..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
En güzel özgürlük düşü, hapishanede görülür. -Schiller
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Anılar > Ali Erasoğlu




23 Ağustos 2006
Duygu Çöplüğü  
Ali Erasoğlu
Bu anı, her halde insan sevgisinden yola çıkmış olmalı. Kaldı ki her olayı, her kişiyi, her durumu kendi öznel çerçevesi içinde ele almak gerek...


:BDGA:
Birkaç yıl yaşadığı İsviçre’den döneli çok olmamıştı. Yetmişli yılların sonlarında böyle bir ülkeden cehennem ortamına neden döndüğünü herkes merak ediyordu da, o anlatamıyordu doğru dürüst. Yaban ellerde kendisini kuşatan karmaşık duyguları ifade edemiyordu tam olarak. Bir şeyler hep eksikti, garip bir iç ezikliği bir türlü terk etmemişti onu. Tahsili de yarım kalmıştı. İç bunalımlarının sonucunda, bir tepki olarak her şeyi bırakıp gitmiş, yapamayınca da geri dönmüştü.
Ancak arada kaybolan zaman, kişisel kariyeri bakımından kendisini umutsuzluğa sevk ederken, ülkenin terörle bir baştan bir başa yangın yerine dönmüş görünümü de mutsuzluğunu artırıyor, elini ayağını soğutuyordu. Toplumun atılıma en çok muhtaç olduğu dönemde içine girilen kanlı tırmanma acı veriyordu ona. Boşu boşuna toplumu saran histeriyi aklı almıyordu. Bir bölüm gençlik, her türlü çözümü kanda arama noktasına getirilmiş, şimdi karşıdan sonuçları izleniyor, akşamları sağdan ve soldan ölenlerin sayıca karşılaştırması yapılarak kâr-zarar hesapları çıkarılıyordu yalnızca. Politika, tarafların kendi yandaşlarını mazur gösterme işlevine dönüşmüş durumdaydı. O ise bütün bu olanları, çağdaşlaşma ülküsünün çoktan terk edilmiş olmasına bağlıyordu. Ortak ülküsünü terk eden gençlik şimdi önüne çıkan herkes tarafından kullanılıyordu ona göre. Oysa bu enerjiyle neler yapılmazdı? Her şey gibi sınıfsal yapı da yarım yamalaktı, onun siyaset sahnesindeki temsili de. Bütün bu Asyalı geleneksel yapı kırılmadan çağdaş kurumları kurup işletmek mümkün olmuyor; her kurum ve kavram eninde sonunda yozlaşmak durumunda kalıyordu. Doğal olarak, -kesin güvence rakibini öldürmededir- kafası da hükmünü yürütüyordu.
Etilerde annesi ile birlikte oturduğu apartmanın yöneticiliğini de üstlenmişti Ali. Binanın en üst katında oturan iki Ermeni kız kardeşten biri de yardımcılık ediyordu kendisine. Mayda ve Loiz adındaki hiç evlenmemiş bu iki kardeşin sorunu ise bambaşkaydı. Asala örgütünce diplomatların peş peşe öldürülmelerinin toplumda yarattığı öfke ve gerilimin korkusunu yaşamaktaydılar. İsmini bile Mayda’dan Maide’ye çevirmek gereği duyacak kadar kuşkulu ve huzursuz durumdaydılar. Bir yandan terör, bir yandan Ermenilere duyulan yaygın öfke, kendilerinde bu günden yarına başlarına her şeyin gelebileceği dehşetini hep canlı tutuyordu besbelli. Oysa yıllarca turizm sektöründe, lüks otellerde huzur içinde yaşamlarını sürdürmüşler, bir süredir emekli de olmuşlardı.
Loiz yaratılıştan içine kapanık, oldukça a sosyal bir tipti. Belki de ilerleyen gelişmeler artırmıştı bu özelliğini… Mayda ise daha girişken ve konuşkandı. Yönetim işlerine yardımcı olan da zaten oydu. Başlangıçta Ali’ye de büyük kuşku ve tedirginlikle yaklaşmışlardı her ikisi de. Giderek güvenleri artıyordu. Her yeni diplomat cinayetinin ardından, apartmanla ilgili olarak kendilerini ziyaret eden Ali’ye, büyük bir eziklik ve sıkıntı içinde, olaya duydukları öfkeyi teatral bir biçimde ortaya koyuyorlar, büyük bir gayretkeşlikle, katillere lanetler yağdırarak, tanımadıkları diplomatların değeri üstüne nutuklar çekiyorlardı. Daha doğrusu, cerbezeli Mayda çekiyor, Loiz de onu onaylamaya çabalıyordu. Oysa Ali, kendilerinin tedirginliklerini artırmamak için konu ile ilgili değilmiş, apartmanın sorunları ile meşgulmüş izlenimi vermeye uğraşıyordu. “Üzülmeyin, her şey düzelir” yollu teselli etmeye çalışıyordu kendilerini.
Bir gün Mayda dayanamayıp,
“Ali Bey, biz çok endişeliyiz. Terör artıyor, bu Asala hayvanları da durmuyorlar, bizim başımıza bir şey gelir mi acaba?” deyince Ali,
“Ha bakın o kadar uzun boylu değil, -Köpeği öldürene sürükletirler- denilmiştir. İçinizi ferah tutun, bizi çiğnemeden burada masum insanlara kimse dokunamaz.” Şeklinde –Çakmazsan da gürle- şeklinde oldukça hamasi bir karşılık vererek yatıştırmaya çalışmıştı kendilerini.






Bir 31 Aralık günü akşama doğru Fındıklı’dan kazancı yokuşunun başlangıçtaki hafif eğimini tırmanmaya başlar Ali. Kış gününde hava soğuk ve kasvetlidir. İnsanların can derdine düştüğü ortamda her taraf bakımsız ve pislik içinde olup, bu durum kimseyi fazla rahatsız da etmemektedir artık. Özensiz, eğri büğrü kaldırımı tırmanırken hüzün gene ince ince kozalaşmış durumdadır Ali’nin içinde. Hiç de iyi olmayan koşullarda, evliliğini sürdürmeye çalışan kız kardeşini ziyarete gitmektedir. Yılbaşını orada karşılamak niyetindedir. Aslında yılbaşı, bayram seyran türü belirli günlerle pek ilgisi de yoktur onun. Amacı kız kardeşi ve iki yeğeni ile birlikte olmak olup, ötesi bahanedir. Yaşanan onca faciadan doğru dürüst haberi bile olmadan, lüks lokallerde yılbaşına girecek olanlar gelir aklına. –Hep böyledir zaten- diye düşünür. Dünyanın kanunu bu, kitlelerin cefası, bir avuç mutlu azınlığın sefası için olmamış mıdır tarih boyunca. Kullar efendileri için yaşarlar da ölürler de.
Sokağın köşesindeki muhallebici dükkânından supanglez alır yeğenlerine, özellikle küçük yeğen çok sever supanglezi. Eniştesi evde değildir. Hava alanındaki görevi nedeniyle vardiya nedeniyle mi yoktur, yoksa kendisine mesken tuttuğu meyhanede olduğundan mı, belli değildir. Kimsenin de pek umuru değildir zaten. Sobanın ısıttığı odada, siyah beyaz televizyonun basma kalıp yılbaşı programı başlamıştır bile.
“Abi bizim bir derdimiz var” der Nur.
“Hangisi?” diye çıkar ağzından soru Ali’nin. Hangi kategoriden bir dertten bahsedeceğini merak etmiştir.
“Yan tarafta bir arsa var ya”
“Eee”
“Orada birkaç gündür bir adam peyda oldu. Terk edilmiş bir köfteci arabasının içinde yatıyor."
“Kimmiş nenin nesiymiş?”
“Valla Ermeni imiş galiba, adı da Agop. Aklı da tam başında değil her halde. Fatsa’dan gelmiş diyorlar, aslında kimse doğru dürüst bir şey bilmiyor. Konu komşu yiyecek bir şeyler veriyoruz.”
“Bir bu eksikti, üstelik de Fatsa’dan, kim bilir neler geldi o cehennem ortamında başına? Yahu donar bu kış kıyamette adam”
Vakit ilerlemiş, sofraya oturmuşlardır. Aklı dışarıdaki adama takılı kalmıştır Ali’nin; zaten az olan neşesi de kaçmış, aç açına yalnızca nefes alıp veren adamı düşünmektedir. Biraz tavuk ve pilavı bir tabağa koydurur, yanına da bir bardak şarap ve mum alarak çıkar evden. Binanın yan tarafındaki mezbelelik arsaya daldığında gözleri karanlıkta etrafı zor seçmektedir. Duvarın dibindeki terk edilmiş köfteci arabasını zorlukla fark eder; köpekleri kovup, çöpleri çiğneyerek yaklaşır arabaya. Tekerlekleri sökülü irice arabanın camekânlı üst bölümünü kontrol eder, kimseyi göremez. Öteberi koymak için kullanılan kapalı alt bölümün bir insanın ancak girebileceği kapak kısmından içeri baktığında bir şeylerin varlığını sezinlemekle beraber, insan varlığını gene de algılayamaz. Elindekileri dökmemeye çalışarak mumu yakar. Bir yığın leş gibi paçavra arasından bir insanın yüzünü nihayet seçebilmiştir mumun yayılan ışığıyla. İnine uzanan bir yılana bakan bir fare gibi ürküntü ile bakmaktadır adam kendisine şimdi. Bu sabitlenmiş bakışta, korku, boş vermişlik, öfke, teslimiyet hepsi var olup, hangisini algılayacağı karşısındakine kalmış gibidir.
“ Agop amca bak yiyecek bir şeyler getirdim.”
Mum ışığında parıldayan gözlerle bakışını sürdürmekte tepki vermemektedir Agop. Ali, bir şeyler söylemek istemekte, ancak alt üst olan zihni ona bu olanağı vermemektedir.
Ufak şamdanı arabanın içine uzatarak,
“Bak kırmızı şarap da var, bu akşam yılbaşı içersin.”
Şuuru bulananın yalnız Agop olmadığının, kendisinin de saçmalamaya başladığının farkında bile değildir.
“Ben burada köpeklerle yaşıyorum.”
Nihayet sesi çıkmıştır adamın. Aksansız, düzgün bir Anadolu Türkçe si ile söylemiştir bunu.
“Ne oldu sana neden buralara düştün?”
Konuşmaya tereddüt etmektedir adam, belki içinde bulunduğu yılgınlıktan, belki de yaşadıkları nedeniyle karşısındakinden kuşkulanmaya koşullandığından, cevaplamaz soruyu. Kuşkusuz aç olduğu halde bayağı bir gecikme ile tabağı alır, yemeye başlar.
“Benden çekinmen için bir neden yok. Senin bu durumda kalman aklın alacağı iş değil. Sizin cemaatiniz vardır; seni bu halle ortada bırakamazlar. Başvuruda bulunmadın mı?”
Pilavını yavaşça kaşıklamakta olan Agop hala oralı değildir.
“Senin Fatsa cehenneminden geldiğin söyleniyor, doğru mu? Neler oldu, başına neler geldi?”
“Esnaftım ben, demirci dükkânım vardı.”
Güveni geliyor, yavaş yavaş açılıyor diye düşünür Ali. Şarabı uzatır adama.
“Türkler çalışmaz, çalışanı aksatırlar.”
Korkular içinde gördüğü adamdan duyduğu bu lafa inanamaz Ali. Sözün içeriğine değil, onu bu durumda Agop’tan duymuş olmaktaki çelişkiye şaşmaktadır. -Bilinci gerçekten de iyice bozuk- diye düşünür. Yakın geçmişte yaşadıklarının bir yansıması olduğu besbellidir söylediğinin.
“Ben senin durumunu cemaate bildirip, sana el atmalarını sağlamaya çalışacağım. Böyle yaşanır mı, senin için mutlaka bir şeyler yapmaları gerek. Hadi afiyet olsun. Muma dikkat et, paçavraları tutuşturup yangın çıkarmasın.”

-------------------

Ertesi gün, yılbaşı sarhoşluğunun ayılma zamanı olduğundan yapılabilecek bir şey yoktur. Mayda ve Loiz geçen geceki öyküyü ilgiyle dinlerler Ali’den. Şaşkınlık ve merak kuşkusuz adam için içlerinde oluşan acıma duygusunu bastırmış durumdadır. Tam da Asala eylemlerine duyulan öfkenin had safhaya ulaştığı günlerde ortaya çıkan tablo kafalarını bir hayli karıştırmıştır.
“Ne yapacaksınız şimdi Ali Bey?” diye sorar Mayda.
“Yarından tezi yok Üç Horana gideceğim. Herhalde orada yardımcı olabilecek bir dernek veya benzeri bir kurum vardır.”
“Hay Allah razı olsun, var tabii dernek var.”
Her iki kardeş büyük bir merak içinde gelişmeleri takibe alırlar.
Yeni yılın ikinci günü, öğleden önce Beyoğlu Balık Pazarı içindeki Üç Horan Ermeni Kilisesinin kapısından girer Ali. Kapıda görevli olan kişiye, bir yetkili ile görüşmek istediğini söyler. Epeyce beklettikten sonra içeri alırlar kendisini. Ne istediğini soran kişiye durumu özetler. Kış ortasında adamın donarak ölmek üzere olduğunu ekleyerek, acilen müdahale gereğini kısaca anlatır.
Adam tam bir bürokratik rahatlık ve kayıtsızlık içindedir.
“Siz bu iş için karakola başvurun. Böyle kayıtsız kuyutsuz ne olduğu belli olmayan bir adam için bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Üstelik sıkıyönetim koşulları içindeyiz.”
Doğrusu hiç de ummadığı bu tepki karşısında hayal kırıklığına uğrayan Ali, süklüm püklüm terk eder orayı. O aslında bürokratik macunluklardan oldum olası nefret etmekte, bunları aşmak konusunda ise tam bir yeteneksizlik içinde bulunmaktadır. Kendi hak ve çıkarları konusundaki yetersiz bürokratik uğraşları hemen daima başarısızlıkla sonuçlanmış, bu nedenle de daima kaybetmiştir. Çıkar uğruna bürokratik yalvar yakarlıklar, onun için daima onur kırıcı gelmiştir.
Ancak bu kez her nedense durum farklı gelmektedir kendisine. Bu kez, garip bir kararlılık içinde bulmuştur kendini. Kim bilir, belki olayın vahim insani boyutu, belki bir kez de olsa kazanacağım düşüncesi, belki de konunun kendisi değil de bir başkası olması, bir başkası için uğraşacak olması, onu yılmamaya zorlamaktadır bu kez. İçinde garip bir enerji, bir kararlılık oluşmuştur.
Beyoğlu’nun ara sokaklarından birindeki karakolda, birkaç polisin sobanın etrafında yayılarak oturdukları odaya çekinerek girdiğinde, ayakkabısını çıkardığı ayağını sobaya uzatarak ısıtmaya çalışan memur sorar bu kez ne istediğini. Ona da durumu anlatır. Adam gözlerini, ovuşturup durduğu ayağından ayırmadan,
“Onlar seni başlarından savmışlar. Bu iş cemaatin işi, sen git tekrar söyle, ilgilenmek zorundalar onlar.”
Tek kelime karşılık vermemeyi yeğleyerek karakolu terk eder Ali. Yıkılmıştır adeta, iş iyice karışmaktadır. Sokakta açlık ve soğuktan ölmek üzere olan bir garip için verdiği mücadelede karakol ile cemaat derneği arasında tenis topuna dönmüş durumdadır. Bunun böyle olmayacağını idrak etmekte, kendi yeteneklerinin bu işe yetmeyeceğinin de bilincinde bulunmaktadır. Geçmişte hep olduğu gibi yılgınlığa düşüp vazgeçmek üzere olmasına karşın kendisini tutmakta, bir nefes almak ve aklını toplamak için Taksimde oturduğu kafede, içindeki çöküntü ve kararlılığı çarpıştırmaktadır. Olay karşısında insanların şaşırtıcı kayıtsızlıkları ile kendi halini karşılaştırmakta, kendinden de kuşkulanmaktadır. Rasyonel-pozitivizmle yetinmeyerek, diyalektik materyalizmi de benimsemiş olmasına karşın, salak bir duygusaldan başka bir şey değil midir yoksa?
Bu verimsiz ve karışık düşünceleri kafasından kovarak, yeniden çare düşünmeye başlar. Ülke koşullarına uygun olarak uğradığı muameleden gene ülke koşullarını kullanarak çıkmaktan başka çare yoktur. Aklına Harutyun Hanesyan gelir birden. Perşembe Pazarı’nda tüccar olan bu kişinin nüfuzlu biri olduğunu bilmektedir. Aslında şahsen tanımadığı Hanesyan, aynı zamanda keman sanatçısı olup, kendi gayretiyle kurduğu bir amatör orkestra ile müzik yapmakta, konserler vermektedir. Ali’nin halasının torunu Yusuf da bu orkestranın üyesi bir keman sanatçısıdır. Kahvesini bitirip hemen yakındaki postaneye yönelerek Yusuf’u telefonla arar. Kendisine durumu özetlediği Yusuf da pek girişken bir tip değildir. Konuyu Hanesyan’a açmakta başlangıçta tereddüt eder.
“Telefonunu vereyim sen ara kendisini” der.
“Yahu ben adamı tanımam etmem, şimdi damdan düşer gibi nasıl anlatırım, başından savar beni” şeklindeki itirazı üzerine zorlukla razı olur Yusuf.
Vakit ilerlemiştir. Yusuf’un Hanesyan’la temasının sonucunu artık evde büyük bir merak ve sabırsızlıkla beklemektedir Ali. Nihayet arar Yusuf; Hanesyan da, kendisinin gönderdiğini söyleyerek, Üç Horondaki derneğe tekrar başvurmasını önermiştir.
Olayın gelişimini iletmek için Mayda ve Loiz’e çıkar Ali. Her ikisi de büyük bir merak içindedirler.
“Nasıl oldu Ali Bey, halledebildiniz mi?” diye sorar Mayda.
“Ne mümkün, öyle kolayına iş halletmek var mı? Yahu bu sizinkiler bürokrasi ve ilgisizlikte genel devlet bürokrasisinden aşağı kalmıyorlarmış meğer.”
“Aman Ali Bey daha beterdirler, bilmez miyiz?”
“Beni düpedüz başlarından savdılar.” Öfkeden kıpkırmızı kesilmiştir her iki kardeş,
“Tuu Allah onları kahretsin” der Mayda “Siz insanlık için koşturuyorsunuz, adamlardaki kayıtsızlığa bak.”
“Bu ülkenin havasından mı suyundan mıdır nedir, bu bürokrasi illetinden her kes nasibini alıyor” der Ali. Müslümanı, Ermenisi, Yahudisi hiç fark etmiyor.
Olayı Harutyun Hanesyan aracılığıyla çözmeye gittiğini onlara iletince hem sevinir hem de şaşkınlıkları biraz daha artar her ikisinin de. Neticede, perişan bir Ermeni için bir Türkün uğraşıp durmasını baştan beri pek akıllarının almadığı her hallerinden belli olmaktadır.
“O nüfuzlu olduğu kadar iyiliksever bir adamdır da, çok isabetli olmuş” der Loiz.
Her ikisini de ertesi gün için merak içinde bırakarak çıkar.

----------------------

Sabahtan tezi yok, ikinci kez Üç Horanın kapısından girdiğinde safça bir iyimserlik içindedir Ali. Görevlilere bu kez kendisini Harutyun Hanesyan’ın gönderdiğini, çok önemli bir konu hakkında bir dernek yetkilisi ile görüşmek istediğini iletir. Ortada dernek görevlisi falan yoktur bu kez, beklemesini söylerler. İç sıkıntısı ile süren, kapıcı ve zangoçlar arasındaki bu beklemenin sonunun geleceğinden şüpheye düşmüştür Ali. İçini yeniden ümitsizlik kaplamıştır. Üstelik kendince çok değerli gördüğü zaman ziyan olmakta, adamın ölüp gitmesiyle bütün emeklerinin boşa gitmesi tehlikesi artmaktadır. Sandalyenin üstünde sıkıntı içinde pineklerken aklına Yunus’un kendi ölümünü anlattığı ünlü dizeler gelir.

Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

Birden aklına Yusuf’un kendisine verdiği Hanesyan’ın telefon numarasının yanında olduğu gelir. Aniden fırlayıp hızla Galatasaray Postanesine atar kendini. Ulaşır ulaşmaz da.
“Mösyö Hanesyan, ben Yusuf’un size dün naklettiği olay için arıyorum. Eksik olmayın yol göstermişsiniz ama, bu dernekte ebediyete kadar benimle kimsenin ilgileneceği yok, haberiniz olsun, adam orada çöplükte ölüp gidecek”
“ Öyle mi, sen şimdi kapa, beni bir saat kadar sonra tekrar ara” diye cevaplar Hanesyan. Bu bir saati kahve köşesinde dar getiren Ali tekrar açtığında, Hanesyan’ın verdiği ismi not eder.
“Öğleden sonra onların toplantısı var. Berç Şigaher’i görmek istediğini söyle; onun haberi var; seninle ilgilenecek.” İş şimdi gerçekten usulüne uygun gelişiyor diye düşünerek sevinir Ali.

------------------

Üçüncü kez kiliseye girdiğinde bu kez doğruca bir salona alırlar kendisini. Ortada bir masada, kırmızı yüzlü tıknaz, biraz asabi görünüşlü bir adam oturmakta, karşısında U düzeninde yerleştirilmiş sandalyelerde ise, bir grup adam süklüm püklüm yer almış bulunmaktadır. Bunların bazılarının kendisini daha önce savmış olanlar olduğunu fark etmekte gecikmez Ali.
Kendisini Harutyun Hanesyan’ın gönderdiğini söyleyerek, durumun vahametini kısaca özetler Ali. Cevap bile vermeyen Şigaher, telefona sarılarak bir yerlere ulaşır. Karşısındaki ile konuşurken, yüzündeki gergin ifade azalmış, hatta tebessüm etmektedir. Ermenice sürdürülen konuşmada Ali’nin anladığı tek kelime ikide bir geçen –dottorus- olmuştur. Bundan, adamın bir hastaneyi aradığını çıkarır. Bu ona bir ümit ışığı olmuştur.
Telefonu kapayan adam, gene o gergin ifadeyi takınarak, çevresindekilere,
“Vizite kâğıdı getirin adamı hastaneye yollayacağız.”
“Bugün Cumartesi dispanser kapalı” cevabını alınca, esasen kırmızı olan yüzü öfkeden bayrak kesilmiş bir halde avazı çıktığı kadar,
“Şu dispanseri cumartesileri kapadınız da iyi bok yediniz, ne olacak şimdi vatandaşın işi, hadi şimdi gidin, camı mı kırarsınız, kapıyı mı sökersiniz, ne halt ederseniz edin, vizite kâğıdı getirin buraya.”
Asker komutu gibi patlayan bu emir üzerine, heyettekilerden biri başı önünde, surat bir karış çıkıp gider. Son derece pratik ve iş bitirici bir adamla karşı karşıya olduğunu anlamıştır Ali. Üstelik de bu işleri yürütmek için gereken üslubu da kusursuz bilen biridir bu Şigaher. İçi ferahlamış, umudu giderek büyümüştür. Adam elinde vizite kâğıdı koçanı ile döner az sonra.
Form için gerekli bilgilerin hiç biri ellerinde değildir ama ne gam. Birlikte bir şeyler atarak doldururlar formu; neticede böyle yalana dolana can kurban...
“Bizim yapabileceğimiz bu kadar” der Şigaher. “Senin araban var mı?”
“Var”
“O zaman yaptın yapacak sana bir iş daha düşüyor. Pazartesi sabahı, adamı... Yedikule Ermeni Hastanesini biliyor musun?”
“Evet evet”
“Tamam, oraya bir zahmet intikal ettirirsin. Başhekim Doktor Turabik seni bekleyecek, doğrudan onu görürsün.”

---------------------

Araya giren Pazar gününü sabırsızlıkla geçiren Ali, sabah erkenden adamın başına dikilir. Güneşli fakat soğuk bir gündür. Agop’un bu nakli nasıl karşılayacağı dünden beri merak ve endişe konusu olmuştur kendisi için. Her şeye karşı kuşku ve ürkeklik içindeki adam buna nasıl bir tepki verecektir acaba, iş bitti derken yoksa en zor safhaya mı gelmiş bulunmaktadır?
Daracık girişten içeri vizite kâğıdını uzatarak olabildiğince güleç bir yüzle,
“Agop amca bak seni Ermeni Hastanesine kabul ediyorlar, böyle köpeklerle birlikte yaşamaktan kurtuluyorsun, hadi çık da gidelim.”
Adam, boş gözlerle kendisine bakmakta, tepki vermemektedir.
“Hadi öyle yapma, bana güven, ben kaç gündür senin için uğraşıyorum, bütün çektiklerinden kurtulacaksın.”
Ali’nin epeyce dil dökmesi üzerine, yavaşça kımıldayarak, katılmaya yüz tutmuş eklemlerini oynatıp dışarı doğru uzanır adam. Neden sonra yeniden gün ışığı altındadır şimdi. Bozulan dengesi nedeniyle kolundan tutar Ali. Tüm yaşadıklarına karşın adamın fiziksel görünümü, geçmişteki bakımlı ve sağlıklı halinden izler taşımaktadır gene de. Ağır ağır, arsanın önünde bekleyen arabaya ilerlerler. Çevre evlerden, bir şeyler olduğunu sezinleyen başta kendi kız kardeşi Nur olmak üzere, daha çok kadın ve çocuklar kapı ve pencerelere çıkmış merakla gözlemektedirler onları. Bazıları dayanamayıp,
“Ne oldu, nereye götürüyorsunuz amcayı?”
“Hastaneye gidiyoruz, Ermeni Hastanesi almayı kabul etti.”
Etraftan “oh-oh isabet, hay Allah razı olsun” türü nidalar yükselmektedir.
Agop’tan yayılan ve hiç de şaşırtıcı olmayan koku nedeniyle kış kıyamette sağlı sollu her iki pencereyi de açmış olarak yola koyulur Ali. Ancak gene de yayılan koku anlatılabilir ve dayanılabilir türden değildir. Ömründe ilk kez böyle bir koku ile karşılaşmaktadır Ali ve insanın başına gelebilenlere şaştığı kadar, sonuçlarına da şaşmaktadır.
Karaköy, Eminönü ve sahil yolu üzerinden olabildiğince hızlı sürmektedir arabayı. Artık kurtulduğu, her şeyin yoluna girdiği üzerine adama alel usul bir şeyler anlatmakta, adam ise tek kelime etmeyerek, tüm boş vermişliğini, vazgeçmişliğini sergilemeye devam etmektedir.
Hastane bahçesine girip arabayı park ettiğinde etrafta pek kimse görünmemektedir. Bina girişi yanındaki tekerlekli sandalyeyi arabanın yanına getirerek adamı oturtur. İçerideki görevliye, kendisine tembih edildiği şekilde, Başhekimin kendilerini beklediğini söyleyerek, ne tarafta olduğunu sorar. Bir hemşire karşılar kendilerini Başhekim odasının bulunduğu holde. Anlatır ona durumu, Başhekimin meşgul olduğunu söyleyerek beklemelerini söyler Hemşire. İçi sıkılmaktadır Ali’nin sona yaklaştıkça sabırsızlığı da artmaktadır.
Neden sonra, durumu Başhekime iletir Hemşire. Dışarı çıkar Başhekim, genç bir adamdır. Daha ilk sorgulamada, adamın kimliksizliğini özellikle sorun etmesi, kanını beynine sıçratmıştır Ali’nin. Yoksa her şey son anda boşa mı gitmektedir? Öfke belirtisi vermemeye özen göstererek konunun insani boyutuna vurgu yapmayı, adamı acındırmayı yeğler. Sonuçta bir doktordur karşısındaki.
“Bu adam felakete uğramış Doktor Bey besbelli. Şimdi hüviyeti yok diye, çöplüğe iade mi edeceğiz kendisini. Göz göre göre ölüme mi terk edeceğiz.”
“Tamam da sıkı yönetim var. Terörist midir nedir, nasıl aldın diye sormazlar mı?”
“Aman Doktor, bu adamın her tarafı terörist olsa ne olur, baksana şuurunu kaybetmiş, kımıldayacak hali yok.”
Adamla başlangıçta Türkçe konuşup, kim olduğunu, hüviyetini ve sair hususları sorgulayan doktor, bundan tatmin edici bir sonuç alamayınca, bu kez Ermenice’ye başvurur. Her halde, gerçekten Ermeni mi değil mi, bari onu garantiye alayım diye düşünüyor olmalıdır. Birden adamı bırakıp odasına döner Doktor. Az sonra, açtığı telefona söyledikleri duyulmaya başlar dışarıdan. “Komutanım” diye hitap ettiği bir asker kişi ile konuşmaktadır. Hitap şekli, bu askeri oldukça iyi tanıdığını ortaya koymaktadır. Durumu kısaca özetler kendisine. Ali’nin şimdi yüreği tam anlamıyla ağzındadır. Tüm operasyonun akıbeti, telefonun öbür ucundaki, her halde sıkıyönetim yetkilisi de olan subayın iki dudağı arasındadır besbelli. Nihayet saygı-selam faslıyla sonuçlanır konuşma. Başhekim dışarı çıkar, Ali melül bakışlarla, ağzından çıkacakları beklemektedir. Hemşireye döner Başhekim,
“Şahsı soyun, üzerinden çıkanları hemen yakın, kendisini de yıkayarak yatırın.”
Sevinç narası atmamak için kendini frenlemektedir Ali. “Bu adamın yerinde kendim olsaydım kesin ölmüştüm. Bu kadar yüzsuyunu kesinlikle kendim için dökmez, ölümü yeğlerdim” diye düşünür.
Hastabakıcılar tekerlekli sandalyeyi sürerek koridorda gözden kaybolurken, Hemşire Ali’ye dönerek, “Siz ayrılmayın, daha işlemler var” diyerek uzaklaşır.
“Desene daha çilemiz bitmedi” der Ali içinden.
Sıkıntılı bir bekleyiş sürüp gider. Ortada kimseler görünmemekte, bekleyişin sonu gelmemektedir. Dahası, olanlara bir türlü inanamayan Ali’nin aklına, bu yeni bürokratik aşamada her an bir aksiliğin çıkabileceği gelir birden. İster misin, “bir yanlışlık oldu alamıyoruz, alın hastanızı götürün” desinler. Bu olasılık bir ateş gibi içine düşünce, mevcut durumdan yararlanmayı akıl eder. Çevreyi kontrol ederek, usul usul kapıya doğru yönelir. Kimseler yoktur ortada. Bahçeye çıkar, arabasına atlayarak bahçe kapısından çıkıp hızla uzaklaşır oradan.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
İstasyonları Çalınan Şehir
Duygular ve Gerçekler
Asayiş
Her Kadından Üç Çocuk

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Boğaziçi vapurları [Şiir]
İnat [Şiir]
Moda [Şiir]
Düşen Yapraklar Zamanı [Öykü]
Duruşma [Öykü]
Dialog [Öykü]
Atatürk Türkiye'si - Erdoğan Türkiye'si [Eleştiri]
Aşiret Düzeninin Katilleri [Eleştiri]
Ekonomik Kriz ve Düşündürdükleri [Eleştiri]
Leyla Gencer'in Cenazesi [Eleştiri]


Ali Erasoğlu kimdir?

10 yıldır yazıyorum. Bizim Gazete'de Yayınlanmış makalelerim var.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ali Erasoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.