Umutsuzluğa düşmeyin. -Charlie Chaplin |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Sokakta son hız yürüyorum. Çılgın bir koşturmanın tam ortasındayım. Bir an zaman donuyor. Sokakta yürüyen insanlar, sesler, görüntüler siliniyor. Karşımda, Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi olması gereken bir boşluk. Çürük bir diş gibi bana sırıtan bir hayalet var. Ve binlerce anı. Bir an geçmişi anımsıyorum. Kaç oyun seyrettim burada. Üstelik aynı binada iki tiyatro salonu vardı. Karşıyaka Ragıp Haykır Tiyatrosu ve Oda Tiyatrosu. Tam iki yıl oldu yıkılalı. Şu an boşluğun olduğu yerde sayısız oyun, binlerce anı ve dinmeyecek alkışlar var. Oda Tiyatrosunda Behiç Ak’ın “Ayrılık” Oyunu, “Kadın ve Memur”. Sonra aşağıdaki sahnede unutulmazlar arasında yer alan “Barut Fıçısı”. Ve son oyunu anımsıyorum. Son gün suare matine izlediğim yıkımdan önceki son oyun. “Peron” oyunu. Hayat bir yolculuk. Peronlar da bu yolculukta nefes aldığımız, diğer yolcularla karşılaştığımız duraklar. O gece İzmir Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi de bir “perondu”. Hayatının yolculuğunda son durağına gelmiş bir tiyatro binası. Son durakta, son nefesini görkemli bir oyunla “Peron” la veriyor. Bizler de bu “peronda” nefeslenen yolcular, oyuncular ya da seyircileriz. Koltukları son kez doldururken, bu peronda söylenecek son şarkılara, sahne üzerindeki oyuncuların söyledikleri son repliklere tanıklık ediyoruz. Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi yıkılmadan önceki son oyununda bir tarihe tanıklık ederken Vincent ve Kornel gündelik hayatta aklımızdan geçip de dillendiremediklerimizi bizim adımıza söylüyorlar. “Affedersiniz…..” Vincent (İbrahim Raci Öksüz) banka yan gelip yatmış Kornel’in (Fatih Özyiğit) kulağına bağırıyor. Amacı onu uyandırıp banka oturmak. Kornel oralı olmayanca bu sefer sahneye getirdiği kocaman el arabasından bir megafon çıkarıp bağırıyor. “Affedersinizzzz… Saat kaç?” Uykulu Kornel’den homurtu bulutu içinde bir cevap “İğrenç bir zaman. Sanırım dün ile geçen hafta, geçen ay bu zamanlardaki aynı saat.” Vincent merakla sorar. “Siz filozof musunuz?” Kornel “Küfretme!” der. Neden Kornel felsefeyi “küfretmek” olarak algılar? Bu bile başlı başına bir tartışma konusudur. Vincent “itiraf etmeliyim ki çok azının gözünü açacak cesareti vardır. İtiraf edeyim bir zamanlar “gizlice” felsefe okumuştum” diye devam eder. Kornel’in alaycı yanıtını duyarız. “Beni korkutma peron filozofu.” Vincent espriyi ciddiye alır. “Peronun felsefi bir kategori olduğunu mu düşünüyorsun?” Ve anlamlı bir saptamada bulunur “Bilgiden asla korkma”. Bilinmeyen bir istasyonda, “iğrenç bir zamandayız”. Vincent ve Kornel bir tren istasyonun unutulmuş peronunda yolları kesişen iki filozof. Aslında onlar “evsiz” dediğimiz, mülkiyet ve aidiyet duygusunu çoktan aşmış insanlar. Yani, hayatta kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Kıssadan hisse “peron filozofları” olarak iştigal ediyorlar. Hayat, algıladığımız gerçeklik, birey, toplum, kamu, demokrasi, saygı, felsefe, bilgi, rüyalar, hayaller, kader, aşk, sevgi, umut, aile, farkındalıklar üzerine konuşurlar. Yolu perona düşen en az kendileri kadar garip insanlarla tartışırlar. Bu süre içinde biz de hayata ve görünen gerçekliğe bu iki peron filozofunun gözünden bakarız. Türkiye’de ilk defa sahnelenen, Slovak yazar Milos Karasek’in kaleme aldığı “Peron” u İskender Altın sahneye koyuyor. Semih Çelenk’in dilimize kazandırdığı oyunda başrolleri İbrahim Raci Öksüz (Vincent), Fatih Özyiğit (Kornel), Şuayip Ünsal (Tiyatro Yönetmeni), Canan Erener Şen (Sahte Peygamber), Mesure Tahir (Gelin), Ozan Yıldırım (Melek), Ceyhan Gölçek (Dominatriks) ve Musa Zindan (İntihar / Ayakkabı Boyacısı) paylaşıyorlar. Dekorlarını Savaş Çevirel’in, kostümlerini Buket Başaran’ın hazırladığı oyunda, ışık tasarımını Kemal Gürgün yapıyor. Sahnede canlı orkestra eşliğinde seslendirilen müzikler Cem İdiz’in besteleri. Oyun güçlü ve zengin dramatik yapısıyla bize “Godot’yu bekleyen” Vladimir ve Estragon’un sohbetlerini anımsatıyor. Burada Vladimir ve Estragon’un yerini Vincent ve Kornel alırlar. Perona uğrayan birbirinden renkli karakterlerle tartışırken içinde yaşadığımız toplumu ve sistemi de kıyasıya eleştirirler. Oyun olaylara farklı bir gözle bakmayı hedefler. Toplumun sözde değer yargılarına ve gel geç ahlak anlayışına ironik göndermeler yaparlar. Mesela, oyunun bir yerinde Kornel isyan eder. “Zavallılar da insandır. Bu dünyada herkesin bir yeri vardır. Zavallıların bile bir yeri vardır. Bir tren istasyonunun bir peronu da bu zavallılar için uygun bir yer olabilir.” Çok basit bir soruyu tartışırlar “ben kimim?” Vincent “Ben, kamuyum” der. Kornel olayın üstüne gider. “Bir kişiden kamu mu olurmuş. Kamuyu tarif et o zaman.” Vincent hiç istifini bozmadan kocaman el arabasından çıkardığı ciltli bir kitaptan okumaya başlar. “Birbirinden çok farklı kültürel geçmişleri, zekaları ve yetenekleri olan bireyler kendi kimliklerini kaybetmeksizin kamuyu oluştururlar. Demokratik bir toplumda kamunun hakları vardır ve hakları gözetilir.” Vincent konuyu çözdüm diye düşünür ama başı şimdi çok daha ciddi bir belada. Çünkü baş etmesi gereken, toplum, kimlik, birey, hakların gözetilmesi ve demokrasi gibi kavramlar var. Oyun perona gelen karakterlerin söyledikleri şarkılarla çok güzel bir müzikale dönüşüyor. Sahnenin sağında yer alan canlı orkestranın seslendirdiği müzikleri Cem İdiz bestelemiş. Piyanoda Levent Günay, viyolonselde Ayşe Gizem Dilbaz, klarnette Fevzi Onur Ustabaş ve flütte Feyza Nur Sağlıksever Peron oyunun metninden alınan parçaların üzerine Cem İdiz’in bestelediği şarkıları büyük bir başarıyla seslendiriyorlar. Fuayede oyuna girmeden önce Peron hakkındaki ilk izlenimleri, bir masanın üzerinde sergilenen küçük bir tren istasyonundan, karakterlerin büyük boy karton fotoğraflarından ve Romalı bir askerden ediniyoruz. Tepeden tırnağa altın sarısına boyanmış Romalı asker heykel gibi duruyor. Ancak önündeki kaba para atıldığında kolunu bir robot gibi hareket ettirip selam veriyor. Çocukluğumuzun kırmızı oyuncak treni, bir masa üzerindeki yeşil bir alanda sürekli hareket eder. Trenin geçtiği duraklarda, oyunda emeği geçen sanatçıların adı ve fotoğrafları görülür. Seyirciyi de dersine çalışmaya davet eden bu tasarım sıra dışı bir oyunun habercisidir. Basit, çarpıcı ve işlevsel dekor tasarımında Savaş Çevirel’in imzası var. Oyun boyunca sahneye döşenmiş raylar üzerinde hareket eden küçük bir platformda insanların sürekli gidip geldiğini görürüz. Tiyatro yönetmeni, gelin, sahte peygamber, intihar etmek isteyen bir adam, ayakkabı boyacısı, vamp bir kadın, melek hep bu platform üzerinde sahneye gelir ve giderler. Karakterler taşıdıkları aksesuarlarla çılgın bir dünyanın habercisidirler. Rengarenk balonlar tutan bir adam, akordeon çalan bir başkası, havaya balon köpükleri savuran bir kadın, tek bir bisiklet üzerinde seyircileri selamlayan karakterler bizi hayallerle örülü bir dünyaya davet ederler. Mesela, Vincent’ın kullandığı el arabasını biz dünyanın bütün sokaklarındaki evsizlerden tanıyoruz. Arabanın önünde yanan farlar, karanlıkta tıpkı iki göz gibi parlar. Ayakkabı boyacısının kullandığı altın sarısı boyama sandığı, vamp kadının bavulundan dört bir yana saçılan bebekler, Vincent’ın ışıl ışıl parlayan floresan rengi ayakkabıları oyunun hoş sürprizleri olarak karşımıza çıkarken anlam bakımından da oyunu zenginleştirirler. Oyunda bölüm aralarında, karanlıkta arka plandaki beyaz perdenin üzerine düşürülmüş kırmızı bir tren son hız geçer gider. Bu görüntü, oyun sırasında hem bölümleri ayırmak hem de mekan açısından bir gerçeklik yaratma konusunda kullanılır. Durmadan hızla geçip giden transit kırmızı trenler seyirciye bir tren istasyonunda olduğu gerçeğini sürekli anımsatır. Aynı zamanda, hayat da aynı bu kırmızı tren gibi hızla geçip gitmiyor mu? Biz bir peronda beklerken zaman da aynen böyle uçup gidiyor. Gündelik hayatın kısır döngüsünde debelenirken kaçımız çemberi kırıp bu trene atlayıp uzak diyarlara gidebiliyoruz. Ve biz peron filozoflarıyla birlikte bu peronda hala bekliyoruz. Godot’yu bekler gibi. Bölüm aralarına konan kırmızı tren görüntüsü “bir noktada sıkışıp kalma duygusunu” başarıyla seyirciye yansıtıyor. Angel, Blues gibi grafiti yazılarla süslü fayans duvarlar modern zaman gençliğinin başkaldırısının izlerini taşıyor. Aslında bakıldığında, peronda var olan tek dekor bir türlü paylaşılamayan banktır. Giysi tasarımını Buket Başaran’ın yaptığı oyunda, abartılı renkleri, çarpıcı tarzıyla kostümler dikkat çekiyor. Söylemek istediğinin altını kırmızı kalemle çizen çılgın kostümler hayal dünyası atmosferini başarıyla yakalıyor. Tiyatro yönetmeni (Şuayip Ünsal) kırmızı kemer, kırmızı papyon, kırmızı çoraplar ve gri parlak ceketiyle kesinlikle fark ediliyor. “Ben, tiyatro yönetmeniyim. Önemli bir gösteriden önce mutlaka bir fincan soğuk kahve içince kendimi daha iyi hissediyorum” der. Israrlı kırmızı vurgusuyla, kendine entelektüel ve seçkin bir görünüm vermeye çalışan taklitçi aydınları alaya alıyor. Yazarın toplumdaki aydınlara ve sanatçılara bir gönderme yaparken özelikle tiyatro yönetmeni karakterini seçmesi de ayrıca bir ironi taşıyor. Kostümlerin tasarımında, karakterin kimliği ile ilgili bir sistem eleştirisi de var. Dominatriks (Ceyhan Gölçek) beyaz trençkot, siyah deri bustiyer, siyah mini etek, siyah çizmeler ve siyah küt kesim peruğu ile tipik bir vamp görünümündedir. Kadın ile adamın itiş kakış sahnesinde özellikle kadının siyah kısa peruğu yere düşer ve kadının gerçek saçı ortaya çıkar. Burada “hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir” ilkesini anımsıyoruz. Gerçeği bulmak için bazen görünenin ardına bakmak lazım. Kostümler aynı zamanda işlevsel olarak tasarlanmış. Kornel’in taktığı şapkanın içinde sakladığı ayçiçekleri var. Vincent başkanı ve ailesini kurtarma hayalini anlatırken, Kornel bu çekirdekleri çıkarıp çitleyerek yemeye başlar. Ayakkabı boyacısının (Musa Zindan) Vincent’ın ayakkabılarını boyadığı sahnede, Vincent’ın ayakkabılarının neon ışıklarıyla donatılmış olarak yeniden ortaya çıkması, bize Vincent’ın o an boyanmış ayakkabılarla kendini “ne kadar iyi hissettiğini” gösterir. Bu aynı zamanda ayakkabı fenomeni ve bireyin toplumdaki statüsüne bir gönderme niteliği taşır. Ayakkabı boyacısı “tarihin temiz ayakkabılı insanlar tarafından meydana getirildiğini anlamak zorundasın” der. 16. yüzyıl saray kıyafetlerini anımsatan gösterişli yeşil bir elbise giymiş, kırmızı saçlı sahte peygamber (Canan Erener Şen) orkestra eşliğinde şarkı söylerken masal dünyasından fırlayıp gelmiş gibidir. Abartılı kostümler karakterlerin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu düşündürür. Bu karakterler Vincent ve Kornel’in hayallerinde yarattıkları hayali karakterler mi, yoksa perona gelip trene binen gerçek yolcular mı? Hangisi? Peron oyununda bütün oyuncular başrol oyuncusu. Aslında oyunun ana karakteri peronun ta kendisi. Oyuncular ve seyirci koltuklarını dolduran izleyiciler bu ana karakterin yazdığı oyunun ayrıntıları gibi duruyor. Peron çok iyi bir ekip çalışmasının sonucunda ortaya çıkmış. Oyuncuların çok seri olarak sahneye girip çıkmaları, durağan anlarda bile oyunun iç ritminin hiç düşmemesi, sürekli hareketlilik, beklenmedik sürprizler, canlı müzik yapan orkestra, harika şarkılar, başarılı ışık tasarımı, hızla değişen planlar, işlevsel dekor ve çarpıcı kostümler seyircilerin oyuna bağlı kalmasını sağlıyor. Oyun iki perde olduğu halde verilen araya rağmen seyircinin oyuna olan ilgisi hep canlı kalıyor. Bunu oyun arasında ve sonrasında seyircilerin aralarında oyuna dair yaptıkları konuşmalardan anlıyoruz. Sürekli sorular sorup cevapları üzerine tartışıyorlar. Kornel oyunun bir yerinde Vincent’a “gerçekliğin farklı yüzlerini birbirine karıştırmışsın sen. Bizim rüyalarımız acıklı, tuhaf gerçekliğin demode fragmanları. Bize hep kullanılmış ucuz kopyalar kalıyor. Zenginler rüyalarımızı çaldılar” der. Peron ortak kaygıları, umutları, korkuları ve beklentileri çok insani bir dille yansıtır. Mesela Vincent “aşk, sevgi bekliyorum, tüm hayatım boyunca yeterince sevgi görmedim. Daima hayatımda köklü bir değişiklik yapmak istedim” derken sessiz bir çoğunluğun da sesi olur. Bir an gelir. “Veda edelim bakalım, üzülecek miyiz?” diye sorar. “Elveda Pazartesi mesaisi / Elveda aptal, salak kurallar / Elveda post modernizm / Depresyon elveda / Elveda soğuk sıcak ara renkler / Elveda edebiyat eleştirisi / Elveda tiyatro / Elveda perde / Elveda Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi / Elveda...” Veda ettiniz, çok üzüldük. Henüz hazmedemedik o vedaları. Aptal Pazartesiler ve salak kurallara eyvallah da. Yıkılan o güzelim tiyatromu çok özlüyorum ben. Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesini geri istiyorum. Tiyatro binamızdan çok memnunduk. Yenisini yapmadan, Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesini başka bir yere taşımadan hangi akla hizmet tiyatro binasını yıktınız? Yıkımın üzerinden kocaman iki yıl geçti. Karşıyaka iki yıldır tiyatrosuz ! Bunun hiçbir özrü yok ! Alternatif tiyatro sahnesini Karşıyaka’ya kazandırmadan bu yıkımdan sorumlu olanların tiyatro severlere bir özür borcu var !!! Bir zamanlar tiyatromun olması gereken yerdeki sefil boşluğa bakıp işte bunları düşünüyorum. Geçmişe uzanıp yıkımdan önceki son temsili ve “Peron” oyununu tekrar anımsıyorum. Hangi “Peron”’da bıraktık, Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesini?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |