki tane de yarı ifrit vardı. En geride sakince bekleyen iki kara düşman ise tam kapalı kutuydu.
Genç adam hemen önceliklerini belirledi. Tink’e zaman kazandırılacak ve hayatta kalınacaktı. Mümkün olduğu kadar çok kara pelerinli gebertilecekti. İlk fırsatta da kaçılacaktı. Thallor İldar’daki en iyi savaş şeflerinden biriydi. Kahramanlar adası’ndan yetişmişti. Yaşının üzerinde, yıllanmış komutanlara denk becerideydi. Hızlı hayatının gösterdikleriyle yaşlılar kadar tecrübeli biriydi. Thallor kavganın bu şartlarda boyunu aştığını görebiliyordu. Adamlarının da bunu gördüğünden emindi. Ama bir şeyden daha emindi hepsi ona güveniyordu. Hepsi onun ardından gelecekti.
“Savaş ikizleri birbirini kollasın. Dağılın ama kopmayın.”
Bu taktiği hepsi biliyordu. Kontrollü biçimde dağılıp düşmanın bir yere gücünü yoğunlaştırmasını zorlaştıracaktılar.
Çifterli ekipler; kavga ikizleri hızla kavgaya karıştılar. Taverna saflarında dövüşenlerin sayısı gurupla beraber kırk, elli kişiye ulaşmıştı. İşte bu anda Rahip’le işini bitirmiş olan ermiş ona son darbesini vurmak için kılıcını çekmişti. Kılıcın çekilmesiyle tavernanın loş ışığı bir anda iyice karardı. Meşaleler ve mumlar titredi. Lambalar soldu.Hava ağırlaşmış ve tavernadakilerin üzerine fark edilir bir kötümserlik çökmüştü.
Thallor’un sesi duyuldu.
“ Kara işkence kılıcı!” diye bağırmıştı.
Kara işkence kılıcı kötü sanatlarla yapılan bir büyülü silahtı. Uğursuz bir silahtı. Işığı kırar, gölgeler yaratırdı. Pus indirirdi. Ruhları ağırlaştırırdı. Özellikle geceleyin ve kapalı ortamlarda çok etkiliydi bu güçleri.Açtığı yara bir gül dikeninin çiziği kadar bile olsa işkenceci zehri ölümcül acılar çektirirdi. Kara büyülü zehri büyü ile tedavi edilmezse kesinlikle öldürürdü. Bu ölüm ile ölenler, bu zehri taşıyan ölüler cehennemin ordusuna asker yazılırdı.
Karanlığın içinde kara büyü silahı rahibi acımasızca ve de şeytani bir zevkle deşip Ermiş de rahibi pençesinden savurup atarken Anquir çantasından çıkardığı altın rengi sıvı dolu cam şişeciği sahneye savurdu.
Şişe düştüğü yerde beyaz bir ışıkla patlarken Anquir’in büyüsünün son kelimesi emretti.
“Hillen!”
Beyaz ışıklar saçan beyaz bir ateş sahnede kuvvetle yanıyordu Kılıcın pusu rahatlatıcı biçimde aralanmıştı.
Kara ermişin gözleri rahibin kanını Thallor’un kemer çantasındaki paçavrada görmüştü. Aradığı şey buradaydı. Tadını çıkarabilirdi. İzlemeye koyuldu. Sorun yoktu.
Kara tazı dördüncü kurbanını parçalıyordu.Gececi buçukluk soy olan Raskanların Fab’ı üçlü arbaleti ile yaratığa ard arda üç küçük çelik oku da gönderdiğinde sonuç ölümdü. Fab ardından hemen uzun kamasını çekip kavga ikizi Anquir’in yerini kontrol etti. Elini cebine atıp çarptığı yerde patlayıp hatırı sayılır hasara yol açan, yumurtaya benzeyen venede taşlarından birini aldı. Yarı ifrit düşmanına savurdu. Venede ifriti sırtından vurup patladığında kan ve et parçaları yakındakilere sıçradı. Ama ifrit adam durmadı. Pelerini parçalanmış, vücudu açığa çıkmıştı.
Anquir tehdidi işaret etti.
“ İki tane çirkin siyah var.”
İnsan silüetli yarı iblis yaratığın siyah derisi kalın ve buruşuk bir zırhtı. İnsansı kafası dazlak, ağzında dişleri testere şeklinde olurdu. Koca cüssesinin uzun kollarındaki elleri güçlüydü. Parmaklarının her biri koca hançerin öldürücülüğüne sahipti. Bu simsiyah yaratığı tehdit yapan ne çevik hızı, ne de öldürücü pençeleriydi.Onu tehdit kılan asıl gücü inanılmaz bir süratle göz göre göre iyileşmesiydi.
Şimdiye kadar kavgaya karışmayıp gücünü akıllıca saklamış olan Anquir etrafında küçük bir katliam yapmış olan diğer çirkin siyaha verdi dikkatini. Hemen açık görüşü olan bir masanın üzerine sıçradı. Büyüsünü süratle kurup nişanladı. Ve hemen gönderdi.
İki eli arasında doğan yumruk büyüklüğündeki yedi güçlü turuncu alev topu ard arda, hızla canavara uçtu. Dumandan izlerle, gürleyerek uçan hızlı ateş toplarından sadece dördü canavarı vurabilmişti. Ama sonuç başarılıydı. Ayrıca diğer iki ateş topu da bir şövalyeyi indirmişti.
Thallor Anquir’e döndü.. Büyücünün saldırısını görmüştü. Ama tek gören o değildi.
“ İyi iş Anquir! Diğerini de hemen... Hayır! Anquir! Eğil!” diye bağırdığında Anquir de tehdidi fark etmişti. Ama çok geçti. Tavernanın gölgelerinde ve kavganın gözden uzak arka tarafındaki bilinmeyen iki düşmandan biri yerdeki bir ölüden aldığı mızrağı pusların içinden büyücüye muazzam bir güçle, tam isabetle savurmuştu.
Mızrak genç büyücünün ayaklarını yerden kesip onu üç metre gerideki duvara mıhlamıştı.
Fab vahşi bir savaş narası savurdu. Arkadaşının kaybı yüreğini dağlamıştı. Raskan olmanın bütün becerileri ile kavga ikizinin katiline doğru atıldı. Masadan masaya, duvara, yere sıçrayarak birkaç saniyede kavgayı aşıp katilin önüne indi. Kılıcı inik durumdaki savunmasız düşmanın kalbine uzun kamasıyla sıçradı. Görünmez bir duvara çarpıp yere düştüğünde sersemlemişti. Tam kendini refleks olarak yana doğru savurmuştu ki o anda saçından bir temasla yakalandı. Aynı temasla tüm hareket gücü yok oldu. Felç olmuştu. Büyülü bir şekilde...
Thallor olanların üzerine bir küfür savurdu. Arkadaşlarından birini öldürüp diğerini yakalayan ifrite haykırdı.
Siluet karanlık bir kahkaha attı. Kılıcını felç olmuş Fab’ın göğsüne yarısına kadar sokup çıkardı. Fab’ın başı bir an için kızıl bir ışımayla kaplanıp tekrar solmuştu.
Düşmanı Fab’ın cesedini raskanın kendi kanının içine bırakırken Thallor gizli düşmanını tanıyordu artık. Brenkenler. Öldürdükleri kişilerin bilgilerini ve can güçlerini, yeteneklerini belli ölçüde süzüp özümseyebilirlerdi. Bunlar içine Kal’i Nahr ifriti girmiş sıradan insanlardı. Ama sayısız yaşamı süzüp yeni bilgi ve becerileri biriktirmeleri ile tehlikeli rakiplerdi.
Öfkeyle kükredi genç lider. Çevresine bakındı. Toril, Seres ikilisi ok ve kılıçlarıyla üçüncü şövalyelerini indiriyordular. Kanestin aldığı bir yarayla yerde yatıyordu ama onun sayesinde Omarkan ikinci çirkin siyahın; Fab’ın vurduğu İfritin kellesini temiz bir balta darbesiyle uçurabilmişti.
Thallor küfretti. Kendi kavga ikizi Ellona yine her kavgada olduğu gibi çok fazla uzaklaşmıştı. Gözleri onu aradı. Karmaşanın içinde onu bulduğunda garip biçimde kavga durulmaya, Kara düşmanlar çekilip bir saf oluşturmaya başlamıştı.
Şimdi iki taraf yüz yüzeydi. Kara pelerinlilerden ayakta üç şövalye vardı. Kılıçları kanlıydı. İki brenken ve tabii ki Ermiş de hala ayaktaydı. Buna karşılık taverna cephesinde durum çok kötüydü. Gruptan başka savaşabilecek durumda sadece beş-on kişi vardı. Diğerleri ölü, yaralı yada ölmek üzereydi. Grup öldürmede kısmen etkili olup kısmen de hayatta kalabilmişti. Buna karşılık düşmanın yaptığı tam bir katliamdı. Şövalyelerin kılıçları silahlı yada silahsız ayırt etmeden Tavernayı kesip atmıştı. Çirkin siyahlar da kısa zamanda çok ölüme neden olmuştu.
Thallor iki dostunun kaybını düşündü. Anquir ve Fab’ın dostlukları şu anda bir yana, birer silah olarak etkinlikleri düşünüldüğünde tam bir zaaf içindeydi grubu...
Sessizlik ve durgunluk uzun sürmedi Zalimfelek tavernasında.
Ermiş, Thallor’un kemerindeki paçavraya sarılı kitabı işaret etti. “Ver onu” diye fısıldadı soğuk ve karanlık ses. Umursamazdı tonu...
“Gel de al” diye meydan okudu Thallor.Sonra bir büyücüsü yokken Kara bir ermişe meydan okumasının komikliğini düşündü. Gülümsedi.
Kara Ermiş’in emri ile büyünün gücü salona doldu...
“Kalkın!”
Canlı olan herkes bir an için soğuk bir rüzgarla vuruldu ve içleri tir tir titredi. Garip gölgeli güç etrafta dolaşıyordu. Bunu hissedebiliyordular. Ve az sonra görebiliyordular. Az önce katledilenler şimdi ayağa kalkıyordular.
Tavernadakilerin aleyhine değişen sayı eşitsizliği nerdeyse yirmiye bire fırlamıştı. Üstelik bir ölüyü ikinci kez öldürmek de hem zor hem de zaman alan bir şeydi.Öldüren bir şeydi.
“Thallor” diye haykırdı Ellona. Kapının yanındaydı. Mühür büyüsü kalkmıştı. Genç lider hemen emirlerini verdi.
“Gizli çıkışa ilerleyin! Bir arada kalın! İlerleyin!” diye bağırarak ve kendine uzanan ölülerin ellerini biçip vücutlarını iterek kendine yol açtı. “Bir arada kalın! İlerleyin!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu ölülerin o yüksek perdeden çıkan uğursuz uğultularına karşı.
Grup toplanmıştı. Zaten sadece onlar canlı kalmıştı artık. Lider Toril ve Seres’i hemen geçitten içeriye itti. Omarkan da Kanestin’i güç bela önden gitmeye ikna ettiğinde düşman çok yakındı. Hepsi birden küçük aralıktan geçemeyecekti.
Ellona,“Size yetişirim!” diyerek koca bir sıçramayla dişi bir panter gibi ileriye atıldı. Uzun kamalarını şimşek hızıyla güçlü dairesel kesme hareketleri çizmek için kullandı. Kollar, kafalar uçuşuyordu. Uzun tekmeleri ile ölü bedenleri sağ sola savurup ayaktaki kalabalığı seyrekleştiriyor,yer açıyordu...
Thallor“Ellona!” Diye bağırarak atılmak istedi ama Omarkan’ın güçlü kolları onu mengene gibi yakalamıştı.
“O Ellona! Bize yetişecek! Haydi gidelim! Haydi!” diye inandırmaya çalışıyordu koca Omarkan. O anda Ermiş’in eli havaya kalktı. Ellona’yı işaret etti. Bir şimşek elinden amazona doğru çaktı.
Ellona bir anda hissizleşti. Yarı baygın halinde daha yere düşmeden ölülerin ellerinden havaya kaldırıldı ve elden ele aktarılarak hızla Ermişin önüne getirildi.
Lider lanetler okudu bu geceye ve düşmanına. Thallor’un sesi salona yankılandı.
“Bırak onu! Bırak onu! İşte burada! Al şu lanet kitabı!” diye bağırarak ölüleri keserken, yolunu açarken kitabı Ermiş’in biraz ötesine doğru savurdu.
Hızla ilerlerken kazandığı zamanın yeterli olmasını diliyordu. Ellona’ya ulaşmalıydı. Şu anda tek önemli olan şey ona ulaşmaktı. Grubun kalanı da içeriye dalmış Thallor’un peşi sıra geliyordu. Hepsi biliyordu ki bugün onların en iyi günü değildi.
Ermiş kitaba baktı. Thallor’un hala yolu vardı. Birkaç metre daha... Bu kadar yakın ve yıldızlar kadar uzak..
Kara Ermiş yavaşça eğilip Ellona’yı boğazından tek eliyle yakaladı. Havaya kaldırdı. Bu kez sesinde kahkaha yada gülümseme veya umursamazlık yoktu. Düşmanlık vardı sadece.“Aptal..”
Ellona hissizliğin içinde gelen ölümü görebiliyordu. Zorlukla açık tuttuğu gözleriyle güç bela Thallor’a baktı... Son sözlerini söylediğini biliyordu. Sessizce dudaklarıyla söyleyebildi ancak.. “Seni seviyorum Thallor..”
Thallor da ölümü biliyordu. Gözü yaşlıydı. Hıçkırıklar boğazında düğümlenmişti.. Sesi öfkeliydi düşmana... Ama sesi sevgi doluydu aşkına, “Seni seviyorum Ellona!..”

Ermişin küçük bir hareketi ile Amazon’un boynu kırıldı. Ve ölüsü Thallor’a doğru bir sonbahar yaprağı gibi savruldu.
Dramatik biçimde ortalık son kez birkaç kalp atımlık süre için durulduğunda Thallor Ellona’nın açık gözlerini kapadı. Ellona için, dostları için ve de kendisi için bir ölüm duası okudu. Ayağa kalktı. Silahlarını Ermiş’e doğru kaldırıp hem Tanrılara yakaran hem de Kara Ermiş’i lanetleyen son sözlerini söyledi. Sözler iyi tanrıların kehanetlerini haykırırcasına çıkmıştı genç adamın dudaklarından..
“Elvin canını alsın İblis!”
Savaş naraları ard arda son kez haykırıldı. Grubun son kalanları Kanestin, Toril, Seres ve Omarkan ile Thallor hep beraber ileriye atıldılar.
Toril üzerine çullanan kafasız çirkin siyahın pençelerinde can verirken onu kurtarmaya çalışan Seres de her yanından çekiştiren ölülerin ellerinde öldü. Kanestin’in ölmesi için kalan sağ şövalyelerin de ölmesi gerekmişti. Omarkan da brenkenlerden birini zehirli baltasıyla ölümcül biçimde yaraladığı anda sırtına yediği bir hançerle ölmüştü. Gariptir ki hançeri vuran brenkenin yaralı brenkeni de tasasızca öldürüp bilgisini süzmesi hiç garip değildi.
Son kalan Thallor’du. Ermişin tam önündeydi. Ölmek üzereydi. Çok kan kaybetmişti. Acı içindeydi. Kılıcı kabzaya yakın bir yerden kırılmıştı. Hançeri düşmüştü. Eli yumruk sıkılıydı. Ölüler onu kalın bir çemberle çevreleyip durmuştu.
Ermiş yavaş yavaş ona doğru yürürken ölüler çemberi aralayıp ona yol açmıştı. Şimdi yüz yüzeydiler. Kara pelerinli kara suretin karanlığın içinden bakan kızıl gözleri düşmanlık doluydu. Ermiş Kara işkence’yi Thallor için yavaş yavaş kaldırırken Thallor da intikam yemini edercesine yumruğunu ona kaldırdı.
Kara Ermiş küçümseyerek ve öfkeyle güldü.
Thallor yumruğunu bir anda açtı. O anda avucunda sakladığı küçük ışık tuzağı patladı. Gözleri yaralanan ermişe kırık kılıcı ile atıldı Thallor. Son gücü ile kırık kılıcı zırhlı Ermiş’e kendinden geçmiş bir halde defalarca sapladı, ölüler onu Ermiş’in yaralanmış bedeni üzerinden almadan önce...
Az sonra Thallor kıskıvrak yakalanmış biçimde bilincini kaybetmiş, son nefesini veriyordu Ermiş’in ellerinde. Ölülerin tuttuğu Thallor’un boynundan onu kanını içen Ermiş büyüsünün bileşeni olan düşman kanıyla yeniden güç ve sağlıkla doluyordu..
Kara Ermiş şöyle bir bakındı etrafa... Sadece bir brenken vardı. İşte hepsi o.. Bu gecenin sonunda On ikinci cilt olmadan dönmesi tam bir başarısızlık olacaktı. Hışımla brenkene yürüdü. İki elini de onun şakaklarına yerleştirip büyüyü söyledi. Onun bu gece emdiği bütün bilgileri onunla paylaştı. Fab’ın anılarında Tink’i ve On ikinci cildi gördü.. Elvin’in kimliğini gördü.. Hemen gizli geçide doğru fırtınalı bir hızla yürüdü. Ermiş’in büyüsünden dolayı acı çeken brenken de tökezleyerek onu izledi..

BÜYÜCÜNÜN KAVGASI

Vitalolu fırıncılar için gün başlamıştı. Daha ilk ışığa vakit vardı ama onlar ilk çörekleri ve ekmekleri fırından çıkarmaya başlamıştılar. Fırıncılar meydanı olarak bilinen dikdörtgen meydandaki fırın ve pastanelerden iştah uyandıran güzel kokular gelen sabahın berrak havasına saçılıyordu.
Meydandaki fıskiyeli havuzun kenarına oturmuş ilk taze çöreklerden atıştıran Elvin bu müthiş kokuyla farklı düşüncelere dalmıştı. Taze çörek ve ekmek kokusuna oldum olası bayılırdı. Tıpkı yağmurun ilk damlasıyla ıslanan toprağın kokusunu sevdiği gibi.., çimenlerin kokusunu da çok severdi. Koku deyince hatırladı.. Bir de sevgilinin kokusunu severdi. Başını göğe kaldırdı. Kulaklarında fıskiyenin yumuşak şırıltı sesi vardı. Uçuşan bulutlar seyrekleşmiş, batmış ayın ardından yıldızlar daha bir parlar olmuştu. Bu yıldızlı manzaraya iç çekti Elvin; ne kadar da güzeldi. Her bir tek yıldız o güzel beyaz ve gümüş ışıltısıyla o güzel lacivert üzerinde nasıl da parlıyordu. Güzel, güzel, güzel...
Bir süre sadece bu güzel şeyleri düşündü Elvin. Kokuları, yıldızları, biraz da daha ilk gençliğindeki kısacık cahil mutluluklarını... Gayri ihtiyari yutkundu. Gözlerinden bir nemlenme geldi geçti.
Büyücüler uyanık kişilerdi. Duyuları çevreye karşı çok hassas olurdu. Karanlık ara sokaktan, öteden bir ses yaklaşıyordu. Hızlı, aceleci bir ses. Elvin o yana döndü. Gözlerini kısıp dikkatini verdi.
Küçük bir çocuk. Bu saatte caddede ne işi vardı. Onu tanıyordu. Caddede bulunması artık normaldi. Ama bu acelesini, ürkmüş halini açıklamıyordu. Elvin çörekleri yavaşça kenara bıraktı ve asasının desteğiyle kalkıp ona seslendi.
“Tink!”
Çocuk önce şaşırdı. İrkilmişti. Ama sesi tanıyınca hemencecik bir parça gözle görülür biçimde rahatlamıştı.
“Elvin!” diyerek ona koşuyordu şimdi.
“Genç dostum bu halin ne?” diyerek merakla ama ufaklığı sakinleştiren bir şefkatle sordu büyücü.
“Thallor bunu sana gönderdi Elvin.” Deyip kitabı ona uzattı Tink. Anlatmaya nerden başlayacağını bilemiyordu telaşlı çocuk ama çok beklemeden Elvin On ikinci cilde şöyle bir bakarken hızla anlatmaya başladı. “Bir Armellion rahibi bunu manastırda bulmuş Elvin. Sonra o karanlık şeytanlar peşine düşünce güçbela kaçabilmiş. Kitapçı Phellius’un arkadaşı olan rahip ona geldiğinde ben de Phellius ile birlikteydim. Rahip bize anlatmaya başladı. Ama onlar da az sonra geldi. Phellius onları oyalarken biz ikimiz kaçtık. Korkunçtu Büyücü... Phellius’un evi biz kaçarken şimşek ve ateşlerle.., korkunç çığlıklarla yanıyordu...”
Tink’in yaşlı kitapçıyı sevdiği belliydi. Çocuğun gözleri yaşlıydı. Bütün duygu yükü şu anda bir anda boşalıyordu. Ağlamasına rağmen çocuk anlatmaya devam etti. Elvin ise sorularla doluydu. Ama sadece dinledi... Tink hızlı anlatıyordu. “Rahiple kaçtık.. Zalimfelek’e, Thallor’un yanına getirdim onu. İzimizi kaybettirdiğimize eminim Elvin ama her nasılsa bizi orda da buldular. Rahip kitabı Thallor’a verdi. Armellion rahibi kafirlerin kitabı istediğinden ve İldar’ın umudunun burada gizli olduğundan söz ettiği anda Taverna’nın kapısı parçalandı. Thallor kitabı hemen bana verdi. Gizli çıkıştan gönderdi beni. Seni bulmamı söyledi. Kitabı sana vermemi, bunları anlatmamı söyledi. Kitabı saklamanı istedi. Rogspiller vasıtasıyla haberleşiriz deyip beni yaka paça oradan fırlatıp kaçmamı sağladı. Senin buralarda olabileceğini tahmin ettim. Daha önceki gelişinizde sabahları buralarda gezerken bir iki defa görmüştüm seni” diyerek bitirdi gözü yaşlı Tink. Yaşadıklarının yorgunluğu üzerinden akıyordu.
Elvin bir Onikinci cilde baktı bir de ufaklığa. Aklında düşünceler fırtınalar estiriyordu. Ama Elvin fazla düşünmedi. Bu gece Vitalo'da gerçekten şeytanlar geziyorsa Thallor ve dostlarının ona ihtiyacı olacaktı. Elvin hemen bir muska büyüsünü hazırladı ve ördü. Aklında gerekebilecek bir iki büyüyü hazırlarken fıskiyeye doğru yürüyüp kitabı çok özel bir çanta olan askılı çantasına koydu. Sonra da yönünü hızla Zalimfelek’e çevirdi “Elvin! Nereye gidiyorsun?!” diye şaşkınca sordu Tink “Onlara bir bakmalıyım Tink” dedi. Elvin Gerçekten de yardıma ihtiyaçları olabilirdi.
“Thallor saklanmanı söyledi. Saklanmalısın. O hep doğrusunu bilir. Onu dinlemelisin” diye inledi ufaklık. Yalvarır gibiydi. Geri dönmeyi onun da istediğini biliyordu Büyücü.. Ama Tink Thallor’un sözünden çıkmayı da istemiyordu. Elvin ona gülümsedi.
“Biliyorum, haklısın. Ama yine de gitmeliyim...” diye dönerken büyücü hissetti. Hızla yaklaşan kötü bir güç muska büyüsünün avcı örümceğin ağları gibi hassas dokumasını titreştiriyordu. Elvin gücü ve yaklaşma hızını duyduğu ilk anda ürperdi. Gücün büyüsü ve muska büyüsü çarpışmıştı. İkisi de birbirini hissetmişti.
Yaşlı büyücü genç ejderhaların büyülerinde ve birkaç ermişte bu denli devamlı ve yoğun titreşimler duymuştu sadece. “Kara Ermiş” diye mırıldanırken güçlü birkaç büyüyü aklında sıraladı. Asasını sıkıca kavradı. Ufaklığa döndü. Baktı. Göz göze geldiler.
“Tink. Kaç.”
“Büyücü...” diyebildi Tink. O da yaklaşan karanlığı hissedebiliyordu. “Thallor..?” diye sordu. Sesi buruk ve kırıktı.
“Kaç Tink.. Kaç..” diyerek ufaklığa kederle baktı Elvin. Thallor’un onun kahramanı olduğunu, bir çocuğun kahramanını kaybettiğinde neler hissettiğini biliyordu.. Sonra da tüm dikkatini gelenlere çevirdi. Tink kaçabilirdi ama kitap ve Elvin kalacaktı. Kendisi için geçti. Bir şekilde kitabın izlendiğini tahmin ettiği için Tink’e verip onun hayatını tehlikeye atamazdı. Bu, ufaklığı da öldürmekten başka bir şeye yaramazdı.. Korkusuna rağmen Elvin Ermiş’i karşılayıp onu yenecekti. Tink gözü yaşlı koşmaya başladı.
Elvin olabileceği kadar hazırdı. Korkuyordu. Acılı ve yıkıcı bir kavga olacaktı. Ama sorun bu değildi. Sorun gücünün ona yetip yetmeyeceğiydi. Neler olduğunu öğrenmek istemesiydi. Elvin daha önce bir kez daha bir ermişle karşılaşmıştı. O zaman Ermiş’in gücünü neredeyse tamamını tüketmesine neden olabilmiş ama yine de yenilgiden kaçamamıştı. Onu ölümden kurtaran Ermiş’in sırtından kalbine ulaşan zehirli bir oktu. Gurubundaki yoldaşının isabetli ok atışı o gün onu korumuştu. Ermişlerin güçleri birinden diğerine elbette değişiyordu. Elvin de o günlerden bu yana kendini geliştirmişti tabii.. Büyücü bu Ermiş’in diğeri kadar yada daha az güçlü olmasını umut etti. Ama buna güvenemezdi. En iyi işleyen taktiği uygulayacaktı. Hızla ve bütün gücüyle merkeze saldırı.
Daha fazla düşünmesine vakit kalmadan hızla hareket eden beyaz bir sisin içindeki büyük bir karanlık küre Fırıncılar meydanında, tam karşısında durdu.
Karanlık küre dağılıp sis etrafa yavaşça yayılırken iki silueti seçmeye başladı. Ermiş’in zırhlı olduğunu hissedebiliyordu. Büyülü bir zırh değilse Elvin de hiç bir şey bilmiyordu. Büyüye dirençli zırhlar giyen Ermişler her zaman için rakiplerine karşı daha bir avantajlı olurlardı.
Diğer suret ise uzun boylu ve ince yapılıydı. Elinde uzun, kalın bir kılıç tutuyordu. Büyücü bu ikinci adamın diğer elindeki yüzüğü elin duruş pozisyonuyla değerlendirince tanıdı. Kahramanlar adasında geçen günlerinden gelen bilgi adamın kılıç ustası ve “silahyüzük” kullanıcısı olduğunu söylüyordu.
Elvin’in onları incelemesi gibi düşmanlar da Elvin’i incelemişti. Kara Ermiş’in karanlık sesi ona seslendi. İster şekilde elini uzatmıştı.
“Kitap”
Elvin de verir şekil de elini pelerinin altından çıkararak ileriye uzattı.
“Al onu..”
Büyüsü hızla serbest kalırken Elvin’in elinden akan güç parmaklarından avucuna fışkırıp birleşti. Işıktan mor parıltılı gümüş bir izle şimşek gibi uçtu gümüş ışık topu.. Elvin büyük bir güçle doldurmuştu onu..
Brenken yana sıçrayıp uzaklaşma çabasına girerken Ermiş hızla bir kalkan büyüsü yapmıştı. Saldırı kalkanla çarpıştığı anda bir ışık çaktı Vitalo gecesinde. Beyaz ışık gelip geçerken etraf hala beyazdı. Dondurucu soğuk saldırının etkisiyle kalkan dışında koca bir alan buza bulanmıştı. Soğuk rüzgar patlaması anında çevredeki camlara esen buz ve dolu yağmuru fırın camekanlarını indirmişti.
Büyücü vakit kaybetmeden taktiksel bir karar verdi. İki düşman aynı anda dövüşmek için fazlaydı. Buzdan sersemlemiş, bir köşede ayağa kalkmaya çalışan kılıçlıya oyalayıcı bir büyüyü hemen gönderdi. Kılıçlı ona yönelen harekete daha doğru dürüst duruş alamadan etrafında biten bir sürü saldırgan sarmaşığa boğuldu.
Güçlü buz saldırısından toparlanıp büyüsünü kuran Ermiş’in saldırısı Elvin’e yola çıkmıştı. Üç karanlık gülle kızıl ışıklarla parlayarak ok hızında ard arda Elvin’e uçuyordu. Büyücü asasının hazır gücü ile ard arda iki büyü kurup bıraktı. Önünde kalın bir duvar yerden yükselirken kendisi hızlı hareket sağlayan toprak üzerinde kayma büyüsü ile farklı bir mesafeye ulaştı. Bu esnada duvarı üç büyülü gülle ile yıkılıp deşilmişti. İkinci gülle duvarı yıkınca üçüncü gülle az farkla hareket eden Elvin’i ıskalamış ve bir fırına dalıp onu deşmişti. Fırın alevlerle boğulmuştu. Yangın çıkmıştı.
Olanlar üzerine dükkandan dışarıya çıkan, meydana dehşet ve şaşkınlıkla bakan insanlara iğrenmeyle baktı Ermiş. Onlarla uğraşmak istemiyordu. Basit ama bu silahsız, zırhsız, savunmasız insanlara karşı çok etkili bir büyüyle zehirli kara kuşlardan bir sürüyü karanlıktan yaratıp saldı... İnsanlar gökten üzerine dalan bu saldırı ile neler olduğunu anlamadan bir bir düşerken Elvin öfkeli bir büyü ile saldırdı.
Şimşek büyüsü ellerinden Ermiş’e savruldu. Ermiş’in muskaları ve büyülü zırhı bu saldırıyı Elvin’in beklediğinin çok çok üzerinde zayıflatmıştı.. Ermiş Elvin’in en kötü tahmini kadar güçlüydü. Elvin’den daha güçlüydü..
Bu esnada Brenken hala sarmaşıklarla boğuşuyordu.
Ermiş bu defa güçlü bir büyü hazırlığı içindeydi. Farklı bir şeyler düşündüğü belliydi. Elvin şansının git gide azaldığının farkındaydı. Ama öfkesi onu güçlü ve cesur yapıyordu.
Kızıl gözler ve Büyücünün gözleri birbirine kenetlenmiş çarpışıyordu. İradelerin savaşıydı. İki taraf da çok güçlü büyüleri çağırmak için yarışırken bir yandan da birbirine karşı iradeleriyle durmaksızın duvarlar örüyordular. Meydanda rüzgar esiyor, fırtına kopuyordu.. Toprak açıkça sarsılıyordu Fırıncılar meydanında.. Sesler uluyor şimşekler havada birbiri ardına çakıyordu...
Derken Ermiş bir kader anı için daha güçlü çıktı ve sonrası hemen geldi. Büyüsünü hızla tamamlandı. Güçlü ermiş büyüsü Elvin’in üzerine çökerken büyücünün yapmaya çalıştığı büyü de kendine dönüyordu.
Elvin acıyla inleyip dizlerinin üstüne yığılırken yıkılan büyüsünün gücü üzerinde şimşeklerle dolaşıp etini yarıyor, kesiyordu. Elvin üzerinde dans eden şimşeklerle acı içinde kıvranırken, mavi alevlerle parlarken lanetler haykırdı. Öfkesi acıya baskın geldi. Asasından güç alarak ayağa kalkarken hala kısmen büyülü alevler ve şimşeklerle sarılıydı. Ama etkileri hızla azalıyordu. “Lanet..” diye küfretti Elvin. Bu bir büyülü sülüktü. Bu büyü üzerinde bulunduğu büyücünün büyü yapmasına engel olurdu. Ama Elvin kavganın başından bu yana ilk defa gerçek bir umudu da gördü. Bu büyü büyücüye doğrudan büyü yapılmasını da benzer şekilde engellerdi. Nitekim öyle de oldu.
Ermiş bir basit büyü kırıcı sözcükle Elvin’in basit sarmaşık büyüsünü dağıttı. Brenken ayağa doğrulurken ona emretti.
“Öldür..”
Brenken kılıcı ile hızla ileriye atıldı. Elvin’in parçalanmış giysileri ve pelerini arasında sırıtan iki ellik uzun ince kılıcı daha meydana geldiklerinde, o ilk anda fark etmişti. Onu önemsemiyordu. Koşuyordu..
Elvin asasını yere basitçe elinden bıraktı. Büyücü asası düştüğü yerde tıngırdarken Betrillas kınından dışarıya sinsice çıktı. Geceustası'nın kılıcı Ruhçalan’ı eline alan Elvin artık büyücü değil bir dövüşçüydü. Elinde bu özel kılıcı tutarken İldar’daki usta silahşörlerden birisiydi ve bir brenkenin özel gücüne sahipti. Kadim kılıç Deerie’deki Ejderha büyücülerinin dövdüğü “avcı” bir silahtı. Özeldi.
Brenkenin güçlü kılıcı şimdi silah yüzükten akan güçle yıldırımlar ile de güçlenmişti.. Kılıç usta bir vuruşla Elvin’in kılıcına çarptığında ifrit insan şaşkınlıkla gücü hissetti ve daha tamamen şaşıramadan hamle eden Betrillas’tan kendisini yavaşlatacak bir yara alarak kurtulabildi ancak. Sol omuzundaki kesik acı vericiydi. Elvin’in bu işi uzatmaya hiç niyeti yoktu.
Brenken ilk bir iki hamleden sonra iyice hızlanan saldırı karşısında öfkeye yenik düştü ve çok basit bir ayak oyununa aldanıp ileriye zamansızca atıldı. Şaşırtmacasının hemen ardına rakibine dönüp bir adım sıçramış olan Elvin’in kılıcı brenkeni tam göğsünden buldu. Elvin kılıcını düşmanı yenmenin tahrik edici sarhoşluğuyla kabzasına kadar ete sokarken Betrillas insanı ve ifriti vücuttan emip özümsüyordu. Elvin’e aktarıyordu...
Elvin kılıcı çekip cesedi yere atarken acıyla inledi. Yeni bir enerji ve güçle dolup hızla yaraları tedavi olurken bilgi akışı kederli, acılı yakın anıları da ona vermişti. Zalimfelek’teki kavganın anıları brenkenin ve onun emdiği hayatların gözünden aklına süzülürken Elvin bir yerde takıldı kaldı...
Thallor; genç arkadaşı ona ne kadar da güvenmişti. Bu savaşçı dostunun ona olan inancı, yitirdiklerinin acısıyla birleştiğinde Elvin’in bakışları düşmanlıkla kararıp Ermiş’e döndü.
“Elvin canını alacak iblis...” diyerek büyü sözcükleri mırıldanan Ermiş’in üzerine doğru koşmaya başladı. Parçalanmış giysileri, yanmış dağılmış saçı, sakalı, kana bulanmış haliyle eli kılıçlı bu adam safkan bir barbara benziyordu...
Kara düşman büyüyü doğrudan yapmayı seçti. Kendisi de acı çekecek ve zayıflayacaktı ama bu haliyle menzilli saldırıya tamamen savunmasız rakibine karşı yapacağı bu düşük güçlü büyünün sonuçları buna değerdi. Elini yaklaşan Elvin’e uzattı ve büyüyü söyledi.
“Halmm!”
Bir dalga şimşek üzerinde dolaşıp Ermiş’i yaralamaya başladığında elinden bir ateşten ok fırlamıştı.
Elvin kılıcının namlusu ile bir kılıcı kalkan ile karşılar gibi karşıladı büyüyü. Ateşten ok büyülü kılıçtan sekip gitti. Ermiş öfke ve şaşkınlıkla büyüyü tekrar tetikledi. İki kez arka arkaya bu defa... Şimşekler üzerinde gezinip onu parça parça ısırıyordu...
Elvin ağırlığını iki ayakta dengeleyip kılıcıyla iki ateşten oku da saptırdıktan hemen sonra beklemeden ileriye atıldı... Bu kez Ermiş ateşten oklardan bir yağmur başlatmıştı adeta. Elvin’in üzerine attıklarından başka önüne ve yanına da savuruyordu saldırısını ki Elvin de sıçrayan parçalanmış taşlarla yaralansın ve kendisinden de adım adım uzaklaşsın...
Ermiş’in planı bu defa işe yaramıştı. Elvin neredeyse koştuğu bütün yolu geri sürülmüştü ve ufak tefek, acıyla kanayan bir sürü patlama yarası vardı bedeninde. Saplanmış taşlar, sıyrıklar, yanıklar.. İki düşman sadece bir iki kısa saniye için durduklarında Elvin soluklanıyor Ermiş ise Elvin’in zayıflayan sülük büyüsünden hissettiği üzere daha güçlü bir büyüyü çağırıyordu...
Büyücü düşmanına öfkeyle haykırdı.
“Canını alacağım İblis!” Öfkesi güç veriyordu. Hissettiği bütün o acı; yaraları ve de yüreği ona güç veriyordu... Mücadele hırsıyla doluyordu, intikam istiyordu.
Thallor’un intikamını istiyordu. İyi ve güzel her şeyin intikamını istiyordu.
Ermiş büyüsünü açıkça bitirmişti. Elvin de kılıcını bir hareketle elinde çevirip gerildi ve Ermiş’e bir mızrak gibi savurdu. Öfkeden güç alan deli bir hamleydi bu. Betrillas havada vınlarken fırıncılar meydanındaki fıskiyeli havuzun suları simsiyah oldu ve fokurdayıp uğursuz bir yaratığın hareketi ile çalkalandı.
Kara Ermiş karnına yediği Ruhçalan’ı kabzasından tutup çıkarmaya çalışırken dizlerine yığıldı. Bir şeyler söylemeyi istedi ama ağzından fışkıran kanlar ciğerlerine dolup onu çabucak susturdu. Zalim bir avcı olan kılıç onu süzüp emerken son düşüncesinde bu geceye, Thallor’a ve Elvin’e düzülen küfürler vardı. En sonunda Ermiş devrildi ve bitti.
Elvin bir an durdu ve Ermiş’e baktı. Kılıcı Ruhçalan’ı duyabiliyordu. Ermiş tamamdı. Onun son büyüsünü düşündüğü anda Elvin havuzdan gelen su sesine döndü.
At arabası büyüklüğünde bir gövdeye sahip olan ıslak mağaraların ifriti, dehlizahtapotu havuzdan uzun kollarını süratle ona savurmuştu. Elvin kaçamadan ayağından yakalandı. Hızla çekilirken vücudu hırpalandı ve sonra da havaya kaldırıldı.
Elvin hala büyünün zayıflamış etkisi altındaydı. Kılıcı yoktu. Yapabileceği tek şey vardı, canavarın o koca gaga ağzına doğru ilerlerken... Acıya küfredip öfkeyle büyüsünü emretti...
“Shel bihn!”
Şimşekler onu yaralarken yaratık da nasibini alıyordu... Elvin onun tiz çığlığıyla daha bir kendine geldi. Bir kez daha büyüyü ateşledi. Sonra bir daha ve bir daha... Yaratık bu zayıf saldırıdan etkileniyordu ama Büyücü de adım adım her bir defasında daha fazla yaklaşıyordu o koca gagaya... Elvin büyüsünü, kendini artık acı ve öfke ile kaybetmiş, vahşi bir yok etme iç güdüsüne kapılmışçasına defalarca tetiklerken yardımın ilk vuruşları da ona destek oldu.
Tink yakındaki bir toplantı yerine hemen haber uçurmuştu. Zalimfelek’te o gece arkadaşı olan tek kişi Elvin ve Tink değildi. Hem Thallor da Vitalo’da bir kahramandı.
Oklar, mızraklar yanında kara tarikatların kara silahı olarak ün yapmış dumanyaylar da dehliz ahtapotuna hücum ediyordu. Gövdesi ve kolları her yönden gelen bu saldırıya dayanamayan canavar kısa sürede son ve uzun bir tiz çığlıkla can verdiğinde Elvin de son gücünü tüketmiş yere yığılıyordu. Dudaklarındaki çığlık acı, öfke, zafer ve nefretle haykırıyordu...

Elvin sıçrayarak uyandı Issız Dağlar’daki kör mağarada..
Kabus..
Yine aynıydı.. Son birkaç haftadır her gece..Yine sırılsıklamdı. Yine öfkeliydi. Nefes nefese soluyordu... Küfürler ederek ayağa kalktı. Mağaranın ağzına doğru yürüdü. Gelen akşama doğru baktı. İlk yıldızlar çıkıyordu. Güneşin kızıl rengi ufkun batı yanını Vitalo şarabının rengine boyuyordu. Elvin’in zamanı geliyordu. Gece.. İldar’a gece geliyordu..

Son kitabın içindeki büyülerle çalışması Elvin’in bir haftasını almıştı. Kör mağaradaki bu son haftanın son iki gününü ise Elvin kendisine ayırdı. Vücudunu ve de zihnini arındırıp dinlendirdi. Güç depoladı.

Sonunda ayrılık günü diye düşündü Elvin, beş yıldır evi olan kör mağaraya bakarken. Onikinci cilt’i okuyup yazılanların etkisine kapıldığından bu yana bugün için hazırlanıyordu. Hep bu günü düşünüyordu.

Beş yıldır giydiği çalışma cüppesini üzerinden sıyırıp kenara bıraktı. Eşyalarının bulunduğu köşeye yürüdü. Gözleriyle ve aklıyla hazırlıklarını birebir kontrol etti. İç giysileri, pantolonu, gömleği, yarım cüppesi, pelerini, kılıcı hazırdı. Askılı çantasının içinde gerekli malzemeler ve eşyalar yerlerindeydi. Yolluk çantasını da, ki bu da diğeri gibi sırlı bir çantaydı ve görüntüsünden çok daha büyük taşıma gücü vardı, mağaradaki önemli kitap ve diğer şeylerle doldurmuştu. Muska ve yüzükler yerlerindeydi. Kendisine yardımcı olacak bir iki ufak sırrını da üzerine güzelce gizledi. Giyinip kuşandı.
Hazırdı.

Elvin mağaranın ağzına kadar yürüyüp durdu. Son bir kez buraya baktı. Uzun yolculuğunun ilk adımlarını attığı yerdi burası. Unutmayacaktı.

Büyücü elini soğuk gecenin bulutlu gökyüzüne kaldırdı. Issız dağlara onu getiren şeyi bu defa onu götürmesi için çağırıyordu. Çağırma büyüsü hemen vücuda büründüğünde gökte bir uşak daireler çizerek yükseklerden büyücüye doğru alçalıyordu.

Karanlık silüetin vücudu bir Kal’i Nahr yaratığı olan lejja idi. Lejja İldar göklerinde denizlerin ve büyük ormanların üzerinde gezen koca kertenkele kuşlarla; doraylarla tıpa tıp aynı görüntüdeydi. Deri kanatları, sivri gagası, bir insanı tasasızca pençesinde ya da sırtında taşıyabilmesi hep ortak yanlarıydı. Ama Lejja çok farklıydı. Derisindeki küçük pulların rengi ışıltılı koyu siyahtı. Doraylar gri, yeşil ve kızıl olurdu. Lejjanın gözleri yakut kırmızısıydı. Uzun kuyruğunda ustura gibi keskin dört zehirli kamçı uzuv olurdu ve Lejja’nın hızına sürat büyüsü yapmış ejderhalar yetişebilirdi sadece...

Lejja mağaranın önündeki küçük açıklığın uçuruma bakan yanındaki bir kayaya tünerken konuşunun sürati kar tozlarından bir yeli savurdu Elvin’e doğru...

Elvin gülümsedi. Soğuk, kar ve buz. Tipi... Hepsinin arkasında kalacağı bir yere gidiyordu. Gerçek evine. Vinliir’e. Güzeldiyar’a...
Ama önce bir dostuna uğramalıydı. Her şey sırasıyla yapılacaktı. Kara kuş yaratığın üzerine sıçradı. Yaratık havalanmak için emir bekliyordu.
“Havalan” diye ağzını açmadan zihinsel emrini verdi Elvin. Lejja bir an beklemeden şimşekli bir hızla emre tepki verdi. Saniyeler içinde yüzlerce metre yukarıda uçuyordular. Şiddetli rüzgar ve soğuk, yaratığın sorumluluğundaki yolcuya etki edemiyordu. Gittikçe hızlanıyor ve yükseliyordu kara kuş yaratık. Kısa sürede bulutların koyu görünmezliğine dalıp onu da aşmıştılar.

Lejja uçsuz bucaksız görünen buluttan ovaların üzerinden hızla eserken Elvin de yıldızlarla ışıl ışıl yanan, rengarenk ışıklarla yıkanan kuzey gökyüzünü izledi. Berrak ışıltılar ne kadar da saftı. Ne kadar da güzeldi. Büyücü safça düşündü. İnsanlar bu güzelliklere kör kalıp altın ve mücevherlerin cansız ışıltısına nasıl tapıyordu. Bu gerçek kabul ettiği ama anlamadığı bir şeydi. Anlamayacaktı da... Büyücü etrafına bakınırken bu düşünceleri uzaklaştırdı aklından. Yine güzelliği seyre daldı. Lejjanın hızı zirvesine ulaşmıştı. Yaratık yolunu biliyordu... Elvin ona söylemişti. Forens krallığının kuzey tarafındaki dağlık bölgeye gidiyordu... Dağ köyleri, vadi şehirleri, ve de geniş ormanlarıyla, karlı zirveleriyle güzel bir bölgeydi gidecekleri yer. Tam da Sieagle tarikatı lideri Büyükusta, Arif Turayan’ın ince zevkine göre bir yer.



Gecenin ilerlemiş bir saatiydi. Gökte kara bulutlar her yeri kaplamıştı. Rüzgar durmaksızın bazen yavaş ve sakin bazense hızlı ve hırçın esiyordu... Şimşekler ard arda çakıyordu.. Bardaktan boşalırcasına bir yağmur yağıyordu.. Fırtınanın sesi gecenin hakimiydi...

Çam ormanlarıyla kaplanmış dağlar, tepelerle çevrili bir coğrafyadaki küçük ve zarif Lizel şehrinin taştan sokakları bomboştu. İnsanlar evlerindeydi. Kediler ve köpekler bile daha gecenin ilk saatlerinde sokaklardan kaybolup kendi deliklerine çekilmişti.
Lizel’in dışındaki kırlık alanda bulunan eski bir çiftliğin açık kalmış ahır kapısı rüzgarla gıcırdayıp ileri geri savruluyor duruyordu...
Ev taştan ve sağlam bir yapıydı. Git gide hızlanan rüzgar onu kamçılarken umursamazca sükunetini koruyordu. İçeride bir şamdandaki mumlar sıcak ve basitçe döşenmiş sade ortamı gölgeli bir ışıkla aydınlatıyordu... Şöminenin sıcak ateşi çıtırdıyordu. Çaydanlıktan güzel kokular yükseliyordu...
Ateşin karşısındaki koltuğuna gömülmüş yaşlı bir adam elinde fincanı, ateşe dalmış gözlerle bakıyordu. Gümüş saçı, gümüş sakalıyla bu ufak tefek adam İldar’ın en güçlü ve en önemli kişilerinden biriydi. Turayan İldar’ın bütün büyücülerinin, büyü kullanıcılarının buluşma ve kanunlar zemini olan Yedikuleler’deki dört tarikattan birinin; Sieagle’ın lideriydi.

Yaşlı büyücünün aklı karmakarışıktı. İldar’ı ve hayatı düşünüyordu. Cevap arıyordu.
Sieagle arayışın ve yolculuğun tarikatıydı. Tarih boyunca hep ufukları dolaşmışların, ufukları uzaklara taşımış olanların yuvası olmuş, seyyahların kardeşliği olmuş bir tarikattı.
Bugün Turayan’ın içinde bulunduğu çıkmazın anlamı bu gerçeklerle birleşince, daha bir anlam kazanıyordu.
Philien düzen ve huzura yoğunlaşmış düşüncelerin eviydi. Orongar öfkeli ve karanlık, karmaşaya düşmüş, sert ve güçlü kişilikli bir tarikattı. Ashill uyumun ve ahengin sağlanmasını amaç edinmişlerin buluşma yeriydi. Hayatın beraberce ortak bir müşterekte yaşanmasını savunanlarca kurulmuştu.

Turayan bunların aklına gelmesiyle bu üç tarikata sitem etti. Öfkeyle bağırıp çağırmakla, tepki göstermekle iş bitmiyordu. Oturup köşenden mutluluk ve iyilik masalları anlatmak, nutuk çekmek de boştu. Bu ikisi arasında bir denge kurup yaşamak düşüncesi ise hiç kimseyi hiçbir yere ulaştırmazdı.
Büyücü çok az ama gerçekten çok az kişinin inandığı bir şeye yürekten inanıyordu. Bu şekilde bir şeylerin iyiye gitmesi mümkün değildi. Bir yerlerden başlayıp bir şeyler yapılmalıydı.
Krallıkların yaklaşan Kışa dair hazırlıkları hazırlanırken her kış öncesi olduğu gibi yine anlaşmazlıklar tırmanıyordu. Tüccarlar Pazar fiyatlarıyla oynayıp ortamı daha da kızıştırıyordu.. Ticaret kış havasına girmeye başlamıştı. Fiyatlar ülkeleri birbirine düşürecek derecede oynamaya başlamıştı.. Tüccarlar Birliği her zamanki gibi kazançlarına bakıyordu. Gerisi onlar için önemsizdi. Onlar da haklıydı. Ancak bu mevsimde güçlü krallıklara karşı güçlü konuma gelip yapılan haksızlıkların zararlarını karşılayabiliyordular. Hem de fazlasıyla!.
Taglar ve Orkların her krallıktaki bölgesel hareketlenmeleri yanında diğer ırkların da birbirleriyle olan ilişkileri Kışın yaklaşmasıyla yine kızışıyordu. Herkes hayatta kalma savaşı için en iyi durumda olmayı istiyor, buna çabalıyordu.
Kıştan önceki son yılın başında bütün bu hareketin durulacağını sonra da kışın kuralları ile yedi yıl sürecek yeni bir oyunun başlayacağını artık çok iyi biliyordu Turayan.
Büyücü bütün bunlardan rahatsızlık duyuyordu. Uzun yaşamından biliyordu ki bu hiç de güzel bir dünya değildi. Yaşadığı her yeni yılda gördükleri ile hep daha bir az sevmişti İldar’ı... “Ama” diye düşündü. Ne olursa olsun şunu da biliyordu ki hayat devam etmeliydi. Bir şeyler için...

Büyü tarikatlarının kendi asıl sorunlarına döndü aklı ister istemez... Armellion kilisesinin birkaç yıldır büyücülere karşı katılaşan tutumu son yıllarda daha bir yayılım gösteriyordu.Turayan olayların daha da tırmanması halinde durumun dönüşeceği çılgınlığı hayal etmeye çalışınca midesine kılıçlar saplanmaya başladı.Son yaşanan olayları da hatırlayınca daha bir kötü oldu.
Çayından bir yudum aldı. Kendisini bu güzel tatla biraz rahatlatmak istemişti ama tek yudum buna yetmemişti. Güzel çaydan bir yudum daha içti büyücü. Aklı bir parça ferahlayabilmişti ki kapının çalınması ile merakla doldu...
Bu saatte ve burada, kimdi bu?
Çiftlik evinin yerini sadece birkaç iyi dostu biliyordu. Lizel ahalisinin yolu yılın bu mevsiminde ve gecenin bu saatinde, üstelik de bu havada buraya düşmezdi. Yağmura yakalanmış bir yolcunun sığınması ihtimali de yoktu. Çünkü burası yoldan uzak ve sakin bir yerdi. Tam Turayan’ın istediği gibi gözlerden uzak bir kafa dinleme yeriydi. Sessiz ve sakin...
Fincanını sehpaya bırakıp, koltuğundan doğruldu ufak tefek büyücü. Kapıya doğru yürümeye başladı. Üzerindeki muskanın büyüsüne ilave olarak her zamanki koruma büyülerini de hazırladığı sırada kapının arkasından gelen yapmacık öksürük sesini duydu. Koruma büyülerini bir kenara bıraktı. Hemen yaşlı kapının sürgüsünü çekip açtı.
Kapının yağmur süperlikli eşiğinde dikilen uzun boylu iri yapılı adamı koyu gri ve sırılsıklam pelerininin gölgeli kukuletasına rağmen parlayan gülümsemesinden tanıyabildi. Ne kadar değişmişti! Yine de şaşkınlığı bırakıp sevinçle karşıladı onu.
“Vinliirli Elvin!... Hoş geldin Elvin!. Gel!. İçeri gel! Haydi!” diyerek onu içeri davet etti.
“Selam sana Efendi Turayan” diyerek kapıdan içeriye ilk adımını attı Elvin... Açıkça gülümsüyordu..
İki eski arkadaş içtenlikle tokalaşıp kucaklaştılar. İkisi de birbirini görmekten çok mutluydu. Elvin kendinden çok daha yaşlı olan arkadaşına bir baktı. Hiç değişmemişti.
Turayan da genç arkadaşı ve eski öğrencisine bir baktı. Elvin biraz değişmişti. Biraz...
“Oturalım.” diyerek davet etti ev sahibi Elvin’in pelerinini alıp ateşin yanındaki askıya asarken..
Biraz sonra ateşin karşısındaki iki koltukta karşılıklı çaylarını yudumluyorlardı.
Sözü ilk açan Elvin oldu;
“Çayın çok güzel Turayan” derken Turayan bu güzel söze başıyla hafifçe selamlayarak teşekkür etti. Yüzünde memnun bir gülümseme vardı.
“Zaten çayın hep güzeldi. Yalnız bu defa farklı bir şeyler de var sanki. Daha da ince ve hoş bir tat...” diyerek bıraktı kaşlarını düşünen, arayan biçimde çatmış, inceleyen bir yüz ifadesi giyinmiş olan Elvin.
Turayan hafifçe güldü.
“Harmanına bir iki ilave yaptım. Ayrıca buraların suyu da bir başka güzeldir.”
Elvin memnuniyetle çayını yudumlarken başını sallayıp yaşlı büyücüyü onayladı. Formülü saklamak istiyorsa öyle olsundu. Bu aralarındaki eski bir şakaydı. Güldüler.
Kısa bir sessizlik oldu. Ama bu rahatsız edici bir sessizlik değildi. İki arkadaş rüzgarın uğuldayan sesine kulak verdiler. Yağmuru dinlediler. Ateşin çıtırtılarının eşliğinde çaylarını yudumladılar...
Bu havalar bazılarınca uğursuz bulunurdu. Bazıları bu havalardan korkardı. Ve pek çok kişi bu havaları sevmezdi. Ama bu ikisi gibi kişiler için fırtınada bir aşinalık vardı. Onlar fırtınada bir şeyleri bulanlardı. Buldukları belki de kendi özleriydi. Belki de bu yüzden fırtına başkalarına korku verirken, itici gelirken, onlara huzur veriyordu.
Bir müddet sonra Turayan’ın sesiyle kendine geldi Elvin
“Bir çay daha alır mısın Elvin?”
Elvin çaydanlık elinde cevap bekleyen dostuna baktı. Çay gerçekten çok iyi gelmişti.
“ Memnun olurum” diyerek fincanı uzattı.
Çaylar karşılıklı yudumlanırken Turayan konuşmayı başlattı bu defa.
“Değişiklik demişken..” dedi “Sen de değişmişsin. Hatırladığımdan çok daha iyi...” bu kelimeyi vurgulayarak söylemesi Elvin’i gülümsetmişti. “..görünüyorsun. O halin bile çok iyiydi Elvin” diyerek tek kaşını bir soruyla havaya kaldırmıştı.
Elvin cevap verdi. “İksirlerim için bir iki yeni formül deniyorum. Bir iki ilave yaptım” dediği anda ikisinden de kahkaha patlamıştı. Gülerlerken Elvin ekledi.
“Hem bulunduğum yerin suyu da çok sağlıklıydı...” diye gülümseyerek noktaladı. Güldüler...Gülümseyen bir sessizlik oldu.
“Nerelerdeydin Elvin?” diye sordu Turayan. İksirden fazlası için soruyordu. Bir şakadan çıkmıştı ama arkadaşının bunca yıldır nerede olduğunu, ne yaptığını bilmek istiyordu.

“Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Her şeyden ve herkesten uzakta olmalıydım. Kendimle ilgili yapmam gereken şeyler vardı.” Dedi büyücü.“Issız dağlar’da bir mağaradaydım..”
“Gerçekten de her şeyden ve herkesten uzaktaymışsın” derken Turayan’ın ses tonu yeni sorularla dolduğunun göstergesiydi. İki arkadaş birbirinden duygularını saklamaya çaba göstermiyordular ki bunu ikisi de zaten beceremezdi.
“Neler oluyor Turayan? Bir şeylerden bölük pörçük haber alabildim ama neler oluyor? İldar, Yedikuleler..? Neler oluyor?”diye sordu Elvin.
“ İldar’ı ve tarikat işlerini bu kadar boşlaman aslında hiç de hoş değil Elvin. Diğer üç tarikatla mukayese kabul etmeyecek ölçüde esnek olsak bile...” diye geveledi tarikat lideri
“Özür dilerim Efendi” dedi Elvin. Usta’dan hafif bir zılgıt yemiş çırağın sesiyle,gülümseyerek, samimice...
“Unut gitsin. Seni anlıyorum. Bazen ben bile sıkıntıdan bunalıyorum. Hem görülen o ki küçük kaçışın sana epey faydalı olmuş.”
İkisi de gülümsemiştiler.
“Herneyse..” diyerek konuya girdi Turayan. Gölgelenmişti yüzü. Bakışları kararmıştı.” İşler iyi değildi biliyorsun. Ve daha iyiye de gitmedi desem her halde şaşırmazsın.”
Başını salladı Elvin.
İldar yüzyıllardır durulmamış bir dünyaydı. Armellion’un baskısı ve ağırlığı aralıklarla kendini hep hissettiriyordu bütün halkalara, bütün İldar’a. Krallıklar Üçüncü gün’den bu yana istikrara, barışa, huzura açtı. Ama aç olduğu şeyi çoktan unutmuştu. Kötükanlı ırkların zaman zaman azalsa da asla durdurulamayan yıkıcı akınları ve saldırıları, çıkardıkları olaylar... Sonra kanunsuzların şehirlerinden çıkan korsanlarla çetelerin sürekli saldırıları.. Daha neler neler...
“Sorunlarımız var. Kendi sorunlarımız. Açıkçası en büyük sorunumuz da bu sorunlar üzerinde, tarikatlar arasında ciddi görüş ayrılıkları olması.” dedi Turayan “Son bir yıldır iyice değişen Armellion’un takındığı tavırlara karşı vereceğimiz cevap bizi düşündürüyor”
Elvin meraklanmıştı.
“Armellion mu?”
Belli ki bu katılaşmış, eski; ilk halinden yavaş yavaş ama sürekli uzaklaşmış “güç” ile ilgili yeni bir durum vardı.
“Büyücülere karşı olan tavırlarını biliyorsun. Zorluk çıkarmalar, anlayışsız davranışlar, soğuk ve katı tutumlar... Bunlara ve daha fazlasına rağmen iyi kötü bir çizgi çekilmişti arada. Bir sınır vardı. Ama sanırım bu sınır üzerinde son zamanda yapılan ihlaller çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Kendi adıma ve Sieagle adına olabileceklerden büyük endişe duyuyorum.”
Turayan fincanı sehpaya bıraktı ve ayağa kalktı. Büyük şöminenin önünde dikildi. Yavaşlamaya başlamış ateşe bir odun daha attı ve çıtırtılı kıvılcımlar uçuşurken odunun tutuşmasını izledi...
“Sisli kule’nin müritleri ve Orongar tarikatından on iki büyücüye dair haberler ulaştı elime. On iki büyücü Armellion nüfuz bölgelerinde öldürüldü veya şüpheli biçimde ortadan kayboldu.”
Bu kötüydü. Elvin düşündü.
“Efendi Silistar bu hareketi şahsen kendisine ve Orongar’a yönelik olarak görüyor olmalı. Aksini düşünemiyorum” dedi Elvin. Silistar Orongar’ın lideriydi. Karanlık ve tehlikeli bir kişiydi. Dost ama çok tehlikeliydi.
“Ben de böyle düşünüyorum. Bunu bütün büyücülere ve büyü kullanıcılarına yönelik gibi göstermeye çalışıyor ama içten içe kişileştirdiğini de biliyorum. Tarikatına yapılan bu saldırıya er ya da geç cevap verecek bir şekilde. Buna diğer tarikatları da çekebilmeyi umut ediyor. Ve Tanrılar biliyor Elvin, bunu ben de istiyorum. Bir şeyler yapmayı...”

Suskunlukta ikisi de düşünüyordu. Armellion damarlara basan bir kibirle iyilik ve düzen adına artık, iddialı sözcük olsa da, zorbalık, yapıyordu.
“Ya Cadılar?” dedi Elvin “Sislikule müritleri. Liderleri hala Leydi Nora mı?”
“Evet. O çok güçlü bir kişi. Daha uzun yıllar başlarında kalacak gibi. Şu kadarını söyleyebilirim ki onlar da “en az” Silistar kadar karanlık hisler besliyor bu olanlara. Buna eminim. Cadılar duyduğum kadarıyla bu saldırının en çok onları hedef aldığını düşünüyorlar. Bunda da haksız sayılmazlar. Tarikatlarında dört kişinin öldürülmesi ve kayıplarının olması bir yana cadılık yaparak insanlara zarar verdiği, suç işlediği gerekçesi ile öldürülenlerin haberleri bundan çok fazla. Olaylar huzursuzluk verici. Elaltından karşı hamlelerin çoktan yapılmaya başlanmış olması işten bile değil” diye endişeyle anlattı Turayan...
Düşünceli düşünceli koltuğuna otururken üzerindeki ağırlık hissediliyordu.
“Armellion gerçekten yoldan çıktı” dedi Elvin dalgınca.
“Geçmişte Yedikuleler’in bile kötü dönemleri oldu ama toparlandık. Armellion’un Üçüncü günde ve sonrasında yaptıkları da bir çırpıda silinemez. Onlara zaman vermeliyiz belki de..” diyerek kendi de inanmazca geveledi Turayan.
Armellion İldar’da son derece etkili ve nüfuzlu bir güçtü. Yaptığı iyilikler ve insanlara yardımları ile Tanrı Armel’in adına kurulu kilise ile Şövalyeleri kendi fanatikleri, inananları olan, takipçileri olan koca bir gerçekti.
Elvin sertçe konuştu. Dönek Armellionların Zalimfelek’te yaptıkları ve kendisinin Dönek Ermişle yaptığı savaş elbette İldar’da bilinmiyordu. Ama Elvin biliyordu.
“Armellion’un geçmişi ile bu günü çok farklı Turayan. Armellion artık eski Armellion değil. Bir daha eskisi gibi olabilir mi onu da hiç bilmiyorum. Bunları en az benim kadar biliyorsun Turayan” diyerek noktaladı Elvin.
Turayan gerçeğin acılığıyla yüzünü kararttı.
“Haklısın... Benim ki sadece kendini avutmak lakin şu anda kendimizi bağlamış durumdayız. Kar hanım bir müddet Armellion ve nüfuz bölgelerinden uzak durmamızı, beklememizi öneriyor. Silistar hep birlikte cephe alma taraftarı. Karşı harekete bir an evvel başlamak istiyor. Efulis önce araştırma yapmadan herhangi bir karar almaya karşı.” Diyerek sustu.
“Ya sen?” dedi Elvin.
“Ben, bilmiyorum... Biliyorsun Elvin, Sieagle tarikatında bizim hep kendi yollarımız vardır. Sürü sağa ya da sola gidebilir. Ortadan gidebilir.. Ama biz yine de sürüden ayrı olagelmişizdir. Tarikatımızın özü budur. Lakin bu defa bilemiyoruz. Bilemiyorum. Sadece Armellion değil Elvin, İldar, sorun olan... Bütün İldar.. Kışa sadece birkaç yıl kaldı. Bunun anlamını herkes biliyor. Ortalık zaten çokça kızışacak. Buna bir de Ustalar çemberinden Armellion’a yapılan bir savaş ilanı eklenirse..” dedi ve devamını getirmeden bıraktı Turayan.
Armellion Kiliseleri ile Yedikuleler’in savaşması demek başta Avrin kıtası, İldar’ın yarısının kan ve ateşe bulanması demekti. Gelen yedi yıllık kışta bunun etkileri felaketler yaratacaktı. Açlık, kıtlık ve de toplu ölümler, büyük karışıklıklar.
Ama bu geleceği görebilmek için herkesin öncelikler listesinde erdemlerin en üst sıralarda olması gerekliydi. İntikam, nefret, nüfuz, güç, mevki, gibi öncelikler görülen gerçeklerin şeklini çok etkiliyordu...
Elvin buraya geliş sebebini anlatmanın vaktinin geldiğine hüküm verdi. Elini koltuğunun yanına bıraktığı çantasına atıp küçük elyazmasını dışarı çıkardı. Son kez gülümseyerek baktı ona...
“Al bunu Turayan” diyerek uzattı. “Bu benim hayatımı değiştiren şey.” Turayan bir yazmaya bir de Elvin’e baktı. Elini uzattı ve aldı.
Yıpranmış ama iyi kalite deri cilde çoğu dökülmüş altın işlemeyle On ikinci cilt yazılıydı.
Elvin;
“Ellerinde geleceği tutuyorsun Turayan. Bu yazmadan İldar’ın ışığını geri getirmenin sırlarını aldım.” dedi. Söylediklerinin etkisini görmek için kısa bir süre durakladı.
Turayan onu biraz şaşkın, çokça meraklı dinliyordu
“Sırrını öğrenmek ister misin Usta Turayan?” diye sordu Elvin
Turayan bir yazmaya bir de Elvin’e tekrar baktı. Elvin’in gözlerinin içine baktı. Elvin’in içinde tutkulu fırtınalar esiyordu.
Turayan bu adamı uzun zamandır tanıyordu. Zamanında bir kez daha böyle bir fırtına görmüştü o gözlerde.
Turayan’ın sesi sakindi. Olabildiğince...
“Konuş benimle Elvin. Aklında neler var?”
“Halkları uyandırmaya gidiyorum”
Turayan bu söz üzerine içinden bir dalgalanma geçtiğini hissetti.
Bu amaç ona çok aşinaydı. Hem de bir çok kez çok aşinaydı.. Kendini hüzünlenmekten alamadı..
“Yüce bir düşünce dostum. Ama bu yazma sana bunu yapabilmek için gerekli olan o eşsiz gücü nasıl verdi?”
“Bu yazmada eski bir umudun gizleri açıklanıyor Turayan. Bu yazma Thararfin’in örsü’nü saklayan cüce şehri Garas’ın anahtarı. Bu yazma Derinliklerin yüzüğü’nün sır yerini söyleyen bir haberci. İlk renklerle daha ilk Umlobb patlamadan, birinci gün daha olmadan önce yapılmış olan ve halkları birleştirip gölgelerin çalkantılarından çıkaran Til’Asis; Yedirengin Kudretli Beştılsımı artık geri geliyor!” diye heyecanla konuştu Elvin.
Turayan ne söyleyeceğini bilemiyordu. Şaşkındı. Neler oluyordu?Dostu neler söylüyordu böyle?
Elvin gülümsedi.
“Şaşkınlık ve karmaşanı görebiliyorum Turayan. Açıklayacağım”
“Sana Garas’ı anlatacağım. Üçüncü gün’den önceki Umlobb’da düşen Cüce krallıklarının gözbebeği ve başkenti. Cüce sanatı ve kudretinin beşiği olan şehir ülke. Thararfin’in örsü’nün evi..”diye bir giriş yaptı Elvin. Araştırmaları esnasında Garas hakkında daha çok şey öğrendikçe daha da hayran kalmıştı ona...
“Garas Karaordularca düşürüldü. Bunu biliyoruz. Ama biliyoruz ki onların da olmadı. Cüceler Garas’ı lanetlediler. Dipsiz merdivenlerin mühürlerini kırıp İsimsiz derinliklerden gelenlere açtılar Garas’ın kapılarını. Karaordular da hem bu derinden gelenlerle hem de içindeki lanetli tuzaklarla başa çıkamadılar. Garas kaybedildi. Herkes için kayıp bir toprak artık orası. Bu kayıp toprakta gizli olan hazinelerin içinden yağmalanan küçük bir kısım yanında biliyoruz ki kurtulan pek çoğu da oldu. Devasa ve muhteşem Garas’ın Karaordularca saldırıya uğramasının asıl sebebi olan Thararfin’in örsü de kurtulanlardan birisi. En önemlisi.”
Elvin kısaca duraklamadan sonra devam etti.
“Örs’ü aramak için artık lanetli bir ölüm dağı olan bu şehre giden cüce akıncılar ve de kahramanlar, şövalyeler hep başarısız oldular... Neden?”
Turayan yerinde bir nedenden huzursuzca kıpırdandı gibi geldi Elvin’e. Ama bunun üzerinde durmadı...
“Çünkü Garas’ı cücelerin en ustaları, düştüğü vakit sonsuza dek kimsenin olmaması için lanetleyerek, tuzaklarla inşa etmiştiler...
“Bu bir sır değil” diye biraz da manalı bir ses tonuyla konuştu Turayan. Sanki geçmiş bir tecrübe..
“Doğru” dedi ve devam etti Elvin “Cüceler bunu en iyi bilmelerine rağmen kahramanca çaba gösterdiler. Ama durum hep çaresizlik oldu. Onlar da aslında her defasında bunu biliyordular. Ama yine de “denedik” diyebilmek, içlerindeki o arzuyu teselli etmek için oraya gittiler. Thararfin’in Örsü için... Artık dağılmış olan cüce krallıklarını yeniden Tekkralın Krallığı’nda Örs’ün kehanetiyle birleştirmek için...
Elvin çayından bir yudum aldı. Ateşin çıtırtılarıyla rüzgarın sesi yağmurun patırtısına karışırken o devam etti... Turayan ilgiyle dinliyordu.
“Cüceler” dedi Elvin”.. maharetli ve kendilerince bilge bir ırk. Kader onların bilgeliklerini bana bu on ikinci cilt ile gösterdi. Çünkü burada yazılı olanların üzerine gittiğim de öğrendiklerim bana gösterdi ki Thararfin’in örsü hala oradaki mahzenlerde ve onu oradan almanın bir yolu cücelerce cüceler için açık bırakılmış. Belki de tam böyle bir durum için bir son çare düzenlemesi gizlenmiş. “
Turayan şimdi açıkça daha büyük bir heyecan ve ilgiyle dinliyordu.
“Dahası Turayan sadece Cüceler için değil, elfler için de bir şey var orada. Derinliklerin yüzüğü...”
“Olamaz Elvin! Yüzük yok oldu. Gondark’da ...” diye genel kabulü, inanılanı söyledi Sieagle lideri. Ama içten içe Elvin’in bunu aksini anlatması için yanıyordu.
“Yüzüğü taşıyan son kişi kimdi?” diye sordu Elvin .
“Kanatlı Elflerin; Kahril’lerin Kralı Yıldırımtaşıyan Thellus. Ejderhaların katliamında öldü o da.. Ejderhalar ve Işığın müttefiklerinin çoğu gibi...”
“Yüzüğü taşıyan kişi doğru. Ama ölüm yeri yanlış. Kral Yıldırımtaşıyan Gondark’daki Ejderha mağaraları baskınında değil Garas kuşatmasında öldü...”
Elvin’in bu son sözleriyle Turayan iyice afallayıp dağılmıştı. Çünkü burada şu anda duyduklarına inancında en ufak bir şüphe yoktu. Elvin’i tanırdı. Başıyla kefildi ona. Yüreğini ve ruhunu gözü kapalı onun ellerine verirdi. Aynı zamanda bilirdi ki Elvin böyle konuştuğunda bilgisi kuzeydeki “Yıldız”, ateşin yakıcılığı kadar kesin bir gerçeği anlatıyordu. Yoksa Elvin ağzını açmazdı.
Şu anda burada duydukları İldar’ın zirvelerindeki Kralları, güçleri yerlerinden sıçratacak gelişmeleri tetikleyecek şeylerdi. İldar’ın bütün dengelerini ve yapılmış olan, yapılmakta olan, yapılacak olan, bütün hesapları yeniden şekillendirecek şeylerdi bunlar...Turayan gayri ihtiyari gerginleşti. Parmakları gerildi ve koltuğun etine saplandı tırnakları.
“Ejderhaların mağaralarına yapılan baskın saldırısındaki çarpışmalar zorlu ve hareketli geçmişti. Ama buradaki en önemli olay Yıldırımtaşıyan Thellus ile Kızıl Ejderhalardan Yaşlı Ekonter arasındaki kavgaydı. İki kudretli savaşçının kavgasında iradelerin çarpıştığı bir anda Ekonter son hatalarından birini yapıp Garas’ın kısa sürede düşeceğini içinde sinsi ezgiler taşıyan bir sesle söylemişti. Uzatmayacağım..Gondark savaşlarından sağ çıkanlar arasındaydı Kral Thellus. Az sayıdaki seçkin adamı ile son büyülerin kıyametlerinin, lanetlerinin estiği o cehennemden çıkıp hızla Garas’a gitti. Garas’ı kuşatan güçlerin daha tam yerleşmemiş saflarının zayıflığı arasından şehre ulaşabildi. Ama o kadar... Çünkü ikimizin de iyi bildiği üzere kuşatma tam olarak yerleştikten sona Garas’tan bir istisna hariç hiç kimse sağ çıkmadı...”
İkisi de bir an için durdular. Düşündüler. Bu yaklaşık üç yüz elli bin cüce, insan, rel ve elf demekti. Başka halklardan da orada ölenler olmuştu.. Hatta savunmayı yarıp içeriye girenlerden, istilacılardan bile neredeyse dışarıya çıkabilen hiç kimse olmamıştı. Herkes ölmüştü. Gözlerinde canlandı bir an için... Savaşçılar ve siviller. Yaşayan her şey ve herkes...
“Garas’ın içinde ilk düşmanlar girdikten sonra şansının da yardımıyla tek bir kişi oradan kaçabilmişti...” Turayan’ın elinde tuttuğu yazmayı işaret ederek konuştu.
“ Bu satırları yazan Tarihçiler Loncasından Faben Zilan’dı bu kişi. Ve onun bir görevi vardı. Cücelerin Kralı Adilbalta ve Kahril Kralı Yıldırımtaşıyan vermişti ona görevi. Yani bilgiyi Garas’dan çıkarıp yaşatma görevini..”
Turayan sessiz ve düşünceliydi. Aklında binbir farklı şeyi tartıp değerlendirmeye çalışıyordu... Cüceler, İnsanlar, Elf soyları, Yedikuleler, Armellion ve Kötükanlı ırklar, Kara tarikatlar... İldar’ı ve yaşamı düşünüyordu. Olabilecekler aklında esip duruyordu...
Sonra Turayan bakışlarını yazmadan kaldırıp Elvin’e baktı. Elvin cevabını gülümseyerek verdi.
“Ben oraya gideceğim Usta Turayan. Hem Örs hem Yüzük için. İldar için oraya gideceğim. Halklar uyanmalı. Dünya iyi değil ve iyiye de gitmiyor. Her geçen gün kötüleşiyor. Küfretmenin hiçbir faydası yok. Birisi artık arkamdan gelen var mı diye bakmadan sadece iyi bir şeyler yapmak adına, kendisi için, bir şeyleri herkes için iyiye çevirmek için bir şeyler yapmak zorunda. Ben kararımı beş yıl önce verdim. O günden beri her gün aklımda bu var. Her saatimi buna verdim. Acıya, yenilgiye, karanlığa hep öfkeyle ayakta kaldım. Direnişime hep umut kattım... Hayalimden ışığı ve güzelliği eksik etmedim. Bir yolun sonunda diğerinin başındayım. Ben Garas’a gidiyorum Turayan. Asa Lhor Vhala Efendisinde... Örs ve Yüzük de İldar’a geri geldiğinde Beştılsım’ın üçü bulunmuş olacak. Bu kadarının bile yaratacağı gürültü İldar’ı sarsacaktır. Bir şeylerin iyi gitmesini başlatabilmek şu anda elimizde. Umudu geri getirebiliriz. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar yakın Umut İldar’a...”
Turayan lafa girdi. Bu defa.
“Benden istediğin şey ise bunun bilmem. Ve eğer...” diyerek bu cümleyi tamamlamadan devam etti. “Bu Umudun karanlıkta kaybolmaması...”
Elvin buruklukla gülümsedi dostuna. Bu acı bir istekti.
“Anlıyorum” dedi Turayan. Sonra bir şeyler eksik parçasını bulmuş yerine tam oturmuşçasına gülümsedi “Gel benimle Elvin. Seni birisiyle tanıştıracağım.”




KRAL’IN KARANLIĞI

Gudslund’un başkenti Krisiliss’de hava açıktı. Gecenin geç saatlerinde sessizlik ve huzur hakimdi geniş caddelere..
İnsanlar güven içinde uyuyordular. Sokaklarda düzenli devriyeler disiplinli ama sadece göstermelik turlarını atıyordular. Çünkü şehrin arka sokaklarında bile bu devriyelere nadiren ihtiyaç duyulurdu. O da çok basit bir kavga ya da anlaşmazlıkta, küçük bir yanlış anlamada arabulucu veya hakem olarak... Krallığın başkenti aynı zamanda huzur ve mutluluğun da beşiğiydi.
Bulutsuz gökyüzünde ay gümüşten bir güneş gibi ışıl ışıl yanarken Gudslund kralının sarayı Gülkayası da bütün ülke gibi uyuyordu. Sadece görevliler ve nöbetçiler şu anda uyanıktı. Bir de Kaya’nın en yüksek kulesi olan Kılıçkulesi’ndeki yalnız bir adam...
Güçlü Gudslund ülkesinin büyük Kralı Onurgud; Tanrıları onurlandıran ve Krallarınkılıcı’nı taşıyan kişi, kulenin en tepedeki Kılıç salonunda karanlıkların içinde altın ve mücevherlerle süslü büyük koltuğunda oturuyordu. Onurgud, yani Kral Rein uzun boylu ve yapılı bir kişiydi. Hem dinç hem de güçlüydü. Muktedir bir yönetici olduğu kadar sakınılası bir silah ustasıydı da.. Aklarla bezeli uzun, dalgalı saçları omuzlarında sırtına ve göğsüne gürül gürül bir çağlayan gibi dökülüyordu. Güzel yüzü yaşadığı elli küsür yılı göstermiyordu. Ama gözleri o elli yıldan birkaç kat daha yaşlıydı.
Güçlü ve savaşçı kral aklında düşüncelerle derinlikleri dolaşarak üç yıldır bu kulede yaşıyordu. Sadece geceleri dışarıya çıkıyor ve çok az kişiyle görüşüyordu. Ülke yönetimini neredeyse tamamen Veliaht Prensine, gurur duyduğu; çünkü ülkesinin de gurur duyduğu oğlu Prens Ethil’e bırakmıştı. Kraliçesi bile Kral’ı çok zor görebiliyordu.
Pencereden içeriye ölüm kadar beyaz dolunayın soğuk ışığı akıyordu. Onorgud’un aklı yine derinlerdeydi.
Kralın aklında yıllardır hep aynı çıkmaz yankılanıyordu. Geçmişin hatıraları ve eski zamana dair bildikleri aklını kemiriyordu. Çünkü Onorgud iyiliklerin ve güzelliklerin hızla solup yittiğini görüyordu.
Karanlık düşünce denizlerinin derinliklerinde yıllardır cevaplar arıyordu.
Gücü cevap değildi. Evet güçlüydü. Ama güçlü krallığı bile kötü ve çirkin bir dünyayı sadece güçlü kılıçlarla ve de tek başına dize getiremezdi.
Aklında hep “birlik” düşüncesi dolaşıyordu. Yüzyıllar önceki o son büyük savaşta beraber çarpışmış ama sonrasındaki zor yıllarda, Uzunkışlar’da hayatta kalma mücadelesiyle kararıp soğumuş, uzaklaşmış diğer halklarla ittifak düşüncesi..
Lakin bu zordu.
Mümkün fakat çok zor.
Bazı yönlerden neredeyse imkansız.
Zaman değişmişti. Çok nesiller geçmişti. Dünya eski dünya değildi.
Üzerinden hiç çıkarmadığı kalın ve ağır altın sarısı ışıltılı çelik kraliyet zırhı içindeki savaşçı kralın parmakları yaslandığı efsanevi ve mistik kadim kılıcı daha bir sıkı kavradı. Bir şeyler yapmaya aç ruhu içten içe dalgalanıp çalkalanıyordu. Taşmaya yer arıyordu. Gözleri çakmak çakmak ışıldıyordu.
Son kez dövüştüğünden bu yana beş yıl geçmişti. Garas’ın dehlizlerinde, salonlarında, tünellerinde, eski zamanların gücünü aramıştı. Ama sonunda neredeyse lütuf denebilecek bir şekilde canını zor kurtarmıştı. Aslında canı ona kendi inadına rağmen bağışlanmıştı. Bunun düşüncesi bile tek başına aklını karıştırmaya yetiyordu. Onorgud bilmeceyi bir kenara itip aklını yine halklara çevirdi. Elf soyları İldar’dan elini eteğini çekmiş gibi bir şeydi. Cücelerin dört aşireti birden kendilerini dağ ülkelerine neredeyse tamamen kapatmışlardı. Natzaglar; Boğamsı insanlar hala gurur ve onur timsali olsalar da bu zor dünyada çok daha tehlikeli bir hal almıştılar. Diğer halklar da bu ve benzer şekilde zor, uzak, mutsuz hayatlar yaşıyordular. İldar’ın uğursuzluğu bütün halkların üzerine bir sis gibi çökmüştü.
İldar’ın eski gücünden yoksunluğu ve hayat şartlarının çok zor oluşu nedeniyle uzak diyarların bağları kopmuş yada çok zayıflamıştı. Haberler ya çok sağlıksız ya da çok eskiydi. Tüccar Birliği ve Kaptanlar birliği bile, ki onlar bu yeni İldar’ın en geniş alanda gözü, kulağı, eli bulunan cemiyetleriydiler, buralara ulaşmakta ve sağlıklı haberler toplamakta epey zorlanıyordular.
Yüzyılda bir gelen yedi yıllık Uzunkış’ın yaralarını sarıp yeniden mücadeleye hazırlanmaktan başka bir şeye pek fırsat kalmıyordu İldar’da.. Kışın öncesi ve sonrası hep çok hareketli geçiyordu. Bu sürekli savaş demekti. Hem hayatta kalmak hem de az olanı paylaşmamak, daha büyük parçasına sahip olabilmek için savaş..
Onorgud’un aklı düşündükçe ağırlaşıyor, kararıyor ve o çıkmazlara giriyordu.
O bu zinciri kırmayı denemişti. elflerin küçük bir kısmı ve cücelerin çok büyük bir kısmı ile ticaret ve mesafeli dostluk bağları kurmuş, sınırlı ittifaklar geliştirmişti. Bunların her bir kırıntısı için harcadığı çabayla tek başına bir dağı öğütebilirdi. Sadece elf ırkının kanatlı gökgezenler aşireti olarak bilinen kahril soyu Gudslund’un Kralı olan ve üç yüz elli yıl sonra Kılıç kulesinin Nöbetçi heykellerinin izniyle Kralların kılıcına ulaşabilmiş bu ikinci Kral’a ilkine, yani babasına olduğu gibi, ilk adımı kendileri atarak dostça yaklaşmıştılar.
Bu Onorgud’u hayatı boyunca en çok ödüllendiren şeylerden biriydi. Mutluluk ve tebessümle andı.
Çabaları ile Medanor denizindeki bir adalar bölgesinde halkların bir arada yaşayıp dolaşabileceği yönetimde özerk kozmopolit bir şehir oluşturabilmişti. Kral bu şehrin üzerine titriyordu. Bir çocuğun, kıymetli bir mücevherin üzerine titrer gibi üzerine titriyordu. Onorgud Medanor’daki ticareti de bu şehrin de desteği ile kollamış, geliştirmişti. Krallıkların ve Halkların her türden iyi ve güzel işlerine, düşüncelerine destek vermiş, dostluklar kurmuş, düşmanlıklara barış aşılamaya çalışmıştı.
Ama dünya yorgundu. Aklındaki şey belki de artık kemikleşmiş bir alışkanlıkla ve bencilce sadece ve neye mal olursa olsun hayatta kalmaktı. Savaş, öldürmek, diğerini ezmek, zayıfın üzerinde yükselmek sıradandı. Artık doğal sayılıyordu. En kötüsü de buydu. İyilik bile artık vahşileşebiliyor, şiddeti mübah sayıp destekleyebiliyor, hatta şiddeti şiddetle uygulayabiliyordu.
Soğuk dolunayın ak ışığında gölgelere bürünmüş güçlü ve bilge savaşçının yüzü dağ gibi kararlıydı. Birliği sağlamak dünyanın tek yoluydu. Çünkü İldar ölüyordu. Belki de birkaç yüzyıl sonra iyilik diye bir şey kalmayacaktı. Çünkü kişisel düşmanı da olan bir düşman sessizce ve hissettirmeden ahtapotumsu güçlü gölge kollarını tüm kıtalara uzatıyordu. Ölüm krallarının varisleri olan Gölge Krallar’ın tarikatı Karapençe İldar’da yaygın bir illetti. Kızıl nedimeler de daha az gürültülü ama bir o kadar büyük bir sorundu. Ve de Cylan.. Kötülüğün zehir torbası.. Kara silah ve ilimlerin merkezi..
Cylan’dan silahlanan Karapençe ile pek çok defa yüz yüze gelmişti Gudslund. Hatta bir defasında sinsi bir saldırıda, bir suikastte bir kralını kaybetmişti. Onorgud’un babasını. Kişisel intikamı bir yana Kralın bu tarikatla savaşmasının nedeni sinsice dünyayı zehirleyip saflarına katması yada yok etmesiydi. Gölge Krallar İldar’ı adım adım, parça parça alıyordu.
Onorgud onlarla pek çok defa savaşmıştı. Hatta son defasında on beş yıl önce bir Gölge Kralın yönettiği ülkenin ordu ve donanmasını tamamen yok etmişti. Cylan silahlarıyla donanmış kara kuvvet cücelerin desteğiyle güçlenmiş Gudslund ordusunun önünde duramamıştı. Onorgud biliyordu ki bu son değildi. Düşman yaralanmıştı ama hepsi o...
Karanlık kadar ışık da tehditti Onorgud’un düşüncelerinde. Kıyametten sonraki ilk birkaç yüzyılda Armellion tapınakları inancı yitmiş, umutsuz insanlara inanç aşılayıp güç ve destek vererek büyük ve iyi işler başarmıştı. Ama artık onların ışığı da eski sıcaklığında değildi. Soğumuş ve keskinleşmişti. Adeta kendi ışıklarıyla gözleri kamaşmıştı. Körleşmiş biçimde kibire doğru gidişleri pek çok krallık kilisesinde az yada çok hissediliyordu. Armellion’un tapınak şehri Armelan’da güç ve iktidar için entrika çarkları durmadan dönüyordu. Yavaşlıyor, hızlanıyor ama durmuyordu. Ve zaman zaman Armellion iyilik adına kantarın topuzunu çok kaçırıyordu. Tıpkı son günlerde olduğu gibi..
Kralın gözleri kötükanlı halkların da yeraltında ve üstünde git gide çoğalıp güçlendiğini,kıpırdandığını görebiliyordu. Yaklaşan bir tehlike vardı. Ama nasıl, ne zaman ve nereye.?
Bu dünyada sonuna dek güvenebileceği çok az yer vardı. Bunlardan biri de kadim Rillmirr Şövalyeliğiydi. Işığın Muhafızları... Artık sayıları çok az olsa ve eski saygınlıkları hatırlanmasa da, bugün onlara eskisi kadar kıymet verilmese de onlar hala vardı ve olanca güçleri ile sarsılmaz, yenilmez bir kararlılıkla mücadele ediyordular.
Bunları düşündükçe Kral’ın aklı yine Garas’a kaydı.
Cüce krallığı’nın en büyük krallarının, en usta demircilerinin ve silah ustalarının buluşma yeriydi Garas. Demir cemiyeti’nin merkeziydi. Tekkral’ın eviydi.
Kıyamet savaşının o son haftasında düşen bu şehrin hikayesi büyük bir gizem, tam bir muammaydı. Bir faciaydı..
Düşmeden önce haftalarca, aylarca hatta yıllarca direnebilmesi gereken bir şehir çok çabuk düşmüştü. Bütün bilinen de buydu. Yani Renklerçağı’nda yapılmış en güçlü, sayılı tılsımlardan birisi olan Thararfin’in Örsü’nün bulunduğu şehir bir gizem ile düşmüştü.
Bugün Garas iyi ve kötünün de ötesinde tehlike ve ölümün kol gezdiği, kimseye ait olmayan bir yerdi. Kimseye ait olmayan yer.. Kehanet buydu. Kehanetin doğruluğu yıllarca akan kanlarla sabitti. Belki de gerçekten Garas’ın vakti dolmuştu. Ama, eğer.. Eğer..
Eğer Örs’ü oradan alabilirse onunla Cüceleri melankolik uykularından uyandırabilirdi. Cücelerin uyanışı Elf soylarını bile sarsıp silkelerdi. Onorgud gülümsedi. Cüceler bir kez uyanırsa İldar bir daha asla eskisi gibi olmazdı. Bu tarihle sabitti. Bu bodur halkın yaptığı iş her ne olursa olsun ona aşkla bağlanıp tutunması Onorgud’un aklını başından alıyordu. Kral İldar’da Cüceleri ayrıca sever ve kendine yakın bulurdu. Onlar aksi, sert ama içten bir halktılar.
Cücelerin uyanışının yanında Elflerin de ittifaka katılımı daha pek çok koldan destek bulabilirdi. Krallıklar yine tek irade de birleşebilirdi. Dünyanın tek ihtiyacı olan buydu. Tek iradede; iyilik ve güzellikte birleşmek... Onorgud öyle kolay olmadığının da farkındaydı. Denemişti. Tek başına olmuyordu. Tek başınayken en iyi çabalar bile umutsuzluğun karanlığında kayboluyordu. Karanlığın, umutsuzluğun simgeleri hatıralarda çok güçlüydü. Kıyametten bu yana nesillerdir umudun olmadığı, karanlık, acı ve kana bulanmış zor bir dünyada şaşılacak bir şey değildi bu...
Bu düşünceler içinde dönüp dolaşıp aynı çıkmazlara geliyordu. Kapı eksikti. Tam bir kısır döngünün içindeydi.
Onorgud’un düşünceleri birdenbire, ansızın duyulan bir sesle kesildi.
Başını kaldırıp çeviren kral gölgelerin içinde oturduğu yerden kalkmış ona doğru gelmekte olan karaltıyı gördü. Kambur duruşlu ve topal aksak yürüyüşlü yaşlı kadının yanında yedi-sekiz yaşlarında soluk beyaz renk tenli, küçük sarışın bir kız çocuğu yürüyordu. Yaşlı “cadı kahin” Nhazar ve onun kendi yerine yetiştirdiği Lhidia...
Onurgud ikisinin arasındaki anlaşılmaz mistik bağı ve nesiller süren geleneği bildiği için onlara tek bir kişi olarak hitap ediyordu.
“Ne zamandır buradasın Kralların kahini?” diye Kral’ın resmi hitabıyla sordu.
Nhazar ve Lhidia; Kralların kahini, aldırmadan ona doğru yürümeye devam etti. Yaşlı kadın eski püskü kukuletalı pelerini ve yıllanmış sıradan giysileri ile dilencileri andırsa da garip bir güç havasını üzerinde taşıyordu. Küçük kızın yüz ifadesi donuk bir hiçlikti. Gözlerinde sadece derin bir geçmiş irfanı ve geleceğe dair zeki düşüncelerin yüksek ışıltıları vardı.
Kılıç salonu’nun zemininden birkaç basamakla yükselen kralın büyük koltuğunun bulunduğu yere geldiklerinde küçük kız durdu. Karanlık siluetli, yüzü kukuletasının karanlık gölgesinde seçilemeyen kambur yaşlı kadın yürümeye devam etti. Yavaş ve aksak adımlarla merdivenlere adım attığında Onorgud bunun hiç de Kahin’in sıradan hallerinden olmadığını anladı.
Cadıkahin Kral’dan iki basamak aşağı da durdu.
Kral ürperdi.
Krallarınkahini sıska, kemikli elini Krallarınkılıcı’na doğru uzatıyordu. Uzun, kalın çelik namlunun usturadan yüz bin kat keskin ağzına bir deri bir kemik parmaklarıyla dokundu. Namlunun keskinliğini parmağını keskin ağızda yavaşça kaydırarak sınadı..
Sıradan bir anda Kılıç’ın bu ufak dokunuşunun koca bir tomruğu umarsızca parçalayacak gücü vardı. Ama Cadıkahin’e hiç bir şey olmadı. Kılıç bir çiziğe bile neden olmadı. Tek bir ufak damla bile kan akmadı. Kralların kılıcı Kahin’i tanıyordu. Uykusundan uyanması emredilmediği ve gerek de duymadığı için sessizce bekliyordu.
Birden hiçbir işaret göstermeksizin Onorgud’u sarsan bir şey oldu. Cadıkahin Kral’a doğru başını kaldırdı. Bunu daha önce sadece bir kez daha yapmıştı. Uzun yıllar önce Rein isminde bir genç kral Kılıç kulesi’ndeki efsanevi kılıcı eline alıp Onorgud olduğu gün.
Kral karanlıkla gölgelenmiş, yüzyılların yıprattığı ve adeta silip şeffaflaştırdığı yaşlı yüze, o geçmişi sayısız yüzyıllardan beri süzgecinden geçirmiş gözlere ikinci bakışında da iliklerine kadar ürperdi. Ama bu defa ürperti daha dehşetliydi.. O çok yaşlı ve bilgiliydi. Çok şey görmüştü. Öyle ki artık önceden gördüğü hiçbir şeye bakmıyordu. Şu anda ne görmek için ona bakıyordu? Yüzyıllardır görmediği neyi görüyordu? Bunların düşünceleri Rein’in aklını gitgide ağırlaştırırken Cadıkahin’in sesini duydu. Boğuk ve fısıltılı ses derin karanlıklardan ona yankılanıyor gibiydi. Sanki kaderin sesi ona kehanet haykırıyordu...
“Kılıcını bile Ey Kral.. Savaşa gidiyorsun..”
Kahin adımlarını geri alıp döndüğünde kılıcın uykusu dağılmaya başlamıştı. Onorgud’un şaşkınlığı ve heyecanı sayısız sorunun bilinmezliği ile gölgeleniyordu.
Kralların kahini aksak adımlarıyla gölgelerin içinden kendi özel merdivenine açılan kapıya yürürken Onorgud ona seslenip sormayı aklına bile getirmedi. Ondan şu anda hiçbir şey öğrenemeyeceğini çok iyi biliyordu. Yıllar ona kahinin çoğu hallerinin anlamını öğretmişti. Şimdiki haliyse “ben söyleyeceğimi söyledim” haliydi.
Onorgud’un aklı daha bir an için durmamıştı ki kapı çalındı. Bir iki saniye içinde de içeri Kral’ın Kule başmuhafızı girdi. Onorgud uzun boylu, gür bıyıklı, orta yaşlarının sonundaki zırhlı muhafıza baktı. Dorulkas gibi ciddi ve tecrübeli bir Taht Şövalyesi Kral’ın Kılıçkulesi’ndeki bu inziva zamanlarında hayati konular olmadıkça rahatsız edilmeyeceğini en iyi bilen kişiydi. Kral da şunu biliyordu ki Dorulkas inzivasını bu üç yılda ilk kez deliyorsa bunun önemli bir sebebi kesinlikle vardı.
“Bağışlayın Majeste” diyerek gayet resmice, tarzı olduğu şekilde içten bir saygıyla selamladı Muhafız.
“Seni dinliyorum Dorulkas.”diyerek selamı aynen aldı Onorgud.
“Sieagle tarikatının Baş’ı Büyükusta Turayan ve Usta Elvin sizinle görüşmeyi taleb ediyorlar” diye resmi, berrak bir tonda konuştu Başmuhafız. Kral ve Büyücünün arasındaki dostluğun niteliğini çok iyi bilirdi. Onorgud da bunun önemli olduğunu biliyordu. Turayan öyle hatır ziyareti için gecenin bu saatinde gelmezdi. Ayağa kalktı. Neler oluyorsa galiba da oluyordu işte! Hem de bu kadar çabuk. Nefesinin hızlandığını, kalbinin hızla çarptığını duyabiliyordu.
“Derhal içeri alın” diye en soğukkanlı ama acil biçimde konuştu Kılıç’ı kemer kınına sokarken..
“Emredersiniz” diyerek sertçe asker selamını verip çıktı Dorulkas. Birkaç saniye sonra kapı yeniden açıldı ve iki büyücü Kılıç salonuna girdilere.
KRAL BİR DOST

Rein onlara doğru yürüyerek kapıda karşıladı iki büyücüyü. Ufak tefek Turayan, yapılı Elvin, güçlü savaşçı Kral Onorgud şimdi yüz yüzeydiler.
Rein Turayan’ı samimi bir memnuniyetle karşıladı.
“Turayan, hoş geldin”
Büyük Usta da dostunu uzun zamandan sonra yeniden görmekten mutluluk duyuyordu.
“Hoş bulduk Rein” diye gülümseyerek karşılık verdi.
İki eski arkadaş kucaklaştılar.
“Seni iyi gördüm Kral” dedi Turayan
“Senin kadar iyi olamam Büyücü” diye karşılık verdi Rein.
İkisi de güldüler. Sıcak ve dostça hava hemen hissediliyordu. Resmiyetten uzak son derece samimi, yumuşak ve de hoş bir muhabbet vardı burada. Bu Elvin’in de hoşuna gitmişti.
“Seni dostum ve yoldaşım Vinliirli Elvin ile tanıştırayım Rein. Kendisi Sieagle tarikatının takipçilerindendir. Hem gücü hem yüreğiyle onun gibiler çok az..” dedi Turayan ve Elvin’e döndü. “..Elvin, işte Kral Onorgud.. Varlığı ile bu çağı onurlandıran bir lider. Kralların kılıcı’nın haklı taşıyıcısı ..
“Tanıştığımıza memnun oldum Kral Onorgud..” diyerek nazikçe başıyla selamladı Elvin.
“ O memnuniyet bana ait Elvin. Turayan buraya her gün dostlarıyla gelmiyor.. Lütfen bana Rein de..”
“Elbette” diyerek gülümsedi Elvin. Kral arkadaşlarına bir yenisini eklediğini her nasılsa, garip bir biçimde tereddütsüzce biliyordu.
“Şöyle oturalım. Lütfen bu taraftan buyurun” diyerek yerden o anda şekillenerek yükselen kaya koltukları ve içki sehpasını işaret etti Rein.
Az sonra üçü de oturmuşlar ve Dorulkas’ın gümüş bir tepside getirdiği kristal kadehlerden Gudslund’un meşhur Sarıyıldız bal likörünü yudumluyordular.
Rein söze nazikçe başladı. Merakını olabildiğince bastırmıştı. Ama Kahin’in sesi hala kulaklarındaydı. Kalbi hala hızla çarpıyordu..
“Bu ziyaretini neye borçluyum Turayan? Kabalık olarak görme ama meraklandım doğrusu. Biz işimiz düşmediği sürece ya da bir şeyler ters gitmediği müddetçe kolay kolay bir araya gelmeyiz..
Bu sözler üzerine hepsi birden güldüler. Turayan ona hak verdi.
“Haklısın Rein. Daha güzel bir dünyada ikimizin de daha az sorumluluğu ve sohbet edecek daha fazla vakti olurdu. Lakin bu düşünceleri bir kenara bırakalım. Zira zor zamanlarda buluşup birbirine omuz veren dostlar dostluğun en tatlı yudumlarını içmiş olurlar ki bu da eşsiz ve gerçek bir mutluluktur.”
“Güzel söyledin Turayan” diyerek katıldı Rein.
“Gelelim burada bulunma nedenimize..” diyerek sözü bağladı yaşlı tarikat lideri “..dediğin gibi, birbirimize işimiz düştü.” dedi ve güldü Turayan “ Bir kaç saat kadar önce dostum Elvin bana geldi ve bir konuda beni bilgilendirdi. Bu konuşmalarımız esnasında hemen aklıma sen geldin. Çünkü ortak bir noktanız var..”
Turayan bal liköründen bir iki yudum almak için durduğunda heyecandan kurumuş dudaklarını ıslatma fırsatı buldu.
Elvin ve Rein bu esnada birbirlerine bakmış ve sorularla yine Turayan’a dönmüşlerdi.
“ İkinizin de hayali aynı.. İkiniz de İldar’a güzel günleri geri getirmek istiyorsunuz. Elbette bunu isteyen pek çok başkaları da ver. Ama sizin onlardan farkınız ve birbirinizle ortak noktanız bu amaç için seçtiğiniz yolun, gördüğünüz ışığın aynı oluşu. Til’Asis’in ait olduğu ellere geri dönmesi..”.
Kısa bir sessizlik oldu. Turayan bu ikisinin şu anda kendi içlerinde bir muhasebe yapmalarına izin verdi. Sonra da devam etti. “Til’Asis.. Renklerin güçlü tılsımları.. Beş tılsım. Kehanetin gerçekleşmesi, halkaların yeniden birleşmesi için bugün benim içimde de gerçek bir umut var. Bunu başarabiliriz. Tılsımları geri getirebiliriz. Elvin. Anlat ona. Bana anlattıklarını ona da anlat..” diyerek kenara çekildi. Turayan. Sözü Elvin’e bıraktı.
Elvin Garas yolculuğunda yardıma ihtiyacı olacağını biliyordu. Bu aklında varolagelmiş bir sorundu. Aslında bu sorunun yarısının cevabını biliyordu. Ama diğer yarısına da şu anda burada cevap bulmuş olabilirdi; Kutsal Gudslund Kılıçkulesi’nde..
Bu düşüncelerle Rein’e anlatmaya başladı. Bir Kral’ın, hele hele Gudslund Kralı’nın da yanında olması düşüncesi Elvin’in aklında pek çok düşünceyi de tetikledi.
“Til’Asis’in iki parçasına ulaşabilecek bir sırra sahibim.”
Rein hemen sordu.
“Hangi ikisi?” Sesinde kontrollü bir heyecan vardı.
“Thararfin’in örsü ve Derinliklerin yüzüğü.”
Rein bir an duraksadı.
“İlki neredeyse ulaşılamaz. İkincisinin ise hala varolup olmadığı bile tam belli değil. Belki de Gondark’da yokoldu.” diyerek Elvin’in gözlerinin içine bakarak konuştu.Genel kabulü söylüyordu o da. Elvin onun sesinde de Turayan’ın sesindeki aynı tanıyı duydu. Kendisinden bunun aksini söylemesini isteyen o dilek tınısı aynıydı.
“İlki ulaşılabilir Rein. İkincisine gelince, ..Gondark’da yok olmadı. Dahası ikisi de aynı yerde.”
Bu yeni bilgi Rein için kesinlikle çarpıcıydı. Doğru muydu bunlar? ..Turayan başını onayla sallıyordu. Doğruydu..
“Garas..” diye fısıldadı Rein. Sesi anlamlıydı. Karanlık ve kederliydi.
Elvin anlatmaya başladı.
“Yıldırımtaşıyan Gondark’tan sağ çıktı ve Garas’a geldi. Kuşatma daha tam oturmamıştı. İçeriye girebildi. Ve savunuculara katıldı. Örs ve diğer değerli Cüce hazineleri kasa salonlara kilitlenip gizlenirken Gizli yollar’dan haberler de dört bir yana yardım isteği ile gönderildi. Ama kısa süre sonra bir şeyler ters gitti ve düşman bir şekilde içeriye sızıp büyük kapılardan birini dışarıdaki orduya açmayı başarabildi... İşte bu saatte son bir çaba ile tek bir kişi Garas’dan çıkmayı başarabildi. Bu çok önemli bir kişiydi İldar için. Onun adı Faben Zilan’dı. Ve Tarihçiler Loncası’nda saygın yeri olan bir seyyahtı. Garas’ın öyküsünü ve sırlarını o zor zamanlarda yazıp geleceğe aktaran, bize bir şans veren kişiydi.”
Garas’da o gün ölenlerin yaşayan hatırasına ve de cesur Faben’in anısına kısa bir sessizlik yaşandı. Sonra Rein’in sesi başka bir dünyadan geliyormuş ya da doğrudan düşünceleri duyuluyormuş gibi puslu bir perdeden duyuldu
“O halde Yüzük de orada... Bununla beraber geriye sadece Silah kaldı” diye mırıldandı Kral.
Elvin’le beraber Turayan da ona döndü.
Rein gülümsedi. Heyecanı kontrollüydü. Ama gözleri ışıl ışıldı.
“ Elvin... Sanırım büyük bir şeyler oluyor. Ve sanırım... Hayır.. Hayır... Bundan eminim, biliyorum... Biz de bunun tam ortasındayız..” Rein aya kalktı ve ay ışığının parladığı balkon kemerinden dışarıya yürüdü. Göğe baktı...
“Til’Asis’in peşine ilk düştüğümde, ki bundan yirmi beş yıl önceydi, ilk aradığım şey Erdemlerin Tacı’ydı. Üçüncü gün’de kaybolan Renklerin Beştılsımı’ndan insanlarca yapılmış olanı..” dedi Rein, “Uzatmayacağım” diyerek büyücülere döndü. “ Taç’ı buldum.”
Elvin küçük bir şaşkınlıkla sarsıldı. Turayan’a döndü. Turayan evet dercesine başıyla onayladı.
“Peki ama..” diyecek oldu Elvin.
“Henüz vakti var Elvin. Tek başınayken gerçek gücünde değil” dedi Turayan
“Taç’a sahibiz” diyerek lafa girdi Rein. “Örs’e ulaşabileceğimize dair çok güçlü hislerim var. Dahası Yüzük de artık hiç olmadığı kadar yakın... Asa’nın nerede olduğunu biliyoruz. Yedikuleler buna pek itimat etmese de ben Lhor Vhala Efendisi’nin zamanı gelince gerekeni yapacağına inanıyorum... Geriye sadece biri kalıyor, Silah... En son Natzag Kral’ı Nathalgan’ın taşıdığı Şampiyonlar Şampiyonu, Kahramanlar Kahramanı... Onların sırrı... Kaybını biliyoruz... Ama hikayesi Natzaglar arasında bile bir sır. Yine de sırası gelince o da olacak...” diye konuştu “Şimdi biz önümüze bakmalıyız. İleriye değil. Garas ... Evet Garas... Garas...” diye mırıldandı Rein...
Elvin anlatmaya başladı.
“Garas şu anda bir tuzak. Gerçek bir tuzak. Cücelerin içeriye sızma ve işgal olasılığına karşı hazırladığı sayısız tuzak ile dolu inanılmaz büyüklükte bir kapan... Ama bütün bu sayısız tuzakları anlamsız kılan bir bilgi söz konusu” diyerek durakladı.
“Dinliyorum” diyerek heyecanla konuştu Kral... Sesinde sabırsızlık vardı. Uzun zamandır beklediği bir şey şimdi bir adım mesafedeymişçesine bir sabırsızlık...
Elvin bu gizlenmeyen açık sabırsızlığı hemen fark etti. Turayan ve Rein’le ilgili bir şey vardı. Bunu hissediyordu.
“Bana söylenmeyen bir şeyler var. Siz ikiniz ve Garas ile ilgili”
Turayan kederle başını sallarken acıyla gülümsüyordu Elvin’e. Rein’in düşünceleri geçmişe dönerken anlatmaya başladı.
“Garas’a iki kez gittim”
Bu defa şaşkınlık ve heyecan sırası Elvin’deydi.
“Nasıl? Ne zaman?”
“Sekiz yıl önce ilk kez denediğimde yanımda şövalyelerim, Garas’da yaşamış ailelerden gelen, hatıraları ve haritaları olan cesur, yetenekli cüceler ile Kahramanlar Aşireti’nden kahramanlar vardı. Öyle bir guruptuk ki pek çok şehir devletini zorlanmadan ezip geçebilirdik.”
Elvin düşündü. Rein oraya gitmişti demek. Dinlemeye devam etti.
“.. Ama Garas kurbanlar alıp bizi dışarıya attı.. İkinci grubum ilkinden aşağı değildi. İlk gruptan tecrübeli yoldaşlarım da vardı. Buna rağmen yine bozguna uğradık. Garas bizi çiğneyip tükürdü. Her iki seferde de kaybettiklerimi hala hatırlarım. Orada bıraktığım silah arkadaşlarım, yoldaşlarım yiğit ve değerli kişilerdi.”
Elvin Rein’in sesinde bir titreme duyar gibi oldu. Ama bu çabucak geçti.
“Bu ikincisi; sonuncusu beş yıl önceydi. O günden beri düşünüyorum. Benim kendi canım, bana rağmen bir lütufmuş gibi bana bağışlandı. Zorla oradan dışarıya sürüldüm.. Garas bir gizem. Orada tuzaklardan başka gizler de var. Ama beni en çok engelleyen şeyler açılmayan kapılar ve tuzaklardı. Hızımızı kesip bizi yudum yudum içen asıl zorluk Garas’ın çok imkansız bir düşman olarak, bir savaşçı olarak planlanmış olması idi”
Rein susarken Elvin devam etti.
“Cüceler Garas’a tuzakları sızma tehlikeleri ya da kısmi işgal yanında çok küçük bir ihtimal de olsa bir ihtimal olarak tamamen düşmesi tehlikelerine karşı inşa etmiştiler. Temel düşünce cücelerin malı sadece cücelerindir ve öyle kalacaktır. Ama eğer cücelerin kalmayacaksa kimsenin de olmayacaktır idi... “
“Oldukça basit görünüyor” dedi Turayan
“Basit ama çok etkili. Ortaya çıkana bir baksana” dedi Rein.
“Her şey bir yana Cüceler bu tuzakları sadece silah olmanın ötesinde bir düşünceyle yapmıştılar. Onlar bir anlayışın ürünüydüler. Bir düşünceyi ifade ediyordular. Fikrin bedenleşmiş haliydiler. Kısacası sanat eseriydiler.”
Rein Elvin’e kara kara konuştu.
“Mükemmelliklerine hiç şüphem yok.”
“Üzgünüm. Sadece konuya geliyorum” dedi Elvin
Rein başını salladı. Anlıyordu.
Elvin devam etti.
“Bulgularım bana gösterdi ki tuzaklar sabit değil. Değişken. Bir yerden ilk geçtiğinde bir şey olmazken. İkinci geçişinde duvarlar asitli duman püskürtebiliyor. Duvarlar ve yollar değişiyor. Hatta bazen odalar ve salonlar,koridorlar kat değiştirebiliyor. Ve daha pek çok şey söz konusu ama asıl sorun, Rein, senin de söylediğin gibi kapılar. Çok çeşitli olan kapılar. Benim bilgim işte tam bu noktada kendini gösteriyor. Tuzakları belli süreler için durdurabilen çeşitli anahtar ve parola sözcüklere sahibim. Bunun yanında en önemli şey olarak da kapılardan geçmeye yarayacak yetki sözcüklerim var. Tuzaklar devreye girdikten sonra Garas’ın kendi halkının ve kendi savaşçılarının içeride hareket edebilmesini sağlayan ve belli seviyelerdeki komutanlarla çeşitli mevkilerdeki kişi ve ailelere verilmiş olan bu Anahtarlar bize yolu açacak...
Rein gülümsedi...Yılardır herkesin aradığı işte böyle bir şeydi. Bu her şeyi değiştiriyordu. Elvin haklıydı. Bu defa Garas’ın kapıları kesinlikle açılacaktı... Kılıcını bilemeliydi. Gülümsedi. Artık o sorunun vaktiydi. Yol yine görünmüştü.
“Elvin, Garas’a daha önce iki kez gittim. Üçüncü bir defa daha gitmek istiyorum. Bu defa senin liderliğinde... Beni yanına kabul eder misin?” Diyerek sordu Onorgud.
“Varlığın beni onurlandıracak” diyerek açık bir memnuniyetle gülümsedi Elvin. Bu beklediği ve istediği bir soruydu. Ve de tek bir cevabı vardı. “Yeri gelmişken Rein, oraya benimle gelecek olan üç dostum olduğunu söylemeliyim. Bu durumda sen ve ben de dahil beş kişiyiz.” Diyerek konuyu derinleştirdi Elvin.
“Bu kişilerin niteliklerini sorabilir miyim?” diyerek askeri biçimde sordu Rein. Nezaketi de Krallara yakışan seviyedeydi. Elvin Rein’in ilgisinden memnun biçimde konuştu.
“Niteliklerine karar vermeyi sana bırakıyorum. Bu isimlerden birisi Merkulin Yıldızlarıngecesi.”
Rein’in şaşkınlığı memnuniyetiyle eşdeğerdi. Gudslund Kralı Onurgud bile daha iyisini bulamazdı. Elvin onun tepkisine memnuniyetle devam ederek cevap verdi.
“Cüce dostum Ustaçekiç Ronnir”...
Kral’ın ağzı kulaklarına varıyordu. Bu iki isimde İldar’da Kahramanların, kavgaların, kılıcın ve büyünün bulunduğu ortamlarda çok ağırlığı olan müthiş isimlerdi. Rein merakla üçüncü ismi bekliyordu.
“Ve son yoldaşıma gelince, Çelikbilekli Jullis..”
Bu son isim Rein’in hafızasında Yedi yıl önceki olayların arasında yer alıyordu. Yedi yıl önce Armellion bu ismi hain ilan etmişti. “Eski Armellion şövalyesi, genç Ermiş Lord, Sör Jullis?” diyerek sordu.
Elvin başını salladı.
“Ta kendisi. Bir süredir çok mütevazı, çok dünyaya kapalı bir hayatı var. İnzivada. Ama gelecek.” diyerek gülümsedi. Dostça bir sinsilik vardı gülüşünde.
“Bunca yıldır Armellion avcılarının onu bulamama sebebi bu olsa gerek. Yeniden ortaya çıkması doğru mu?” Diye sesli düşündü Rein.
Elvin Kardeşlik kelepçesi tabir edilen Ruh yüzüğünü gösterdi.
“ Bunlardan dördümüzde birer tane var Rein. Jullis biz istemesek de bizimle gelecek. Ve Armellion’a gelince... Ona dokunmaya kalkacak Avcılar’a belki Jullis acıyabilir. Ömür boyu sakat bırakmakla yetinebilir. Ama şu kadarını söyleyeyim ki ben şahsen daha temiz işleri tercih ederim. Bu konuda Ronnir ve Merkulin de bana katılacaklardır.” Diye karanlık bir edayla konuştu büyücü. Rein bunu görebiliyordu.
Ruh kardeşliği yüzükleri ruhları ölümün ötesinde bile birbirine bağlayan çok güçlü bir büyünün nişanlarıydı. Taşıyıcıların da güçlü olması büyünün temeliydi. Dostluk ve sevgi bağı çok güçlü ve de çok berrak olmalıydı. Şüphe, hesap, aldatma gibi duygulara yer yoktu. Büyü bu yüksek bedellere karşılık çok eşsiz faydaları beraberinde getiriyordu... Bedelini ödeyebilen ruhlar için ödenen bedelin adı anılmazdı kazancın yanında..
Rein bütün bunları şimşek hızında aklında tartarken bir yandan da konuşuyordu.
“Şu halimizle bile Garas’a girebiliriz diye düşünüyorum.” dedi Rein “Ama aklıma gelen birkaç güçlü takviye ile daha da hızlı ve güçlü olabileceğimizi söylemeliyim” dedi.
Elvin ne demek istediğini anlamıştı. Onu onayladı.
“Garas’la tecrübesi olan sensin Rein. Şu durumda grubun geri kalanını düzenleme işini benden çok daha iyi yapacağına şüphe yok”
“En iyilerden bir gurup olacak” diyerek konuştu Rein.

Turayan köşesinde memnuniyetle bu ikisini takip ediyordu. İyi insanları birleştirip yeni iyilikler yaratmak onun en fazla neşe veren, onu en fazla mutlu eden büyüsüydü.
Bu ikisinin yapacağı büyük şeyleri düşündükçe içi içine sığmıyordu.
Yolculuk zamanı olarak Rein’in de tavsiyesi ile kışın sonunu beklemeyi uygun buldular. Sonbahar ve kış süresince Garas ve yöresi yağmurlar, fırtınalar ile boğuşurdu. Garas’ın içinde bazı yollar sulara boğulur, buzlarla kapanırdı. Rüzgar tünelleri ve hava bacaları daha bir tehlikeli olurdu. Rein böyle diyordu. Hem Rein toplayacağı grubu aceleye getirmek istemiyordu. En önemli nedeni buydu. Elvin’in de kendi sebepleri vardı bunları kabul etmek için.. Vinliir’e bir an evvel gitmek için ne derece sabırsız ise oradan mümkün olduğunca geç ayrılmak için de o denli istekliydi...




EV

Lejjanın sırtındaki Büyücü güneşin turunculaşmaya başlamış ışığıyla aydınlanan gökyüzünde süratle Medanor denizindeki büyük bir kara olan Likion’a doğru ilerliyordu.
Ufukta Likion’un Güneykıyı dağları haşmetle belirmişti. Bu dağlar karanın bütün güney sahili boyunca bir duvar gibi yükselir ve çok nadiren içeriye geçit verirlerdi.
İşte bu nadir geçitlerden birinin önündeki kıyı şehri, liman şehri Atalia’ya doğru açılıyordu Lejja.
Elvin hemen kıyıdan itibaren başlayan dağların içeriye doğru girinti verdiği çok nadir yerlerden biri olan bu bölgeye, Atalia’nın bulunduğu yere havadan baktı. Beyaz evleri ve binalarıyla güneş ışığında sarı, turuncu ışıldayan bu sıcak şehir soğuk ve karmaşa dolu Likion’un üzerinde nasıl da sırıtıyordu.
Atalia ve Vinliir.. Birbirine sıkı bağlarla sarılmış bu iki yerleşim, bu iki güçlü dost Likion’da huzur ve mutluluğun kol gezdiği yegane yerlerdi.
Bu ikisinin dostluğu Şehrin şövalyeleri ile Vadinin kolcuları’nın geçmiş zamanlardaki büyük savaşlarda omuz omuza çarpıştığı günlere gidiyordu. O günlerin hatıraları, eski dostlukları İldar’ın bu kısmında hala kıymet görüyordu. Yaşatılan dostlukları ,Vadi ve şehrin ticaret ilişkileri yanında yaşama bakışları da onları birbirine bağlıyordu. İyilik ve güzellikte ortaktılar...
Lejja güzel şehrin çok yükseklerinden geçerken süratle alçalıyordu. Atalia’dan on fersah içerideki Nehirkazdı geçidine doğru iniyordu...
Nehirkazdı geçidi kapısı olarak anılan geçit kalesi Atalia ile Vinliir’i bağlayan boğaz üzerindeki en dar yerde, en korunaklı noktada yapılmış bir kapı kaleydi. Yol bu kalenin içinden geçiyordu.
Kalenin tarihi dostluğun tarihiyle ortaktı. Son Umlobb’a dayanıyordu. Umlobb savaşları sırasında Vinliir ahalisi olan insan, elf ve cüceler ile diğerleri Atalia halkının kıyıdan içerilere sürüldüğü korsan ve Karaordu akınlarında onlara kucak açmışlardı. Atalia Vinliir’e çekilmişti. Vinliir’e ulaşan diğer yollar kuzeyde, doğuda ve batıda hep güvenliydi. Kuzeyde Kabileler çayırları’ndaki süvari halk elflerle beraber Ashlaray ormanı ve Otlaklar boyunca kıyıcı bir savunmayla düşmanı durduruyordu. Doğuda Rillmirr şövalyeleri ve Vadi kolcuları Dağinsanlarına ve Devlere geçit vermiyordu. Batıdaki düşmanın önünü kesenler ise Beşşehir çıkmazı halkı ve cücelerin güçlü Baykuş dağı’nın halkıydı. Güneydeki geçit tek zayıf yanlarıydı. Atalia ve Vinliir kıyıdan gelecek düşmanın Vinliir’e ulaşmasını engellemek için Nehirkazdı kalesini yaptıklarında bu tehdit de böylece kesinlikle çözümlenmiş olmuştu. O zor savaş yılları boyunca Vinliir; yani Güzeldiyar işte böyle hayatta kalmıştı.
Savaştan bu yana kalede hep Şehir ile Vadi’nin askerleri nöbet beklerdi. Bu kimi yıllar sadece törensel, geleneksel bir şey, kimi zamanlarda ise gerçekten bir ihtiyaç olduğu için böyle olagelmişti. Son yıllardaki durum ise bir ihtiyaçtı. Çünkü kış yaklaşıyordu. Yaklaşan her kışla beraber kışın nispeten yumuşak geçtiği, kaynakların bol olduğu bu güzel topraklara çetelerin ve de yeraltından çeşitli eski mağara uzantılarıyla gelen kötü kanlı ırkların sızma girişimleri olurdu. Geçit’in sağlam kalması demek bu gurupların Atalia şövalyelerince kırlarda rahatça avlaması demekti. Geçit’in sağlam kalması demek yeraltından gelecek akınların ve sızmaların Dağkökü mağaraları çıkışlarından yol bulmak zorunda kalması ve kolcularca derhal tespit edilip izlenmesi, yok edilmesi demekti... Geçit bu yüzden önemli bir yerdi.
Geçit şimdi Elvin’in hemen önündeydi. Görüntüsü adına yaraşıyordu.



Sanki bıçakla kesilmişçesine düzgün bir yarıkla yaralıydı Kıyı dağlarının bu kısmı. Ve bu yaranın içinden Suril nehri salına kıvrıla akıyordu. Uzun ve düzgün geçit boyunca akan nehir tam kapı kalenin bulunduğu yerde adına yaraşır biçimde derinleşiyor ve toprağı oyuyordu. İnceliyordu. Daralıyordu. Geçidin bu en dar noktasındaki kalenin kapısı yarığın tam ortasındaydı. Kapı yüksek ve genişti. İki araba yan yana geçebilirdi. Kapının iki yanında da iki savaş kulesi hemen yukarıya mızraklar gibi yükseliyordu. Yüksek surları her iki yana da yaklaşık yüzer adım gidiyordu. Sağdaki surun ortalarındaki çelik mazgal tahkimatlı bir kemerin altından Suril bir şelale ile gürleyerek kayalık yükseltiden on beş adam boyu aşağıya dökülüyor, yol boyunca akıyordu...
Elvin doğrudan Güzeldiyar’a inebilirdi. Ama bunu istemedi. Lejja’ya onu kapının açıklığına, ok menzili dışına indirmesini emretti. Kale silahları arasında oktan daha uzun menzilli ve korkunç güçte silahlar vardı ama onların kaza ile atış yapmasının mümkün olmadığını iyi bilirdi Elvin. En acemi Vinliir muhafızı bile konu emir komuta olduğunda disiplin kelimesinin yürüyen hali demekti. Ve bu silahların kullanımı çok sıkı bir emir komuta zinciriyle bağlıydı.
Hızlı yaratık güneşin turuncusuyla ışıldayan uzun yeşil otların arasına bir fırtınayla inerken çevresinde otlar dalga dalga çalkalanıyordu.
Elvin yaratığın sırtından yere çevik bir hareketle sıçrarken kalenin kulelerinde de bir hareketlilik vardı. Büyücü bunu bekliyordu. Lejjaya döndü. Simsiyah yaratığın kızıl gözlerine baktı.
“Git” diyerek emretti. Yaratık yayından fırlamış ok gibi bir an içinde birkaç yüz metre yukarıya yükselmişti... Bir iki saniye içinde de onu çağıran emir kaybolduğu için kendi alemine dönüş yolculuğundaydı. Varlığı başka bir aleme doğru silinip gözden kayboluyordu.
Elvin kulelerdekilere döndü. Kulelerin tepesindeki uzun menzilli makine silahların mazgalları ve surlardaki nişancı mazgalları koşuşturmaları açıkça gösteriyordu. Büyücü bu girişin onlara verdiği heyecanı görünce hem mahcup oldu hem de sevindi. Böyle olsun istememişti ama bu heyecanlı koşuşturmayı izlemek de hoşuna gitmişti doğrusu... Elvin yürümeye başladı. Adım adım, yavaş yavaş Nehirkazdı kapısına yaklaşırken her ihtimale karşı bir koruma büyüsünü serbest bırakmıştı. Eli titreyip yayını kaza ile boşaltan heyecanlı bir yeniyetme nişancının oralarda olma ihtimali yok değildi hani.. Gülümsedi kendine.. “Elvin’i tanıyan yok mu?”diye seslendi Büyücü “Vinliir’li Elvin’i tanıyan yok mu içinizde?”
Elvin bu askerlerin çoğunca tanınıyordu aslında ama kurallar ve az önceki giriş karşısında bir üstten onay istiyordu askerler. Surlardakilerin çoğu sabit kaldı. Bir kısmı birbiriyle fısıldaşıyordu. Bir kaçı ise komutan Volderin’i arıyor, ona sesleniyordu...
Elvin onu çok iyi tanıyordu. Genç ve ateşli bir silahşör, bir yeni yetmeydi.. Beş yıl önce.. Şimdi ise Kapıkalesi’nde bir komutan... Büyücü Vinliir’de bulunduğu zamanlarda Güzeldiyar’daki sayılı diğer büyücülerle Vinliir’li şehir muhafızlarını ve kolcuları büyüye karşı eğitme ve bilgilendirme gibi şeylerle ilgileniyordu. Onlara tatbikatlarda yardımcı oluyordu. Volderin’i de böyle tanımıştı. Kolcuların arasındaki en genç ve en yetenekli, en istekli silahşördü.. Elvin’le de dostluğu vardı. Kılıç ve büyü ile az vakit geçirmemiştiler.
Bir dakika sonra surlarda geçidin gri, yeşil, kahverengi renkleriyle cıvıldaşan yanar döner kolcu pelerinine bürünmüş, kara saçları rüzgarla dalgalanan Volderin’i gördü. Elvin gülümsedi. Betrillas’ı kınından çıkarıp karşılıklı idmanlarında selamladığı şekilde kişiye has selamıyla selamladı onu ...
Volderin de onu tanımıştı. Uzaktan o da kılıç selamıyla karşılık verdi. Kapıların açılması emri ile kapı da açılıyordu...



İri yapılı sayılmazdı Volderin. Orta boylu bile sayılmazdı. Ama geniş omuzları, güçlü kasları vardı. Vücudu bir kedi gibi çevik, bir ok gibi atılmaya hazırdı. Elvin onu böyle hatırlıyordu işte.. Işıldayan buğulu kara gözler, buruk ama içten, sıcak bir tebessüm.. Ve her zaman samimiyet.. Tam da böyleydi Volderin. Beş yıl onun sıcaklığından bir şey götürmemişti.
“Elvin! Elvin! Elvin İyiay! Çalısakal!” diyerek neşeyle, hızlı adımlarla yürüyordu genç komutan. Elvin de aynen karşılık veriyordu.
“Volderin! Kargadostu Volderin!”
Kucaklaştı dostlar.
“Yıllar sana yaramış Çalısakal” diyerek Elvin’in belli bir kesim yakın dostu ve belli bir kesim düşmanlarınca bilinen lakabıyla seslendi Volderin.
“Sana da Kargadostu” diyerek cevapladı Elvin. Aynı anda da kapı kulelerinden birinin üzerindeki koca bir karganın sesine döndü Büyücü. Gülümsedi.
“Rokg da seni selamlıyor Elvin” diyerek güldü genç komutan.
“Selamlar Rokg!” diye seslendi Büyücü. Karganın cevabı yine bir gak çığlığıydı. Elvin güldü. Volderin’e döndü. Şöyle bir yakından baktı.
“Yıllar sana da yaramış dostum. Gerçekten. Konuşacağımız çok şeyler var” diyerek gülümsedi Elvin. Dostlarla arayı kapatmalıydı. Volderin güldü.
“Seninle görüşeceğiz Elvin. Ama seni tanıyorum.. Acelem yok. Görüşeceğiz. Kapı nöbetim bu haftanın sonunda bitiyor. Sonra Çalısakal ve Kargadostu Ballıkaymak’ta yiyip içebilir.O zamana kadar seni Vinliir’ine bırakıyorum.”
“O halde görüşeceğiz Volderin..” diyerek dostunun anlayışına teşekkür etti Büyücü..
“Git şimdi Vinliir’li Elvin İyiay! Dostum Çalısakal. Vinliir’in seni bekliyor” diye konuştu Volderin. Gerçekten de Elvin’in içini biliyordu. Onun duyduğu sabırsız özlemi, o tatlı telaşı, o tatlı koşuşma acelesini görebiliyordu. Volderin dostunu çok iyi tanıyordu.
Elvin minnettarlıkla dostuna sarıldı ve sonra da yürüdü. Pelerininin gizlediği ayakları akan bir nehir misali devamlılıkla ve koşarcasına bir süratle onu Güzeldiyar’ a taşıyordu.
Elvin kapıyı arkasında bırakmış Güzeldiyar’a ilerliyordu. Bir an için durdu. Güzellik içinden çıkan kara bir düşünce ile ürperdi. Büyücünün insan üstü gözleri kuzeye doğru baktı. Bakışları kırları, tepeleri aşıp Ashlaray ormanına ulaştı. Onu da aştı ve daha kuzeye Kabileler otlaklarına ulaştı. Bakışları daha ilerdeki Sisli Yaylalar’da durdu. Burası bir sınırdı. Komero’nun nüfuzunun sınırı... Kötülüğün sınırı. Başını çevirdi. Doğuya baktı, kuzey doğuda Dev boğazı vardı. Düşman devler. Geçmişin kinini güden karanlık ruhlu devler. Tam doğuya doğru döndüğünde Dağinsanları’nın Çatalyayla’sını gördü. Eski düşmanlar. Hala düşmanlar...
Batıda Körvadi’lerinde Beşşehir vardı. Beşşehirler birliği. Dost ve müttefik Körvadi.. Çıkışı yoktu. Cüce dağları da oradaydı. Ve batıda Batı geçidi vardı. Vinliir öyle derdi oraya. Ama son yüzyıldır o yol da tekinsizdi. Cüce dağlarının eteklerinden geçen bu yolun gittiği iç topraklarda Likion karışık ve huzursuzdu. Yolda çeteler ve hırsızlar av bekliyordu. Şehirler ve krallıklar birbiriyle savaşıyordu. O topraklarda halklar günü gününe zor bir hayat yaşıyordu. Elvin bir de vadiye baktı. Vinliir’e...
Güz havasında güzel kokular vardı. Sıcak ve serin rüzgarlar insana karışık güzellikler yaşatıyordu.. Otlar rüzgarla deniz gibi dalgalanıyordu.. Korular dans edercesine ileri geri ahenkle sallanıyordu. Bakımlı tarlalar ve bahçeler göz alıyordu. Kızıla boyanmış ufkun rengi bir uçta gecenin mor ve mavi tonlarıyla tutuşuyordu.. İlk yıldızlar yeni yeni seçiliyordu.. Ay iyice parlamaya başlıyordu. Yanından bir sürü kuş cıvıldaşarak rüzgar gibi esip geçiyordu.. Kelebeklerin kanatlarında ki renkler kızıl ışıklarla yeşil ve turkuaz gümüş ışıltılar saçıyordu.. Rüzgarın ve kuşların sesine, otların hışırtısına Suril’in şırıl şırıl akan sesi karışıyordu..
İleride Çelikkale vardı. Rillmirr’in; ışığın Ermiş şövalyelerinin en güçlü kalelerinde biriydi. Üç Tepeler olarak anılan tepelerden birine kuruluydu. Yeşilli kayalıklı tepenin üstünde yükselen koca, ak kayadan şato muazzam ve muhteşemdi. Güneş’in kızıl ve turuncu ışıklarında üç bayrağı dalgalanıyordu. Nesillerdir şatoya sahip olan kadim Talion sülalesinin ak üzerine gümüş nal ve at başı işlemeli bayrağı... Mavi zemin üzerine beyaz bir rüzgar kuşu silueti olan Rillmirr bayrağı ve Vadinin kolcularının ilk nişanı olan koyu gece mavisine gümüşle işlenmiş, avına pençelerini uzatmış buzbaykuşu tasviri...
Daha ilerideki tepede bir şehir kuruluydu. Küçük, şirin ve sıkıcı bir şehir. Elvin için dünyanın en güzel şehriydi bu şehir. Doğru dürüst bir adı bile yoktu. Yerine göre Eskikaya, Şehir Tepesi, Şehir ya da Tepeşehri deniyordu. Mutluluk, güzellik ve iyiliğin minik, sıcak şehriydi orası. Basit, küçük ve mutlu kişilerin yaşadığı huzurlu bir cennetti. Kahkaha, gülücükler, eğlence, iyi yemek, iyi içki ve güzel bahçelerle hoş sohbet, dostluk, iyi komşuluk hep buradaydı. Herkesin birbirini tanıdığı, muhteşem ve mükemmel bir yerdi burası. Düşünmek bile Elvin’i mutlu ediyordu... Bu minik şehir için ölüyordu. Oradaki o sıcak sevgiyi, o mutluluğu hiçbir şeye değişmezdi. Şehir Vinliir’in ruhuydu.
Üç tepeden üçüncüsü Büyücünün Tepesi diye anılırdı. “..Yalnızçınar Tepesi..” diye mırıldandı Elvin. Evin ilk sahibi gibi şimdiki sahibi de bir büyücüydü. Bu tepe birkaç yüzyıl boş kaldıktan sonra Elvin ile karşılaşmış ve yeniden Büyücünün Konağı’nın bacası ocağın ateşiyle tütmeye başlamıştı. Elvin evine baktı. Özlemişti. Hem de çok.
Bir rüzgar güz çiçeklerinin kokularını taşıyarak esti. Elvin bu taze nefis kokudan derin bir nefes çekti. İçini bir mutluluk doldurdu. Yüzü güldü. Dudakları farkında olmadan neşeli ve güzel bir melodiyi üflemeye başladı.
Suril’in yanı başından aktığı toprak yol boyunca yürüyordu. Güneşin kızıl sarısıyla rengi ışıldayan uzun yeşil otlar rüzgarda yavaş yavaş dalgalanıyordu... Işık ve gölgelerin bu dansı harikaydı. Manzara muhteşem bir tabloydu. Elvin mutlulukla, neşe içinde ıslık çala çala ilerlerken attığı her adımda güneş de iyiden iyiye ufuktan çekiliyordu. Gökyüzünde kızıl ışıklar artık yerini çokça mor ve koyu gece mavisi tonlara, beyaz bulutlara bırakıyordu..Ayışığı dolunayın gücüyle ışıl ışıl yanıyordu.Elvin esen rüzgarın serinlemeye başladığını düşünüyordu ki içini ısıtan bir ses duydu...
Yanından uçuşarak geçen mavi ışıltılı gece serçelerinin telaşlı ötüşmeleri ve kanat seslerine karışıyordu küçük kanatlı küçük Vinliir perilerinin ilk şarkılarının ezgisi... Minik periler büyülü güzellikteki sesleriyle söyledikleri şarkıda hem dolunaya hem de Elvin’e sesleniyordular...

Ay tepe ışıldıyor, Ay, İyi ay.
Gümüşten halesini kuşanmış şarkı söylüyor, Ay, İyi ay..
Beyaz bulutlar gecenin mavisinde esiyor,
Güz yaprakları gece melteminde savruluyor,
Kurtlar uluyor sana, Baykuşlar uçuşuyor sana, Ay, İyi ay...
Parlıyorsun üç tepenin üzerine, Ay, İyi ay
Orman ve Çayır, Kaya ve Şehir,
İnsan ve cüce, elf ve rel, ve de nice iyilikler.
Sana bakıyor hep ümitle, Ay, Ay, İyi ay

Elvin farkında olmadan Suril’in kenarındaki bir kayaya oturmuş çantasından çıkardığı “ney”ine üflüyordu. İnsanın ruhunu yakalayıp ruhuna fısıldayan sesler üfleyen ney perilerle meşke dalıyordu... Şarkıları sözden ziyade melodiydi... Müziğin sesi geceye ve iyiliklere yayılırken duyanlar kendinden geçiyor ve karşı konulmazca sesin kaynağına çekiliyordu...
Elvin neye üfledikçe ruhunun kanatlanıp yükseldiğini hissediyordu. Gecenin içindeki yıldızlara, güzel ve iyi pırıltılara yükseliyordu. Temiz ve saf ışıklara bulanıyor, yeni renkler görüyordu. Büyücü müziğin büyülü havasında uçuşan diğer ruhlarla beraber yıldızlar ülkesinde dans ediyordu...



Bilinemez bir zaman sonra şarkının son notaları üflenip söylendiğinde ruhlar bedenlerine geri dönüyordu..Tarifi imkansız yaşanası eşsiz güzellik bir daha ki sefere kadar kaybolurken büyücü ışıltılı fısıltıların içinden Vinliir’ in seslerini duydu.. Güzeldiyar ona sesleniyordu..
“Hoş geldin Elvin İyiay..”
İyiay.. Elvin’e perilerin taktığı isimdi bu. Elvin gülümseyerek mutlulukla cevap verdi.
“Hoş buldum benim sevgili Vinliirim..”
Gecekuşları Elvin’in çevresindeki danslarını bitirmişlerdi. Kelebekler de yavaş yavaş sağa sola saçılıp uçuşarak büyücüyü kendi haline bırakıyorlardı. Perilerin sesleri usul usul uzaklaşırken Suril’in şırıltısı daha belirginleşiyordu.
Büyücü derin bir nefes çekip ah etti.. Yaşamak, işte böyle, ne güzeldi.. İyi ki yaşıyordu..
Elvin üzerinde mutluluğun o baş döndüren sıcak, tatlı sarhoşluğuyla yoluna geri döndü. Güzel güz gecesinin gümüş ayla aydınlanmış, beyaz bulutlarla süslenmiş koyu mavi çatısı altında huşu içinde mutlulukla yürüyordu.. Uzaklardan kurtların şarkılarının sesleri geliyordu. Baykuş çığlıkları gökyüzünde dört bir yana hoş melodilerle saçılıyordu. Otlar hışırdıyor, Suril şırıldıyordu. Vinliir Elvin’e şarkı söylüyordu.



Ayışığıyla aydınlanmış, gölgelerle süslenmiş Tepe’ye baktı büyücü. Yalnızçınar Tepesi’nin önündeydi. Büyücünün Tepesi beş yıldan sonra büyücüsüne kavuşuyordu.
Yumuşak meyilli tepenin etekleri yer yer alçak ama kalın taştan duvarla, yer yer de eskimiş bir çit ile çevriliydi. Çit ve duvar tepeyi büyük bir daire ile çevreliyordu. Bu mükemmel dairenin ortasındaki koca kadim çınar ağacının gölgesinde de iki katlı, ortalama büyüklükte bir konak olan zarif Büyücünün Evi bulunuyordu. Kalın duvarlı güçlü ve sağlam yapı sade süslemeleri ve zevkli mimarisi ile sıcak ve hoş bir konak görüntüsü veriyordu. İki kata ilaveten çatısında da küçük balkonlu küçük pencereleri vardı. Ayrıca konağın doğu tarafında dört katlı bir kulesi de mevcuttu; ki Elvin için bu kule çok özel bir yerdi.
Büyücü tepeye yumuşak kavislerle döne kıvrıla tırmanan yola doğru yürüdü. Bir at arabasının rahatça geçebileceği kapı aralığından geçtiğinde üzerinden yumuşak bir his de akıp geçmişti.
“Seni yeniden görmek güzel Elvin İyiay” diyen sözcükler kulaklarından ziyade aklına hitap ediyordu. Güç ve zarafet doluydu bu hitap.
“Yeniden burada olmak güzel Yaşlıkişi” diyerek karşılık verdi Elvin. Bu tepenin kendisinden çok daha eski bir sakiniydi bu ‘Yaşlıkişi’. Elvin çınar ağacının sararmış yaprakları rüzgarla etrafında uçuşup otlar dalgalanırken kısa zamanda yolu aşıp kapının eşiğine ulaştı.
Rüzgar sertleşmeye başlamıştı. Sert rüzgarın uğultusuna kurtların ulumaları karışıyordu. Otların hışırtısı tutkulu bir şarkıydı. Büyücü elini koca ve kalın kapıya uzattı.
“Ben geldim” diye fısıldadı.
Kapı haşmetli bir gıcırtıyla yavaş yavaş ona açılırken Elvin de içeriye ilk adımını attı.
Kapı kapanınca içeriye sızan rüzgarın sesi büyük ölçüde azalmıştı. Ama yine de bu derin sessizlik ve koyu karanlığın içinde o ses koca bir haykırış gibi geliyordu Elvin’e.
Elvin kapının açılmasıyla havada uçuşan tozları kalın perdelerdeki minik aralıklardan sızan bir iki küçük ayışığı huzmesinde görebiliyordu.
Büyücünün emri ile kalın perdelerin hepsi aynı anda açıldı. Evin içine hücum eden ayışığında perdelerin rüzgarında uçuşan tozlar seçiliyordu..Bir büyü kurdu Elvin. Küçük bir bilye büyüklüğünde mavi bir ışık topu havada, tam önünde oluştu. Emirle birlikte mavi ışıltılar saçarak bütün evi baştan aşağı köşe bucak bir çırpıda gezdi bu büyülü top. Koca konaktaki beş yılın tozu, eşyalardaki yılların yıpranmışlığı bu büyü ile toplanıp alınmıştı. Elvin memnunca gülümsedi. Temizlik tamamdı. Hava tazelenmişti. Sıra ışıklardaydı. Tek bir zihinsel emirle Büyücünün evindeki büyülü şamdanların mumları yandı. Şöminedeki odunlar tutuştu. Yumuşak ve sıcak renklerin hakim olduğu sade ama zevkli güzel eve baktı Elvin. Derin ve mutlu bir nefes çekti.
Şöminenin yanına doğru yürüdü. Çantasını şöminenin yanındaki askının dibine bıraktı. Pelerinini çıkardı ve astı. Askılı çantasını da asıp kılıç kemerini çözdü. Şöminenin üst rafına usulca yatırdı Betrillas’ı. Büyücü önce mutfağına yöneldi. Geniş mutfağını çok severdi Elvin. Çünkü Elvin yemeyi çok severdi. Lezzet düşkünü ve keyif ustası olarak haklı bir ünü vardı Vinliir’de.
Önce dolaptan çaydanlığı çıkardı. Eski püskü sıradan çaydanlığı sevgiyle okşadı. Gülümsedi. Gerçekten de evindeydi. Bu müthişti. Müthiş. Koca bir kahkahayla gürledi. Neşe doluydu.
Stilize ejderha desenli musluğu açıp çaydanlığı doldurdu. Mutfaktaki küçük ocağa “Yan” diye emredip çaydanlığı ateşe bıraktı. Tamamdı işte. Mutfaktan çıkıp banyoya yöneldi.
Banyo da Elvin’in çok sevdiği yerlerden biriydi evinde. Büyücü oldum olası suyu ve suyla oynamayı seven birisiydi. Banyosunda doğal kayalık görüntülü duvarlardan dökülen minik şelalelerin olduğu bir dökünme bölümü ve saatlerce arzuya göre sıcak, soğuk ya da ılık olabilen suyun içinde oturabileceği, uzanabileceği, keyif yapabileceği –yıkanma havuzu bölümü; dev bir küvet vardı.
Kısa cüppesini çıkardı ve banyo askısına astı Elvin. Gömlek ve çizmelerini, pantolonunu çıkarıp üzerinde sadece yüzükleri ve muskası ile kalana kadar soyundu. Muskasını ve yüzüklerini asla çıkarmazdı Elvin. Büyücü sağda soldaki bir iki mumun loş ve gölgeli sarı ışıklarla aydınlattığı, şırıl şırıl su sesinin mırıldandığı kaya ve mermer banyoda küçük havuza doğru yöneldi. Havuzun basamaklarını adımlayıp bir iki kulaçlık mesafeye doğru yüzdü. Kendini suyun içine bırakıp bir müddet suyun içinde öylece kaldı. Güzel sıcak suyun okşayan dokunuşu, küçük havuzun zemininden püsküren havalı küçük akıntıların teması çok rahatlatıcıydı.
Elvin birkaç dakika böyle kaldıktan sonra bir kulaç atıp şelaleli kayanın üzerine çıktı. Başından aşağıya dökülen suyun serinliği ile gevşemiş vücudu açılıp kendine gelirken karnından gelen sese kulak verdi. Acıktırmıştı bu su onu. Kayalıkların üzerinde yürüyüp birkaç adım sonra mermer zemine ayak bastı. Kurulanıp ev cüppesini giydi. Hemen mutfağa yöneldi.
Çaydanlığı ateşten indirip mutfak masasına koydu. İçine Turayan’dan aldığı küçük keselerinden birinden bir tutam çay atıp dolaplara yöneldi. Kapakları açıp bakındı Elvin. Dolaplar bıraktığı gibiydi. “Büyü.. Sen nelere kadirsin!?” diye gülümseyerek mırıldandı Elvin.
Büyücü uzun hayatı boyunca pek çok büyü öğrenmiş, pek çok büyü çözmüştü.Bunların hepsi yıkıcı büyüler, silah büyüler ya da bu türden, savaşlarda işe yarar büyüler değildi. Bu dolaplardaki ve Elvin’in kilerindeki büyü gibi yiyeceklerin tazeliklerini dondurup onları dış etkenlerden koruyan büyüler de vardı bu büyüler arasında, daha başka amaçlı hayata dair başka büyüler de...
Hemen uzanıp raflardan ve çekmecelerden cüce yapımı nefis kaşar peyniri ve şehirden gelmiş güzel çöreklerden aldı. Biraz Ashlaray balı ve biraz da çiftliklerin en iyi mahsullerinden, yarattığı küçük bir yağmur bulutu karşılığında hediye olarak verilmiş zeytinlerden atıştırmalık bir sofra kurdu.
Uyku öncesindeki bu hafif öğün Elvin’i memnun etmişti. Midesi de sessizliğiyle memnuniyetini gösteriyordu. Elvin normalde hemen kendisi sofrasını toplayıp bulaşıklarını hallederdi. Ama evindeki ilk akşamında keyif yapmak istedi. Mutfak musluğunun yanındaki iki eldivene baktı. Elini uzatıp emretti “Topla ve temizle.” Arkasını döndü ve başka bir çift eldivene konuştu “Çay tepsisi hazırla. Şöminenin yanına getir.”
Eldivenler işe koyulurken büyücü mutfaktan çıktı.
Elvin porselen fincanından çayını yudumluyordu. Tadı harikaydı. Turayan’a yeterince teşekkür etmemişti. Kendine söz verdi. İlk görüşmelerinde Turayan’a bu çay için teşekkür edecekti. Tadı, kokusu, içimi eşsizdi..
Ateş gür gür yanıyordu. Serin gecenin içindeki bu sıcak ateş başında kendi eski püskü rahat koltuğunda keyifle çayını içebilmek ne büyük bir mutluluktu.
Dışarıda rüzgar esiyor, kurtlar uluyordu. Otlar dalgalanıyordu.



Serin güz gecesinde koca bir çoban köpeği efendisine doğru havladı Üç tepeler civarında.. Köpeğin sesi de kendisi de gerçekten çok güçlüydü. Likion’un en doğu ucundaki sarp dağlık İvvo yöresinin çoban köpeklerinden olan bu köpek soyunun tipik özelliklerini taşıyordu. Kocamandı. Aslana benzeyen yeleleri ve siluetleri kurtları andıran çizgilere de sahipti. Cesaret, zeka ve sadakat en az kuvvet kadar kabul gören önemli özellikleriydi. İyi bir safkanın aynı kavgada beş kurdu boğması duyulmamış şey değildi. Savaşçıydılar.
Beyaza yakın platin bir sarı renkteki kürküyle çok güzel bir yaratıktı Aku.. Efendisi ona varla yok arası, müzikal denebilecek bir sesle seslendi “Ne oldu Aku?”
Köpeğin cevabı üç kısa ve güçlü havlama sesiydi. Efendisi onun dilinden o da efendisinin dilinden anlardı.
Sonunda Merkulin de Aku’nun durduğu tepe başına ulaştı ve dostunun söylediği şeyi kendi gözleriyle de gördü. Serin güz gecesinin güzel dolunayla aydınlanmış mavi göğü altında uzak tepede uzun zamandan sonra yine ışık yanıyor, baca tütüyordu. O tepe Yalnızçınar Tepesi ya da çok eski ama yakın zamanda yine hatırlanan adıyla Büyücünün Tepesi’ydi. Dostu Elvin İyiay’ın eviydi.
Uzun boylu, güçlü, zarif siluet kukuletasını omuzlarına kaydırıp pelerinini yavaşça geriye doğru savurdu.
“Dostumuz gelmiş Aku” diye konuştu rel Merkulin.
Yarı Elf ,yarı İnsan kanı taşıyan melez soy ‘rel soyu’ olarak bilinirdi İldar’da. Merkulin bu iki kanı da taşıyordu. Annesi kadim Talion sülalesinin kanını taşıyordu, babası ise elf soyunun Ateş Elfleri kavminin önde gelen büyük ailelerinden olan Yıldızlarıngecesi’nin..
Merkulin bir Elf’in en göze çarpan, en tanımlayıcı özelliği olan sivri kulakları dışında neredeyse tamamen bir elf idi. Hatta safkan bir Ateş Elfi’nden bile daha karakteristik bir görünüşü vardı. Bembeyaz parlak saçları upuzun ve düzdü. Gözleri mavi ışıltılı kar renginde bir beyazdı. Teni bembeyazdı. Uzun boylu, geniş omuzlu, kedi gibi atletik ve zarif vücutluydu. Sesi, konuşması, düşünüşü elfceydi.. Ama yaradılışı insanlar arasında da hiç yabancılık çekmiyordu.
Uzun hayatının; ki bir elfinki kadar olmasa da elfinkine diğer pek çok relden çok daha yakındı, şu son on yılını büyük çoğunlukla Vinliir’de yaşamıştı. Kolcuların yanında tehlikeli sınırları arşınlayıp Güzeldiyar’daki mutlu yaşama dış dünyanın gölgelerini düşürmemişti.
Güzel elf ırkının çizgilerini taşıyan aydınlık yüz gülümsedi. Merkulin yalnızca Aku’yla değil başka hayvanlarla da konuşabiliyordu. Bu elflerin en eski ve ilk dili olan Ornihl’i bilmesinin ona sağladığı bir özellikti. Ornihl İlkrenkler’in ve Müzik’in diliydi. Ornihl’i bilen ağaçlarla, hayvanlarla, havayla ve toprakla konuşabilirdi. Artık Ornihl’in bir kısmını bilen elfler çoğunlukla yaşlı elflerdi. Ve Ornihl’in tamamını konuşabilenler ise sadece birkaç son Eskiirfan Efendileri’ydi. Merkulin’in bu dili öğrenmesi başlı başına bir hikayeydi. Çünkü Merkulin kadim, gizli bir cemiyetin son varislerindendi. ‘Son olanlar’ dan olmanın güç ve sorumluluğu ona aitti.
Beyaz saçlı zarif relin elfler için bile eşsiz olan görüşü uzaklardaki Cüce dağı’na baktı. Uçuşan buz baykuşlarından birine doğru yöneldi zihni. Ornihl’in melodisi dudaklarından ve kalbinden akmaya başladı. Müzik baykuşa doğru yolaldı. Beyaz tüyleri gecenin içinde ayışığı ile ışıldayan Buz baykuşu saygılı bir onaylama çığlığıyla ricayı kabul etti. Cücelerin dağına doğru yola çıktı.
“Biz de Çelikkale’deki dostumuz Sör Jullis’e haber verelim Aku” diyerek yönünü Büyücünün Tepesi’nden Şövalye Tepesi’ne doğru çevirdi Merkulin. Dostları bu gece dinlensindi.





Ronnir Ustaçekiç gelmiş geçmiş Cüce demircilerin tümü içinde en büyüklerden birisi olarak anılan büyük bir ustaydı.
Ronnir’in bu büyüklüğünün en önde gelen sebebi Aşk’tı. Sanatına duyduğu aşk inanılmazdı. Günlerce bitmeden tükenmeden çalışabilir ve aylarda tamamlanabilecek birbirinden şaheser eserler döverdi. Aksi, huysuz ve öfkeli, kaba bir cüce olarak kocaman bir şöhreti vardı İldar’ın büyük bölümünde. Ama onu tanıyan herkes sanattaki dehasını, kalbindeki iyiliği, dostluğundaki hazineyi hiçbir şeye değişmezdi. Varsın aksi ve öfkeli, kaba bir huysuz ihtiyar cüce olsundu.
Deri pantolonu ve eski püskü iş çizmelerinden başka sadece yıpranmış bir önlük geçirmişti üzerine. Ter içindeydi. Bütün bu ateşin vücudunda nüfuz edemediği tek yer aklarla gölgelenmiş uzun kara sakalıydı. Bunu hatırlayınca gülümsedi. Neşelendi. Kendine takıldı. Demirci ihtiyar bir gün bu sakalı yakacaktı. Ama hayır, şom ağızlı uğursuz ihtiyar çenesini açmazsa bir şey olmazdı.
Neşeli ve olgun bir kahkaha attı sanatının zirvesindeki Ronnir Ustaçekiç.
Sonra tekrar işe işine koyulduğunda hemencecik koyu ve kalın bir ciddiyet üzerine çöktü. Sessizlik yine hakim oldu. Sadece olağan demirhane sesleri kaldı. Cücelerin sırçelik yaptığı Sırateş’in güçlü sıcağının dalgaları ritmik biçimde nabız gibi atıyordu Ronnir’in zihninde. Gücün müziğiydi bu. Dövme işlemi devam ediyordu. Çekiç darbeleri Ronnir’in demirhanesini inletiyordu.
Birkaç saat kesintisiz sürdü bu. Çeliği dövdü, dövdü, dövdü ve dövdü. Sonra çeliği birkaç kez kendisinin eski sanatlardan geliştirdiği bir sıra işlemle yeniden dövdü.
Bu işlem de bir iki saat daha böyle sürdükten sonra Ronnir elindeki kılıç namlusunu inceledi. Ustanın gözleri saf ‘sırçelik’ namluyu en ince ayrıntısına kadar gözden geçirdi. Kızıl bir ışıltıyla parlayan namlu bu kızgın halinde bile soğumuş bir görüntü veriyordu. Sırçelik çok özel bir çelikti.Ronnir ilerideki merdivenlere yürüdü. Alt kata indi. Koca buz kalıplarının dizili olduğu soğuksalona girince nefesi beyaz buharlarla renklendi. Ronnir kızgın namluyu dudaklarında sihirli sözcüklerle buz kalıplarından birine sapladı. Koca buz kalıbı birkaç saniye içinde su ve buhara dönüşürken namlu da soğumuştu.
Ronnir dışarıda buz kadar soğuk olan namluyu dikkatle inceledi. Keskinliğine kanaat getirdi.
Demirhane mağarası geniş, kocaman ve yüksek bir mağara salonuydu. Ronnir büyük ocaktan uzaktaki küçük ocağa yürüdü. Namluyu zarifçe ‘işleme düzeneğine’ yerleştirdi. Sonra da mengenelerle sabitledi. Çırakları olan üç yeğeninin hazırladığı dış kabzalardan son kalanına uzandı. Dış kabzayı sırçelik namlunun sırçelikten iç kabzası üzerine itina ile yerleştirdi.Bağları oturtup pimleri mıhladı. Kabzaya sert deri işlemeyi de oturtup silahı diğer aşamaya hazır hale getirdi.
Işıldayan işi kusursuzdu. Bir insan için uzun, ince, iki ellik bir kılıç olan bu eserin son bir iki işi kalmıştı.
Cüce düzeneğin yanındaki bir küçük sandıkçığı açtı. Küçük bir mücevher sandığı kadar olan sandıktan büyülü demirci kalemini çıkardı. Tüy kalem şeklindeki çelikten kalemi eline alıp namluya Cücelerin sihirli rünleriyle büyüyü işlemeye başladı. Tüy kalem şeklindeki sihirli çelik kalem çizmeden ve iz bırakmadan içten gölgeler yaratarak şekilleri ve sihri oluşturuyordu.
Ronnir bu esnada hep aklında tam bir berraklıkla sihirli cümleleri terennüm ediyordu. Katı bir disiplinle kusursuz bir yoğunlaşma ile bu işlem de bittiğinde Ronnir işleme düzeneğinin mengenelerini gevşetti. Kılıcı eline alıp tarttı. Dengesi, ağırlığı kusursuzdu. Bir iki geleneksel hareket ile kılıcı savurup rüzgarını dinledi. Namlu ve keskinliği onu tatmin etmişti. Ronnir gülümsedi. Son bir deneme daha kalmıştı.
Cüce mağaranın uzak köşesindeki geniş ve ayrı bir çukurluk bölüme gitti. Burada Malcom vardı. Daha doğrusu On dördüncü Malcom. Daha önceki on üç Malcom çeşitli silahların son denemeleri esnasında zayi olmuştu.
Malcom, Ronnir’in silahlarını test için kullandığı güçlü ve sihirli bir kukla heykeldi. Kısıtlı hareket yeteneği belli hamleleri yapıyor ve silahların kullanımını deneme imkanı veriyordu Cüceye.
Ronnir karşısındaki hareketsiz, cansız duruşlu heykele emirle seslendi “On dördüncü Malcom. İnsan siluetinde, kılıçla silahlan.” Hatları az önce ırk, boy, vücut yapısına dair kesin bir intiba vermeyen heykel emirle birlikte elinde kılıç tutan bir insan dövüşçü halini almıştı. Tek renkli, koyu gri siluet Ronnir deneme çemberinin sınırlarından içeriye girer girmez hamle etti.
Malcomları Demirci için yapan Cüce heykel ustaları onları dövüş antrenmanı için değil Ronnir’in çeşitli savaş anlarında yapılabilecek çeşitli saldırılarla onlara vurması için yaparlardı.
Ronnir bir iki hamlede bir kılıç ile Malcom’ a çeşitli vuruşlar indiriyor ve kılıcı deniyordu. Sırçelik işini iyi yapıyordu. Büyülü heykelin vücudundaki çentikler buna işaretti. Ronnir bu kısım ile tatmin olmuştu. Büyülü saldırı için hazırlandı. Malcom’u seri darbelerle geriye sürdü. Aralarında biraz mesafe bıraktıktan sonra büyü ile saldırdı. Kılıcı havada bir tam tur başı üzerinde çevirirken namlunun sivri ucunda mavi beyaz bir ışık havanın içinden kendine minik mavi ışıltılar çekiyor ve çektikçe daha bir parlıyordu. Havada bir tam dönüşten sonra kılıcı alttan yukarıya Malcom’un göğsüne doğru bir saplama hareketi ile savurdu. Hareketi bitirdiğinde kılıcım sivri namlusundaki mavi ışıltı ardında her yöne ışıltılar saçan bir iz bırakarak fırladı. Üç metreyi ok hızında alarak Malcom’u vurdu.
Malcom bir küçük ışık patlaması sonunda gümüş rengi ışıldayan bir buz kozası ile kaplanmıştı.
Memnuniyetle başını salladı cüce Ustaçekiç. Tamamdı. Şimdi son bir şey vardı. İyi bir esere iyi bir isim gerek idi. Tam bu anda bir baykuş sesiyle dikkati kılıçtan başka yöne döndü. Ronnir mağaranın kabul kısmı olan merkezdeki açıklığa doğru yürürken meşale ateşlerinin aydınlattığı ortalıkta bulunan bir tünekte baykuşu gördü. Gülümsedi. O tüneği oraya bu baykuşlar konsun diye yapmıştı. Ve burada bir baykuşun tek bir anlamı vardı. Merkulin’den haber. Cüceler baykuşlarla konuşabilirdi. Bu, bu dağdaki kadim dostluklarının bir sonucuydu. Her iki taraf için de..
“Ben Karlıkanat soyundan Phun’um Ustaçekiç Ronnir” diye konuştu buz baykuşu. Bu onun selamıydı.
“Seni selamlıyorum Karlıkanat soyundan Phun” diyerek ve eğilerek selamı aldı Ronnir. Bu bir törendi.
“Dostumuz Merkulin, Elvin İyiay’ın evine teşrifini bildirmemi rica etti” diyerek haberi iletti baykuş Phun.
Cüce bunu duyduğuna açıkça sevinmişti. Yüzü gülüyordu. Dostu epeydir ortalıkta yoktu. Sohbetini çok özlemişti.
“Haberin beni çok bahtiyar etti ey Phun! Öyle ki Karanlık’la savaş için yeni dövülmüş akateşin bu silahına bu anın şerefine senin adınla ‘Phun’un Müjdesi’ adını veriyorum” diye içtenlikle konuştu Ronnir. Sonra kılıcı havaya doğru kaldırıp davudi sesiyle “Adını koydum Phun’un Müjdesi! Adın ve talihin kutlu olsun!” diye gürledi. “Kutlu olsun, kutlu olsun, kutlu olsun!” diyerek bitirdi.
“Ustaçekiç Ronnir beni tarifsiz onurlandırdın. İyilikte sırtın yere gelmesin. Sakalın uzun olsun” diyerek selamladı ve kanatlanıp gecenin karanlığına doğru geldiği hava bacasından yükseldi Phun.
Ronnir bu haberin üzerine memnuniyetle sıkı, neşeli bir kahkaha attı. Dostu geri gelmişti. Bu iyi haberdi. Buna içilirdi. Hemen kendi özel balşarabı mahzenine doğru yürümeye koyuldu.



Şövalyenin Tepesi üzerinde yükselen ak şatonun adı Çelikkale’ydi. Küçük bir kale şehir olacak kadar büyük, güçlü ve muhteşemdi. Rillmirr şövalyelerinin en yetenekli ve en iyi çıraklarından seçilen genç şövalyelerin en üst derece eğitimi aldıkları çok zorlu bir okul kalesiydi burası. Yaşlı Lordların istirahatgahı, inziva köşesi, son günlerini ibadetle geçirmek isteyenlerin huzuru bulduğu son durak köşesiydi bu Vinliir kalesi.
Rillmirr şövalyelerinin tanrılara ön yargısı yoktu. Karaateşin tanrıları hariç.. Rillmirr inançlara saygı gösterir ve onları gözetirdi. Kale’de farklı inançlar için hazırlanmış bir tapınak bölümü de vardı.
Tapınak bölümünde dua eden genç adamın uzun sarı saçları eğik başından öne dökülüyordu.
Sör Jullis tek başınaydı.
Jullis uzun boylu, kocaman kaslı, kocaman ve etkileyici bir şövalyeydi. Eski efsanelerin kahramanlarını tasvir için kullanılacak her kelimenin gerçek karşılığını onda bulmak mümkündü. Güçlü, cesur, usta kılıçlı, şimşek hızlı, dağ gibi dayanıklı, ışıklar saçan kutlu güzel yüzlü, çelik iradeli… Hepsi doğruydu. Kılıcına yaslanıp diz çökmüş kalın ve ağır gri zırhlı silueti büyük ve boş tapınak salonunda vitraylı pencereden dolan gün ışığıyla ışıldıyordu. Haşmetle oturmuş, ışıl ışıl yanan kurşuni bir ejderhaya benziyordu. Onu burada gören bir yabancı Tanrıların kılıçları varsa bu adamın onlardan birisi olduğuna canlı şahitlik ederdi. Aslında Akateş bu adamdan başka kılıca ihtiyaç da duymazdı.
Çelikkale Lordları da böyle düşünüyordu. Ve pek çoğu hala bu iyi ve güçlü ruhu insanların arasına geri getirebilmeyi umuyordu. Yine de umutlar zamanla azalmıyor da değildi. Sadece ara sıra ve çok kısa anlar için görebildikleri bu münzevi şövalyenin kederi onları da derinden üzüyordu.
Jullis’in kaderi onu kendi tarikatı olan Armellion şövalyeliğinden hayatı ve inançları için kaçmaya ittiğinden bu yana yaralanmış ruhu cevaplar bulmaya çalışıyordu. Ama suçluluğa öylesine saplanıp gömülmüştü ki ne kimse ona yardım edebiliyordu ne de o buna izin veriyordu.
Beş yaşında ata binip ilk kılıcını kuşanmış, on beşinde muharebe bölüğüne komutaya atanmış ermiş ve kahraman bir şövalye için geçmişinin muhasebesi, kendi körlüğünün, kendi kibrinin, kendi hatalarının hesaplaşması hiç kolay değildi. İlk kez ‘yenilen’ şövalye yenilgiyle ve vicdanıyla yaptığı karşılaşmada tek çare olarak dualara sığınmıştı. Biraz huzur. Artık tek aradığı, yaralı ruhuna tek istediği buydu.
Jullis aklının yel değirmenlerinin tüm bu deli rüzgarlara rağmen dönmediğini biliyordu. Zihni açmazlar içindeydi. Ruhu karmaşayla çalkalanıyordu. Dünyadan uzakta bir yerde kederle boğuşuyordu.
Jullis’in karmaşasının içinde bir müzik yavaştan yavaştan kendini hissettirmeye başladığında şövalye zihnini o yöne çevirdi. Müzik tanıdıktı. Gayri ihtiyari başını kaldırdı. Gözlerini açıp yüzünü peçeleyen saçlarının arasından öğle güneşinin parladığı vitraylı pencereye çevirdi bakışlarını. Gözleri vitrayların ve mesafelerin ardındakini görürcesine mırıldandı.
“Merkulin Yıldızlarıngecesi”
Ayağa kalktı. Son bir kısa dua ile mihrap çemberinden saygıyla yavaş yavaş ayrıldı.
Dimdik ve iyi eğitimli asil bir şövalyenin yürüyeceği yürüyüşle; bir kahramanlar alayının gururlu yürüyüşüyle, salonları, merdivenleri ve koridorları yürüdü. Koca cüssesini asil bir zarafetle, akıcı bir devamlılıkla hızla hareket ettiren Jullis eğitim ve idman sahası dışında nadiren görülebildiği ender anlardan biri olan bu anda rastladığı Lordlar ve şövalyelerle, yardımcılarla selamlaşmayı ihmal etmiyordu.
Müzik hala devam ederken bu olayın daha önce de yaşanmışlığı ile tecrübeli olan kale ahalisi onu tutmadan, saygıyla karşılıyordu. Jullis’in kaleden ayrıldığı tek zamanlardı bu vadide tanıştığı ve ezelden ebede dost addettiği kişilerle buluşmak için çıktığı anlar.
Yaşlı seyisin daha müziğin ilk notalarıyla hazırlamaya başladığı genç bir ak aygır hazır biçimde onu bekliyordu. Seyisi saygıyla selamlayarak teşekkür etti Jullis. Yaşlı seyis Ton da eğilerek selamladı ve sevgiyle gülümsedi genç Ermiş Lorda…



Merkulin bulunduğu alçak tepede bir kayanın üzerine oturmuş harpının tellerinde gezdiriyordu becerikli parmaklarını. Aku yanına oturmuş büyülenmiş gibi öylece dinliyordu. Sadece elf diyarlarında gezen kutlu, eşsiz kabiliyetlere sahip soros atlarından olan Merkulin’in atı Rüzgar da aynı durumdaydı, o da büyülenmişti.
Jullis’in yaklaşmakta olduğunu hisseden rel çalmayı bırakmıştı
Merkulin ayağa kalktı. Harpını Rüzgar’ın eyer torbasına yerleştirip zarif bir sıçrayışla eyere oturdu.
“Seni görmek güzel Merkulin” diyerek selamladı Şövalye.
“Seni görmek güzel Jullis” diyerek aynen karşılık verdi rel. Sonra da geliş nedenini söyledi.
“Elvin döndü. Dün gece evinde ışık gördüm.”
Jullis’in yüzünde tam da beklediği gibi bir memnuniyet ifadesi belirdiğinde devam etti “Ronnir bizi Yaşlı Dinpal’in Tepesinde bekliyor.”
Jullis bu son sözün üzerine şen bir kahkaha attı.
“Onu horul horul uyurken bulacağımıza eminim. Dinpal’in gölgesinde oturup da uyumadığı tek bir seferi bile hatırlamıyorum.”
Merkulin güldü. Cüce ile ağacın dostluğu acayip ama hoştu.



Gri renkli midillisinin üzerindeki Ronnir şekerlemenin mahmurluğu ile keyifle esnedi. Dönüp son bir kez daha Yaşlı Dinpal’e baktı.
“Yine görüşürüz Dinpal. Seninle sohbet etmek büyük keyifti.”
Yaşlı ıhlamur ağacı da rüzgarsız havada yele tutulmuşçasına yaprakları hışırdayarak ona cevap verdi. Eşsiz odunsu ses kudret, irfan ve neşe doluydu. “O zevk bana ait Ronnir. Yine görüşene kadar hoşça kal.”
Dinpal kadim enor soyundandı. Ağaçlar sesle konuşamazdı. Ama enorlar hem konuşabilir hem de hareket edebilir, yürüyebilirdi. Gerçi Dinpal son birkaç yüzyıldan bu yana köklerini topraktan çıkarmamıştı ama olsundu.. Ronnir Dinpal’in konuştuğu bir iki kişiden biriydi. Zaten Dinpal birkaç yüzyıldır konakladığı küçük bir pınarın dibindeki küçük, kayalıklı tümsekçiği öyle bir yerden seçmişti ki pek kimsenin yolu da oraya düşmüyordu. Yaşlı Enor uzun ve çok şey görmüş geçirmiş hayatının sonbaharının sonlarındaydı. Geri kalan günlerini artık sükunet içinde geçirmeyi istiyordu. Geçiriyordu da. Yakınlardaki korulardan birkaç genç enor onu zaman zaman haşarılıklarıyla rahatsız etse de bu gençlerin onunla uğraşması içten içe hayatına renk katmıyor da değildi hani..
Ronnir son ıhlamurlarının kokusu mis gibi arkasında esen enorun havasını içine çekti. İlk gençliğinden bu yana Dinpal’in gölgesindeki pınardan su içmeye, gövdesine yaslanıp uyuklamaya, tatlı kokuları altında onunla sohbet etmeye dayanamazdı. Suyunu içer soluklanırdı. Dinpal, ona dallarından ıhlamur verirdi. Biraz sohbet ederlerdi.İki dost keyifle homur homur konuşur, şakalaşır, gülüşürdü. Sözün bittiği yerdeki sessizlikte rüzgarı dinler ve bulutları seyrederdiler. Sonra da Vinliir’in güzel havası onların üzerine tatlı bir uyku örtüsü örter ve iki ahbap mışıl horul huzurlu bir uykuya dalardılar. Bu hep böyle olan bir Vinliir geleneğiydi.
Üç atlı güneşli Vinliir günüde kır gezintisi havasında ilerliyordu. Güzün belki de son güneşleriydi bunlar. Havaların soğuması artık an meselesiydi. Üçü de bunun farkındaydı. Tadını çıkarıyordular.
Kuşlar cıvıl cıvıl uçuşuyor ve çevrede tavşanlar koşturuyordu. Koruluklarla bezeli Vinliir çayırlarının bu güzel canlı görüntüsü bir renk cümbüşüydü. Güzeldiyar’ın hala yeşil çayırlarının üzerinde rüzgarla akıp geçen dökülmüş yapraklar şiirsel bir manzara yaratıyordu. Korulukların o eşsiz güzellikteki kızıl, turuncu, mor ve eflatun güz renkleri, ışıldayan sarı tonları inanılmazdı. Yolları zaman zaman bu cennet koruların içinden geçerken Merkulin yurduna bir defa daha sonra bir defa daha, ard arda sayısız defa aşık oluyordu. Her defasında daha çok aşık oluyordu.Üç atlı tırıs adımlarla yavaş yavaş ilerlerken başlarına rüzgarla dökülen bu renk şenliği, bu cümbüş yağmuru içlerine sevda ateşi salıyordu. Bu sevdanın adı bir kişi değildi. Bu sevda iyilik ve güzelliğe dair bir sevdaydı.



Elvin boşalan fincanını bırakıp ayağa kalktı. Yüzü gülüyordu. Kapısını kıracakmışçasına çalan tek bir kişi yaşardı bu civarda. Kapıya yürüdü.
Elvin kapıyı açarken yüzündeki ifadeyi kasıtlı olarak sertleştirdi. Karşısında duran üç arkadaşa yapmacık terslendi.
“Geç kaldınız.”
Aynı şekilde cevap verdi en öndeki Ronnir.
“Güz sarhoşluğu.”
Bir an için iki taraf da sessiz ve sabit durdu. Sonra da hep birlikte neşeyle, mutlulukla gülmeye başladılar.
İlk atılan en öndeki Ronnir’di.
Elvin ve cücenin kucaklaşması içten ve sıcacıktı. Bir o kadar da komik. Kısa Ronnir ve uzun Elvin cidden matrak duruyordular. Ama bu umurlarında değildi. Yıllar sonra yeniden buluşan arkadaşlar hasret gideriyordular. Elvin arkadaşına sarılırken cücenin eski kuvvetinden hiçbir şey kaybetmediğini fark etmişti. Elvin birşeyi daha fark etmişti. Bu ilk değildi ama artık daha fazla inanıyordu buna; güneş de ısıtıyordu, odun da, kömür de.. Ama sevgi, dostluk başka türlü ısıtıyordu;. yürekten ısıtıyordu. Elvin’in de cücenin de gözleri dolu dolu olmuştu. Kısa bir süre öyle kaldılar. Sonra Ronnir homurdanarak ona şöyle bir baktı.
“Uzamışsın” diye tatsızca itham etti. Kaşları çatıktı.
“Ben de tam senin kısaldığını söyleyecektim” diye aynı tatlı sert dalgacı tonda cevap verdi Elvin.
“Şaka anlayışın hiç değişmemiş. Hala berbat” dedi Ronnir.
Elvin gülümsedi.
“Seni özledik Elvin İyiay” diyerek ona doğru yürüdü Merkulin.
“Ben de sizleri özledim” diyerek Merkulin’e döndü Elvin. Geleneksel rel usulünce bileklerinden tokalaştılar ve kucaklaştılar.
Kocaman ve zırhlı Jullis ile kucaklaşmak da ‘sert’ ama içtendi.
“Seni yeniden görmek çok güzel” dedi şövalye.
“Sizlerle olmak çok güzel” diyerek nezaketle ama hakikatle cevap verdi Büyücü.
Sona kalan hepsinden daha az sevilen değildi. Elvin Aku’nun başını ve boynunu sevgiyle okşarken “Aku,dostum,harika görünüyorsun..”diye konuşuyordu. Aku da memnunca yerinde duramaz bir halde havlıyordu.
Her zamanki masalarının etrafını çevrelemiş oturuyordular rahat koltuklarında. Aku Elvin’in onun için özellikle yaptığı ve kilerinden asla eksik etmediği kıymalı krakerlerden koca bir kase dolusunu iştahla yerken dostların ellerinde de eldivenlerin sunduğu öğle çayı ile dolu fincanlar vardı. Çayın iltifatlara derhal mashar olması Elvin’i memnun etmişti. Turayan’a edeceği teşekkür artıyordu.
İlk gerçek sözü eden Merkulin oldu. Konuşmayı başlattı.“Hoş geldin Elvin” diyen sesi şiirsel bir güzelliğe, müzikal bir ahenge sahipti.
“Hoş buldum dostlarım, hoş buldum” diyerek içtenlikle, memnuniyetle ve mutlulukla gülümsedi Elvin. Onu seven arkadaşlarıyla olmak dünyanın en tepesinde olmak gibiydi.
Dostların ilk atışları hiç gecikmeden geldiğinde Elvin suçlulukla boynunu hafifçe büküyordu.
“Beş yıl biz insanlar için uzun bir süre” diyen Jullis’di.
Ronnir de aksi bir tavırla eklemişti.
“Hele habersizce gidilmişse…”
“Haber verdim ya Ronnir” diye umutsuzca denedi büyücü.
“Beeh! Bu yolculuk biraz daha uzun sürebilirmişmiş! Hah!” diye burun büktü cüce.
Merkulin de katıldı siteme.
“Birkaç haftalık yolculuklardan sonra birdenbire ortadan kayboluyorsun. Hem de beş yıllığına…”
Elvin teslim oldu. Karşı koymak yarasızdı. Güçlü ve haklıydılar. Üstelik de daha kalabalıktılar! İşler çirkinleşirse hiç şansı yoktu!
“Tamam, tamam. Haklısınız” dedi. “Ama ben de haklıyım” demeyi de ihmal etmedi.
“İşin başındaki niyetim ile sonradan olanlar arasındaki fark büyük…”
“Hmmm?!..” diye manalı manalı homurdandı Ronnir. Elvin bir an bocaladı. Birazdan da gülümsedi.
Merkulin onun konuşacağını biliyordu. Sıkboğaz etmenin alemi yoktu. Araya girecekti ama Elvin hızlı çıkmıştı.
“Sevgili dostlarım. Bugün için bunları konuşmak istemiyorum. Daha sonra size herşeyi anlatacağım. Ama gelin bugün fazla derine inmeyelim” diyerek güldü büyücü. Fincanı dudaklarına götürüp bir yudum çay aldı. Ve anlatmaya başladı.
“Uzun zamandır Vinliir’den dışarıya sadece ihtiyaçlarım için kısa süreli ayrılıkların dışında hiç çıkmamıştım. Belki yetmiş belki seksen yıldır. İşte durum tam da böyleyken içimden bir şeyler beni dışarıya doğru çekmeye başladı. Bütün İldar’da Vinliir’den başka yeri istemememe rağmen dolaşmak ve yeniden görmek için karşı konulmaz bir çağrıydı sanki bu. Karşı koyamadım. Ve bildiğiniz gibi beş yıl önce güzel bir bahar günü yolluklarımı kuşanıp Nehirkazdı’dan dışarıya Atalia’ya yürüdüm. Bir gemiye atlayıp denize açıldım.”
Elvin’in bakışları ve aklı o anları yaşayan dalgınlıkla anlatırken gözleri de pencereden dışarıdaki yüksek maviliklere kilitlenmişti.
“Denizin karşısındaki kumlu ülkelerin limanlarında dolaştım. Çeşit çeşit halkla dolu pazarları gezdim. Karanlık arka sokaklarda ışıltılı şehirlerin çirkin yüzlerini de gördüm. Avrin’in kuzeyindeki ülkeleri gezdim. Soğuk ülkelerin karlı buzlu yollarında yürüyüp tipiyle kavrulmuş vadilerden, geçitlerden geçtim. Yeraltındaki denizlerde, güneş görmeyen koca şehirlerde bulundum. Gittiğim geçtiğim, gezdiğim yerlerde güzellikler ve muhteşem harikalar gördüm. Gözlerim acıyı ve kederi de, ışıltı kadar karanlığı da görmüş olmasına rağmen ben hep iyi ve güzel şeylere daha çok yer ve zaman ayırdım aklımda. Gördüm ki İldar, güzel Vinliirimin İldar’ı Vinliir kadar olamasa da..” diyerek gülümsedi ve gülümsetti, “..gerçekten çok güzel bir dünya..” Diğerleri de bunu öyle ya da böyle onayladılar. İldar herşeye rağmen güzel bir dünyaydı. “Gördüm ki ..” diyerek sözüne devam etti Elvin “İldar kaybedilemeyecek kadar büyük ve kazanılabilecek kadar da küçük bir yer.” Bu son sözü arkadaşlarının zihinlerinde garip duygular ve soru sorma hissi uyandırmıştı. Ama hepsi kendine hakim olmayı seçti.Elvin sonra diyorsa sonraydı. Yine de meraklanmaktan kendilerini alamadılar. Çünkü bu son söz çok anlamlıydı. Ağızdan çıkan bir söz değildi bu. Bu açıkça yeni bir düşünüş, bir felsefeydi. Hayata yeni bir bakış kendini hissettiriyordu burada. Sözün içinde kararlar ve kararlılık vardı.
“Yolculuğumun bir noktasında Vitalo’daydım. Güzel Vitalo. Gerçekten güzel bir şehir” derken sesinde kederin izleri ve derin bir burukluk da duyuluyordu. “Bu güzel şehirde bir grup arkadaş edindim. Gezgin bir savaş grubuydu.Kahramanlardandılar. Beraber bir süre yolculuk ettik ve ‘maceralar’… ” diye anlamlı bir ses tonuyla kendine, hatırlayan hüzünlü bir tavırla güldü “..yaşadık. Sonra bir gün.. Bir gün Vitalo’ya döndüğümüzde..” derken sesi dalgınca alçalıyor, gözleri derinlere dalıyor, yüzü hüzünle gölgelenip, üzerine bir keder pusu iniyordu. “..yollarımız ayrıldı. Kader bizi başka yönlere savurdu..” diyerek sustu Büyücü.
Sessizlik kısa bir süre bozulmadı. Çok kısa süren sessizliği hemen bozan yine Elvin’di.Çabucak toparlanıp neşeden bir pelerine bürünmüştü. Gözleri yine mutlulukla ışıldıyordu.
“Ya siz? Ya Güzeldiyarım? Neler yaptınız? Biraz da siz anlatın.”
Jullis ilk önce kurtulmak için hemen lafa girdi. Kendisiyle alay eden buruk bir sesle başlayıp sonra toparladı.
“Hala bir münzeviyim” dedi ve güldü. “Ben de değişen pek bir şey yok. Bıraktığın gibiyim. Günlerim idman, ibadet ve genç şövalyelere eğitim vererek geçiyor.”
Elvin dostunun artık bu ağır yükten kurtulması gerektiğini düşündü. Jullis gibi birisi dört duvar arasında yaşlanmaktan çok daha fazlasını yapacak bir kadere sahip olmalıydı.
Bu arada Ronnir anlatıyordu.
“Ben artık işlerimin çoğunu üçüz yeğenlerime bıraktım. Sem, Tim ve Vom beraber çalıştıklarında inanılmaz ustalıklı ve hızlı işler yapıyorlar. Sanırım önlüğümü onlara bırakma zamanım yaklaşıyor” dedi ve güldü Ronnir. “Bundan başka son bir yıldır kış için seri biçimde silah ve teçhizat üretme yönünde adımlar attım. İki yeni ocak açıp ustalara çağrılar gönderdim. Ürettiğimiz işleri dört bir yandaki dost ve müttefiklere gönderiyoruz. Deonin Küpçübaşı ilk başta bu maliyetine yapılan ticaretten hoşlanmamıştı ama ona sağladığı prestijin kazanacağı kardan daha tatlı olduğunu görünce balıklama atladı bu işe..” Birlikte güldüler. Deonin Medanor Sahilleri Tüccarlar Loncası’nın önde gelen simalarından biriydi. Koşuşturmacı, hareketli bir kişiydi. Çok göze batan bir zenginliği yoktu birliğin insan ya da rel üyeleriyle mukayese edildiğinde. Ama içten içe herkes bu cücenin gizli bir zengin olduğuna, bir dağ dolusu altını olduğuna inanırdı. Aileden zengin olan, kadim kralların haznedarlığını yapmışların, büyük ve güçlü tüccarların soyundan gelen Deonin altına aşık olmasına karşın yüreğinde altın ışıltısından başka güzelliklere de yer ayırmış iyi bir arkadaştı. Mızmız, cimri ama yüreği olan iyi bir arkadaş. Varyemez Deonin derdi Ronnir ona.
Cüce devam ediyordu. “Bir iki kez demirci dostlarımla olağan buluşmalarım için Tenere’ye gittim. Onlar da kış için çalışmalarını hızlandırmışlar. Bu kış ve kış evveli sert geçecek kanaatindeyim” dedi Ronnir.Merkulin başını sallayıp onayladı.Cüce devam ediyordu..“Daha başka ne diyebilirim ki. İş. İş. İş. Çalışıyorum. Durmadan çalışıyorum. Hayatta en iyi yaptığım şeyi en iyi biçimde yapıyorum. Demiri dövüyorum. Çelik yapıyorum. Akateş için silah dövüyorum. Arta kalan zamanlarımda Vinliir’in altını ve üstünü geziyorum, Dinpal’le yarenlik ediyorum..”
Sonra Merkulin anlatmaya başladı.
“Ara sıra dışarıdaki dostlarımı görmek için küçük yolculuklarla ayrılıyorum Güzeldiyar’dan. Benimkine nazaran kelebek ömrü sayılacak yaşamlarında belki de son kez görüşüyorum bazılarıyla. Ama bu kısa yolculuklarımdan sonra hep yine Vinliir’deyim. Burada olmayı seviyorum. Vinliir’in sınırlarını dolaşıp onu çevresindeki gölgelerin zehrinden korumak için mücadele edenlerin yanında yürüyorum. Güzel halklarıyla Güzeldiyar’da yaşamak çok güzel. İldar’ın diğer yerlerinde varolan o samimiyetsiz hava burada yok” dedi Merkulin dalgınca..
Elvin sordu.
“Güzeldiyar nasıl?”
“Değişiklik yok. İçeride hep aynı. Çiftlikler son bir iki yıldır kış hazırlıklarına ağırlık veriyor. Şehir Tepesi de eskisi gibi. Sıkıcı ve sıradan..” derken gülüyordu Ronnir. “..hayatlarını yaşıyorlar.”
“Ne kadar güzel” diye mutlulukla konuştu Büyücü.
Hepsi bir şekilde onayladılar. Şehir Tepesi vadinin güzel halklarının çoğunun yaşadığı küçük şehircik, güzel ve mutlu iyi kişilerin yaşadığı basit, küçük ama huzurlu yaşamların devam ettiği çok şirin, çok güzel, çok yaşanası bir yerdi. Yine de pek çok dışarıdan gelen için küçük, boş, aptal, sıkıcı olarak itham edilmesi kaçınılmazdı. Lakin Vinliir’in ahalisi bundan hiç şikayetçi olmadığı gibi kırk yılda bir yolu düşüp de böyle konuşan birini es kaza duyduklarında umursamıyorlardı.
“Ormanın halkı ve Dağın halkı için de hayat pek değişmedi. Ama hiç değişmedi de diyemem” dedi rel.
Büyücü sordu.
“Ne demek bu?”
“Önemsiz küçük şeyler” dedi cüce.
“Ben de buna inanmak istiyorum” dedi Merkulin. “Yine de kolcular artık daha dikkatli ve sık devriyeler atacak.” Elvin’e döndü.
“Dağın batı eteklerinde gezen kolcular zaman zaman izler buluyorlar. Dağkökü mağaralarından çıkan küçük orklar;goblinler ve bazen de Taglar;hayvan insanlar. Henüz bir karşılaşma olmadı. Ama yine de.. ” diyerek bıraktı. “Hem ormanın kuzeybatı bitimlerindeki Ölüm Sisi de sanki daha bir kararıp derinleşiyor gibi..”
“Her kış gelişinde bu tür şeylerin olduğunu söyleyen sen değil miydin?” diye sordu Ronnir.
“Evet. Ama bu defa farklı.Hiç bu denli önceden başlamamıştı bu hareketler.”
Bu son sözler Elvin’i rahatsız etmişti. Gelen kış düşüncesi içini gerçekten üşütüyordu.
“Bu konuşmalar bugün için uygun mu?” diye sordu şövalye.
“Jullis haklı. Bugün için bu kadar yeter. Şimdi biraz da fasıl zamanı” diyerek yanlarında getirdikleri çantalardan enstrümanlarını çıkarıp Jullis’e ve Merkulin’e uzattı cüce. Jullis bir keman, Merkulin harp ve Ronnir de telli bir raskan çalgısı olan gulim çalardı. Elvin de neyini almıştı eline.
İlk sıra Elvin’indi. Gülümsedi ve neyini yavaşça dudaklarına götürdü. Neyine üfledi. Neyin sesi ilahi bir tebliğ gibiydi. Arkadaşları daha ilk ses ile birlikte sanki birden etraflarına bambaşka bir dünya inmişçesine dinliyordular. Ezgi yumuşak ve güzeldi. Sakin ve de dingin bir devamlılıkla ruhu okşayan bir sesti. Dinleyenler adeta hafiflemeye başladıklarını hissedebiliyordu. Bedenleri endişe, sıkıntı ve acıdan arınıyor; zihinleri iyilik ve sevgi ile dolup mutlulukla taşıyordu. Müziğin güzelliği ruhlara kanat vermişti sanki. Bedenlerinden azad edilmiş gibi ruhları göklere yükseliyordu. Uçmanın ve yükselmenin baş döndürücü güzel sarhoşluğu akıllarını zaman ve mekan gibi kavramlardan tamamen ayırmış, önlerine yeni bir varoluş, yeni bir algılama düzeyi sermişti. Gözleri başka türlü görüyordu sanki. Ezgi öyle güzeldi ki bitmesin istediler..
Neden sonra neyin akılları alan sesi söylediği temayı sonuçlandırmak için son kez yeniden şekillendiğinde ruhlar bedenlere dönüyor ve İldar’ın kendi varlığı yine algılanabiliyordu. Elvin’in dudaklarından neye üflenen son nefesle birlikte Büyücünün Evi’nde, sessizliğin içinde az önce burada bulunan müzikteki kutlu temanın sinmiş güzelliği ışıldıyordu.
Kemanın sesi bu ışıltıyla uyumlu şarkısına başlarken bakışlar da Jullis’e çevrildi. Jullis hayatında yapamadığını müziğinde yapabiliyordu. Çaldığı müzik içinden yükselen güzellikleri taşıyordu. Güçlü, görkemli ve de ince bir zevk, zarif bir temas taşıyan müzik içinde hayat ve canlılık barındırıyordu. Kemanın tellerinden akan ezgi uçsuz bucaksız kırları, güneşin ilk ışıklarında uçuşan sürü sürü kuşları anlatıyordu. Dokunulmamış bir saflığı, mükemmel bir dengeyi, her şeyin doğru gittiği bir yeri anlatıyordu bu müzik.
Arkadaşları bu müzikte Jullis’i görüyordu. İnançlarını, kalbini ve gücünü. Şövalye büyük bir kişiydi. Kederinin İldar’dan mahrum bıraktığı büyük bir kayıptı. İşte Jullis’in kemanının tellerinden son ses de son göçmen kuş gibi havalandığında ve kışı bekleyen bir göl gibi her yer sessiz kaldığında dostlar bunları düşünüyordu bu müziğin etkisiyle..
Merkulin’in harpının girişi bu temayla başladı. Zarif parmakları tellerin üzerinden akarak sesleri örerken müziği ruhundan kanatlanıyordu. Harpın müziği hüzünlü bir güzellikle başladı. Keder hissediliyordu ezgide. Müzik aktıkça keder yavaşça ve zamanla zayıflamaya başlarken müziğin rengi koyu grilerden aydınlık tonlara ve ışığa doğru ışıldamaya başladı. Keder, iyilik ve umutla aydınlanıp ışıldayan rengarenk güzelliklere ve mutlulukla coşkun bir aşka doğru dönüştü. Gölgelerden ışık doğdu. Rel Merkulin’in harpının çaldığı tema işte buydu. Darbelerden sonra ayağa kalkmak. Umuda, müziğe ve güzelliklere sarılıp aşkla kucaklamak.
Takip eden seslerin kaynağı Ronnir’in gulimi idi. Gulim bir raskan müzik aletiydi. Çocuk simalı gececi ufak tefek halk İldar’ın afacan ırkıydı. Yaptıkları müzik aleti de kendi ruhlarını yansıtıyordu. Coşkulu, kendini kaptırmış.. Gulimin hüzünlü melodisi en sağlam yürekleri ağlatırdı;neşeli melodisi en taş kalpleri kıpır kıpır oynatırdı. Böyle bir tılsımı vardı gulimin.
Ronnir’in guliminin tellerine parmaklarıyla ilk vuruşuyla beraber hava sanki sallanıp silkelenmişti. Melodide Büyücünün Evi’ne sanki ışıldayan güneş inmiş gibi bir aydınlık vardı. Güç, hareket ve coşku doluydu. Capcanlı ve tutku dolu bir melodiydi. Ronnir’in çaldığı tema aşktı. Sadece bir kadın ile bir erkeğin birbirine duyduklarına aşk diyenler için bu tema inanılmazdı. Çünkü Ronnir’in çaldığı tema çok büyük, çok muhteşem, eşsiz enginlikte bir ezgiler bütünüydü. Sadece bir kadın ile erkeğin birbirine duyduklarını karşılamanın çok ötesinde bir şeyleri anlatıyordu. Aşk eşsiz bir duygu, inanılmaz bir güç ve aslında bir varoluş biçimiydi. Aşk aslında varoluşun özüydü. Varoluşun yegane amacı, sebebi ve de vücuduydu. Bir dervişin bir yerlerde söylediği gibi. Alemde ne var ise aşk idi.. İşte Ronnir’in olanca canlılığıyla ve enerjisiyle, güç ve hararetiyle çaldığı melodi bunu anlatıyor, coşturuyor, alıp götürüyordu. Duyanların içindeki bir şeyleri uyandırıp gürletiyor, taşırıyordu.
Müziğin coşkusu Büyücünün Evi’ni öyle bir doldurmuştu ki solunan hava bile coşkuydu.
Diğerleri Ronnir’in etkisine kapılıp ona eşlik etmede gecikmediler. Şövalye, rel ve büyücü de cüceyle beraber çalıyordu. Müzikleri çağlıyordu. Büyücünün Tepesi’nden dört bir yana hoş melodiler, latif şarkılar yayılıyordu. Kuşlar evin çevresinde uçuşuyor, kurtlar, tavşanlar, baykuşlar ve sincaplar ile köstebekler ve de diğerleri can kulak kesilip usul usul dinliyordu.. Saatler su gibi akıp geçerken mutluluk ve neşe bir sihir gibi ışıldıyordu tepede.
Güneş’in ışıkları beyaz ve parlak sarıdan koyu altın sarısına, turuncu ve kızıla çalmaya başladığı anlarda gecenin rengi de ufukta yavaştan koyulaşan bir mavi olarak kendini gösteriyordu. Ay iyice belirginleşmeye başlamış, ilk yıldız kendini göstermişti. Şarkı ve müziğin durakladığı bir anda Ronnir homurdandı.
“Acıktım.”
Elvin ona katıldı.
“Ben de.”
Aku da kıvrıldığı rahat köşesinden ayaklanarak havlamasıyla onlara katılmıştı..Her nasılsa ne kadar çok yerse yesin Aku asla doymazdı..Hep daha çok yemeğe hazırdı.Bu yanıyla Ronnir’e benzerdi.
Merkulin ve Jullis onlara gülerken itiraf etmek zorundaydılar ki onlar da acıkmaya başlamıştı.
Dostların kendi gelenekleri vardı. Uzun bir aradan sonraki buluşmalarda ilk yemek Ballıkaymak’ın yerinde bir şölen sofrasında yenirdi.
Büyücünün Evin’in ahırı ulu çınarın koca kökleri arasına gizlenmiş bir mağara girişinin arkasındaydı. Yeraltındaki ahırdan Merkulin’in Rüzgar’ı, Ronnir’in Diip’i, Jullis’in Trin’i süvarileriyle çıkıp gelirken Elvin de yakınlardaki küçük bir çiftlik olan İhtiyar Baykuş çiftliğinde Babalık Dulin’in onun için baktığı bir at sürüsünden atı Goss’u çağırdı. Goss; gri yağmur bulutu anlamında eski ortak lisanda bir isimdi. Koyu gri renkli genç atı tepenin eteklerine yavaş yavaş yürüyerek beklediler.



İlerideki çiftlikte dolaşan Goss başını kaldırıp çağrıya doğru çevirdi. Bir an öyle kaldı sonrada hızla koşmaya başladı. Yaşlı Dulin’ in akşam olunca kapattığı çit kapıya doğru koştu. Zarif bir atlayışla kapıyı aşıp büyücünün tepesine doğru giden yola döndü. Olanca hızıyla Elvin’ e koşuyordu.



Elvin gri genç aygırın alnını okşadı. Goss’ un memnuniyeti açıktı. Elvin onun efendisiydi. Goss’un doğumu sorunlu olmuş ve onu Elvin kurtarmıştı. O günden sonra ikisi iyi arkadaş olmuşlardı.
“Merhaba” dedi Elvin.Sevgiyle alnını okşadı dostunun.
Goss cevap verircesine kişnedi. Yerinde sabırsızca kıpırdandı.Alnını Elvin’in yüzüne sürdü. Elvin gülümsedi. Herhangi bir binici donanımına sahip olmayan Goss’ un üzerine çevik bir sıçrayışla yerleşti. Elvin Goss’ a binmek için eyer ya da başka bir şeye ihtiyaç duymazdı.
Dört arkadaş ve Aku yola böyle çıktılar.
Batıdan saçılan kızıl ışıklarla boyanmış topraklarda keyifle sürdüler atlarını. Tepelerinde gökyüzü gece mavisi elbisesini giymişti. Yıldızlar tek tük ama belirgince ışıldıyor, ay kocaman parlıyordu.
Kızılla zenginleşmiş otlakların,bahçelerin yeşili hafif akşam rüzgarıyla usul usul dalgalanıyordu. Şehre giden yolların üzerindeki dört bir yana serpiştirilmiş küçüklü büyüklü korulukların güzel renkleri kızıl ışıklarda parlıyor, gölgelerle güzelleşiyordu. Yaprakları çokça dökülmüş ağaçların dallarından gözüken lacivert gökyüzü ile ay ve yıldızlar ise ayrı bir güzel manzaraydı. Her bir an, her bir bakış usta bir ressamın başyapıt gece manzarası resminden yüz kat güzeldi..
Atlılar yol alırken yanlarından,üzerlerinden kuşlar gök dalgaları gibi esip geçiyor, uçuşuyordu. Korudan koruya dalgalanan bu küçük kuşların sürülerine yer yer birkaç ışıldayan peri de katılıyordu. Gecenin loşluğu koyulaştıkça yol boyunca perileri daha sık görür, şarkılarını sıkça duyar oldular. Rüzgarın fısıltısıyla karışan peri şarkılarına katılarak yollarına devam ettiler. Güz bir aşk gibi güzeldi latif Vinliir’ de.
Şarkılar söyleyip sohbet ederek ya da sadece sessizce, büyülenmişçe izleyip dinleyerek ilerlediler. Kah kuşlarla yarıştılar kah yavaşlayıp manzarayı seyre daldılar. Ama hep şehre doğru yol aldılar.
Şehir Tepesi’ne çok yakın bir noktada, bir tümseğin üzerinde durdular. Şehre baktılar.
Gecenin son koyu kızıl şarap rengi batıda yavaş yavaş yiterken güzel aydınlık lacivertin altında nasıl da hoş görünüyordu. Otların hışırtılarına karıştı Elvin in ah sesi. Özlem ve derin bir sevgi vardı sesinde. Kavuşmanın mutluluğu da duyuluyordu. Dostları gülümsediler. Elvin ise içinden taşan duygularla gözleri nemlenerek baktı şehre. Bu şehir ona özlem duyduğu, inandığı, hayalini kurduğu herşeyi; iyiliği, güzelliği, mutluğu ve huzuru ifade ediyordu. Güzel olan iyi olan her ne var ise buradaydı. Vinliir bir cennetti.
Sürdüler atlarına yeniden şehre doğru.
Vinliir şehri Üç Tepeler’den geçmişi en eskiye gidenin üzerine kuruluydu. Vinliir in en yaşlıları; elf soyunun yaşlıları bu tepeye eski bir hitap ile Eskikaya Tepesi derlerdi. Bunun sebebi tepenin en tepesinde, merkezinde duran, üzeri unutulmuş eski rünlerle işli bir kayaydı. Küçük bir at arabası büyüklüğündeki bu bugün bile kutsal sayılan kaya Eskikonak olarak anılan büyük Şehir binası’nın içindeki avlu bahçede bulunuyordu hala.
Şehir tepesinin bugün hatırlanan tarihi Kinagan Savaşları’nın kıyametiyle başlıyordu. Daha öncesinde de var olan şehir Umlobb sonrasında gelen zor yıllarda ve Uzunkış ta Vinliir ile Atalia ahalisine destek olurken bir yandan da büyümüş ve güçlenmişti. Kinagan savaşları öncesinde çokça dağınık yaşayan ahali sonrasında büyük çoğunlukla tepeye yerleşmişti. Vadinin İnsan, Rel, Cüce ve Holen ile diğer daha küçük toplulukları şehri beraberce büyütüp geliştirmişlerdi. Dayanışma bu tepenin mimarı olmuştu.
O günlerde ilk öncelik şehrin altındaki dehlizlere verilmişti. Sonrasında şehrin büyümesi ve kışın sonunun gelmesiyle yüzeyde meydanlar ve şehrin iç çemberi inşa edilmişti. On yıl içinde de şehir surları, meydanları ve yolları ile bugün görülen son halini almıştı. O gün bugündür şehir zamanla dost olmuş ve eskimeden kalabilmişti. Tabi bunda onu seven ve üzerine titreyen iyi yürekli güzel sakinlerinin de payı vardı. Cüceler sağlam, güçlü ve de zarif surlar ile mağaralardan sorumluydu. İnsanlar şehir binaları ile ilgileniyordu. Reller ve holenler ise bahçelerden ve ağaçlardan sorumluydular. Ve hepsi de işlerini büyük bir içtenlikle ve memnuniyetle en iyi şekilde yapıyordular.
Tepe, dalgalanan uzun otlar denizinin ortasından yükselen, sahili fundalıklar ve bahçeler olan bir ada gibiydi. Şehir meyilin çok az olduğu en üst kısımda kuruluydu. Surların bulunduğu kayalıklı çemberden itibaren meyil aşağıya dikleşiyordu. Yine de bu haliyle bile tepe geniş yamaçlı yayvan bir görünümdeydi. Yamaçlar bahçeler ve fundalıklar yanında yer yer kayalıklarla ve sızan küçük pınarlarla doluydu.
Dostlar atlarını işte bu şehre ve bu tepeye sürüyordular.
Atlılar yaklaştıkta gecenin içinde cüce lambaları, meşaleler ve fenerler ile sıcak bir ışıltıyla aydınlanan bu yerden yayılan hoş sesler de belirginleşmeye başlamıştı.
Lambalar ile aydınlanış fundalıklarda gençler dans ediyor ve şarkılar söylüyordu. Cüce lambaları bahçelerde gezenlere patikaları aydınlatıyordu. Kayalıklarda yanan gece meşaleleri akşam gezmesindekilere yol gösteriyordu. Surlar barış zamanının etkisiyle hem aydınlıktı hem de aydınlık saçıyordu. Duvarların ardındaki şehir de sıcak ışıklarla yanıyordu. Ateş böcekleriyle taçlanmış bir çiçek bahçesi gibiydi şehir tepesi. Mavi gecenin içindeki bu manzara yürekleri ısıtan bir güzellikti.
Güz bahçelerinin ışıldayan ve şakıyan güzelliği arasında sürdüler atlarını. Şehir kapısı ardına kadar açıktı. Kapının iki yanındaki surlardan birer kat daha yüksek kulelerdeki nöbetçiler açıklıkta açıkça görülüyordular. Yerdeki kapı nöbetçileri de açıktaydılar. Tenkitçi askeri bir gözle değerlendirilecek olursa durum vahimdi. İçler acısı bir savunması vardı şehrin. Ama halkın gözüyle bakılacak olursa etkileyici giysili şehir muhafızlarının her biri bir düşman bölüğüne bedeldi.
Aslına bakılacak olursa bu görüntü bir aldatmacaydı; ne kadar gereksiz olsa da. Çünkü şehir muhafızları gösterişli üniformalarından çok daha fazlasıydı. Ve bu tedbirsiz görüntülü şehir şu anda neredeyse savaş durumundaki kadar iyi ve dikkatli korunuyordu. Sadece nesillerdir adet ve kural olduğu üzere bu ahaliye mümkün olan en az şekilde hissettiriliyordu. Gözün gördüğünün ötesinde görülmeyen tedbirler sürekli hazır ve çalışır haldeydi.
Bunları bilmek burayı dostların gözünde bir kez daha kıymetlendiriyordu. Hem zarif hem güçlü.. Şehir Tepesi..
Vadinin kolcularının gümüşlü, buz baykuşu armalı madalyonunu taşıyan Merkulin kapıdaki tecrübeli muhafızlarla selamlaştı.
“İyi bir akşam Bedfin. Ufaklığın soğuk algınlığı nasıl oldu Thorus.”
“İyi bir akşam Merkulin.”
“Teşekkürler Merkulin, şimdi çok daha iyi.”
“Hoş geldin Elvin. Buralarda olman çok güzel.”
“Seni yeniden buralarda görmek çok güzel Elvin. Hoşgeldin” diyerek Elvin’i de selamladılar muhafızlar.
“Yeniden burada olmak da çok güzel beyler. Görüşmek üzere. Şimdilik iyi nöbetler.” diyerek karşılık verdi büyücü.
Güzel şehrin taşla döşeli ferah caddelerinden içeriye sürdüler atlarını. Aku da peşlerinden geliyordu.
Güneşi artık batmış ve gökyüzü sırf laciverte bulanmış güz gecesinde şehir sokakları sokak lambalarının aydınlığıyla canlı, koşturan çocuklar ve kahkahalar atıp gülüşen gençleriyle cıvıl cıvıldı.
Şehrin güzel ahalisinin yaşayışı her daim canlı ve hayat dolu olurdu tıpkı şimdi olduğu gibi.. Ferah sokaklarda yürüyenler, bahçe ve meydanları gezenler, sokaklardaki oturma köşelerinde sohbet edenler ile şehir ahalisi geceyi yaşıyordu.
Çocukların gece tercihi daha ziyade sokaklar, meydanlardaki bahçeler olurdu.Tabii evden sıvışmayı becerebildiklerinde.. Gençler sur dışındaki fundalıklarda dolaşıp şarkılar söylemeyi, dansetmeyi severlerdi. Lambalı bahçeler denilen bu mekanlar özellikle yazın yapılan şenliklerle civardaki köy ve büyük çiftliklerden gelenlerle daha bir şenlenirdi.
Ahalinin çoğunluğu, özellikle de beyler gecelerini çoklukla Ballıkaymak’ın yerinde geçirirlerdi. Başka hanlar da vardı şehirde ama en sevileni, en tutulanı nesillerdir Ballıkaymak’tı. Hanımların geceleri komşu gezmeleri ve bahçe sohbetleriyle geçerdi. Ahalinin artık yorulmuş, sessizlik ve sükun isteyen yaşlılarının buluşma yeri ise şehrin sakin Çınarlı Meydan’ında bulunan Bahçeli Köşk’tü. Belediyenin sahip olduğu bu güzel ve sakin köşe yaz kış huzur ve sükut dolu olurdu. Yaşlı dostların okuduğu, uyukladığı, sohbet ettiği ortak bir bulunma mekanıydı burası.
Bir de Mormenekşe vardı. Mormenekşe Ballıkaymak kadar eski bir yerdi. Bir çeşit kulüptü. Bu evin sahibesi bir rel olan Jellin hanımdı. Mormenekşe eski günlerde rel ve elf beyleriyle cüce ileri gelenlerinin, insanlardan önde gelenlerin, Şövalye Lordlarının ve de diğer ırk temsilcilerinin oturup beraberce Vinliir işlerini konuştuğu bir divan evi olarak kurulmuştu. Bir cemiyetti. Ve bugün de hala aynı işlevi sürdürüyordu. Bunun yanında bu saygın dostların buluşma, eyleşme yeriydi.
İşte böyleydi Şehir’in geceleri…
Atlıların nal sesleri gece rüzgarında sonbahar yapraklarının dans edercesine savrulduğu sokakta çınlarken Aku hızlanıp öncülüğü almıştı. Merkulin gülümsedi. Dostu Ballıkaymak’ın kokusunu almıştı.
Aku hanın küçük ve yaşlı ahşap kapısı önünde durmuş havlıyordu. Elvin hana baktı. Tabelayı gördü ilk önce. Aynıydı. Rüzgarda hafif bir gıcırtıyla ileri geri sallanan tabelada hanın ilk sahibi olan efsanevi Vinliir şahsiyeti Balkonuşan Tinin’in portresi yanında ortak lisan ile Ballıkaymak yazısı vardı. Uzun gür kara saçlı, gür bıyıklı hafiften tombulca ama her daim gülen, güldüren bir kişi diye bilinirdi Tinin.. Ömrü boyunca öyleydi de.
Şehir meydanındaki en eski yapılardan biriydi Ballıkaymak. Gerçi ilk haline yapılan eklemelerden yüzünden bu konu ahali arasında tartışma konusuydu ama olsundu. Tabelanın da bulunduğu eski ve ilk kısma bağlı olan ilave kısımlar bu durumu değiştirmezdi. En eski bir iki yapıdan biriydi bu han. Bu ilk kısım bir cücenin deyimiyle kurtlarla delik deşik edilmiş Anvis peynirine benzeyen kayalık oyuklar ve mağaralardan oluşuyordu. Dört kat yükseklikteki bu kayalık mağaralarda genişletilmiş asıl kısım Ballıkaymak’ın dikdörtgen şeklinin bir kısa kenarını oluşturuyordu. Bu dört kanatlı dikdörtgen yapının içindeki avlu bahçede havuz, ağaçlar ve yaz masaları yer alıyordu. Ahali Ballıkaymak’ı kendince Mağara, Salonlar, Odalar ve Bahçe diye dört parçaya bölüp adlandırmıştı. Mağara ilk kısım ve Ballıkaymak’ın asıl ruhu olan kısımdı. Yazın serin, kışın sıcak olması orayı ayrıca tercih nedeni yapıyordu. Salonun ferahlığı ve genişliği büyük ahbap gruplar için uygundu. Hele bir de müzik ve dans başladığında. Bahçe ise yaz gecelerinde yıldızların altında geçecek unutulmaz güzellikler için seçilirdi. Ballıkaymak’ın odalarında bir gece geçirmek ise hem ruh hem de beden için bir nimet addedilirdi. Buranın kendine has sihri, havasından suyuna, yiyeceğinden sohbetine kadar inkar edilemez bir şeydi. Taa ilk kışta Tinin’ce ilk kez kapısı açıldığından bu yana önce onun varisleri ve sonra da müdavimleri ve takipçilerince işletildiği, sahiplenildiği sürece bu hep böyle olagelmişti.
Aku’nun havlamasına çıkan genç bir çocuk onları güler yüzle selamladı.
“Atlarımızla ilgilen Eon” diyerek ona hitap etti Elvin.
Çocuk bir anda hem şaşkın hem de sevinçliydi. Bu Elvin’di. Geceleri ışık gösterileri yapan, gündüzleri sihirle onları eğlendiren yaşlı büyücü Elvin. Eon’un nutku tutulmuştu. Sevinçten ne diyeceğini bilemiyordu. Elvin özellikle çocuklar ve gençler arasında çok sevilirdi.
“Goss’u hatırlıyorsun değil mi Eon?”
“Evet..Evet! Elvin” dedi Eon. Elvin gülümsedi ufaklığa.
“O halde ona ne ikram edeceğini de biliyorsun.”
“Havuç” diyerek güldü çocuk.
“Seni kandırmasına izin verme. Bir tane yeterli. Fazlası midesine yaramıyor. ”
“Nasıl istersen Elvin. Elvin. Dönmene çok sevindim” diyerek ona konuştu ufaklık.
“Bende döndüğüme sevindim” diyerek ufaklığın başını sevgiyle okşadı büyücü.
“Hemen atlarınızla ilgileniyorum beylerim” diyerek dört atı da yanına alıp hanın ahırına doğru yürüdü çabuk ve iş bilir ufaklık. Arkadaşlarına bu haberi vermek için sabırsızlanıyordu. Vinliir’in Elvin’i dönmüştü.
“Şehirdeki kış oyunları şenliklerinde bu sene çok daha özel ışık gösterilerinin olacağına bahse girerim” diyerek güldü Ronnir.
“Ben de” diyerek katıldı Merkulin.
Jullis de Elvin’e anlamlı anlamlı gülüyordu.
“Bir yanımın hep çocuk kalacağını itiraf etmek zorundayım” diye konuştu Büyücü.
“Bunun hiç değişmemesi en büyük dileğim” dedi Merkulin.
Hep beraber gülerek kapıdan içeri yürüdüler.
Tek kanadı kapalı kapının sağdaki açık olanından içeriye ilk giren Merkulin idi. O arada Aku da mutfağa, çok itibar gördüğü aşçı yamağı dostu Askol’un yanına doğru usulca süzülmüştü hemen. Elvin, Ronnir ve Jullis sırasıyla hana girdiler. Duvarlarda asılı zarif lambaların ışığı ve şamdanlarda ışıldayan mum ışığı ortama yumuşak ve sıcak bir aydınlık veriyor, yer yer de güzel gölgeli köşeler oluşturuyordu.
Kayanın içindeki mağara odaların birleştirilmesi ve yeni odaların açılmasıyla dört katlı bir mekana dönüşmüş olan han en uzun insana bile eğilmeden dolaşma imkanı veriyordu. Geniş, ferah, serbestlik hissi veren rahat bir ortamdı. Ayrıca kahverengi kaya duvarların içinde parlayan cilalanmış maden ve mineral damarları da renkli bir hava yaratıyordu. Ballıkaymak tavanlarını yer yer kalas direkler ve kaya sütunlarla destekliyordu. Gölge seven çiçekler ve sarmaşıklarla süslü iç mekanda ahşap ağırlıklı malzemeydi. Yerler, masalar, sandalyeler hep ahşaptı. Şu haliyle ortamı kısaca anlatmak gerekirse sıcak ve hoş sözcükleri isabetli olurdu.
Akşamın daha ilk saatleri olmasına rağmen masaların tamamına yakını doluydu. Müdavimler kendi masalarındaydı. Merkulin ve diğerleri relin üst kattaki masasına doğru yürürlerken onları hanın genç garsonlarından kumral güzeli Elizil karşıladı.
“Merkulin. Hoş geldin. Bu defa yalnız değilsin. Ne hoş. Ustaçekiç Ronnir, Sör Jullis ve..” diyerek durakladı Elizil. Küçük bir şaşkınlık ve gerçekten o mu diye daha dikkatli bakarak durdu. Sonra kesinlikle emin oldu. Yüzü koca bir gülümsemeyle şenlendi genç kızın. Bu Elvin’di. Daha fazla beklemeden neşe ve coşku dolu o ‘kız çığlıkları’ndan birini avazı çıktığı kadar attı. Bütün han o yöne dönerken bağırarak yaşlı büyücünün boynuna atıldı Elizil.
“Elvin!.”
Dostlar kızın bu hesapsız içten sevgi gösterisine gülümsüyordu. Han ayaklanmış ve neşelenmiş Elvin’i selamlıyordu. Elvin ise bu karşılamadan tarifsiz bir mutluluk duyarak gülüyordu.
“Ah Elizil” diye sarıldı genç kıza. “Hoş buldum, hoş buldum dostlarım” diyerek selamlıyordu handaki ahaliyi de.
Handan kahkahalar ve neşeli nidalar yükseliyordu.Elvin şerefine içkiler ısmarlanıyor kadehler tokuşturuluyordu. Haber Ballıkaymak’ta çabucak yayılıyordu. Küçük bir bayram havası zaten eğlenmeye, neşelenmeye ve de kadeh kaldırmaya yer arayan bu ahaliyi hemen sarmıştı.
Elizil çekilip şöyle bir baktı Elvin’e.
“Benim için hep büyüktün. Ama daha da büyümüşsün.” diye o çocukken ki bilmiş edasıyla yapmacık konuştu tatlı kız. Elvin mutlulukla gülümsüyordu arkadaşına.
“Bu biraz garip aslında. Ama sen büyücüsün. Seni gariplikle itham etmem biraz acayip oldu ya neyse… Evet. Sonra seninle uzun uzun görüşeceğiz Elvin efendi..Kaçamazsın.Bana nereleri gezdiğini, neler gördüğünü anlatacaksın ama şimdi, söyleyin bakalım kıymetli misafirlerimiz. Geceye başlangıç olarak ne alırsınız?” diye çabucak toparlanıp iş ciddiyetine büründü küçük hanım. Güler yüzlü tatlı kız bu gece onların garsonuydu.
“Biz çok açız” diye yapmacık aksilikle homurdandı Ronnir. “Çok” diye de ilave etti. Elizil ellerini beline koyup Ronnir’e gülümseyerek dik dik baktı.
“Ne zaman tok olduk ki benim canım cüce dedeciğim.”
“Gevezelik etme küçük hanım. Hadi bize şefin dillere destan güvecinden getir.. Ona Elvin’in geldiğini söylemeyi de unutma. Sanırım onun onuruna bu gece fazladan alaka görebiliriz” diye memnun bir kahkahayla konuştu,“Hala bekliyorsun. Hadi, hadi, kış kış” diye Elizil’i kovaladı Ronnir.
Dostlar gülüştüler.
Selamlaşma ve kadeh kaldırma faslını takiben ikinci kattaki pencere önünde duran her zamanki masalarına daha yeni kurulmuşlardı ki bu defa Orfil geldi.
Orfil…
Orfil Ballıkaymak’ın son elli iki yıldır işletmeciliğini yapan güzel bir insandı. Kendine Ballıkaymak’ın işletmecisi derdi. Çünkü ona göre Ballıkaymak Vinliir’e aitti.
Saçları aklara bulanmış ve çokça dökülmüş; açık alınlı, hafiften tombul, kısa boylu şen bir ihtiyardı Orfil. Ak sakallı yüzü her daim gülümser ve sık sık şen kahkahalar koyuverirdi. Temiz ve şık giyimli Orfil Vinliir’deki lezzet ve keyif üstatlarından önde gelenlerdendi. Bunu işine de yansıtıyor ve Ballıkaymak’ın çıtasını her daim yükseltiyordu. Sonuçta ise kimse Ballıkaymak’a asla doyamıyor ve yarattığı müptelalık sürüp gidiyordu. Anlaşılacağı üzere Orfil’in işleri ve keyfi gayet iyiydi.
“Elvin, seni görmek ne büyük mutluluk” diyerek hasretle sarıldı arkadaşına Orfil. Elvin de dostuna aynen cevap verdi.
“Formunu korumuşsun Orfil” diyerek imayla gülümsedi hancının göbeğini işaret eden büyücü.
Orfil yarı mahcup neşeli bir gülümsemeyle konuşurken iki eliyle göbeğini şöyle bir yokladı.
“İş icabı” dedi ve masada hepsi birden bir kahkaha koyuverdiler.
“Siparişlerinizle bizzat ilgileneceğim. Ahh, Elvin tam toplantı zamanına yetiştin. Gurubu unutma sakın.” Diye gülerek hatırlattı Orfil. Eski bir macerayı beraberce yaşamış ve o günden bu yana dostluklarını her ayın belli günlerinde buluşmak suretiyle muhafaza eden bir guruptu bu. Elvin başını salladı.
“Hiç unutur muyum Orfil? Hiç unutur muyum?” diye gülümseyerek cevap verdi.
“Görüşmek üzere, şimdilik iyi akşamlar” deyip zarifçe selamlayarak yanlarından ayrıldı hancı. Her zaman gece boyunca bütün masalarla tek tek ve zevkle ilgilenen hancı bu gece bunu daha bir keyifle yapacaktı. Elvin sevdiği Vinliir şahsiyetleri arasında en önlerde bir yere sahipti. Geri dönmesi çok güzeldi.
Pencere kenarındaki masalarından dışarıya, hanın avlu bahçesine ve gecenin güzel mavi göğüne baktılar. Kulaklarına hanın daimi müzisyeni rel Lathun’un kemanından yayılan müzik sesi geliyordu. Yan masalardan yer yer neşeli kahkahalar yükseliyordu.
Elvin ait olduğu yerde ne kadar da mutlu olduğunu düşündü. Hesap kitap, içten pazarlıklar ve samimiyetsiz sahte gülümsemeler, yalan dostluklar yoktu burada.
O dalgınca bunları düşünürken hanın kadim şef garsonu yanında genç hanımlar Elizil ve Sina ile geldi.
Farada doksanlarındaydı. Ballıkaymak’ta çalışmaya başlayalı tam seksen küsür sene olmuştu. Kesintisiz ve sürekli hizmetle geçen senelerden sonra Farada adı Vinliir’de artık; güler yüzlü ve her daim bir krala hizmet edercesine zarif, yüksek kişilikli, mesafeli ama sıcak, altın kalpli ve işinde tartışmasız en iyi, Ballıkaymak’ın her şeyi, anlamına geliyordu. Farada öyle bir kişiydi ki buraya hiçbir şey için değilse bile onunla iki kelime konuşup selamlaşabilmek için bile gelenler vardı. Akılarda ve hatıralarda her daim sıcak kalbi, aydınlık güler yüzüyle hatırlanan bir kişiydi yaşlı Farada.
Orta boylu, ince yapılı, dinç ve kel adamın yüzü Elvin’e selam verirken mesafeli ama sıcaktı. Gözleri ışıldıyordu. Elvin Vinliir’de bu insanın Ballıkaymak’ta ki ilk gününü görmüştü. Küçük çocuk atlarla ilgileniyor ve ufak tefek getir götür, temizlik işleriyle uğraşıyordu. Han sahibi Alekin onu bizzat himaye ediyor ve yetiştiriyordu. Farada’nın adı olacak tavırları daha o zamanlar etrafında ışıldıyor ve çevresinde bir sevgi çemberini büyütüp genişletiyordu. Elvin onunla kırlarda dolaşıp sihirle ve hayvanlarla vakit geçirdikleri anları hatırlayıp güldü. Farada da aynı şeyleri düşünmüşçe gülümsedi.
“Efendi Elvin teşrifiniz bizi tarifsiz onurlandırdı. Öyle ümit ediyorum ki geçen yılları takip eden günlerde yapacağınız ziyaretlerle telafi edeceğiz.”
“Ballıkaymak’ta sıkça görüleceğimden emin olabilirsin Farada.”
“Memnun oluruz efendim” dedi ve kızlara servis yapmaları için işaret etti yaşlı şef garson.
“Başlangıç olarak çoban çorbası, Vinliir güz salatası ve Kona pide ekmeklerine herhangi bir ilaveniz olacak mıydı acaba?” diyerek diğerlerine de nazikçe sordu Farada.
“Kafi. Mükemmel. Teşekkürler Farada. Eşsizsin” diye ateşli ateşli konuştu Ronnir ve dikkatini kızların masaya koyduğu tabaklara kilitledi.
Farada servisin ve yemeklerin beğenilmesinden memnun olarak konuklarını başıyla nazikçe selamladı ve “Afiyet olsun beylerim.”diyerek kızlarla beraber masadan ayrıldı.
Elvin daha ilk anda bu lezzet karşısında memnuniyet dolu “..Hmmm..” sesleri çıkarıyordu. Güzel çorbanın hafif baharatlı leziz sıcaklığı harikaydı. Salata hem lezzetli hem iştah açıcıydı. Pideler ise yedikçe daha da istenecek türden enfes lezzetlerdendi. Giriş kısmını bu şekilde yaptıktan sonra salata ve pidelerle ufak ufak atıştırmaya devam ettiler, bir yandan da kemanın güzel şarkılarını dinlerken..
“..Dönüşünüzün bizi nasıl bahtiyar ettiğini anlatamam” diyerek başladı şef aşçı Prodor. Otuzlarının sonundaki orta boylu, ince yapılı, saf beyazlarla kuşanmış güleç bir kişiydi. Önceki aşçı yaşlı Mondelin’in yamağı olarak çalıştığı yıllardan sonra Mondelin bir gün ona ilk kez olarak bütün gördüklerinden sonra kendi başına bir Gömmekule güveci hazırlamasını söylemişti. O da hazırlamıştı. Mondelin Prodor’un masasına sunduğu güveçten aldığı ilk lokma ile memnuniyetle gülümsemişti. Sonrasında ise o akşam önlüğünü ve şapkasını son kez askılara bırakıp emekliliğine yürümüştü. Bugün bile Mondelin Bahçeliköşk’te akşam üstü sohbetlerinde eski yamağı ve şimdiki aşçıbaşı Prodor hakkında övgüleri her duyduğunda mutluluk ve gururla gülümserdi kocaman kocaman..
“Sizlere bu özel akşamda servisi bizzat yapmayı diledim efendi Elvin” deyip servise başladı.
“Sizleri yeniden görmek canıma can katıyor Prodor. Vinliir’den ve senin güzel yemeklerinden uzakta geçen zamandan sonra buradaki dost yüzlere..” dedi ve önüne konan enfes güvecin ilk kokularını içine derin derin çekerken gözlerini kapayıp büyülü bir tatla efsunlaşmışça konuştu. “..ve de bu harika yemeklere kavuşmak harika..” diye özenle, bastıra bastıra vurguladı.
Prodor mutlu bir gülümsemeyle selamlayarak çekildi. Ronnir ve Elvin’in ağızlarının suyu akıyordu. Gömmekule güveci inanılmaz bir lezzet idi. Muhteşem bir deneyimdi. Vazgeçilmez bir bağımlılıktı. Kızgın kül ve kora gömülen toprak kaplarda pişen yemek Vinliir sırrıydı. Güvecin en dibinde ince et dilimlerinden bir tabaka soğan ve biber ile domates suyu içinde kıvam bulurdu. Küçük küçük kıyılmış et parçacıkları patates biber ve patlıcanların küp şeklinde doğranmış karışımı ile asıl yemek kısmını ve ara tabakayı oluşturuyordu. En üstte ise domatesli sosa bulanmış ve kıvamında kızarmış ip ince yaprak gibi dilimlerden bir et tabakası vardı. Ağza atılınca dağılıp enfes bir tada dönüşen bu müthiş Vinliir yemeğinin yanında özel bir pide de sarımsaklı,domatesli,biberli,enfes tatlı, tarifi sır bir yoğurt sosuyla beraber yenirdi.
Yemeklerin son lokmaları afiyetle mideye indirildiğinde dört mutlu kişi vardı masada. Yüzler gülüyordu.
“Bu tadı unutmuşum. İnanılmaz. Harika. Müthiş. Mükemmel.” diye konuştu Elvin.
Ronnir güldü. Karnını şöyle bir yokladı eliyle.
“Evet. Kesinlikle harika” diyerek ona katıldı.
Tatlı gecikmemişti. Ballıkaymak tatlısı. Hanın gururu. Adının kaynağı. Arkadaşlar şöyle bir durdular ve baktılar. Bir süre sadece onlara baktılar. Tatlının en üst katında sırf kaymak tabakası vardı. Kalın bir tabaka. Üzerine kıyılmış çam fıstığı parçaları serpilmişti. Alt katmanda balla ve bir iki başka malzemeyle karışmış tarifi gizli ikinci ve son bir kaymak tabakası vardı. En altta ise üzeri ince kıtır bir yüzeyle kaplı bal şerbeti emmiş yumuşak ve leziz hafif hamur işi kısım küçük bir şerbet gölünün içinde tabakta ıslak ıslak duruyordu.
Elvin çatalını batırıp bir küçük parçayı aldı. Ağzına attı.
Enfes bir tattı. Bambaşka bir dünyaya açılan kapıdan geçiş gibi eşsiz bir duyguydu. Elvin’den memnuniyet dolu nidalar yükselirken diğerleri gülümsediler. Ronnir de dayanamadı ve hemen ilk koca lokmasını ağzına attı.
Tatlılar bittiğinde gülen yüzler bu ziyafetin ardından kendilerini başka türlü bir ziyafetin kollarına bırakmıştılar. Otuzlarının sonlarındaki Lathun’un kemanı gecenin iyice gece olmuş bu saatlerinde artık asıl faslına girmişti.
İlk şarkı herkesi gülümseten bir Vinliir şarkısıydı. Neşeli bir Holen gurubunun Vinliir gezmesini anlatan neşeli ve komik çocuksu bir şarkıydı.
Lathun söylemezdi. Çalardı. Kemanı ezgiyi içtenlikle ve de beceriyle çalıyordu. Canlılık, saflık, neşe doluydu gülen hareketli melodiler. Yer yer handaki herkes gibi arkadaşlar da el ve ayaklarıyla tempo tutarak eşlik ettiler Lathun’a bu şarkıda.
İkinci şarkı biraz daha hareketli bir şarkıydı. Bir genç delikanlı ile genç bir kızın birbirine takılarak yaptıkları ilk genç aşık muhabbetlerini konu alan şarkının ezgisi içleri ısıtan, kanı kaynatan bir melodiydi. Aşk ve güzellik kadar o ilk heyecanı da çok iyi anlatıyordu. İnsanların hatıralarını uyandırıyordu.
Lathun’un üçüncü şarkısı ise Atalia’da çok sevilen bir denizci şarkısıydı. Atalialı balıkçıların sabahları denize açılırken söyledikleri şarkının ezgisi de sözleri gibiydi. Denize ve balıklara sevgiyi, dalgalara ve deniz kokusuna duyulan aşkı anlatıyordu. Yeni doğan güneşin denizin üstündeki ilk ışıltıları ile balıkların suyun altındaki yukarıdan görülen koşuşturmaları, havaya sıçramaları anlatılıyordu. Güneşi ve yağmuru, durgunluğu ve fırtınayı denize her şeyiyle duyulan sevgi, saygı, minnet ve tutkuyu anlatıyordu bu dip diri, yerinde duramayan şarkı…
Müzisyen soluklanmak ve bir şeyler içmek için ara verdiği sırada Ballıkaymak’ın bahçedeki havuz başı sahnesine dört müzisyen ve genç bir hanım çıktı. Güzün yazdan kalma son ılık akşamlarından biri olan bu akşamda bahçedeki masaların çoğu doluydu. Ballıkaymak’ın eski ustalarca yapılmış akustik mimarisinin de yardımıyla az sonra sadece bahçedekiler değil hanın içindekiler de bu gurubun şarkısından nasibini alacaktı.
Harp, gulim ve keman ile küçük ritim davul çalmaya başladığında dikkatler hemen müziğe çekildi. Melodi güzeldi. Yıllanmış, farklı ve dolu bir güzelliği vardı. Oturmuş doymuş bir ezgiydi bu. Çok güzeldi.
Düz siyah saçları neredeyse beline kadar inen esmer tenli şarkıcının biçimli hoş dudaklarından ilk sözcüklerin dökülmesiyle birlikte han büyülenmişti adeta. Sözler yabancıydı ama tek başlarınayken bile bütün anlaşılmazlıklarının ötesinde müzik gibi güzel ve açıkça anlamlarını haykırırcasına doğrudan yüreğe dolan latif seslerdiler. Güzel uzun siyah elbisenin içinde bir yandan söyleyip bir yandan da kuğular gibi zarifçe ve usulca, uçuşurcasına dans eden güzel kadının sihri hanı yakalamıştı.
“Eski elf dilinde eski bir şarkı. Dinlemeyeli çok uzun zaman olmuştu” diye masadakilere konuştu rel Merkulin.
Güzel şarkı ve zarif, uçuşan yumuşak dansla sarhoş olmuşçasına bir sesle sordu Ronnir.
“Neyi anlatıyor?”
“Bir kadının aşkını. Sevdiği erkek uzaklara gitmek zorunda olan bir kadının üzüntüsünü ve özlemini. Adama duyduğu büyük aşkla bekleyişini anlatıyor. Geçen yıllardaki göz yaşlarını, hayallerini, umutlarını anlatıyor. Sonra bir gün adam yırtık, tozlu elbiseleri, yorgun bitkin yüzü ama gülen tebessümüyle ile geri geliyor. Kavuşuyorlar. Adam ona kendi aşkını ve onu düşünerek geçen yıllarını anlatırken genç kadın aşkın mutluluğuyla ona sarılıp ağlıyor. Sonra da aşkları işte bu şarkı oluyor…” diyerek en az şarkı kadar güzel sesiyle anlattı Merkulin dostlarına.
Genç kadının dansını izlediler. Şarkısını dinlediler. Müziğin içinde kendi düşüncelerinde kayboldular.
Kadının gülümseyişindeki bir şeyleri dile getiren Elvin oldu.
“Gülümsemesine baksanıza ne kadar güzel, ne kadar hoş” diye konuştu.
“Evet” dedi Merkulin.“Nice güzellikler gördüm ömrümde ama haklısın Elvin. Pek azını bu gülümsemenin güzelliğiyle mukayese edebilirim. İyi Tanrılar bazı kullarına karşı doğuştan cömertler sanırım.”
Jullis ve Ronnir de buna katıldılar.. Gerçektende şarkıcının dudaklarındaki tebessüm, yüzündeki aydınlık çok eşsizdi. Yıldızlar kadar güzel, yıldızlar kadar uzak, kalp atımı kadar yakın bir gülümsemeydi bu.
Hem müzik, hem şarkı, hem dans, hem de genç kadının güzel gülümsemesiyle büyülenmişçe geçti bir saat. Belki daha da fazla bir süre. Sonra dostlar hep birlikte ayaklandılar ve gecenin diğer yarısı için başka bir menzile yöneldiler. Kapıda onları uğurlayan Orfil idi. Ronnir Orfil’in bu geceki hesabı ödemelerine itiraz etmesine itiraz edip illaki ödemekte diretirken Eon atlarını getirmişti bile.
“Doğrusu çok oyunbazlık yaptı. Az kalsın ona ikinci havucu verecektim..” diye hafif mahcup itiraf etti genç delikanlı.
Elvin güldü ona. Goss’un sırtına sıçrarken konuştu.
“Bu tatlı kerataya direnebilen çok az kişi var Eon. Aferin sana” diyerek onun gururunu okşadı Elvin. Çocuk utangaçça gülümserken Goss ona yürüyüp alnını sevgiyle yüzüne sürdü ve kişnedi.
Taş döşeli sokaklar boyunca takırdayan nal seslerinin müziğiyle ilerlediler. Çınarlı meydan olarak bilinen kuzeybatı meydanına gidiyordular. Arkadaşların ikinci adresi buradaydı. Bahçeli Köşk’ün de bulunduğu şehrin bu sessiz ve sakin, her daim tenha meydanında, gün ışığında bile tatlı bir şafak ya da gün batımı alacakaranlığı yayan mavi ışıltılı ulu gece çınarlarının gölgesinde Mormenekşe Evi de bulunuyordu.
Meydanın aydınlık tarafındaki Bahçeli köşkle karşı karşıya olan Mormenekşe Evi’nin çevresindeki ‘gece çınarları’ onu her daim bir alaca gece çemberi içinde tutuyordu. Dostlar bu çembere, ağaçların gölgesi içine girince ilk anda bir hafiflik ve hoş bir meltemle okşanmışlık hissettiler. Sonra da o kalıcı ferahlık duygusu ile sarmalandılar…
Elvin evin bu daha ilk etkileriyle mırıldandı.
“Özlemişim..Hem de nasıl!?..”
Dostları gülümsediler.
Mormenekşe Evi ulu geceçınarları ile çevrili, mormenekşe ağaçları ile dolu güzel bir bahçenin içindeki küçük tümseğin üzerine yapılmış çok eski ama hala yeni bir yapıydı. Farklı mimarisi küçük zarif bir ‘han kaleyi’ hatırlatıyordu.
Yapı dört katıyla şehirdeki en yüksek yapılardan biriydi. Kesme kayadan kalın duvarlarla ustaca ve güzelce yapılmıştı. İki kanatlı dar kapısı yüksekti. Katları yüksekti. İlk katında pencere yoktu. İkinci katta küçük yuvarlak bitişik pencereleri vardı. Birde kapının üzerindeki vitraylı koca yuvarlak pencere. Üçüncü kattaki pencereler de aynıydı ama sayıları daha fazlaydı. Dördüncü kat çatı katıydı. Çatının meyilinden çıkıntı yapan pencere kapılar ve küçük bir teras çemberi bütün yapının dört bir yanını dolaşıyordu. Kareye yakın dikdörtgen şekilli yapının köşesinde de çatıdan bir kat daha yükselen kule salonları vardı.
Atlarından inip sarmaşıklarla sarılmış, demir bir çitle çevrili bahçeye yüksek kemerli geniş kapıdan girerek geçtiler. Her iki yandaki atlıklardan sağ taraftakine bıraktılar atlarını.
Bahçe güzel kokular yayıyordu. Koyu lacivert ve yeşil yapraklı, mor çiçekli menekşe ağaççıkları güzel yeşil çimenler üzerinde mavi mavi ışıldıyor ve bir hoş melodiyle çisildiyordu. Yıldızlar parlıyordu. Evin taşları ay ışığında cilalı mor mercan gibi ışıldıyordu.
Bahçedeki küçük bir kayalıktan çıkan minik bir derenin suyu küçük bir iki gölet ve bunların arasındaki su yolları ile bahçeyi mücevher gibi süslüyordu.. Suyun içinde altın renkli büyük ‘süs’ balıkları ve gümüş renkli küçük ‘taş’ balıkları ışıldayarak geziniyordu. Kaynağın sesi gecenin içinde şırıldıyordu.
Balıkların yüzdüğü küçük derenin üzerinden geçen bir iki adımlık minik köprüyü aşarak yürüdüler. Çevresi mavi gece çiçekleri ile sarılı evin kapı merdivenlerini tırmandılar. Eşik sahanlığında durdular.
Merkulin bir grifon gagasının tuttuğu kapı tokmağını hafifçe üç kez toklattı.
Kısa bir bekleyişten sonra kapı sessizce ve yavaşça açıldı. Onları elli yaşında görülen aydınlık bir rel yüzü karşıladı. Bosvin Ev’in en yaşlı yardımcısıydı..
“Hoşgeldiniz Beylerim” diyerek kibarca selamladı ve resmi ama dostane bir tavırla onları davet etti içeriye.
“Sizi tekrar Mormenekşe Evi’nde görmek büyük bir mutluluk Efendi Elvin” diyerek onu ayrıca selamladı Bosvin.
“Burada bulunmak ta benim için büyük bir mutluluk Bosvin. Görüşmeyeli nasılsın?”
“Teşekkür ederim Efendi Elvin. Gayet iyiyim” diyerek gülümsedi yaşlı yardımcı.
“Şömineli Kış salonuna geçmek ister miydiniz? Belediye Başkanlarımız…” diyerek gülümsedi ister istemez… “ve diğer dostlarınız da çoğunlukla oradalar şu anda.”
“Teşekkürler Bosvin, lütfen” diyerek konuştu kibar Merkulin.
Bosvin öne geçip adet olduğu üzere onlara öncülük etti. Bu evin kadim kuralları ve gelenekleri vardı. Samimiyet bunun ciddiyetini gevşetmiyordu.
“Belediye Başkanlarımız…” diye gülümsedi Elvin. “Zek ve Metil’den, benim güzel arkadaşlarımdan hangisi yeni Belediye Başkanı oldu?” diye sordu. Seçimlerden altı ay önce ayrılmıştı Vinliir’den.
“Aslında sen gittin gideli üç seçim oldu” diye konuştu Ronnir gülerek..
“Üç mü!?” diye şaşkınlıkla sordu Elvin. Bu, ‘Şehir’ için bile fazlaydı. Merkulin ve Jullis de Ronnir’le beraber gülüyordular.
Elvin bunun hikayesini dinlemek için sabırsızlanıyordu. Şehir’deki seçimlerin iki adayı olurdu. Zek ve Mettil. Bu iki çok iyi ama birbirini yemeden duramayan dostun varlığı Şehir ve hatta Vinliir için ayrı bir neşe kaynağıydı. Son yirmi yıldır her dört yılda bir yapılan seçimlerde bu ikisinin kampanyaları bir karnaval ve bir tiyatro sahnesinde sergilenen bir komedi havasında geçerdi. Seçimler iple çekilen etkinliklere dönüşmüştü.
Dostlar Bosvin’in peşi sıra Ev’in ilk kabul salonundan önlerindeki ana koridora doğru ilerlerken Bosvin durdu. Salonun merdivenlerinden inen kişiyi nazikçe selamladı. Dostlar da onu hayranlık ve dostlukla selamladılar. Bir kuğu zarafetiyle, bir imparatoriçe asaletiyle merdivenlerden mor ipekten uzun elbisesiyle inen kişi ev sahibesi Jellin’di.
Teni güneş görmemiş bir beyazdı. İnce ve uzun endamı zarif ve büyüleyici güzellikteydi. Uzun kızıl saçları şafak gibi ışıldıyor, omuzlarından ve sırtından aşağıya dalga dalga dökülüyordu. Gözlerindeki buğulu ışıltı tarif edilemez sihirli bir güzellikti. Yüzü dolunay gibi güzel parlıyordu. Boynundaki sade zincirde küçük bir hilal şeklindeki mücevheri minik pırlantalarla kaplıydı, ışıldıyordu. Gümüş küpeleri zarif küçük yıldızlar şeklindeydi.Bilezikleri gümüş yapraklı ve mavi mor taşlarla çiçeklenmiş sarmaşıklar şeklindeydi. Parmaklarındaki üç yüzük gümüş, beyaz altın ve mavi mercandandı. Mavi mercan yüzüğün bir taşı vardı. Taş derin okyanus mavisi renkli bir elmastı.. Sihirli güçleri vardı...
Güzel Jellin; Vinliir güzellikleri içindeki, en güzellerden birisi olan rel Jellin Yağmurışığı güzel sesiyle onları selamladı.
“Vinliir beylerinin en zariflerini tekrar bir arada ve burada gördüğüm bu akşam kutlu olsun” ..diye gülümseyerek konuştu. İnsandan çok Elf kanı taşıyan, kulakları bariz biçimde sivri hatlara sahip olan Jellin. Sözleri Elvin’e hoş geldin anlamı taşıyordu.
“Mormenekşe Evi’nin latif hanımı Jellin’den bu zarif sözleri duyduğumuz bu akşam kutlu olsun” diyerek cevap verdi Elvin. Ev sahibesinin gözlerine hayran hayran bakıyordu. Ama fazla uzun bakmadı. Bunun için sebepleri vardı. Hatırlayınca gayri ihtiyari gülümsedi...
Hanım yanlarına süzülmüş onlarla yüz yüzeydi.
“Bizler gibi zamana diğer ırklardan daha dost olanlar için bile görüşmeyeli uzun zaman oldu.” diye arkadaşça konuştu yumuşak sesli tatlı Jellin.
Elvin eline uzanıp ev sahibesinin elini nazikçe tuttu ve dudaklarına götürüp öptü. Jullis ve Ronnir çaktırmadan bakıştılar ve Merkulin’e baktılar. Merkulin’in sakin ve tebessümlü doğal halinde en ufak bir değişim, bir tepki yoktu..
“Güzeldiyar’dan ayrı geçen zaman boyunca hasret çekmiş yüreğimin geri dönmekten duyduğu mutluluğu anlatmaya kelimeler acizdir Jellin” dedi Elvin...
Jellin ona gülümsedi. Hepsini gözleriyle şöyle bir süzdükten sonra bakışları son bir kez daha Merkulin’e geldi. Kısa bir an göz gözeydiler. Sanki bir an Jellin’in nefesi ah edermiş gibi geldi Elvin’e ama sonra bunun onun yanılgısı olup olmadığını düşündü aklı. Gülümsedi. Yanılgı filan değildi. Merkulin’in içini de duyabiliyordu. Bütün o derinliğin dibinde bir yerlerde Merkulin de ah ediyordu. Olanca sevgisine ve saygısına rağmen bu ikisinin; özellikle de Merkulin’in salaklığına, hem de ahmaklığına yandı Büyücü. Kendisi de bu ikisine gıpta eden, imrenen bir nida ile nefes verdiğinde bunun çok belirgin olduğunu dalgınlığı içinden fark etti. Toparlanmak için öksürmeye filan başlamıştı ama nafile. Cüce açıkça kıkırdıyordu. Jullis kendini tutsa da omuzları oynuyordu.. Duvar Merkulin sanki biraz utanmış gibiydi ama anında toparlandı. Jellin de aynıydı.
Hemen bir gülümseme maskesini taktı ve selamlayıp “Size şimdilik iyi akşamlar diliyorum.Görüşmek ümidiyle..” diyerek ve de Merkulin’e son bir kaçamak bakış atarak koridorda kayboldu..
Bosvin’in peşinden kısa koridoru yürüyerek loş ışıklı güzel ve büyük bir salona girdiler... Salon gece mavisi duvarlarında altın rengi bezemeler ve duvarların alt kısımlarındaki koyu renkli, ince süslemeli ahşap kısımlar ile usta ellerden çıktığını, zevk ve beceri ürünü olduğunu haykırıyordu... Dekorasyonda duvarları yer yer örten kalın gece mavisi kumaşlar ve kapalı mekan çiçekleri olan mavi örümcek sarmaşıkları yanında girişin sağında bir küçük şelale ve havuzcuk da kullanılmıştı... Mekanda özgürce dolaşan, İldar’da çok yaygın olan mavi serçeler de salonda uçuşmaları ve ötüşleriyle başka bir güzellik kaynağıydılar. Ahşap ve kumaşın sıcak bir hava verdiği salon masa, sandalye ve kanepelerle döşenmişti. Yerler halı kaplıydı. Hoş bir sohbet ve çay salonuydu bu büyük şömineli büyük salon.
Şömine ateşinden ve sihirli şamdanlardan yayılan yumuşak sıcak ışığın loş ışıması salonu aydınlıktan çok gölgeli halde özellikle tutuyordu. Eski bir deyişi çağrıştırıyordu Elvin’in aklında bu manzara ve duyduğu sıcak güzel hisler...
Derlerdi ki; gece gibi hiçbir şey yalnız ruhları sarıp sarmalayamaz, koynunda saklayamazdı...
Dostlar açık kapıdan içeriye kalın kapı perdesini aralayarak süzüldüler. İçeriye şöyle bir göz attılar.. Elvin kimlerin orada olduğunu gözden geçirdi. Ağır müdavimlerin neredeyse hepsi buradaydı. Bir iki yeni yüz de vardı. Fırıncı Bervin, Ormancı Kayya, Belediye başkanları, bir Holen olan eski gezgin Volis ve de yaşlı dostu kütüphaneci, katip, eski rahip; Munhir gördüğüne en çok memnun olduğu isimlerin en başındaydılar...
Elvin mutlulukla gülümsedi.
‘Önce biraz şarap alalım şu köşede hele. Sonra dostlara katılırız’ diyerek süs şelaleciğin önündeki dört kişilik masaya yürüdü Ronnir. Ronnir’in aklında ünlü Gece kraliçesi etiketli Elf yapımı ve insan ticari atılımcılığının ürünü şarabı sakince mideye indirmek vardı.Hoş sohbetle karışınca bu güzel şarabın tadı sönük kalıyordu ki Ronnir bu şarabın o dillere destan kıymetli lezzetini de sonuna dek duymak istiyordu bu gece. Bu gece o mutlu ve keyifli bir Cüceydi. Gece boyunca da her şeyin dört dörtlük olmasını ve mutlu, keyifli kalmayı planlıyordu...
Beraberce masaya yerleştiler. Etraflarına şöyle bir bakındılar. Oyun masasında macera tahtasının başında dört orta yaşlı kafadar sihirli cin oyununa kendilerini kaptırmıştılar. Cücelerden bile ufak tefek olan minik bir halktandı bunlardan üçü. Holenlerden Baduni, Volis ve Pidos.. Yanlarında dördüncü oyuncu olarak bir raskan temsilcisi olan arkadaşları Targan vardı.
Diğer bir köşede Kütüphaneci Munhir, Emekli Kolcubaşı Andar ve yöre çiftçilerinin en önde gelen, en sayılanı Yaşlı Kalon sohbet ediyordular. Kalon’un piposundan dumanlar çıkıyordu. Diğer bir masada Şehir Bekçileri başkanı yakışıklı ve etkileyici, fiyakalı üniforması içindeki Raygard Şehir’in en zengin ve yalnız hanımı, etkileyici Katrina ile baş başa oturuyordu.
Ateşin başında oturan gurup ise hararetli hararetli konuşuyordu. Belediye başkanları, Fırıncı, Ormancı, Değirmenci, Kolcubaşı, Sör Olthir ve Kış hazırlıkları şefi Hanidis beraberce bir şeyleri hararetli ve neşeli tartışıyordular.. Duvar dibindeki bir diğer masada ise bir cüce, bir eski gezgin, iki genç zarif hanımefendi, bir rel beyi ile rel hanımı kuşların etrafında dönüp dolaştığı bir sohbeti paylaşıyordular... Diğerlerinin susup ona bakmasından öyle anlaşılıyordu ki rel beyi Mithrar yine o güzel şiirlerinden birini söylüyordu.
Elvin masaya bir hayalet bırakmışçasına hissettirmeden getirilmiş olan dolu kadehlerden birini dudaklarına götürürken hem Gece kraliçesinin hem de Vinliir’in güzelliğinin tadını soluyan derin bir nefes çekti ciğerlerine. Şarabın o koyu mor rengi üzerinde sanki binlerce yıldız ışıldıyordu. Güzel tadında adı konamayan ve adı bilinmeyenlerin eşsiz aroması bir elf korosu gibi güzel ve güçlü şarkılar söylüyordu... Şarabın tadı güzelliğin çığlık çığlığa tutkuyla haykırılarak söylendiği bir şarkıydı. Gecenin müziğiydi. Gecenin kraliçesiydi...
Arkadaşlar şaraplarını afiyetle içtiler. Bu esnada pek bir konuşma olmadı. Aslında ağızları bıçak açmadı. Keyifli bir yemek ve güzel bir müziğin ardından güzel ev sahibesi Jellin tarafından karşılanmış ve Gece kraliçesinden birer kadeh devirmiştiler. Keyiflerine diyecek yoktu. Yüzleri gülüyordu...
Elvin’in aklına onu daha da güldüreceğine emin olduğu bir şey geldi.. Ronnir’e döndü.
“Şu Belediye başkanlarıyla ilgili neler oldu yokluğumda?” diye sordu.
Ronnir keyifle güldü. Anlatmaya başladı. Merkulin ve Jullis de bildikleri bu hikayeyi bir kez daha gülümseyerek ve keyifle dinlemeye koyuldular.
“Sen gittikten altı ay sonra yapılan seçimler tam anlamıyla kıran kırana geçti..” diyerek koca bir kahkahayla kendini tutamayarak güldü Ronnir.
Rel ve Şövalye de gülüyordu. Elvin de ister istemez gülümsedi.
“Her seçim kampanyası döneminde adayların kampanyaları sırasında yaşanan aksilikler bu kampanyada da kendini gösterdi. Zek’in kürsüsünü garip bir biçimde arılar bastı ve meydandan kaçmak zorunda kaldı. Ertesi günü Mettil aynı kürsüde konuşurken Merdiven basamaklarından biri kötü şansla kırıldı, yanında Mettil’in ayağını da kırdı.”
Elvin gözlerini inanmaz biçimde şaşkınlıkla açtı. Bu ikisinin kampanyalarındaki sataşmaları hep dillere destan ve komik ola gelmişti. Ama yaşlandıkça ikisi de azıtmıştı açıkçası.
“Mettil’i ilk ziyaret eden Zek’di.. Mettil onu o alçılı halinde elinde koltuk değnekleriyle yarım saat şehirde kovaladı. Sana ödeteceğim diye bas bas bağırıyordu. Ve ödetti de... Birkaç gün sonraki meydandan yapılan seçim münazarasında Zek sandalyesine otururken sandalyenin ayağı kırıldı ve o da yere düşüp kolunu kırdı.” Diyerek güldü Ronnir. “Eğlencesi bir yana bir noktadan sonra endişe etmeye başlamıştık ki kendileri bu gidişe bir çeki düzen verdiler. Çok da iyi oldu.” Dedi Ronnir.
“ Nasıl?” diye sordu Elvin.
“Birbirlerine saldırmayı bıraktılar. Ahaliye oynamaya başladılar. Sanırım bir anlaşma yapmıştılar. Birbirlerine vurarak değil ahaliyi okşayarak kampanya yürütmeye başladılar. Artık laf dalaşından öteye gitmiyorlar. Ziyafetler, şenlikler iyice arttı. İkisi de birbirine baskın çıkmak için yarışıyor. Baktık ki durum artık iyice bayram havasına girdi Belediye meclisine bir iki dilek fısıldandı Meclis de belediye kanunlarının maddelerinde değişiklikler yaptı. Artık her üç yılda bir seçim var. Daha önemlisi ise erken seçim istemek için gerekli olan şartlar değiştirildi. Çok kolaylaştı.” dedi ve gülerek ekledi cüce”..hatta komikleşti. Vinliir’ in şehri artık çok daha renkli bir yer ” diye bitirdi.
“Epeyce bir şenlik kaçırmışım anlaşılan.” dedi gülen Elvin. Gözünde canlandırabiliyordu olanları. Ronnir’ in anlattıklarını ve çok daha fazlasını... Şehir’ deki seçimleri özlemişti açıkçası.
“Şimdi başkan hangisi? Zek mi, Mettil mi?” diye sordu.
“İlk önce Zek’den Mettil aldı başkanlığı sonra Mettil’den Zek aldı. Şu anda yine Zek başkan. Önümüzdeki seçimde favorim Mettil. İki kez arka arkaya kaybetmek onu çok kızdırmıştı. Hem bu sene hasadı çok iyiydi ve çok iyi bir fiyatla sattı. Servetine servet kattıktan sonra Vinliir’in tamamına bir dizi koca ziyafet çekecek kadar altın yükü var.”
“Ya Zek?” diye sordu Ronnir’e büyücü.
“O da iyi bir sene geçirdi. Ama Zek zorlukla beslenen bir iradeye sahip. İki dönem başkan seçilince bu sene kazanma iradesinin diğer seçimlerden daha az hararetli olmasını bekliyorum” dedi.
Elvin Cüce’nin fikir ve gözlemlerine saygı duymayı onunla tanıştıktan çok kısa süre sonra öğrenmişti. Onaylarcasına başını salladı.
“Neden onlara katılmıyoruz?” diye sordu Merkulin.
“Durduğumuz kabahat. Haydi” diyerek ayaklandılar beraberce.
Onlar yürürken görenler, duyanlar onlara selam veriyordu.
“Dörtlümüz tamamlanmış. Ne güzel” dedi rel Mithrar.
“Kendini özlettin Elvin” diye masa arkadaşını kasıtlı olarak biraz kıskandırarak, gülümseyerek seslenmişti Katrina.
Minik insanlar tabir edilebilen holenlerden Volis “Hey Elvin, yarın akşam ki oyuna mutlaka gelmelisin” diye heyecanla konuştu. Büyücü başını salladı.
Elvin ağır üçlünün sessiz ve samimi selamını aynen, gülümseyerek yanıtladı. Onlarla yarın akşamüzeri Ballıkaymak’ta Orfil’in masasına gidecektiler. Bu üçü ile her ayın ilk salısı yaptıkları bir şeydi bu... Sessiz anlaşma yapılmıştı. Orfil, Munhir, Andar ve Kalon ile sohbet güzel olacaktı.
Kalabalık muhabbet gurubunun yanında durup selamlaştılar. Hemen onlara yer açıldı ve dörtlü birer sandalyeye ilişip ateş başındaki sıcak mecliste yerini aldı...
Bervin ilk lafı atandı. Kısa, tombul ve kel adam sevimli bir kişiydi. Yalnızca altı çocuğundan olma yirmi altı torunu tarafından değil bütün ‘Şehir’ çocuklarınca sevilen çok tatlı bir kişiydi. Elvin’in de iyi arkadaşıydı. Sabah kahvaltılarında fırında buluşup beraberce ikinci ve üçüncü kahvaltıları yaptıkları zamanların sayısı çok fazlaydı.
“Elvin en kısa zamanda bana uğramalısın. Yeni bir çörek tarifim ve birkaç yeni pastam var. Ekmek çeşitlerimi de arttırdım. Mutlaka denemelisin” diye heyecanla konuştu.
Elvin’in ağzının şimdiden sulandığı açıktı.
“Yarın öğleden sonra Fırın’dayım dostum. Bunu hayatta kaçırmam” diye zorlukla konuştu büyücü. Bervin memnuniyetle gülümsedi.
“Nerelerdeydin Elvin? Yıllar oldu” diyen meraklı Zek’di.
Elvin kısaca ve belirsiz bir yanıtı şakayla karışık verdi, ki bu masada bulunan dostlarının üstelemeyeceği yeterli bir cevaptı:
‘Bilirsiniz işte büyücü meseleleri. Uzun yolculuklar, gizemli karanlık diyarlar, tehlikeli yollar. Canavarlar ve kötü büyücülerden başka ejderhalar ve güzel prensesler. Vesaire, vesaire... Sıkıcı büyücüsel işler..’ diye bunlardan bunalmış sarsaklayan bir el sallama ile anlattı. Dostları gülerek kafa salladılar...
Merkulin Elvin’e baktı. Büyücü değişmiş ve gelişmişti.Eski Elvin değildi..Acaba ne kadar diye düşündü Merkulin ister istemez.Değişimi hissetmişti ama acaba ne kadar değişmişti dostu..
Rel durdu.Şimdi dikkatle bakıyordu da...Avcı gözleri dostlukları ve muhabbetleri yüzünden o kadar da dikkat vermediği şeyleri görebiliyordu..Elvin değişmişti.Hem de her yönden.. Üzerindeki eski enerji halesinden daha geniş ve koyu, daha derin bir enerji halesi ile çevriliydi. Ama Merkulin dikkatle inceleyince eşsiz ustalıktaki gözleri İldar’da sadece bir elin parmakları kadar kişinin fark edip ötesini görebileceği bir şeyi fark etti. Bu hale doğal bir hale değildi. Doğal süsü verilmiş ve çok iyi hazırlanmış bir haleydi. Özellikle ve çabayla, ustalıkla hazırlanmıştı. Elvin değişmişti. Çünkü şu en güvenli anda bile Ronnir’in kılıç kemeri, Jullis’in ağır işkence zırhı, kendisinin tam takım kolcu silahları gibi basitçe üzerindeydi bu aldatmaca hale. Bunun anlamı bu halenin bir zırh gibi, silah gibi, giysi gibi kalıcı olarak, bir amaç ve bir fayda için hazırlandığıydı. Merkulin Elvin’in Vinliir de buna ihtiyaç duymayacağını bildiği kadar biliyordu ki Elvin’in verdiği kararlar büyük ve köklü bir değişim sonucu verilmiş güçlü kararlardı. İleriye dönük kararlardı. Elvin daha ne kadar değişmişti.. Elvin ve Merkulin bir an için göz göze geldiler. Elvin ortamın havasında gülümsüyordu. Merkulin de gülümsedi.
Sohbet devam ediyordu...
Bu muhabbet her telden devam etti. Belediye başkanları karşılıklı neşeli sataşmalarla ortamı gülümsetti. Ormancıların önde gelenlerinden olan Kayya bu seneki balın son on yılın en iyi balı olduğundan dem vurup anlattı. Fırıncı Bervin de ona katıldı. Bu yıl ballı çöreklerini eskisinden çok daha fazla beğenmişti şehir ahalisi. Değirmenci Svokas da kış gelmeden eski değirmeni bakımdan geçireceğini söyledi. İki yıldır yeni değirmende çalışmasına rağmen eskisinin hatıralarına da hala sadıktı. Oraya yürekten bağlıydı. Bunları söyledi hem de ilave etti “Eski ve Virane görünümlü olabilir ama Eskideğirmen’e hep gözüm gibi baktım. Dıştan nasıl görünürse görünsün içerisi hala ilk günkü gibi iyi durumda. Hem ileride yeni büyük değirmende olası bir arıza ve bakımda ikinciyi kullanabiliriz.”
Oradakiler başlarını salladılar. Eski Değirmen’in bir uğuru olduğu inanışı Vinliir de yaygındı. Çünkü Svokas’ın dedesi Hulushi perilerle gezen, değirmende yaşayıp elflerle arkadaşlık eden yalnız ama kutlu bir kişiydi. Yardımseverliği ve temiz kalpliliği dillere destan bir kişiydi. Bu iyiliğin oraya sindiğine inanırdı Vinliir.
Kolcubaşı Vondargi söz ona geldiğinde yollardan ve yeni haberlerden söz açtı. Dev boğazı ve Dağ insanları tarafından sınır ihlallerine dair bir iki çatışmanın her kış öncesi olduğu gibi yine yaşandığını ama Kolcu yaylarından çıkan okların bunları şişlediğinden söz etti.
Söz dönüp dolaşıp Kış’a gelmişti işte.
Mettil anlattı
“Geçen yılın hasadı, bahçelerin ürünleri en iyi beklentimizin bile kat kat ötesindeydi bütün çiftçiler için. Hem satacak, hem kendimize ayıracak, hem de kış için depolayacak kadar iyi mahsul aldık. Sene çok bereketliydi. 631 yılının mahsulleri uzun seneler hatırlanacaktır..” diye bitirdi.
Zek rakibi ve en iyi dostunu başını sallayarak onayladı. Kısa şişman adam evet nidalarıyla konuşmaya başladı.
“Gerçekten de iyi bir yıldı... Herkesin yüzü güldü. Ambarlar doldu. Üstelik ürün bolluğu kadar kalitesi de çok iyi seviyedeydi.Vinliir çıtası bu sene çok yükseldi. Değil mi Hanidis?” diyerek onu da sohbete çekti.
Hanidis Kışşehri sorumlusuydu. Mağara ve dehlizler ile Kış seralarının bütün hazırlıklarını Belediye başkanı adına takip ve düzenleme onun tek göreviydi. Şehir muhafızları, Kolcular, Çiftçi ve Tüccar Loncaları üyeleri hep onun başkanlığındaki Hazırlık Komitesinde onunla birlikte çalışırlardı. Otuzlarının sonundaki kısa boylu gürbüz adam cevap verdi.
“Gerçekten de iyi bir yıldı. Kış ambarlarının şu haliyle beşte üçü ağzına kadar dolu. Diyebilirim ki yaptığımız stok planlarının iki yıl önündeyiz. Dayanıklı yiyecek ihtiyacımızın onda sekizi şu anda hazır. Ayrıca kış seralarının da bakımları ağırdan almamıza rağmen hemen hemen bitmiş durumda. Bu kış mağaralardaki mantar bahçelerine ilaveten Kuzey ülkelerinden Deonin Küpçübaşı’nın getirdiği yer altında yetişen meyve sarmaşıklarından da bir bölge kurduk... Uzunkış’tan evvel bu kış bir deneme ekimi yapacağız” diyerek hazırlıklardan bir iki laf daha etti “Yeri gelmişken Kış için yapılan bir iki şeyle ilgili de bilgi vermek istiyorum. Dehlizlere yeni bölümler ilave ettik. Mağaraların tamamı elden geçirildi. Vadiye açılan eski yer altı tünellerinin bazılarına ekler yaptık ve hepsini güçlendirdik. Bunun yanında Vadideki üç büyük kasabayla Şehir arasına cüce dostlarımızın da yardımıyla demir araba tünelleri kazmaya başladık” dedi.
“Bundan haberimiz yoktu,” diye konuştu Kayya “Hem bu ne işe yarayacak?”
“Bu işin planları aslında geçen Uzunkış’tan çıktıktan sonra yapılmış. Komite eski Uzunkış komitelerinin çalışmalarını incelerken beş yıl önce buldu bu planları. Cüce dostların projesiydi bu. Hemen Dağ’la görüştük. Planları o zaman hazırlanış olan ve şimdi Dağ’ın önemli mevkilerinden birinde; Kazıcılar başkanlığı kürsüsünde oturan Dhiland Eğrikemer bizimle şahsen ilgilendi. Şu anda da kendisi ekibi bizzat yönetiyor. Bu iş bittiğinde Şehir, Üç Kasaba ve Dağ yer altındaki bir tünel ağıyla ve hızlı demir arabalarla birbirine bağlanmış olacak. Yukarıda en sert, en yol vermez fırtınalar eserken yine de birbirimizle bağlı olacağız” diye anlattı Hanidis.
“Bu durum Kış geldiğinde çok işimize yarayacak” diye konuştu Rillmirr Lordu Sör Olthir. Yetmişlerinde görülen bu Lord aslında yüz kırk yaşındaydı. Hala dinç ve güçlü olmasının yaşını göstermemesinin nedeni ailesiydi. Talion sülalesinin kadim kökleri belki de zamanın başlangıcına dek uzanıyor ve bütün Dünyalar Zinciri halkalarına yayılıyordu. Bu eski insan ailesinin kanı geçen sayısız yüz yılda pek çok renge bulanıp zenginleşmişti. Bu ailenin fertleri arasında rel, elf ve natzaglar da olmuştu. Hatta talihsiz olaylar sonucu kanlarına ork kanı bile karışmıştı... Olthir anlatmaya devam ediyordu. “Önceki Uzunkış’ta ben genç bir şövalyeydim. Dağ insanları aşiretlerinin Gözcü Kuleleri mevkiinde yenilip püskürtüldüğü savaşı hala hatırlarım. O gün savaş vagonlarımız daha hızlı olabilseydi, fırtınaya saplanıp gecikmeseydiler, yaşamlarını yitiren pek çok yiğit Vinliir evladı, pek çok güzel kahraman daha uzun bir hayat sürecekti.” dedi. O savaşın bahsi bilinirdi. Güzel ve mutlu bir cennet olan Vinliir kahramanlarını ve dışarıda bekleyen tehdidi de asla unutmazdı, bütün bu latif varoluşuna rağmen...
“Bu defa en azından ‘böyle’ sorunlar olmayacak..” dedi Hanidis konuyu iyimser bir renge çekerken “..Savaş vagonlarının en büyüklerini bile Vinliir’in merkezi noktalarına bu yolla ulaştırabiliriz. Daha uç noktalarda oluşabilecek ihtiyaçlar için bile yeterli olacaktır bu düzenlemenin sağlayacağı avantaj..”
“Kışın zorlu geçeceğini tahmin ediyorum” dedi Merkulin “Bizim hasadımız ne kadar iyi geçtiyse Likion’un iç kesimlerinin baharı ve yazı da o kadar kurak ve verimsiz geçti. Dağ insanlarının çatal yaylası yangın felaketiyle kavruldu. Komero krallığının uçsuz ovaları bu yıl mahsul vermedi. Batıdaki Şehir ve Krallıklar da bu yönde sadece biraz daha şanslıydılar” diye konuşurken bir yandan da düşünüyordu rel; bulunan izler, derinleşen karanlık, hepsi bir arada içini huzursuz ediyordu.. Gelen yıllar ve Uzunkış bu bereketli güzel topraklara bela getirecekti. Merkulin Elvin’e baktı sözü bitince. Bu defa Elvin ona bakıyordu. İkisinin gözleri de sanki aynı şeyi anlatıyor, aynı endişeyi taşıyor, tek bir düşünceyi söylüyordu. Güzellik belalı bir nimetti. Özellikle de kötü bir dünyada, çirkinlikle dolu bir dünyada...
Gerçekten de Vinliir ve Atalia’nın var oluşu Likion’un büyük bölümde kıskançlık, garaz ve nefret gibi karanlık duyguları besliyordu. Uzunkış gibi yırtıcı bir zamanda hayatta kalmak için güçlü olmak şartsa ve güçlü olmanın yolu diğerlerini ezip elindeki avucundaki her şeyi almaktan geçiyorsa şurası açıktı ki Vinliir bütün komşuları için baştan çıkarıcı bakir bir güzellikti. Sanki bu düşünceyi paylaşırcasına konuştu Kolcubaşı Vondargi. Kendisi bir rel idi. Geçen Uzunkış’ta ki savaşlardan biri olan Devboğazı Akını’nın kahramanlarından biriydi.
Kırklarının sonunda görülen rel gülümsüyordu.
“Onların gözünde Vinliir çırılçıplak gezen baştan çıkarıcı bir bakire. Mutlu ve iyi halkın güzelliğini zayıflığı sanıyorlar. Bize yeterince dikkatli bakmıyor düşmanlarımızın çoğu. Kadife eldivenin içindeki demir yumruğu ancak boyunlarını kırıp canlarını alan darbeyi yedikten sonra biliyorlar. Ama çoğu dedim. Az bir kısım düşmanlarımız ise zeki. Hatırlıyorlar. Biz nasıl unutmadıysak onlar da unutmadılar. Ve size söylüyorum, kinlerini çok bilediler..”dedi. “..Ama ne yalan söyleyeyim korku ve endişeme rağmen, zor olacağını bilmem rağmen zaferi de görüyorum. İyi hazırlandık ve hazırlıklarımız Kış’a kadar çok daha iyi olacak. Dostumuz Merkulin’in bu kış ki eğitimlerin sayısını iki katına çıkarması da bunun güvencesidir” dedi Vondargi.
“Bunu bilmiyordum” dedi Ronnir. Merkulin başını salladı.
“Merkulin’in kararına katılıyorum. Aslında ben de buna benzer bir şey düşünüyordum. Ortak çalışma idmanlarımıza ağırlık vermeliyiz” dedi Kolcubaşı ve Merkulin’e dönmüş olan Sör Olthir...
Onlar da aynı fikirdeydiler.
“Lütfen, Lütfen. Bu gecelik bu kadar yeter. Zaten bir hafta sonra olağan Kışmeclisi’inin ilk toplantısını yapacağız. Bütün bunları orada Vinliir’ in bütün temsilcileriyle konuşmayacak mıyız? Lütfen. Bu gecelik bu kadarı yeter.” Diye konuşuyordu Ronnir.
Onu desteklercesine Bosvin ve Jellin’ in de yanlarında zarif genç hanımların taşıdığı kadehlerde Gece kraliçesinin yıllanmış tadını getirmeleriyle yüzler gülmeye yürekler neşeyle dolmaya başlamıştı... Salona üç müzisyen genç kız girip harp ve kemanlarından hoş sadaları azad ediverdiklerinde bütün masalar hep birlikte bildik ezginin üzerine bildik şarkı sözlerini söylemeye başladılar... Latif bir gecenin ilk hoş şarkılarıydı bunlar ve saatler de işte böyle bu hoş sadalarla akıp geçti.
Dostlar Ballıkaymak’ı da çok severdi elbette. Onu o canlı, cıvıl cıvıl neşeli güzel tadı bir başkaydı. Ama Mormenekşe evindeki o daha bir ağır, daha bir sakin ve telaşsız, zamanla tasası olmayan o daha yavaş hava, o loş ve hafiften hüzünlü; mutlu ama hüzünlü hava onlar için bambaşkaydı....
Sabahın ilk saatlerinde güneş ufuktan ilk kızıl oklarını semaya savururken. Dostlar Şehir’ den dışarıya sürüyordular tırısa kalkmış atlarını... Yeşil otlar günün ilk rüzgarlarıyla dalgalanıyordu...
Dörtlü dingin bir mutlulukla serin sabah havasında ilerliyordu. Elvin gelen güneşli güne ve masmavi güzel göğe baktı. Her şey ne kadar harikaydı. İnanamıyordu. Yollardan sonra yine buradaydı. Tekrar dışarıya yürüyecek olsa da... Şu anda önemli olan tek şey burada olması ve şu andı.. Tadını çıkarmalıydı. İçten gelen koca bir kahkaha ile; neşeyle gülerken dostları önce ona şaşkınlıkla baktılar, ama Elvin gülmeye devam etti ve devam etti. Kahkahası garip ama hoştu. Temiz bir neşeyle olduğu kadar hüzünle de doluydu... Arkadaşları etkilenmekten kaçamadılar. Aynı neşe ve neşe olduğu kadar hüzün de onlara da bulaştı ve onunla beraber kahkahalarla gülmeye başladılar... Şafağı ve ‘gelen gün’ ü bu kahkahalarla karşıladılar. Rüzgar esiyordu... Kızıl okların altındaki yeşil ot denizi dalgalanıyordu. Atlar koşuyordu...



Ballıkaymak ve Mormenekşe akşamlarında iki gece sonra Elvin Yalnız çınar konağında tek başınaydı... Kuledeki çalışma odasında küçük balkonun kapalı kapısı önünde sallanan sandalyelerinde oturuyordu. Büyücü belki bir saattir kafasını sandalyesine rahatça yaslamış öylece ayı seyrediyordu... Dalmıştı... Hem çok şey düşünüyordu. Hem de hiçbir şey...
Vinliir’ de olmak çok güzeldi. Burası ev idi... Dostlar, iyilikler, neşe, güzellikler hep buradaydı. Güzel bir doğa parçası, iyi ahali, havası, suyu, toprağı güzel bir yer. Güzel bir ev...Sanatında ilerleme ve yükselme... Ve de en önemlisi artık yolunu çizmiş olmak...
Yine de bir şey vardı. “Eksik mi” diye düşündü Elvin.
Doğru kelime bu muydu?.. Yoksa “gözden kaçan” mıydı doğru saptama? Her ne ise,bir şey vardı.
Elvin durgun bir hüzün esintisinin yavaş yavaş üzerine ördüğü kederi görebiliyordu. Hissediyordu. Ama her zaman kullandığı savunma bir işe yaramıyordu. Öfke. Öfke bir düşmana, bir engele yönlendirilir ise ve hedefini bulur ise etkiliydi. Öfkeye bir hedef gerekliydi. Elvin öfkeye hedef gösteremiyordu. Öfkelenemiyordu. Belki de bir bezginlik vardı üzerinde... Bilemiyordu... Büyücü sadece üşüdüğünü hissedebiliyordu... Birikmiş yalnızlığın içinde esen soğuk rüzgarların taşıdığı buzlar ruhunun pencerelerini tıkırdatıyor huzurunu kaçırıyordu... Sinir bozucu bir bilinmezlikti bu...
Bir ses Elvin’in zihnine seslendi. Elvin onu tanıyordu.
“Uyu Elvin” diyordu ses. Ses olanca arkadaşlığına rağmen çoğu zaman ifadesiz salt bir varoluş olurdu. Kudret dolu bir varoluş. Ama bu defa bir şey daha vardı bu zihinsel seslenişte. Dostça bir ezgi...
“İyi geceler Yaşlı kişi” diyerek dostuna itaat etti Büyücü. Aynı zaman da oturma odası, çalışma odası, çay odası ve de yatak odası olan bu kule salonunda korları dağılmaya başlamış şömine ateşinin yanındaki yatağa uzandı. Üzerine yorganını çekip sıkıca sarıldı. Gözlerini kapadı ve bütün iyi dostlar, iyi ruhlar ve de güzellikler için kutlu iyi dilekler söyledi... Sonra da aklını yavaş yavaş her şeyden boşaltıp uykunun derinliğine doğru süzüldü...
Elvin gecenin bir yarısı hissizce uyandı. Çığlık ya da kabus yoktu. Sadece içinde büyük bir...bir hisle uyanmıştı. Karanlık ve derin bir histi. Boş ve soğuktu. Elvin üşüyordu. Gece soğuktu. Ay ışığı devrilmiş, şömine sönmüş soğumuştu.... Büyücünün içi sızladı bir an. Bir çocuğun karanlıktan korkması gibi basit ve masum, bir çocuğun karanlıktan korkması gibi içli bir korkuyla korktu. Acı duydu. Boğazı düğümlenirken göz pınarları yanıp yaşardı. Yorganına daha bir sarılıp bürünürken gözlerini sıkı sıkı kapattı... Kapalı gözlerinde bir çift yaş gecenin koynuna süzülürken Yaşlı büyücü bir çocuğun masum ruhuyla için için hıçkırıyor ve inliyordu... Soğuktu. Gece çok soğuktu. Daha sıkı sarıldı yorganına. Gölgelere karşı bir zırhmışçasına..
Sabahın ışıkları büyücünün yatağına hücum ederken bir şekilde içeriye doluşmuş mavi serçeler de Elvin’in sağında, solunda, etrafında üzerinde cıvıldaşıp ötüşüyordu... Bir oraya bir oraya uçuşup, sağa sola konup duruyordular. Sanki neşeli, şamatalı bir parti veriyor gibiydiler.
Elvin gözlerini yorgun ve bezgince, aksice açtı. Sabahları çok aksi ve ters birisi olurdu büyücü. Kaşları çatık, yüzü sertti ki birden bire dudakları gülümseme denen o anlamsız şekille kıvrılıp yüzüne aydınlık taşıdı. Bakışları yumuşayıp güleççe ışıldadı... Kuşların hareketliliği, etrafta ve üzerinde gezinip şakımaları sabah daha ilk nefesle sıcak ve taze bir can gibi canına can katmıştı... Geceyi hatırlamaksızın neşeyle doğrulup gerindi ve kocaman kollarını kanat gibi açarak kocaman esnedi Elvin. Komik sesler çıkaran büyücüye gülercesine cıvıldaşıp neşeyle uçuşuyordu minik kuşlar. Elvin onları anlıyordu. O da güldü bunun üzerine ... Kuşlar ne güzel uçuşuyordu. Elvin onları izlemeye koyuldu. Daha ilk andan itibaren onlara öyle bir kaptırdı ki kendini ne yaptığını fark edemeden uçuşan bol cüppenin altındaki ayakları onlarla beraber sağa sola akarcasına hareket ediyordu. Ve az sonra ise ayakları da yerden kesilmiş aklı gibi havada uçuyordu. Büyücü kuşlarla uçuyordu... Uçmak kısa süreler için olduğu zaman büyücünün neredeyse nefes almak kadar kolayca başarabileceği çok iyi bir büyüydü...
Kuşlarla evin içinde uçmak güzeldi ama mavi serçeler bu dar alandan çıkmayı ve engin göklerde uçmayı istemişlerdi. Aralık pencereden dışarıya yel gibi eserlerken Elvin de onları izledi...
Küçük kuşların tek vücut gibi uçan ve mavi bir dalgayı andıran dalgalanmalarla uçuşan sürüsünün peşinde Büyücü de evin etrafında tur atıyor, üzerinden hızla geçiyordu. Kulenin etrafında beraberce bir iki tur attılar.. Rüzgar Elvin’in yüzünde, saçında, sakalında, elbisesinde dalgalanıyordu. Sabah ferahlığı ve neşesi Elvin’i iyice sarıyordu.. Kuşlarla bir süre böyle yakalamaca oynadılar. Sonra Elvin tepenin etrafındaki küçük gölcüğün üzerine gelince biraz nefeslenmek için durdu.. Esen hafif rüzgarda hafifçe dalgalanan gölcüğün ayna misali berrak yüzünde kendisine baktı. Gökyüzü, bulutlar ve kuşların yanımda duruyordu.. Gülümsedi. Üzerindeki cüppesini çıkarıp kıyıya savurarak çırılçıplak kaldı. Sonra uçmayı bıraktı ve gölcüğün içine bir taş gibi koca bir şapırtıyla düştü...
Birkaç dakika şarkılar mırıldanarak kulaç attı Elvin. Tepesinin eteğindeki gölcüğe sırt üstü uzandı. Güzel su onu kollarında tutarken Büyücü gülümsüyordu.. Mavi gökte uçuşan koca beyaz pamuk kümelerini izliyor kuşlara gülümsüyordu. Yarım saat kadar böyle kaldı Elvin... Suyun üzerinde yarı uyanık yarı uyur bir halde öylece yattı. Sonra kıyıya yüzüp giyindi ve Konak’ a döndü.
Öğleden sonra hava bozmuştu. Gökyüzü gri bulutlarla dolmuş hava soğuyup rüzgarlarla bulanmıştı...
Elvin kulenin en tepesindeki çalışma odasındaydı. Şöminede ateş çıtırdıyordu. Çayı hazır vaziyette onu beklerken hoş rayihalar yayıyordu. Yaşlı Elvin Yalnızçınar Tepesi’nin yaşlı ulu çınarına bakıyordu pencereden. Koca çınarın dalları esen rüzgarda hafif hafif müzikal bir ahenkle sallanıyordu. Üzerindeki sararmış altın yapraklar bir bir kanatlanıp uçuşuyordu rüzgarla.. Sanki dallarından sürüsüyle kuşlar havalanıp rüzgarda süzülüyormuşçasına..
Elvin düşünüyordu.. Yavaş adımlarla pencereden dönüp diğer pencereye yürüdü. Kıyı dağlarının manzarasını gören güney penceresinden dağlara baktı. Büyük, yüksek, geçit vermez koca dağlardı bunlar. Ve güzeldiler. Sarp kayalıklar, derin yarlar, kör vadiler ve mahsur kalmış orman parçalarıyla dolu sert dağlardı kıyı dağları.. Aklında çağrışımlar yapıyordu dağlar. Kafasını karıştırıyordu. Bilinmeyen bir karmaşa vardı içinde.. Adını koyamıyordu.. Elvin durdu... Gözden kaçırdığı bir şeyler vardı. Evet karmaşanın adını aslında dün gece koymuştu. Sadece farkında değildi. Gözden kaçırdığı bir şeyler vardı. Bir şeyler eksikti. His buydu. Aklını karıştıran şey eksikliğin yarattığı dengesizlikti. Artık en azından bunu biliyordu.. Alayla hafifçe gülümsedi.Çıplaklıktı bu his.
Gelişinden bu yana ilk defa bir konuşma havasıyla ona seslendi tepenin Yaşlıkişi’si...
“Yolculuğun seni epey değiştirmiş Elvin.”
“Sanırım değişmeye devam ediyorum.”diye cevap verdi Elvin
“Haklısın. Değişmeye devam ediyorsun ve edeceksin...” diyerek karşılık verdi Yaşlıkişi.
“Nereye kadar Dralmin?’ diye ona adıyla hitap etti Elvin. Tepe’ deki Yaşlı kişiyi Merkulin ve yaşlı elfler kadar cüce büyükleri de bilirdi. Vinliir ahalisi de Tepe’ de yaşlı bir kişinin ikamet ettiğine dair söylenceyi anlatıyordu ama bu Yaşlı kişi ve sırlarına belki de hiçbiri Elvin kadar yakın değildi. O bile bu haliyle fazla bir şey bilmezdi Dralmin hakkında.
Dralmin Elvin’in açık zihnindeki karmaşayı görerek sessiz kaldı. Sessizlik kısa bir süre hakim oldu. Sonra Elvin çok usta büyücülerin duyduğu o yapılan bir büyünün ışımasını duydu. Kitap kürsüsüne dönüp baktı.
Elvin’in kitap kürsüsünde bir kitap duruyordu.
Elvin kitaba doğru yürürken Yaşlı kişi ona konuştu.
“Önceden aklının kapıları kapalıydı Büyücü. Şimdi ise artık hepsi aralık. Sadece senin içeriye yürümeni ve onları bir bir keşfetmeni bekliyor, o kapıların ardındakiler.. Önceden zamanı değildi, şimdi ise artık zamanı geldi..” diyerek kısaca durakladı Dralmin. Sesi güçlü, vakur ve de dostça sıcaktı.
“Deerie’deki Ejderha büyücülerini duydun Elvin” diyerek ona hatırlattı Dralmin. “Ejderhaların; İyi, kötü ve özgür olanların hepsinin özünün geldiği Ejderha nefesi kapılarının seçtiği kişi olan Dragne’nin, ilk Ejderha büyücüsünün, Lent O’sahr’ın bir kitabıdır bu. Pek çok yüzyıl boyunca Kudretli Ejderha Büyücülerinin sırlarını öğrenmek isteyen bütün tarikatların peşine düştüğü yazmalardan birisi bu. Belki de İldar’daki sonuncusu. Satırlarında büyüleri okuyamazsın Elvin. Tarikatların inanışlarının aksine bu kitapların hiç birinde büyüler yazmaz. Çünkü senin de ileride göreceğin üzere Ejderhalar ve Ejderha büyücülerinin kullandığı güç aslında büyü olmayan bir büyüdür..” diye konuşuyordu Dralmin. Elvin sadece dinliyordu. “Bu kitap sana büyü vermeyecek Elvin. Ama ondan başka şeyleri bulacaksın” diyerek sustu Yaşlı kişi.
“Ne bulacağım Yaşlı kişi?”’ diye sordu Büyücü.
Dralmin kısaca cevap verirken sesi yavaşça suskunluğa karıştı.
“Gerçek büyüyü. Özünü.”
Elvin bu bilmece gibi konuşmaya takılmadan kitaba uzandı. Elini cilde atıp kapağı ve ilk sayfaları çevirmeye başladı. kitabın o yaşlı ve güzel kokusunu alabiliyor, sayfaların dokusunu hissedebiliyordu. Yazarının kıvrak yazısının göze hoş gelen süsleme misali kıvrım kıvrım şekillerinden akıp geçerken bakışları, kitabın o kendine has dünyasına geçiyordu bilinci.



Lent O’sahr ya da Bütünalemler olarak da geçen Dünyalar Zinciri Halkalarında geçen adıyla ‘Dragne’ yaşamış en güçlü büyücülerden birisi ve Bütünalemler’de var olmuş en büyük güçlerden biriydi. Ejderha Nefesi Kapıları’nın ona hizmet için yarattığı Gece Ejderhalarının verdiği gücün ötesinde bunun asıl sebebi Dragne’nin kullandığı gücün kökleriydi. Dragne sadece Ejderhaların kullanabildiği Ejderha Nefesi Kapıları’nın güçlerini bir Ejderhaymış gibi kullanabiliyordu. Öyle ki daha sonra gelen müritlerinin toplam gücü bile hiçbir zaman onun tarifsiz gücüne yaklaşamadı.
Lent O’sahr isimli Deerieli büyücüyü Dragne yapan olaylar efsaneviydi. Genç ve güçlü Lent O’sahr Deerie’nin Yedi kuleleri sayılan Trilan kubbesi’nde toplanan dört tarikattan görüşleri İldar’ın Sieagle’ına yakın olan Maviturna tarikatının müridiydi. Lent O’sahr’ın görüşleri, büyü hakkındaki düşünceleri ve hareketleri sırlarla örülü bir dizi gelişme sonrası onu Büyücüler divanı ile karşı karşıya getirmiş ve bir yargılama olmuştu. Yargılama esnasında alınan karara, ki ne olduğu da bir sırdı, karşı koymuştu Lent O’sahr. Ama divan o zamanlar ondan çok güçlüydü. Fakat Divan’ın gücü bir anda Trilan kubbesine hışımla dalan Kadim Mavi Ejderhalardan bir tabur tarafından püskürtülmüş ve şimşekli bir hızla Lent O’sahr Trilan kubbesinden alınıp götürülmüştü. Bu Lent O’sahr’ın son görülüşüydü. Ve Dragne’nin de doğuşu.. Ejderhaların ilk büyücüsü ve Gece Ejderhalarının efendisi..
Lent O’sahr zamanının arifleri ve tarihçileri tarafından sadece güçlü bir büyücü olarak değil aynı zamanda büyük bir bilge ve saygın bir düşünür olarak da anılan yüce bir şahsiyetti. Fikir ve söylemleri tepki toplasa da Deerie’nin Arifleri ve Uluları arasında önde gelen saygın bir yere sahip olan bu genç adamın en önemli söylemlerinden birisi de dünyalar üzerineydi. Yani Bütünalemler üzerine.
Lent O’sahr’ın savına göre dünyalar zincirinde bağlı dünyalar bir bütünün farklı parçalarıydı ve şu anki birliktelikleri üzerinde yaşayanlarca bozulmuş çarpık bir dengeyle sarsılıyordu. Genç adam çeşitli vesilelerle farklı meclislerde bunu her defasında dile getirmiş ve dengenin yeniden sağlanmaması durumunda oluşacak tehlikeleri saymıştı. Bu tehlikeler bir gün bir şekilde Bütünalemlerin birbirinden kopmasına kadar çeşitliydi! Büyücü ve Bilge Bütünalemlerin tek bir özün farklı yanlarındaki görüntüsü olduğunu söylüyor ve her dünyanın kendi özüne sadık kalmasını, dengesinin muhafaza edilmesini istiyordu. Lent O’sahr’a göre Deerie Zincir’in en önemli halkasıydı. Farklı bir durumu vardı. Bu farklı durumun kaynağı çok büyük bir gücün merkezi olmasıydı. Ghirion kapıları’nın birleştiği yer olması yanında Büyükkuyu tabir edilen Büyünün alemi Kal’i Nahr’ın Varoluş’a açılan eşiği de buradaydı. Bu yüzden Deerie üzerindeki sihir kullanımı kısıtlanmalı ve sıkı kurallarla denetlenmeliydi. Genç adam Güç’ün beşiğinde bu denli yoğun ve çeşitli büyü kullanımını yanlış ve tehlikeli buluyor, diğer dünyaların da bundan olumsuz etkilendiğinin savunuyordu. Büyücü ve savunduğu düşünceleri elbette Bütünalemler tarikatları içinde en güçlüleri olan Deerie’nin Trilan kubbesi tarikatlarınca hoş karşılanmıyordu ve sonuçta işlerin buraya gelmesi de şaşılacak şey değildi. Şaşılacak olan işlerin o noktaya geldikten sonra aldığı yeni haldi..
..Dragne Bütünalemler içinde en çok Deerie’yle ilgilendi. Ama Trilan kubbesine asla intikam için saldırmadı. Ne de onlarla sürtüşmelerini büyütme yolunu seçti. O sadece Deerie’ye dengeyi getirmekte faydalı olacağına inandığı şeyleri yaptı. Yaptıklarının amacı bu olsa da yaptıkları bir sırdı. Gölgelerin ve Gecenin pelerinine bürünmüş olarak yüzyıllar boyunca çalıştı. Bütünalemler’de bilinen, en iyi bilinen ve anlatılan hareketi ise İkinci Umlobb zamanında yaşandı.
Dünyalara büyük bir yıkımı, eşini benzerini hiçbir Umlobb Efendisinin yaratamadığı bir ateşten laneti getiren Kızıl Kraliçe Yaschavalin savaşlarında Dragne ve Ejderhaları Kızıl Ejderhalara karşı en ön safta savaştılar. Savaşın kazanılmasına sebep olan olayların gelişimi için gerekli zamanı ve ortamı sağlayan bu Dragne direnişi olmaksızın Işığın Karanlığa yenilgisinin kesinliği sonrasında herkesçe kabul edildi ve Dragne adı çekinildiği kadar da saygıyla anıldı. En azından gerçek Ulular arasında....
Dragne üzerine bilinenlerin çok ötesinde koca bir bilinmezlik denizi mevcuttur. Neden Gece ejderhalarının ve Dragne’nin Bütün alemlerde görülmez olduğu, nerelere çekildikleri bir sırdır. Zaman zaman ortalıkta Gece ejderhaları ve Ejderha büyücülerine dair söylentiler çıksa da açık bir temas artık yoktu...
Kahinler Dragne için Bütün alemlerin koruyucusu derler ve ona saygı duyarlar. Ve kahinler derler ki “Dragne Işık için yandı. Dragne karanlık kıyıdan aydınlık kıyıya geçecekler için ölümün suyu üzerine köprü oldu. Dragne ve Yoldaşları hep olacak ve mücadele edecek. Onların özü Bütünalemler’dir ve Bütünalemler de onlardır..”
İşte Kahinler böyle derdi, kendi yitik kehanetlerinde..




Yağmur ve serin rüzgarlara bulanıp kara bulutlarla örtülen Kasım ayı boyunca dostlar çeşitli vesilelerle buluşturlar ve kah Ballıkaymak’ta, kah Mormenekşe’de, kah rengarenk korularda vakit geçirdiler. Sohbet, içki, şarkı ve yemek ile geçen bu zamanla ilgili anlatacak fazla bir şey yoktu. Çünkü her şey güzel ve sakindi. Hoş sohbet güzel yerlerde güzel renklere bulanıyor, güzel sesler ve müzikle ışıldayıp güzel yemek ve içkilerle tatlanıyordu. Dostlar başka dostlarla buluşup sohbeti ve neşeyi büyütüyordu.
Kış meclisinin ilk toplantısını takip eden günlerde dostlar üç kez buluştu. İkisi Mormenekşe evinde diğeri ise Elvin’in evinde olan bu toplantılardan sonra Aralık gelmişti.Baykuş dağı’nın baş ustası Ronnir kış için hazırlık yapan ustaların başında demir ocaklarını denetliyordu.Merkulin ve Jullis ise Kış birlikleri olacak olan Karma kuvvetlerin tatbikatlarında ve eğitimlerindeydi.
Bu zamanlar zarfında Elvin de okuduğu kitabın üzerine yalnız kalarak düşünme fırsatı bulmuştu... Lent O’sahr’ın yazdığı kitaptaki düşünceler, fikirler, yeni bilgiler aklını epey bir meşgul etmişti. Elvin bu okudukları ışığında içindeki bir şeylerin yeniden şekillendiğini hissedebiliyordu. Zaten bu okuduklarına kayıtsız kalması gibi bir şey söz konusu da olamazdı.
Kitap en çok yedi yüz sayfa gibi görünüyordu ama Elvin yaklaşık otuz bin sayfa okumuştu bu kitapta. Otuz bin sayfanın tamamında düşünecek şeyler, öğrenecek şeyler, hatırlanması gereken şeyler vardı.
Elvin Aralık ayının sonlarına doğru artık içinde kıpırdamayı bırakıp iyice çalkalanmaya başlayan duygularla boğuşuyordu... Büyücü çalışmalarıyla geçen uzun zamanın zorlu olduğunu düşünmüştü ama bu son bir aydaki yalnızlığın içinde kendi içinde düşüncelerle geçirdiği zamanın yanında o yılların lafı bile olmazdı.
Olanca güzelliğe rağmen Vinliir Elvin’e daha çok acı ve yük vermişti. Bunun sebebi belki de zaten buydu. Güzellik.. Elvin güzellik ve mutluluğun onu bu hale getiriyor olduğunu düşününce titredi...
Düşünceleri kitabı okuduktan sonra Dralmin’in sözünü ettiği kapılardan birinden daha geçmişti. Bu o hayatta zamanla geçilen kapıların en güçlü ve en tehlikelilerinden biriydi. Hayattaki ve kişinin aklındaki kapılardan çoğu onu bir adım daha ileriye götüren kapılardı. Ama bu kapılar içinde bazıları vardı ki onlar çok farklıydı. O kapılar artlarında bırakılan bütün kapıların ve geçmişin anlamını değiştirebilen, dönüm noktası olan kapılardı. Bu kapılar kişinin görünüşünü kökünden değiştirip yeni bir şekle bürüyen kapılardı. Elvin işte böyle bir kapıdan geçmişti. Dünyası sarsılmış ve taşları oynamıştı. Taşların yerine oturması zaman alacaktı. Büyücü yapabildiği tek şeyin beklemek olduğunu biliyordu...




Soğuk ama güzel havada güneş ışıldarken öğlenin rüzgarsız aydınlığında dizlere çıkan karların üzerinde yürüyordu Büyücü.. Karların üzerinde yürüdükçe çıkan o kıtırtılı gıcırtılı kar sesi, kristallerin ışıldayan görüntüsü onu mest ediyordu. Soğuk ve ferah havada nefes aldıkça ağzından ve burnundan ak dumanlar tütüyordu.
Elvin şöyle bir dönüp bakındı... Konağın çatısı karlarla kaplıydı. Duvarların çıkıntılarına karlar birikmiş binayı beyazla gölgelemişti. Bacası içeride yanan hafif ateş yüzünden dalgalanan bir sıcak yayıyordu.. Ulu çınarın dallarında birikmiş karlarla ağaç göz alıcı ışıltılarla, çok hayranlık uyandırıcı bir manzarayla parlıyordu. Karlar mavi bir renkle parlıyordu gölgelerde... Her yer göz alabildiğine beyazdı. Gök deli bir mavi renkteydi...
Derin bir nefes çekip ah etti Büyücü..Etrafına uzun uzun bakındı. Zaman geliyordu.. Ayrılık vakti yaklaşıyordu. İyilik ve Güzellik adına çıkacağı bir yolcukla bu Güzeldiyar’dan ayrılmasına vakit yaklaşıyordu.
Büyücü şöyle bir geçmişe baktı. Komero’daki Kaliksar şehrinde geçen karanlık ve acı dolu yıllarını, yaşlanmasını hatırladı. Sonra Betrillas’ın onu orada bulmasını ve beraberce oradan ayrılıp diyar diyar gezmelerini hatırladı. Zaman gözünün önünden akıp geçti.. Ustasını hatırladı. Çıktıkları arayışı hatırladı.. Ve sonunu... Acı acı gülümsedi... Vinliir’e gelişini ve burada geçen yıllarını gözlerinden yaşlarla akıttı... Ayrılışını hatırladı... Sonra Vitalo’nun hatıraları üzerine Thallor’un inancıyla çullandı. Ezildi Elvin.. Derken büyü yolunda derin karanlıklara indiği zamanlar hatıralarında parladı... Ve en sonunda da Lent O’sahr’ın satırlarının önüne serdiği yeni ve uzak ufukları gördü... Acı gülümseme derinleşti.. Turayan ile konuşacaktı bütün bu işler bir sona vardığında. Ona çay için teşekkür edecekti. Hem de çok teşekkür edecekti. Güldü. Sonra da ona arayışının bittiğini söyleyecekti. Artık sadece bulduğu yönünde yürüyecekti. Turayan’ın tarikattan bir büyücü kaybetmekten hoşlanmayacağı açıktı. Ama Elvin onun anlayacağını da biliyordu. Ya da en azından saygı duyacağını. Elvin artık Sieagle’ın arayan felsefesini taşımayacağına karar vermişti. O artık bulmuştu. Bulduğu şeyi yolunda yürüdükçe daha bir iyi tanıyacak ve her şeyini keşfedecekti ama artık onu aramayacaktı. En azından ‘eksiklik’ in bu kısmını bulmuştu. Orongar, Philien, Ashill ve de Sieagle’ı düşündü Elvin. Hepsinin içinde en açık fikirlisi Sieagle’dı. Ama o bile Elvin’in tasarılarına kuşku ile bakabilirdi. Elvin yalnız olduğunu biliyordu... En azından kendisi gibi düşünen başkalarını bir araya getirene kadar. Büyücü kararını vermişti. Dünyayı değiştirecekti. İldar’ı değiştirecekti... Hatta bunun da ötesine geçecekti. Zamanı gelecekti... Şimdilik ilk işi dostlarını bu geceki toplantıya çağırmak olmalıydı. Gülümsedi. Sinsi harekatına bakalım onlar ne diyecekti...



.Eleştiriler & Yorumlar

:: Emekcinin hakkı...
Gönderen: Çağrı Aktaş / Van/Türkiye
12 Nisan 2015
Kesinlikle geleceği olan bir dünya. Çok emek harcandığı belli. Hepsini okumadım ama okuduğum yere kadar bir hayli beğendim. İyi bir dünya küçük ayrıntılarda saklıdır.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kovan Savaşları Öyküleri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Barbar Conan'ın Ölüm Şarkısı [Şiir]
Her İnsan Öldürür Sevdiğini [Şiir]
Tatlı Sert [Öykü]
Zeytin Karası [Öykü]
1996 Yılı [Öykü]
2012: Ölülerin İntikamı [Öykü]
Ufuklar: Kırmızı Bölge - 18 [Öykü]
Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (9. Bölüm - Son - ) [Öykü]
Kovan Savaşları (1. Bölüm) [Öykü]
2012: Ölülerin İntikamı (3) [Öykü]


Levent kimdir?

Fantazyada büyü, teknoloji ve aksiyon İldar'da buluşuyor. 07/10/2017 tarihinde şimdi diyebilirim ki neredeyse 2 senedir tek kelime yazmadım. . . 2 senedir yazar tarafım ölü. oysa oldugum şeyler içinde olmayı en sevdiğim şey yazar olmaktı :) Toprağı bol olsun.

Etkilendiği Yazarlar:
Süpermen, Robert E. Howard, Tolkien, Salvatore, Jules Verne, Battalgazi, David Eddings, Michael Moorcock.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Levent, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.