Dünya hiçbir padişaha kalmadı, sana da kalmayacaktır. -Nizamî |
|
||||||||||
|
Tozlu camlar ardından, sokağımızda açılan sakallı dönercinin önünde bekleşen kalabalığa bakıp imreniyorduk. Mutfak tüpü büyüklüğündeki döner öğle saatlerinde bitiyor; nereden çıktığı bilinmez bir yenisini döner ocağına takıyorlardı. Sakallı dönercinin aksine kuyrukta bekleşenler bir zamanlar bizim girişteki hamburgerciye doluşan gençler gibi koltuğu kitaplı efendiden insanlardı. Senin annen bir melekti yavrum. Bir günden bir güne açıktım dediğini duymadım. Ondan utandığımdan mı bilmem. Ben de hiç açlık hissi duymazdım. Ben neyse ne ya senin annenin hakkı ödenmez. O unutulup gittiğimiz günlerde bile annen beni eğlendirecek bir şeyler bulurdu. Asıldığı yerde tozdan bir kılıf içinde unutulup kalmış eski film afişlerine uzun, uzun bakar, o günleri hatırlar, geçmişte tekrar, tekrar seyrettiğimiz film kahramanlarını taklit eder; Benhur’un at arabalı savaş sahnelerini; Spartakus’ün kölelerin çarmıha geriliş sahnelerini yeniden yaşatırdı. Sinemaskop sahneler eskisi denli canlı olmasa da salonun ortasındaki tozlu hayal perdesine yansırdı. Şimdi mutlu değilim diyorsun. Anlıyorum. Odacıklara bölünmüş yaşantımız ikimiz içinde kolay değil. Evet, sen sıkça anlattığım o şaşalı günlerimizi görmedin. O günler bir başkaydı. Sen yaşamadığın halde özlüyorsun o günleri. Ya ben ne yapayım. İnsanın gördüğü günden geri kalması inan çok zor. Unutulup gittiğimiz, kapımızı kimselerin aralayıp girmediği günleri hatırlayıp bugünümüze şükretmek gerek. Eşiğimizde yer alan lezzeti dillere destan hamburgerci yok artık. Evet, bu bir eksiklik. Kürklü mantolu hanımlar kapımıza doluşmuyor. Bir keresinde kapımıza kadar gelen Valiyi geri çevirmiştik. Neyse ki adam efendi biriymiş ya da hatırlı dostlarımız hatırına ilişmemizdi bize. Şimdikiler daha bir hoppa. Dudaklarının altına, kulaklarına taktıkları metal boncukları ben de yadırgıyorum. Oğlanların arkada topladıkları saçlarına tutturdukları tokalar, dudak altı bıraktıkları sakallar bir garip. Senin kadar ben de yadırgıyorum. Onlara özenmediğin için seninle gurur duyuyorum. Annenin hakkı ödenmez. O güngörmüş kadındı. İstanbul’un asaleti vardı onda. Kimse kapımızı açıp yüzümüze bakmasa da o gene de kapımızı ardına dek hep açık tuttu. Bir günden bir güne gelmeyene niye gelmedin, gelene niye geldin demedi. Hoş gelip gidenimiz yoktu ama o bunu dert etmedi. Kendinden emin yıllarca hatıralarla yaşayıp durduk. Yoksulduk ama gururlu muyduk? Bilmiyorum. Gurur nedir? Bilmiyorduk ki. Yalnızdık. İstese hayatı bana zehir ederdi. Kötü günlerimizi bir gün başıma kalkmadı. Yeniden kapılarımızı açıp girenlerin olacağına inancını hiç yitirmedi. Merdivenli eşiğimizde sızıp kalmış şarapçılar, kırık camekândan girip birbirine sarılıp yatan tinerci çocuklar da olmasa kendimizi Beyoğlu kalabalığında iyiden iyiye terk edilmiş sayacaktık. Üç beş ayda bir kapımızı açıp girenlerde aşağıdaki depodan koliler alıp selamsız sabahsız gidiyorlardı. Ne kapımızda kol kola sıra bekleyen sevgiler kalmıştı ne çocuklu aileler. Bir gün, artık iyiden iyiye matlaşmış camlarımız ardında Hava Sokağı seyrediyorduk. Karşı köşedeki kahvenin sokağa attığı kürsülerde oturan bir zamanların aktörü, sonranın kötü adamı, o günlerde de figüranlık kapmak için kapıları arşınlayan eski bir dostumuzu gördük. Sık, sık bize gelir, devetüyü paltosunu çıkarıp dizinin üstüne koyar, kruvaze ceketinin düğmesini açar yanındaki hanıma tek kelime etmeden en itibarlı koltuğumuzda; sessiz sakin otururdu. O hanım ki, o günlerde ayakkabısından şampanya içmek için sonradan görme savaş zenginleri birbiriyle yarışırlardı. Devetüyü paltosu yoktu. Sırtında aynı kruvaze ceket: vatkaları çökmüş omuzlarından sarkmış, dirsek yerleri parlamış, sivri yakaları köpek kulağı gibi düşmüş… Sigarasının dumanını, günlerdir tezgâhta bekleyen kazandibi muhallebi gibi buruşmuş yanaklarını titreterek içine çekiyordu. Bizim gibi yeniden keşfedileceği günü bekliyordu. Bir farkla: O, her gün bir yenisinin cenazesine katıldığı arkadaşlarının ardından gün geçtikçe umudunu da sağlığını da yitiriyordu. Elleri kertenkele derisi gibi olmuştu. Neyse ki bizim sağlık sorunumuz yoktu. Bakımsız da olsak sağımız solumuz dökülse de yıllara meydan okuyorduk. Ne de olsak eski topraktık. Minaremiz de mihrabımız da yerindeydi. Senin annen bizim için kendini feda etti. Bizim bu günleri görmemiz için bedenini sattı. Paramparça edilmesine izin verdi. Yıllar sonra kapımızı çalıp pervasızca bedenini isteyenlere hoş görünmek için kendine çeki düzen verdi. Onları kapılarda karşıladı kapılarda uğurladı. Kaderine razı oldu. Nerelerinden nasıl yararlanacaklarını gösterircesine her yanını açtı, gösterdi onlara. Senin doğururken kaybettik onu. Beni sayma ben hep alt katta kaldım. Hamburgerci oldum. Kunduracı oldum. Ayrı amaçlara hizmet etsek de aynı kaderi paylaştık. O olmadıktan sonra tek başıma benim hiçbir anlamım olmadı. Ona gelenler onun hatırına bana da uğrar; vakit geçirirlerdi. O kötü günlerde bile eğlenecek bir şeyler bulurdu. Bir gün hiç unutmuyorum. Alelacele üstünkörü temizlikler yapıldı. Vitrinler, cephemiz afişlerle donatıldı. Kat, kat olmuş tavan tozlarımızla Mankenlik Yarışmasına ev sahipliği yaptık. Mülk sahibimiz hanımın, bizimle barıştığını sanıp umutlandık. O sütün bacaklı kızlar soyunup giyinirken kendimden geçtim. Annenin küskün, öksürüklü, cızırtılı ampullü radyo hoparlörü sesiyle kendime geldim. Yıllardır kapısı aralanmadık bir yerin on yedisini bulmadık gençlerin katıldığı yarışmaya ev sahipliği yapması nedense bize tuhaf geldi. Yarışmanın ardından kapılarımız yine yıllarca açılmamasına kapandı. Günlerce yarışma günü gördüklerimizi birbirimize anlattık durduk. Yarışmayı düzenleyen tombul, kısa boylu, buldok suratlı beyin önünde eğilen servi boylu mankenlere taçlarını giydirmek için ayakuçlarında yükselmeye çalıştığı anı hatırladıkça gülmekten kırılıyorduk. Mülk sahibimiz hanımın dostu, fırça bıyıklı beyin, sarışın Rus mankeni kulisin kuytularında sıkıştırdığını gördüğümüzde çok heyecanlanmış ve utanmıştık. O aniden parlayıp saman alevi gibi sönen gecenin ardından o, üstte ben altta birbirimize günlerce yarılıp yattık. Şimdi halinden şikâyetçisin biliyorum. Seni balkon duvarlarının önüne duvar örerek ortaya çıkardıklarında, anneni kaybettik. Şu an ki iğdiş edilmiş salonun, annenin eteklerine o güzelim localar serpiştirilmiş, tepesinde pahalı Paris işi bir şapka gibi duran balkonlu haliyle bir ilgisi yok. Alt salonun ortasına yerleştirilen makine dairesiyle beni sözde büyük salona dönüştürdüler. Mağazalıktan kurtuldum. Arada bir konserlere ev sahipliği yapıyorum ama bana göre kesilmiş biçilmiş bu halimle ruhumu kaybettim. Sıradan kasaba sinemalarına döndüm. Unutma yavrum senin annen, benim ayakta kalmam, seni dünyaya getirmek için kendini feda etti. Onu asla unutma:’’ -Senin annen, ‘’YENİ MELEK’’ti yavrum. 18.09.2005 İ.Alaittin Bilgen.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ihsan alaittin bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |