Kendi görüşlerim var -sağlam görüşler-, yine de her zaman onlara katılmıyorum. -G. Bush |
|
||||||||||
|
Salih Usta, kuyruksuz yaşlı horozun uzun uzun ötüşleriyle tüm kemiklerini çıtırdatarak uyandı o sabah. Gözleri yarı kapalı her zamanki yerinde duran terliklerini arandı. Kedi yatmakta olduğu köşesinden kalkarak hiç alışılmadık munis bakışlarla kar beyaz yumuşak tüylerini bacağına sürtmeye başladı. Sabahın serinliği, taze ot ve nane kokusuyla birlikte açılan kapıdan hızla yüksek tavanlı büyük odaya doldu. Yerde kucak kucağa yatan çocuklar, üzerlerindeki tek yorganın altında ürpererek birbirlerine sokuldular. Avlunun ortasındaki taş döşemeli havuza yaz kış sürekli akan çelik gibi soğuk suyla çocukluğundan beri iş yapmaktan nasır tutan ellerini ve yüzünü yıkadı Salih Usta. Buz gibi soğuk su geceden kalma uykusuzluğunu alıp götürdü. Bahçe duvarını kaplayan sarmaşık güllerin ve bahçedeki reyhanın yoğun kokusunu içine çekti keyifle. Bugün aylardır bekledikleri büyük gündü. Kıpır kıpırdı içi. Şehrin tarihini yazacak kitaplar bugünü not düşeceklerdi sayfalara. Ve onda kendi emeği de vardı, gözleri dolu dolu oldu. Aylardır süren rayların döşenmesi yaşanan kazalara, ölümlere ve gece gündüz bitmek bilmeyen yorucu işlere rağmen sonunda tamamlanmış ve beklenen gün gelip çatmıştı. İçi içine sığmıyordu. İlk defa şehirlerine bir tren gelecekti. Bugün kutlama günüydü ve tören muhteşem olmalıydı. Bahçede sabah ihtiyacını gideren kediyle birlikte tekrar gıcırdayan ahşap merdivenlerden yukarı geniş sofaya çıktı, divanın üzerine bağdaş kurup oturdu. Her zaman yanında taşıdığı tabakasından çıkardığı sigara kâğıdına tütünü yerleştirdi, sıkıştırdı, dudağı ile kağıdın açık ucunu yapıştırdı, babadan kalma çakmakla ucunu tutuşturdu ve derin bir nefes çekip kahvaltıyı beklemeye koyuldu. Avlunun karşısında oturan kiracılar henüz kalkmamıştı. Tüm gün dışarı taşan çocuk seslerinin yerine erkenden şakımaya başlayan neşeli kuş sesleri duyuluyordu. Vilayet olduklarından beri demiryolu ve diğer kurumların peş peşe açılması, yüzlerce memur ve işçi ailesinin akın akın şehirlerine gelmesine neden olmuştu. Artan nüfusla kalacak yer sıkıntısı başlayınca evleri büyük olanlar, boş odalarını çalışmak üzere gelen ailelere kiraya vermişlerdi. Salih Usta da şehrin diğer yerlileri gibi karşılıklı avluya bakan iki katlı konağın arka cephesinde kalan kullanmadıkları bölümü iki aileye kiralamıştı. Babası Ömer Efendiden kalan konak, aslında ailenin yazları geldiği serin odalara sahip bir bağ eviydi. Yaz aylarının kavurucu sıcağını hissettirmeyecek şekilde yapılmış geniş avlulu, yüksek tavanlı büyük odalarla çevrili sofalar, kışın zemheri soğuklarına dayanıklı değildi. Bir asır kadar önce, bir yaz sonu bağlarındaki hasatla kışı geçirdikleri muhafazalı evlerine dönen yerli halk, padişahın askerleri tarafından yazın işgal edilmiş ve birer harabeye dönüştürülmüş kışlık evlerini tanıyamamışlar tekrar gerisin geriye, bağ evlerine dönmek zorunda kalmışlardı. O günlerde tek katlı olan taş binanın üzerine ve avlunun karşısına zamanla yeni ilaveler yapıla yapıla ev nihayet bugünkü şeklini almıştı. Duvar, tavan ve çatı saçaklarındaki ahşaplarda, dantel gibi işlemeli kapı ve dolap nakışlarında ve asma yaprağı ve üzüm hevenkleri işlenmiş demir korkuluklu pencerelerinde dedelerinin usta izlerini adım adım takip etmek mümkündü. Demiryolları daha hizmete girmeden şehrin sakin havası gözle görülür bir şekilde değişmişti. Kilometrelerce döşenen rayların geçtiği ıssız dağ başlarında, zor şartlar altında çalışarak aylardır para biriktirmeye çalışan işçilerin büyük bir kısmı şehirdeki ailelerinden ayrı kalıyordu. Çelik raylar ve ahşap traverslerin döşenmesi sırasında göçük altında kalanlar, patlayan dinamitlerle havaya uçuşan yoksul bedenlerin ardında çoğunlukla acı anıların paylaşıldığı birbirine kenetlenmiş büyük aileler oluşmuştu şehirde. Ödedikleri paralar kiracılara gerisin geriye iade edildiği gibi akşam yemekleri de Salih Ustanın evinde büyük sofraların çevresinde hep birlikte yenilir olmuştu. Rayların döşenmeye başladığı ilk günden itibaren valinin başkanlığında belediye reisi ve şehrin tüm ileri gelenleri, zengin aile reislerinin katıldığı toplantılar yapılıyor, açılış töreninin detayları, en ince ayrıntısına kadar uzun uzun konuşulup karar defterine yazılıyordu. Cumhuriyetle birlikte göreve yeni başlayan çiçeği burnunda her kuruma ve zengin ailelere görev verilmişti. Öğretmenlere şenlikle ilgili büyük işler düşmüştü. Öğrencilerin bir kısmı şiirler ezberlemiş, bir kısmı halk dansları için hazırlanmış, oluşturulan koro için başkentten müzik hocası bile getirilmişti. Her gün yeni provalar yapılıyor, unutulmaması için bir gün öncesinden öğrenilenler tekrar ediliyordu. Geri hizmetlerde çalışan öğrencilerin hazırladığı kâğıt fenerler, süslemeler, bayraklar ve afişler istasyon ve tören alanı çevresine artık yerleştirilmeye başlanabilirdi. Herkes evinin ve dükkânının önünü süpürüyor geceleri yağan yağmurla göllere dönüşen toprak yolların çerçöple tıkalı hendekleri temizlenerek birikmiş sulara yol açılıyordu. Sokaklar kadar evlerin içleri de temizlenmeye başlanmış, bahar temizliği, nevruz şenliği ve trenin şehre ilk geliş sevinci birbirine karışmıştı. Bahçedeki ağaçlara gerili iplere asılan halılar, çalı süpürgelerle dövülüyor, kış boyu üzerinde biriken toz bulutları yere göğe yükseliyordu. Avluda yaz kış sürekli akan çeşmelerde yıkanmış kilimler, örtüler ve dahi kışlık giysiler bahçedeki ağaçların arasında rengârenk bayraklar halinde sallanıyordu. Hallaç tutamayanlar, yün ve pamukları uzun sopalarla kendileri kabartıp tekrar şilte ve yastık kılıflarına geçiriyordu. Evlerin tahta döşemeleri cilalanıyor, taşlıklar yıkanıyor, kap kacak killi sularla parlatılıyor, hızlarını alamayan hanımlar evin altını üstüne getirip odalarda tek toz tanesi, tek örümcek yavrusu bırakmayacak şekilde canla başla koşturuyorlardı. Erkekler bağdadi örülmüş kerpiç duvarların görünen ve görünmeyen sıvası dökülmüş tüm cephelerini onarıp boyama yarışına girmişlerdi. Bahçedeki çalı çırpı yığınları, kıştan arta kalan odunlar düzenli bir şekilde üst üste istiflendi, kullanılmayan eski eşyalar, kendilerini bildiklerinden beri ötede beride yığılı duran çöp yığınlarıyla birlikte insanın genzini yakan dumanlar arasında yanıp kül oldular. Süprüntülerin arasına gizlenmiş fare ve oklu kirpiler gündüz vakti ev halkının gözleri önünde etraftaki inatçı kedilere yenik düşene kadar koşuşturup durdular. Tozların süpürüldüğü sokakların altında yüzlerce yıl önce döşenmiş taş yolların ortaya çıkması herkesi sevince boğmuştu. Sonuçta her biri çivit mavisinin açıklı koyulu tonlarında cıvıl cıvıl mahalleler çıktı ortaya. Temizlik, şehrin geri kalmış makûs kaderini de değiştirecek bir boyut kazanmıştı sanki. Uyanan çocuklar tandır örtmesinin biraz ilerisinde, üstü açık dört tarafı tahta perde ile çevrelenmiş tuvaletin önünde ellerinde dolu ibrikle sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı sabırsızlıkla. Haminne gaz ocağının başında pıt pıtın tereyağını eritirken gelinin hazırladığı peynir, kef, tereyağı, gül reçeli ve tandır ekmeğinden oluşan kahvaltıda unutulmuş bir şey var mı diye siniye göz gezdiriyordu. Sabahın erken saatlerinde daha da belirginleşen taş döşemeli yoldan gelen nal sesleri Salih Usta’nın evinin önünde kesildi. Kahvaltı için evlerinin altındaki ahırda süt sağmayı yeni bitirmiş, sığırtmacın gelmesini kollayan Saniye Sultan, kapı tokmağının gürültüsü ile içi süt dolu bakracı merdiven basamağına bırakıp ağır ahşap kapıyı yarı araladı. İstasyon şefinin şişman yardımcısı kendisinden beklenmeyen bir çeviklikte girdi içeri ve sofada oturan Salih Usta’ya seslendi. Henüz bir lokma yiyecek zaman bulamayan Salih Usta, bir gün öncesinden Saniye Sultan’ın sandıktan çıkarıp kömürlü ütüyle kırışıklarını düzelttiği tek bayramlık giysisi, koyu renkli yün takımını, aynı kumaştan yeleğini ve ayna gibi parlatılmış kunduralarını hızlıca giyerek dışarıda kendisini bekleyen faytona bindi. Giysilerinden yayılan sandık ve naftalin kokusuyla birlikte istasyona doğru yola koyuldular. Güneş iyice belirmeye, sokaklar hareketlenmeye başlamıştı. Faytonun arkasına yapışan çıplak tabanlı inatçı bir çocuk, arabacının püsküllü kamçısından kendisini koruyacak ölü noktayı keşfetmiş, bedava yolculuk yapmanın keyfini çıkarıyordu. Çarşıdaki dükkân ve işyerleri tören nedeniyle kapalı olmasına rağmen bazı dükkân sahipleri her günkü alışkanlıkları ile kepenkleri kaldırmaya başlamıştı. Salih Usta çırak ve kalfasına izin vermişti, bugün dükkânı açmayacak, tüm gün töreni hep birlikte tadıyla izleyeceklerdi. İstasyona vardıklarında yeni atanan istasyon şefi onları kapıda karşıladı. Trenin duracağı birinci peronun karşısındaki taş duvarda asılı büyük saat, gece saat onda durmuştu. Tüm uğraşlara rağmen istasyonun en görkemli aksesuarını çalıştıramayan memurlar paniğe kapılmıştı. Şef ve yardımcısı dünyanın sonu gelmiş gibi davranıyordu. Salih Usta yetiştirdiği çırakların kendi işyerlerini açtığı otuz yıllık demirci ustasıydı. Babasının ölümünden sonra ayrıldığı rüştiye son sınıftan beri çarşıdaki dükkânında demir çubuklara ruhundaki zenginlikleri yansıtır olmuştu. Demiri sürekli körüklenen kızgın ocak kömüründe önce yumuşatır sonra örsün üzerinde evre çevire döver, herkesin hayran kaldığı güzellikte pencere ve balkon korkulukları ve daha bir sürü demir eşyayı kafasında tasarladığı şekilde mükemmel yapardı. Bir eşyanın Ustanın elinden çıktığı temiz işçiliğiyle anlaşılır, aynısından yüzlerce sipariş verilirdi. El becerisi yalnızca demirle sınırlı değildi Salih Ustanın, şehirde bozulan gramofon, radyo ve saatlerin tamiri için de tek isimdi. Tamirdeki tüm incelikler ona atadan dededen kalan kıymetli birer mirastı. Rüştiye yıllarında keşfedilen yenidünyaların ve cezbedici bilgilerin kapısı kitaplarla açılmıştı önüne fakat eve ekmek götürmek, kitaplardan ağır basmış, özlemleri umutlarıyla birlikte içine gömülmüştü. Bu yüzden yaşadığı müddetçe çocuklarının okumasını ve mutlaka ama mutlaka devlet dairesinde çalışmasını istiyordu. İşini severek yapmasına rağmen yıllar sonra kendisi de açılan memurluk sınavını ilerleyen yaşına rağmen başarıp lokomotif şefliğiyle başlayan ve kademe kademe çalışkanlığı, dürüstlüğü, iş disiplini ve bilgeliğiyle kısım müdürlüğüne kadar tırmanacağı demiryollarında çalışacaktı. Yerli halkta memurların saygın yaşamlarına duyulan hayranlık o günlerden başlamıştı. Ve yaşam güvencesinin tek yolunun devlette çalışmak olduğu herkesin kafasında sabitlenmişti. Salih Ustanın istasyon binasına ilk gelişi değildi bu. Binanın yapımı sırasında ona çok iş düşmüştü. Tüm demir aksamlar onun dükkânında dövülmüş şekillenmişti. Bugün bambaşka bir güzellikteydi taş bina. Duvarlara, kapı ve pencerelere kağıt fenerler ve bayraklar asılmıştı. Yazlık sinemanın sandalyeleri, kahvelerden toplanan masalar arkadaki bahçeye yerleştirilmiş, tören alanı aynı zamanda öğle yemeğinin de yenileceği şekilde düzenlenmişti. Gelen devlet erkânı önce burada ağırlanacak, konuşmalar az ötede çiçeklerle süslenen kürsüde yapılacaktı. İlk intiba çok önemliydi. Hali vakti yerinde ailelere paylaştırılan hazırlanması güç mahalli yemeklerin günlerdir süren hazırlığı bu sabah da büyük bir hızla devam ediyordu. Geceden şuruba yatırılmış tatlılarla dolu sinilerden, çarşı içindeki fırınlardan ve evlerden iştah kabartan kokular yayılıyordu. Şehrin kedi ve köpekleri, çocuklar ve yoksul insanlar boş arazilerde kesilip parçalara ayrılan hayvanların etrafında yutkunarak günlerdir süren bu kutsal şöleni en küçük ayrıntısına kadar takip etmişlerdi. Üzüm bağlarıyla ünlü civar kazalardan el altından toplanan şaraplar tören için evlerin su damında soğutulmak üzere muhafaza ediliyordu. İstasyonun gelinciklerle kaplı arka bahçesindeki ahşap masaların üzerleri gelinlik kızların el değmedik bohçalarındaki her biri farklı renk ve desenlerde işlenmiş keten örtüler ve işlemelerle kaplanmış, üzerleri erguvan dallarıyla süslenmişti. Hali vakti yerinde ailelerden ödünç alınan Saksonya ve gümüş kulplu bardaklar, üzeri kabartma desenli şeffaf Çin porselen tabaklar ve tuzluklar, fildişi oymalı ve gümüş saplı çatal bıçak takımları ve Venedik işi kesme kristal sürahilerin arasında, eksik kalan yerleri dolduran mütevazı bakır işlemeli sahanlar ve mahzun mahzun çevresine bakan bakır kuş kanalarla kaplı masalar kırk yamalı bohça gibi duruyordu. Bir gece önceki yağmurlu havanın aksine gökyüzünde tek bir bulut kırıntısı bile yoktu. Dualar kabul olmuş hava açmış, güneş doğmuştu. Şehrin ünlü fotoğrafçısı foto Taci, aylar öncesinden Başkentten getirttiği magnezyum flaşlarını dükkânına kutu kutu istiflemiş, en güzel fotoğrafları çekmek üzere istasyon ve çevresinde ön keşiflerini yapıyordu. İğnede ipliğe, gaz lambası fitilinden sigara kâğıdına, düdükten tarağa, güllü akideden nane şekerine kadar kırk çeşit olmazsa olmazların bulunduğu camekânlı kutuların yüklendiği katırlarıyla satıcılar ve çerçiler, başlarındaki tablada simit ve tulumba tatlısı satan küçük çocuklar olmak üzere seyyar esnaf, istasyon ve çevresinde kendi alanlarını belirlemek üzere günlerdir aynı yerde yatıp kalkıyor, yerlerini kazara başkasına kaptırmamak için diğer aile fertleriyle birlikte nöbet tutuyordu. Neyse ki istasyon saatinin önemli bir sorunu yoktu, yalnızca kurma vakti gelmiş ama kurma anahtarı kutudan çıkmamıştı. Dükkândaki mevcut anahtarlar tek tek denendi ama hiç birisi bu devasa saatin ayar çubuğuna uymuyordu. Saat dokuz buçuk olmuştu. Çıraklar evlerinden çağrıldı, ölçüler alındı, üzeri küllenmiş geceden kalan ateş körüklendi, demir eritildi, kalıplara döküldü, suda soğutuldu, kan ter içinde, işlemler tekrarlandı, ortaya çıkan anahtar milim milim ölçüldü, tekrar tekrar zımparalandı, yeniden istasyona gidildi ve anahtar yatağı kavradı, dönen aksamın sesini herkes işitti. Saat ayarlanırken bir araya toplanmış istasyon görevlileri yeleklerinin cebindeki köstekli saatlerini çıkardılar, her biri farklı bir saat söyledi. Sonunda istasyon şefinin söylediği gibi saat, onu kırk beş geçeye göre ayarlandı ve saatin uzun çubuğu tık tık işlemeye başlayınca herkes derin bir nefes aldı. Trenin gelmesine tam tamına bir saat on beş dakika kalmıştı. Rayların döşendiği güzergâhta, trenin içinde önemli devlet erkânı ile birlikte geleceğini duyan ahali, sabahın erken saatlerinden itibaren katır ve eşeksırtında ayran, bulgur pilavı, domates ve salatalıktan oluşan nevaleleriyle yola koyulmuştu. Trenin hemzemin geçitleri, rampalar, virajların sağ ve sol cenahları öbek öbek köylülerle dolmuştu. Her grupta yer alan davulcular, zurnacılarla birlikte şöleni başlatmışlardı bile. Bayram havası dalga dalga yayılıyordu. İstasyondaki işini bitiren Salih Usta, çabuk unutulmuş onu getiren fayton bir başka yere koşulmuştu. Gece boyunca heyecandan uyuyamamış Salih Usta, çarşıya doğru yorgun adımlarla yürümeye başladı. Ana yolun girişi jandarma tarafından tutulmuş kimsenin girmesine izin verilmiyordu. Bu nedenle dar ara sokaklardan giderek çarşıya ulaştı. Fırından aldığı simitlerden birini, yaz kış sırtındaki haki renkli eski bir asker kaputunu üzerinden çıkarmayan Mamo’ya verdi ve kahvaltı etmek üzere, bacasına her bahar leylek yuva yaptığı için dışarıdaki mangalda çay demleyen Selim Efendinin kahvesine gitti. Dört yol ağzında bulunan kahvede, oturdukları yerden gelip geçenleri, hiçbir şey kaçırmadan izleme imkanı olduğu için şehrin erkeklerinin nerdeyse tamamı ordaydı. Herkes yapılan hazırlıkları konuşuyordu. Her gün oturduğu salkım söğüdün altı doluydu. Çetin bir tavla maçının sonlarına doğru oldukları anlaşılan Memet Ali ve öğretmen Sedat Beyin yanında, küçük hasır bir taburenin üzerine oturdu. Çırağın getirdiği çayla simidini yedi. Tavlayı kazanan Memet Ali mahalle komşusuydu. Geçen kış Salih Ustanın da sütannesi olan annesini ve eşini kolera salgınında peş peşe kaybetmişti. İki yıl önce yaşanan çekirge istilası bağda bahçede ekili, dikili ne varsa üzerine üşüşüp yok etmişti. İki yıl boyunca, büyük savaş dâhil böylesi bir kıtlık yaşamayan şehrin aç çocukları, duvarların kireç ve sıvalarını kazıyıp yemişlerdi. Sürüler halinde ekinlere dadanan çekirgelere, çocuk yaşlı demeden savaş ilan edilmiş, toprağa bırakılan larvaları ile birlikte toplanan öbek öbek çekirgeler için devlet para bile vermiş ve her torba meydanlarda zevkle yakılmıştı. O yıl çekirge istilasının getirdiği açlık ve şehirde hızla yayılan salgın hastalıklarla baş edilememiş, kolera, verem, tifo ve dizanteriden ölenlerin mezarlarına dökülecek kireç bulmanın derdine düşülmüştü. Şehirde, veremin kol gezdiği hemen her mahalledeki yaşlı ve gencin dayanılmaz öksürük seslerinden başka ses duyulmaz olmuştu. Kış boyunca insanlar birbirlerine yardım etmiş, akraba, tanıdık ve kimsesizler gözetilmiş, yiyecekler idareli kullanılmış, herkes kilerinde, ambarında ne varsa paylaşmış ve nevruza kadar yarı aç yarı tok, zor bir dönem geride bırakılmıştı. Diğer şehirlere göre şanslıydılar. Bire on veren verimli topraklar, damarlar gibi üzerine yayılan sayısız derelerin çağlayarak akan bereketiyle birleşmiş, kısa sürede şehir yine eski yeşilliğine kavuşmuş, yaşanan kıtlıktan eser kalmamıştı. Bugün gelecek trenle birlikte insanların yazgılarının tamamen güzelleşeceğine inanılıyordu. Herkes umut doluydu. Memet Aliyle geçmişi hatırlayan Salih Usta ıslanan gözlerini kurulayıp o günlerin bir daha yaşanmamasını diledi içinden. Dikran Ustanın fokurdatarak çektiği nargilenin sesiyle kendine geldi, dükkândaki ocağı kapatıp kapatmadığını düşündü, kuşkuya kapıldı, kalkıp dükkâna doğru yürüdü. Bu arada mahallenin kedi ve köpekleri tarafından takip edilen üzerleri örtülü büyük tepsiler, istasyona doğru etraftaki meraklı bakışlar altında yola çıkmışlardı. Şehirlerini ilk defa onurlandıracak devlet büyüklerine sunulacak hediyeler, belediye reisinin odasına gelmeye devam ediyordu. Odanın içinde adım atacak yer kalmamıştı. Kuyumcu Kirkor efendiye ısmarlanan şehrin sembolik altın anahtarı, üzerine tören tarihi kazınmış altın saatler ve günün anısına bir kaç cümle işlenmiş gümüş tabaklar, ipek seccade halılar, mahalli dokuma tezgahlarından çıkmış altın sırma ipliklerle işlenmiş havlu ve bornozlar, hepsi kutu ve bohçalar içerisinde kıdemlerine göre sınıflandırılmış, sahiplerine verilecek önemli günü bekliyorlardı. Son saatlere kadar önünde uzun kuyruklar oluşan berber dükkânları, haftalarca önce kildenliklerin teslim edildiği, odunlar tükenince evlerden para ile çalı çırpı toplayan hamam sahipleri, ölçü almaya yetişemeyen terziler, kumaş yetiştiremeyen manifaturacılar, müşterilere hizmet etmek için birbirleriyle günlerdir yarışıyorlardı. İşsiz hiç kimse kalmamıştı. Ellerinden bir şey gelmeyenler de sıva, boya ve temizlik işlerinde çalışmıştı. Belediye çalışanları istasyon bahçesinde nevruzdan kalan rengârenk şerit bezler bağlanmış, tıpkı süslü köy gelini gibi duran akasya ağacını temizlemiş, körpe yaprakların açık yeşilini ortaya çıkarmışlardı. İstasyon binasını çevreleyen Hasan Efendinin bahçesindeki kaysı, şeftali, erik ve elma ağaçlarının üzeri silme çiçek doluydu. Doğanın kendini tazelemiş coşkulu bahar neşesi, şehrin her tarafından hissediliyordu. İstasyon civarındaki bağ, bahçe sahipleri, şehirdeki uzak yakın tüm ahbaplarına kapılarını açmış, evdeki masa ve sandalyeleri töreni görebilecek şekilde bahçeye yerleştirmiş, hazır bekliyorlardı. İstasyon ile devlet erkânının kalacağı konak arasındaki ana cadde, ucuca bağlanmış bayraklar, kâğıt süslemeler ve fenerlerle donatılmıştı. Kapı ve pencerelerinin mandallarına süs takılmış mahalle sakinleri kendilerini de törenin bir parçası gibi görüyor, gururlanıyorlardı. İstasyonun taş döşeli serin platformunda, sıkça gelen ihtiyaçlarını gidermek için, sabahtan beri istasyon şefinin kirlenmesin diye kapısına koydurduğu bekçi sayesinde giremedikleri tuvaletler yerine, dışarıdaki bahçeleri kullanmak zorunda bırakılan, yörenin parlak, renkli kıyafetiyle donanmış kızlı erkekli öğrenciler, sürekli bir telaş halinde kıpır kıpır treni bekliyorlardı. Tren her birinin kafasında daha önce görenlerin anlattıkları kadarıyla az biraz şekillenmişti. Çocukların yüzlerinde sevinçten ziyade daha çok gerginlik ve endişe vardı. Davul ve zurna ekibi çocuklarla birlikte birinci peronda yerini almıştı. Sabahtan itibaren istasyona doğru gelmeye başlayan şehrin ileri gelenleri, törenin giderlerini karşılayan zengin kesim, tören için yeni dikilmiş giysileri, başlarında fötr şapka, ayna gibi parlatılmış iskarpinleri, yeni yapılmış sakal tıraşları, briyantinle taranmış saçları ve muntazam bıyıkları ile hamamdan yeni çıkmış halleriyle birinci perona yerleştiler. Yıkanmış tüyleri güzelce taranmış, yağla parlatılmış boynuzlarına mavi boncuklu kırmızı kurdeleler takılmış üç iri koç da onlarla aynı peronu paylaşıyordu. Tören saatine doğru gar binasının içinde ve çevresinde iğne atacak yer kalmamıştı, kalabalıktan bunalan hamile kadınlar içerdeki bekleme salonunun ahşap banklarına oturmuştu. Arada sıkışmış küçük çocuklarıyla baygınlıklar geçiren annelerle hareketlenen kalabalık deniz dalgasına benziyordu. Kalabalık içinde mangal maşası ile saçları ondülelenmiş bayanları birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Satılık yiyeceklerin bulunduğu hasır sepetlerle kalabalığa çarparak dolaşan seyyar satıcılar, öğle vakitlerinin guruldayan midelerine ve her zaman karnı aç çocuklara yakın mekik dokuyorlardı. Zaman ilerledikçe azalan sabırlar, seyyar satıcılarla girişilen küfürlü tartışmalar, kavgaya dönüşmeden çevredekilerce hemen yatıştırılmaya çalışılıyordu. Salih Usta dükkândan istasyona doğru güç bela yürüdü. Jandarma halen girilmesi yasak caddenin başındaydı, caddenin sağına soluna, tekli ikili atlara koşulmuş şehrin tüm körüklü faytonları sıralanmış hazır bekletiliyordu. Evlerin balkon ve pencerelerine yığılmış insanlar, töreni izlemeye hazırdılar. İstasyon duvarındaki büyük saatin akrep ve yelkovanı on ikinin üzerinde, üst üste geldiği anda uğultular bıçak gibi kesildi, soluklar tutuldu. Salih Usta halen birinci perona ilerlemeye çalışıyordu. Gözler, rayların akıp gittiği yılanvari tren yoluna çevriliydi. Birinci peronda istasyon şefi, yardımcısı, makasçı, makinist, bekçi, telgrafçı, biletçi ve manevracılarıyla tüm demiryolları idaresi memurları yepyeni yaka apoletleriyle daha bir ağırlık kazanan üniformaları ve şapkalarıyla bir örnek giyimleri, başları dimdik hazır olda, askeri ve sivil erkanın hemen yanında heyecan içindeydiler. Belirlenen saat gelmişti ama çevrede henüz bir hareket yoktu. Tren geciktikçe saatler sorulmaya, sık sık iç ceplerdeki altın ve gümüş zincirli, köstekli saatler dışarı çıkarılıp bakılmaya, yorulan ayaklarda nöbet devirleri yapılmaya başlandı. Sabahın erken saatlerinden beri bekleyenler, yeni döşenmiş karo taşların üzerine oturmuş, haftalardır köşe başlarını tutmuş arzuhalcilere yazdırdıkları dilekçelerini, devlet erkânına nasıl vereceklerini hesaplıyor, biri bitip biri başlayan ağlama sesleriyle bunalan bebekli anneler gittikçe sabırsızlanıyordu. Bu arada bahçedeki hazırlıklar da tamamlanmış, yiyeceklerin kokusu, yumurtadan yeni çıkmış karasineklere adeta davetiye çıkarmış, etraftaki kedi, köpek ve arsız sinekler için her masaya nerdeyse birer bekçi dikilmişti. Garsonlar sürekli istasyon mutfağı ile masalar arasında koşturup duruyordu. Çatal ve bıçakların yanlış yerleştirildiği son anda gün görmüş biri tarafından fark edilmiş, yapılan hata telaşla düzeltilmeye çalışılıyordu. Altın yaldızlı atların çektiği toplar, tören için ateşlenmeye hazırdı. Birbirine benzer üniformalarıyla askeri ve güvenlik birlikleri istasyonun çevresine etten bir duvar örmüşlerdi sanki. Bu arada bir önceki istasyondan gelen telgrafta trenin köprüyü geçtiği belirtiliyordu. Bir saate kalmaz tren istasyonda olurdu. Yeni haber, bekleşen insanlara konuşacak bir konu oluşturmuştu. Birinci perona nihayet sokulmayı başaran Salih Usta, köprünün korkulukları için aylarca ocak ve örs arasında, çarşı halkının duymaktan bıktığı, bitmeyen çekiç seslerini hatırladı. Gece gündüz aylarca çalışarak, verdiği sözü tutmuş, işi zamanında tamamlamış, Alman mühendisin çizdiği plan yerine, kafasında tasarladığı şekli uygulamış, yerleştirilmesine bizzat kendisi yardım etmişti. Bu büyük ve tarihi projede, onun da bir tuzu vardı. Şimdi, beklenen tren, korkuluklarının kendi dükkânında yapıldığı kemer köprüden geçiyordu demek. O köprü daha önce yapılmış olsaydı Şam eşrafından tahsildar kayınpederi Hasan Tahsin, Murat Nehrinin azgın sularında, atı ile birlikte görev başında yitip gitmeyecekti. Dolan gözlerini, cebinden çıkardığı beyaz pamuklu bir mendille kuruladı. Salih Usta çok duygusal bir insandı, her an gözlerini yaşartacak bir şeyleri vardı düşünecek. Saat üçe geliyordu. İlk önce kulakları sağır eden tizlikte bir ses duyuldu. Sesler ve kıpırdanmalar durdu. Düdük sesinin hemen ardından bacasından gümüşi dumanlar çıkararak yaklaşan, yan yatmış dev bir soba borusuna benzeyen buharlı lokomotifin kapkara gövdesi göründü. Arkasında iri siyah kömürlerle dolu depoyu, birbirine bağlı dört vagon takip ediyordu. Vagonlar tüm istasyon binası boyunca dizildiler, hareket memurları ay yıldız bayraklı sürgülü kapıları açmak üzere kapı kollarına uzandılar, platformdaki kalabalık vagonlara doğru dalgalandı. İçlerinde o güne kadar büyük memur gören olmamıştı. Pencerelerden başlarını dışarı çıkarmış devlet büyükleri, ellerindeki fötr şapkalarla kalabalığı selamlayarak birer ikişer trenin dar kapısından dışarı çıktılar. Her çıkan koyu renk giysili adam, meraklı yüzlerce göz tarafından dikkatlice süzüldü, her birine ayrı ayrı tezahüratta bulunuldu. Davul ve zurnanın sesi birbirine karıştı. Bando kulakları sağır eden bir sesle çalmaya başladı. Bando, davul ve top sesleriyle heyecanlanan çocuklar öğretmenlerinin başla işaretini beklemeden günlerdir ezberledikleri şarkıları coşkuyla söylemeye koyuldular, yöre kıyafetli çocuklar yükselen davul zurna ve şarkılarla birlikte hazırladıkları oyunları sergilemek üzere platformdaki kalabalığı iteklemeye başladı. Kısa bir müddet de olsa erkânın önünde muntazam adımlarla yürüme şerefine nail olan nazar boncuklu kınalı koçlar, otların çağrısına dayanamamış bahçeye doğru kaçışmaya başlamışlardı. Ortaya çıkan gürültü, kucaktaki bebekleri korkutmuş hep bir ağızdan ağlama yarışına girmişlerdi. Tüm bunlar olurken aniden gökyüzünü deler gibi büyük bir gürültü koptu, top sesleri gök gürültüsünün içinde kayboldu. Arkasından biraz önceki havanın tersine, nereden çıktığı belli olmayan kuvvetli bir fırtına önüne kattığı her şeyi havaya uçurmaya başladı. Asılı bayraklar, kâğıt süslemeler, fenerler, afişler, keten peçeteler, kasketler ve fötr şapkalar gökyüzünde dans ediyordu. Hemen akabinde bardaktan boşanırcasına düşen yağmur şelalesi, bir anda ortalığı, bahçedeki masa ve sandalyelerin de içinde yüzdüğü göle çevirdi. Birbirinin üzerinden atlayarak güvenli yerlere çekilmek isteyenler, çocukların şamatacı çığlıklarını azarlayan anneler ve fırsattan yararlanarak jandarmaya rağmen sınırı aşıp masalardaki yiyeceklere ulaşan sabahtan beri aç, susuz bekleyen yoksul insanlar ve onları engellemeye çalışan görevlilerin curcunası uzun müddet devam etti. O günden, tuvaleti kullandırmayan istasyon şefine inat, istasyonun taş duvarlarına işlemiş keskin bir amonyak kokusu kaldı geriye. Dükkânında uykuya dalan Salih Usta gök gürültüsüyle yerinden sıçradı. Dışarı çıktığında hava kararmış, yağmur yeni yeni yerleri ıslatmaya başlamış, kahve, fırın ve dükkânlar kapanmış, ortalık ıssızlaşmıştı. Yeni Caminin avlusunda kaputuna sarılmış oturan dilsiz Mamo törenin bittiğini anlatmaya çalışıyordu. Kocaman bir canavarın içinden çıkan insanların tekrar canavarın karnına girerek nasıl ortadan kaybolduklarını da. Salih Usta yaşadıklarının hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemeden yavaş yavaş evine doğru yürüdü. Fenerci sopanın ucundaki meşaleyle elektrik tellerinin henüz ulaşmadığı mahallesindeki sokak fenerlerini yakıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hülya Atakan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |