Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Bu sabah Fatma Hanımın bıraktığı sütü ve gazeteyi almak için yarı kapalı gözlerle kapıyı araladığımda işaret parmağım büyüklüğünde kapkara bir yaratıkla karşılaştım kapımın önünde. Hem de benim kapımda. Kapıyı açmamla birlikte panik içinde koşturmaya başladı ve evin içine doğru girmeye karar verdi. Kalın kabuğun altındaki ince tüylü bir ayak eşikten içeri sarktı. Şok bir vaziyette bu beklenmeyen kapkara şeye bakakaldım. Sonra kapıyı hızla yüzüne çarptım, nefesim tutulmuş kalbim hızlı hızlı atıyordu. Bir kaç saniye sonra hala orda mı diye tekrar aralandı kapı ve kapattığım anki pozisyonunda hareketsiz durmayı tercih etti bir an sonra yine sağa sola, ileri geri kararsız hızlı adımlar ve tekrar kapandı üstüne kapı , belki arada kalır da ıyykkk. Sonra aklıma dolaptaki böcek ilacı geldi, tekrar açtım kapıyı, halen orda, arsız şey, anlamadın mı hala, hoşlanmadım bu çat kapı ziyaretinden, hoşlanmadım ne demek sabah sabah, yarı kapalı gözlerle yerdeki gazeteye eğilirken o da üzerinde ıyk ıyk ıyk. Geçen yazdan kalma spreyin plastik düğmesi bozulmuş, koyu sıvımsı bir şeyler döküldü elime, kolonya şişesini sallar gibi dökmeye başladım üstüne üstüne, anlamış gibi yapmak istediğim şeyi kararsız adımları bu kez içeri değil karanlık merdiven boşluğuna doğru daha bir hızlandı ve nihayet elimi kana bulamadan karanlıkta kayboldu. Kim bilir kimin evinden kaçmış Gregory Samsa’sıydı acaba? Akşam iş çıkışı eve döndüğümde gözlerim arandı merdiven boşluğunda ve gazetem hala yerinde duruyordu ve tabi okunmadan atıldı çöpe. Oysa birkaç akşam önce perdeleri kapatırken küçük bir uğurböceği yürüyordu duvarın üzerinde. Nereden nasıl girmişti eve diye merak ederken bir kibrit çöpüyle aldım küçük kaseye, ne yer ne içerdi acaba, ansiklopediden öğrendiğim birkaç dal maydanoz da içine konuldu aç kalmasın diye. Kırmızı kanatların üzerinde minik siyah benekler ne hoş ne de tatlı duruyordu. Ona çocukluğumdan kalan bir tekerleme bile söyledim uyurken. “Uç uç böceğim annen sana terlik pabuç alacak.” Sabah kalktığımda yoktu yaprakların arasında, varsın olmasın istediği gibi dolansındı evimde, o uğur böceğiydi uğur getirirdi nasıl olsa. Dünyaya gelirken hamam böcekleri insanları korkutup, iğrendireceklerini hiç düşünüyorlar mıydı yada uğur böcekleri sevileceklerini biliyorlar mıydı, aslında onların siyah benekli kırmızı paltolarının altında da mide bulandırıcı hamam böceğinkine benzer ince tüylü bacakları vardı. Ama uğur böceğinin böcek kısmını hiç görmezdik nasılsa. Birinin mide bulandırıcı ve korkutucu olması diğerinin sevimli mi sevimli şirin hali, kendi ellerinde miydi acaba? Ya diğer böcekler kimi faydalı kimi zararlı gibi duruyordu ya insanoğluna... Tarlaları kaplayan haşerelere karşı zirai mücadele bazen devlet eliyle yapılırdı bazen de çiftçiler zehir pompalardı bahardan. Güveler, kışa sakladığımız yünlü giysilerimizi kemirme dışında ne işe yararlardı? Kim severdi ki bataklıkta yaşayan sivri sineği?.. Yazın sıcak gecelerde sivriler yüzünden gecesini uykusuz geçirmeyen biri var mıydı dünyada? Başımızın üstünden bile uçarken yalnızca sesleri yetiyordu tüylerimizi diken diken etmeye ve sabaha kadar savaşmak zorunda bırakabiliyordu acizane. Elimizde zehir şişesi beklerken dalga geçer gibi tekrar tekrar vınlıyordu tepemizde. Sinekler farklı mıydı onlardan, hele arsız at sinekleri kovdukça gözümüze gözümüze hücum eden. Ve ne işe yarardı ki keneler, pireler yapıştıkları zavallı hayvanlara soluk aldırmadan kan emerken. Ya bitler saçların içlerindeki sirkeleriyle anneleriyle birlikte küçük çocukların az mı korkulu rüyalarıydı. Ağustos böcekleri geceler boyu cırcır ötmeleri dışında ne yaparlardı? Yalnızca insanları deli etmek miydi yoksa eş aramak için miydi o kadar gürültü, bulacaktı da ne olacaktı sanki, yine geceler boyu insanlara uykuyu zehir eden cır cır öten bebekleri olacaktı. Boğum boğum tüylü bacaklarıyla örümcekleri sevmemizi kimse bizden bekleyemezdi ve öldürdüklerimiz için kimse bizden hesap da soramazdı. Oysa nazlı nazlı çiçekten çiçeğe konan kelebekler nasıl da kanatlarını zarifçe gererek uçarlardı. Kelebek avcıları toplardı birer birer o güzellikleri birkaç günlük yaşamlarıyla yok olup gitmesin, diğer insanlar da görsün diye. Hiçbir ressamın çizemeyeceği kadar ilahi güzellikte renk ve desenleriyle cam çerçeveler içinde duvarları süsleyen sanat eserleri olurdu kanatlar. Ya arılar çiçekten çiçeğe topladıkları özlerle sürekli bal yapmazlar mıydı? Bir yanda bal yapan arılar diğer yanda pisliklere üşüşen b.k böcekleri… Acaba kendi ellerinde miydi dünyaya ne şekilde gelecekleri, kendi tercihleri miydi kelebek veya hamam böceği olmak? Hamam böceği kaçarken sağa sola insanların ondan korkacağını biliyordu sanki, biliyordu da kimse görmesin diye saklanıyordu gizli kuytu karanlık köşelere ve gece dışında dışarı çıkmıyordu. Oysa kelebeklerin yoktu böyle bir korkusu çoktan unutmuştu bir kurtçuktan geldiğini ve gün ışığında çiçeklerin üzerinde olanca zarafetiyle geziniyordu gururla. Böcekler, sivrisinek olup kan emmek mi isterlerdi yoksa bir ipek böceği olup kozalaklar içinde ipek üretmek mi? Görüldüğü anda ayakkabıyla ezilen, uzaktan bile tüyleri diken diken eden görüntüsüyle iğrenilen, bir anda felç eden zehrin hiçbir acıma duygusuna yer bırakmadan üzerlerine üzerlerine boca edildiği bedenlerine çöp kutusunda bile tahammül edilmeyen, bazen bir kibrit kutusuna bazen de bir cam kavanoza hapsedebilip eğlenilen ve öldürüldükleri için kimsenin hesap sormayı bile aklından geçirmediği insanoğlu için bir hiç olan aciz yaratıklar. Tüy ürpertici sesi, sinsice kan emmesi, hastalık bulaştırması affedilmeyen, görüldüğü yerde imha edilmesi için çoktan karar verilmiş sivri sinek olarak da doğulabilirdi, yaz gecelerinde toprağın üzerinde parladıkça mutluluk veren yıldız böceği olarak da. Bu kimsenin seçimi değildi. Doğanın karşısında zayıftı beden, güçsüzdü. Ne kanatları ne hassas duyargaları ne kıskaçları ne de zehirli iğneleri bir işe yarardı. Böcekler öldüklerinde ne yazık ki yaşadıklarından hiç bir iz de kalmazdı geriye. Hiçbir iz... Ne cenaze törenleri olurdu ne de arkalarından ağlayan, varlığı yokluğuyla eş değer. Hiç mi değerleri yoktu?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hülya Atakan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |