Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Benim ayakkabılarım o hasır ayakkabılığa bir türlü yerleştirilemedi ama. Olsun. Aslında başından beri biliyordum. Ben onları Kurtuluş’a hediye etmiştim zaten. O kullanacak ve zamanı geldiğinde evin “asıl hanımı” nın ayakkabıları dizilecekti yanyana o saman sarısı hasır ayakkabılığa. Kim bilmiyordu ki bunu? Kurtuluş’un kedisi uyurdu bazen ayakkabılığın içinde. Kısacası ben yoktum orada, bir gölgeydim...gölge girdim, gölge çıktım Kurtuluş’tan ben. Kapıdan çıkarken (iyice gölgelenmiş bir halde) uzun bacaklı, çinli gibi bir adam ve onun ele avuca sığmaz kedisi bana bakıyorlardı. Eşikte, yanyana ayakta durup bana el salladılar. Gölgeye başbaş... Ben Kurtuluş’u da pek sevmemiştim aslında. Çok kalabalıktı kendisi. Ben kalabalıklarda çok boğulduğumdan olsa gerek... Sorun Kurtuluş’ta yaşamak mıydı? Hayır. Sorun, bu gölge oyunuydu. Benim gölgeli rollerimdi. Benim gölgem çok esintiliydi bir de...rolünü hiç mi hiç benimseyememiş olan biri çok eser. En azından ben öyleyim. Hem de poyraz! Tekneler batar, en azından karaya oturur bazıları. Böyle de oldu. Oysa ilk evim, hani şu Ankarada ki...hakikaten de benim evimdi. Sadece ve sadece benim evimdi. Gölgeler girer ve çıkarlardı. Ben gölge değildim. Bu iyiydi. Ankara’ya üniversite okumak için geldiğimde 19 yaşındaydım... Yalnız yaşayacaktım; bir oda ve bir salonlu bir teras katında... Eyvah, eyvah, eyvah... ben ne kadar yalnızdım, ben nerdeydim? Ben çok uzaktım. Ben o şehirde hiç kimseyi tanımıyordum ki... Gitsem mi geri? Ben Ankara’yı sevmemiştim pek. 19 yaşımı sürüyordum; oraya öğrenmeye gitmiştim. Neyi? Evim kısa süre içinde Shakespeare, Beckett, Blake ve onların arkadaşlarıyla dolup taşacaktı. Bunları mı öğrenmeye gelmiştim? Ve ben yalnızlığımla dost bile olabilecektim. Yalnızlıktan dost olur muydu? Patates nasıl alınır? Kaç kilo istenir? Taneyle alınır mı? Mesela 5 kilo alsam, taşıyabilir miyim? Deneme yanılma yöntemini ilk patates alırken kullandıydım. Sonra bu yöntem hayatımın her ama her anında, kararında etkili oldu. Hep denedim ve ne ilginçtir ki hep te yanıldım. Bu förmülü kim bulmuşsa...öptüm. Yalnızlık; Sanırım yapacak işlerim çoğaldıkça, yalnızlığımın farkına varacak vakit bulamıyordum. Ben bu yüzden ( sanırım) sık sık evi siler, toplardım, sık sık 5 kilo patates taşırdım, sık sık kahve pişirirdim. Kahve tiryakiliğimin başlama tarihidir Ankara’ daki ilk senem. Gitarım herşeyimdi uzun bir süre için. Hatta söylemesi garip (hissetmesi çok zevkliydi) gittiğim odalara taşırdım gitarımı...örneğin patateslerimi soyarken (uzun sürerdi) mutfakta dururdu gitarım. Bu denli canlıydı ilişkimiz. Zamanla mutfakta bana eşlik eden arkadaşlarım olmaya başladı. Evim insanlarla dolup taşmadı ama hiç. İstemezdim fazla hareket evimde. Nasıl derler, giren çıkan belliydi yani...İlk gün azılı düşmanım olan yalnızlığım artık beni kendine büyük bir aşkla bağlamıştı. Aramıza izinsiz, selamsız girenlere hadlerini feci şekilde bildirirdik. Bu bildirme işlemleri, habersiz gelenlere kapıyı açmamaya kadar giderdi. Çok saygılı bir sevgilim de olmuştu bir süre sonra, o kadar saygılıydı ki, bu saygı aramızda yıkılamayacak kalınlıkta bir duvar örmüştü zamanla. Beni yüreğinde sımsıkı taşıdığını bilirdim ama yorulurdum da ona ulaşabilmek için o kalın duvara bir merdiven dayamaktan, tırmanmaktan, öbür tarafa geçmekten, sonra aynı yolu gerisin geriye dönmekten. Sürekli fıkralar anlatırdı, huzursuzluğumuzu gölgelemek amacıyla. Ve sıklıkla bir arkadaşını getirirdi yanında, neden başbaşa olmayı çok az tercih ederdi? Hala düşünürüm. Yemeğim bitmesin diye yemezdi, tok gelirdi hep.Valla....Can yoldaşımdı diye hatırlarım onu hep.Kırmızı bir vosvosu vardı.Sesini duyunca geldiğini anlar, terasa çıkar, yarı belime kadar eğilerek “huhuuuuu” diye bağırırdım. Okul hayatım yavaştan kendi düzenini kurmaya başlamıştı. Şiirler, romanlar, oyunlar girmişti evime kadar...Hamlet’in içinde bulunduğu durumu kendime uyarlamıştım bazı bazı, sonra Shylock girdi hayatıma, haketmiş miydi varını yoğunu kaybetmeyi, cimri, hasis Shylock? En son da Godot. Hiç gelmeyecek olan Godot... Çok ama çok büyük bir terasım vardı kutu evimi 2 yandan çevreleyen. Gün batımını seyrederdim mutlaka. Kahvem elimde, gitarım da dizimin dibinde olurdu, gri ve boyası dökülmüş terasımda. Gerilerde Ankara Kalesi yükselirdi...Ben Ankara Kalesine gitmeyi severdim, başka bir dünya vardı kalenin içinde...sümüklü gecekondu çocukları birkaç pahalı restoranın önünde yakar-top oynarlardı...Sonra Kaleden çıkar ve eskicilerin olduğu yokuşa doğru izlerdim yüreğimi, fare kapanları, tahta kaşıklar, çuvallardan taşan ıhlamurlar hatırlıyorum en çok, o kırık dökük dükkanlarda. Ihlamur alırdım...Ihlamur severdim...Ben ıhlamur koklarken arkadaşlarım Tunalı Hilmi caddesinde olurlardı herhalde... Eskicilerin olduğu yokuş ve kalenin içindeki o garip mahalle sanırım tanıdık birşeyler hatırlatırdı bana...İstanbul’u? Mısır çarşısı, Yenikapı?...Sürekli ıhlamur aldığım yaşlıca bir amca edinmiştim zamanla gide gele o yokuşa... Bana kuru karanfil ve çubuk tarçınlar hediye etmeye başlamıştı o amca...Ihlamuru, tarçın ve karanfille kaynatmaya bu şekilde başlamıştım. “Bu evde huzur buluyorum” derlerdi dostlarım...”bu evde garip bir büyü var” demişti bir arkadaşımın erkek arkadaşı...sanırım arkadaşımın erkek arkadaşı beğenmişti bulunduğu mekanı ve sanırım arkadaşım biraz kıskanmıştı erkek arkadaşının benim evimde huzur bulmasını... Bu evde huzur vardı...Sanırım hayatımın o döneme kadarki en huzurlu eviydi... Hep te öyle kalacaktı belki... Bu benim ilk evimdi. Nur Apartmanı. Daire:26. Bir de Kurtuluş’tan 2 sene sonra filan bir evim daha oldu benim. 3. evim. Bak bak, evim diyorum. Nasıl da benimsemişim, beni beni...Taaa Atina’da. Evet, evet bildiğimiz Yunanistan’ın Atinası... Bu evin “ hanımı” yaptılar beni. Ama ne hanım...kraliçe hatta. “Burası benim ulan! Ayakkabılarını çıkar girerken. Şu gömleklerini de atıyorum, bak...yakalar yemiş ayvayı. Şu beyaz fanilanı da toz bezi yaptım. Ne demek sorsaydın önce? Burası benim ulannnn! Ayakkabılarını çıkar girerken dedik”. Bu derece! Kurtuluş’taki gölgeliğimin acısını çıkarıyordum. Feci. Evin aslında sahibi olan hareli yeşil göz, şaşkın ama dirençliydi vesselam. Seviyordu, “yeter ki gitmesin” diyordu geceleri...ben uyurken, beni seyrederken... O direndikçe, benim fırtınalar şiddetleniyordu. Onu delirtmeden söküp atamazdım Kurtuluş’un acısını. Hadi delirrrr, lütfen delirrr... Ve delirdi nihayet. Şiirdeki gibi oldu, aynen öyle “kalırsa da içinde bir derin sızı kalır”. Diğer sızılara arkadaşlık etsin diye. Beraber yaşarlar isterlerse. Atinanın son gecesinde, yaşadığım ev gayet sessizdi..hafif bir başağrısı ve sevgili yürek sancılarım vardı yanımda sadece. Babaannemden kalma küçük eski, kırmızı, soluk halı umutlarla, kaçışlarla süslenmiş evin bir parçası olmak istemiyordu artık. Sokak ta sessizdi o gece. Çok arada bir “eela, eela do” ve bazı miyavlamalar duyuyordum. Bir dönemin sonuydu o gece. Uyanmak üzereydim ben. Gözlerimi Moda’da açmak istiyordum. Kaldığım yerden, oradan devam edecektim, evet. Sıfırlanıp... Eski umutlar, yenilerini selamlarken, ben yoruluyordum aslında. Ciddi, sopsoğuk bir yalnızlıktı yaşadığım. Zor bir geceydi. Geçecekti elbet, acaba beraberinde neleri götürecekti? Keşke bir kedim olsaydı... Ve ben 3. evimin kapısını da dışarıdan kapadım. 2. den farkı ise şuydu: eşikte bana başbaş yapan kimsecikler yoktu. Gitme diye ağlayan biri vardı ama. Deliydi herhalde. Heheyt...benim eserim! 4.Evim: hayallerimi tıka basa içine doldurduğum Moda! Çocukluğumun çok özel dönemlerini geçirdiğim sokağındayım hem de. Şimdi burada çocuk değilim artık. Arkasında evler bırakmış, çocuk görünümlü bir kadınım. Yalnızlığın ne demek olduğunu biçim biçim yaşamış biriyim artık. Kalabalık yalnızlık, gölge yalnızlığı v.s... Artık ben biliyorum bu işleri. Sokağımın en başında Mehmet Amca’ nın bakkal dükkanı hala duruyor. Mehmet Amca ona komşu geldiğim için çok sevindi. Benimle aynı gün aynı saatte doğmuştu kızlarından biri...küçükken erkek Fatma..şimdilerde çok güzel bir anne adayı... Çocukluk arkadaşlarımın hepsi gitmişler, birçoğu evlenmiş, yurdu terkedenler de olmuş...kuaförün üstünde oturan yaşlı ve aksi teyze ölmüş (bir keresinde çok gürültü yapıyoruz diye camdan aşağı bir leğen su boca etmişti...zavallı ben ıslanmıştım donuma kadar). O dönemler keman çalan, civardaki bir fransız okuluna giden ve yaptığı uçak maketlerini tavana astıktan sonra onları yakan ve bu yüzden bir keresinde evi de yakan örümcek görünümlü sevgilim de yok artık...görsem tanımam ki...Kendimi çok ait hissettiğim ve huzur bulduğum bir yerdi Moda ve özellikle bu sokağı...çocukken, evde patırtılar yaşanırken, salyalar, sümükler ve gözyaşları oluklardan gümbür gümbür akarken beni Moda’ya yollarlardı, teyzemlere...şimdi oturduğum apartmanın tam karşındaki apartmana...akran kuzinimle çıkardık sokaklara, onun arkadaşları benim arkadaşlarımdı artık...ben Modalıydım artık...Herkes gittikten sonra da ben Modalı kaldım. Teyzemler, akran kuzinim ve arkadaşlarım gittikten sonra ben Moda’ya döndüm. Geçmişin yatağına uzanmış, geleceği röntgenliyorum. Çok zevkli. Arman ve Ardaların apartmanında oturuyorum..Onlar gideli yıllar olmuş... Köşeyi döner dönmez deniz...bazen pat pat motor sesleri balıkçı teknelerinin. Sahile inebilirim istersem hemen. Oradan adaları istediğim kadar izleyebilirim...güneşi batırırım, ayı çıkarırım istersem. İsterim. Sahilden Moda’nın taaaa burnuna kadar yürürüm de ayrıca...Orada durup tekrar seyredalarım herşeyi etrafımdaki...çoluk, çocuktur bazen...kedi köpek de etrafta olabilir, hiç sakıncası yok...belki sadece ben varımdır o gün çünkü bardaktan boşanırcasına yağıyordur yağmur...ama hava güneşli de olabilir, mutlaka falcı gelir...kim bilir? Bu defa bakasın be falcağzıma deyiveririm...Bana bir harf söyler...aşkla dolar içim...Moda, Modacığım, benim dar sokaklı, rutubetli, bol kokonalı, bol köpek boklu Modam, Modacığım...deeeerr ve dondurma yerim..Ensemin keyfi bilir. Bir adım atarım deniz...bir adım atarım evciğim...bir adım atarım deniiizzzz...bir adım atarım evciğiiiimm...Hem yürür hem şarkılar söylerim...bir durur, bir bakar, birden de koşarım. İstersem. İsterim. Modadayım. Böyle. 6.12.2003
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Öykü Yüzer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |