Ağlamak da bir zevktir. -Ovidius |
|
||||||||||
|
“Ermenilerden kalma konak büyüktü, bu yüzden ailenin tümü bir arada kalıyordu. Eskiden, bütün kasabanın yardımına koşan ve herkesin çok sevdiği Ohannes adlı bir adama aitti bu ev. Bir gün askerler gelmiş, bütün Ermenilere kasabanın aşağısında toplanmalarını, yanlarına taşıyabilecekleri eşyalarını da almalarını söylemişlerdi. Ermeniler ağlayarak, inleyerek çaresizce emre uymuş ve kasabaya son bir bakış atarak yürüyüp gitmişlerdi. Bir daha da onları gören, duyan olmamıştı. Hiçbiri geri gelmemişti. Askerlerin onları çok uzaklara götürdüğü söyleniyor, bu konuda ancak fısıltıyla konuşuluyordu. Bazı Ermeniler giderken değerli eşyalarını Müslüman komşularına emanet ederek, sonra gelip alacaklarını söylemişlerdi ama aradan on yıllar geçmesine rağmen ne gelen vardı ne de giden. Bu konudaki bir başka gariplik de kasabadaki bazı yaşlı kadınların aslında Ermeni olduğunun fısıldanmasıydı… ailelerin kızlarını Müslüman komşularına bıraktıkları konuşuluyordu… adları Ani ya da Anuş olan kızların adlarını Saliha’ya, Fatima’ya çevirerek… … Meryem bir gün bütün bunların doğru olup olmadığını teyzesine sormuş, o da özellikle Ermenilerle ilgili bölümün uydurma olduğunu söylemişti. Onca Ermeni’nin bir günde yok oluşunu ise bir mucizeye bağlıyordu. Bir Şubat günü kasabada korkunç bir fırtına patlamış, çılgın gibi esen rüzgâr minareleri yıkmış, ağaçları kökünden sökmüş, çatıları uçurmuştu. Ama bu işin en anlaşılmaz tarafı fırtınanın Ermenileri de gökyüzüne uçurmasıydı. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir ilahi rüzgâr kasabadaki Müslümanlara dokunmamış ama kadın erkek, çoluk çocuk demeden ne kadar Ermeni varsa hepsini göğe uçurmuştu. Belki de onlar Allah’ın sevgili kullarıydı ki peygamberleri İsa Aleyhisselam gibi gökyüzüne yükselmişlerdi.” (Mutluluk, S.19-21, Remzi Kitabevi) Artık Ermeni tehcirinin (katliamının değil sürgününün) tarihte olduğunu herkes istemese de kabul ediyor. Ama zaman geçtikçe biliyoruz ki yaşanmış tarih başkalarının çıkarlarına göre değişikliğe uğratılmaya çalışılıyor. Osmanlı Devleti zamanında milliyetçilik akımları ortaya çıktıktan sonra ona bağlı olan birçok ulus, savaşarak bağımsızlığını kazandı. Bu sırada Avrupa devletleri, bağımsız olmak isteyen devletlere açık yardımlarını esirgemedi. O şartlar altında belki de olması gereken şey oldu. Uluslar ayrıştılar. Osmanlı Devletinin son yıllarında geriye Türklerle birlikte başlıca beş ulus kalmışken (Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar) Birinci Dünya Savaşı başladı. Ancak o zamana kadar ulus bilinci yalnız başkalarında değil, Türklerde de uyanmıştı. Araplar özellikle İngilizlerin yardımıyla bağımsızlıklarını kazandılar. (Avrupalıların politikaları gereği hiçbir zaman bir bütün devlet olamadılar) Kürtler savaş sırasında Türklerle birlikte canla başla savaştılar. Doğudaki Ermenilerin bir kısmı ise savaştan yararlanarak bağımsızlık istedi. Osmanlı Devleti o sırada fır dolayı bütün çevresinde savaşmakta idi. Karadeniz, Çanakkale, Filistin, Suriye, Irak, Yemen, Muş, Erzincan, Sarıkamış’ta canını dişine takmış, bir savaş kazanmak için değil, canını kurtarmak için, hayatta kalmak için, savaşıyordu. Doğuda Çarlık Rusya’sının egemenliğinde yarı bağımsız bir Ermenistan devleti vardı. Doğudaki Osmanlı topraklarında yoğun bir Ermeni nüfusu vardı. Aslına bakarsanız Ermenistan’da da yoğun bir Türk ve Müslüman nüfusu vardı. İki millet başka milletlerle de karışık olarak birlikte yaşıyorlardı. Tehcir, sürgün, göç ettirmek anlamına gelir. Hicret, tehcir, muhacir hepsi aynı köklü kelimelerdir. Ermenilerin yoğun olarak bulunduğu yerler Rus sınırına yakındı. Devlet o bölgede yaşayan Ermenileri daha güneye, göçe zorladı. Ordu Ruslarla savaş halindeydi. Kendi güvenliğini düşünecekti. Göç sırasında bölgenin dağlık olması, kış şartları yüzünden birçok kimse yollarda öldü. Devletin soykırım diye bir politikası yoktu. Hiçbir aklı başında devlet böyle bir politika güdemez. Fakat belki de devleti temsil edenlerin içinde bu eylemi yapanlar oldu. Yazar Kemal Tahir (1900-1973) Yorgun Savaşçı adlı tanınmış romanında bu konuya değinir. “… Cemil az kalsın bu soruya da ‘bilmem’ diyecekti. Bıyıklarını çiğneyerek gülümsemesini sakladı. ‘Arkadaş’ın yüzünü hiç görmemişti. İttihatçıların kodamanlarından, eski Diyarbakır Valisi Doktor Çerkez Reşit Bey’i bekliyordu. Reşit Bey Ermenileri öldürme işinin belli başlı suçlularındandı. Kapatıldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılmıştı on iki gün kadar önce…” (Yorgun Savaşçı, S.10, İthaki Yayınları) “-Öldürdükleri adamı tanıyor musun? -Yoook… Mahpusdan kaçmış… Bekirağa Bölüğü’nden -Kaçmadı, kaçırdılar. Yanına kattıkları subayı, kaçıranlar vuracakmış da, ‘olmaz’ demiş… Bugün de polislere kıyasıya atmamış. -Kim söyledi? -Polisler… Şaşılacak şey… ‘Merhametli’ desem, Ermeni sürgününde binlerce insan öldürtmüş, çoluk çocuk… -Belki öldürtmemiştir. -Öldürtmese yargılanmaktan niçin korksun da canına kıysın?...” (Yorgun Savaşçı, S.22, İthaki Yayınları) Bu yazının geçtiği dönem, Birinci Dünya Savaşının kaybedilmiş, İstanbul’un işgal edilmiş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin liderlerinin dışarıya kaçmış olduğu dönemdir. 1910’lu yıllara kadar yıllara kadar barış içinde yaşayan uluslar ondan sonra birbirlerine düşman oldular. Örnek olarak, Kayseri’nin yarısının savaştan önce Ermeni olduğu söylenir. Mimar Sinan Ermeni asıllı bir Kayserilidir. Ama aynı şekilde Erivan’ın da yarısı Türk’tü. Türkler Anadolu’ya 1071 yılında girdi. Demek yaklaşık 850 yıl bir arada yaşayabilmişler (Eski Osmanlı topraklarında bugün 30’dan çok bağımsız devlet vardır. İnsanlar hiç düşünmüyor ki bu uluslar yok olmadan katliama uğramadan nasıl bugünlere kadar gelebilmişler). Sonra ne oldu da iki ulus birbirine girdi? Sebep karşılıklıdır. Fransız devriminin dalgası Anadolu’ya ulaşmıştı. İki tarafta da ulus bilinci uyanmıştı. Osmanlı Devletinin zayıflamasını isteyen Avrupalılar da bunu körüklediler. Ermenilerin Taşnak örgütü Rusların da yardımıyla düzenli ordular kurdu. Ruslar Ardahan’ı işgal ederken bu ordular da Van’ı işgal ettiler. Daha sonra Rusya’da devrim olup onlar savaştan çekilince yerlerini Ermeniler aldılar. Türk, Kürt ve Müslüman halka çok büyük eziyet yaptılar. Yazar ve düşünür Şevket Süreyya Aydemir, (1897-1976) Suyu Arayan Adam adlı kendi yaşantısını anlattığı kitabında doğu bölgelerinde gördüğü eziyeti anlatır. Aşağıdaki anılar 1917 yılına aittir. “İleri hareket geliştikçe, karşılaştığımız görüntüler, tabiatın kahrını arka plana attı. Savaş bir kan sarhoşluğu halini aldı. Bu sarhoşluk bir an geldi ki, en vahşi haddine vardı. Ermeni ordusuna Taşnak komitacıları hakimdi. Bu komitanın büyük hırsı, sadece bir imha ve intikam savaşından ibaretti. Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üstündeki Cinis köyü karşısında Evreni köyünde, kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmekle kalmamıştı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkanlarındaki etler gibi, duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı… …Cinis’te ise bütün köy halkını ayakta ve köyün ağzında bekliyor gördük. Fakat bunlar bir ölü kafilesiydi. Köyden çıkarılan, köye gireceğimiz yol üstünde süngülenirken birbirine sokulan ve yapışan kadın, erkek, çocuk bu insanlar, dayanılmaz bir soğuk altında kaskatı donmuşlar ve öylece kalmışlardı… …Erzurum’da kan çılgınlığı son haddini bulmuştu. Şehrin galiba yarı nüfusu öldürülmüştü. Yalnız Gürcü kapısı istasyonunda üç bin kadar ölü, bir odun veya kereste deposunda olduğu gibi, intizamla, adeta zevkle, dizi dizi, yığın yığın sıralanmış istiflenmişti. Bunlar Erzurum şehrinin kadın erkek çocuk Türk halkındandı. Sıraların istiflerin bozulmaması, yıkılmaması için boylarına, cüsselerine göre dizilen ölü sıralarının aralarına, yerine göre ayrı ayrı boylarda çocuk, yahut yaşlı ölü vücutları sıkıştırılmıştı. Bütün bunları yapanlar, belli ki yaptıklarından zevk alıyorlardı… (Suyu Arayan Adam, S.120-121, Remzi Kitabevi) Tehcir ve bireysel soykırımdan Atatürk’ün söylevinde de söz edilmektedir. “Toplanacak olan Mebuslar meclisi üyeleri arasında... ...tehcir ve kıyım işleriyle yurdun ve ulusun gerçek çıkarlarına aykırı başka kötülüklerle lekeli olan kimselerin bulunması doğru olmadığından...” 22 Ekim 1919 Bahriye Nazırı Salih Hulusi (Söylev (Nutuk), Sayfa 172 Belge 160) Burada konu dolaylı olarak alınmış da olsa böyle bir olayın varlığı kabul edilmiştir. Diyor ki toplanacak meclise tehcir ve kıyım işlerine karışmamış insanlar katılsın, karışanlar katılmasın. Ayrıca bu yurdun ve ulusun gerçek çıkarlarına aykırıdır. Nermidil Ermer Binark’ın ‘Şakir Paşa Köşkü’ adlı kitabında Osmanlı devletinin çıkardığı ‘Tehcir Kanunu’ndan söz eder. 700bin Ermeni göç ettirilmiş. Yazarın annesi 1914’te 18 yaşında iken Antep yakınlarında Gavur Dağlarından atlı araba ile geçiyormuş. Buz gibi havada yürüyen kadın, çocuk ve ihtiyarlar görmüş. “Bir kadın, ‘Kulun kölen olayım, bilmem ... yiyeyim beni al’ diye arabama saldırdı. İnsanlar yürüyerek ölüyordu. Gece çadırlardan çocukların ‘mayrik’ (Ermenice anne) diye ağlayan sesleri duyuluyordu. Manzara feciydi. Ermeni göçünün tam ortasına düşmüştük.” (Remzi Kitabevi, Şakir Paşa Köşkü, S.45, 46) Atlas Dergisi Haziran 2001de ‘1915, En Uzun Yıl’ adı altında özel bir sayı çıkardı. Tehcirle ilgili fotoğraflar, Hamidiye Alayları ve ondan önce Rusların desteklediği, Ermenilerin kurduğu düzenli ordular açık seçik görünüyor. Söylendiğine göre soykırımdan en çok Hamidiye Alayları (ya da Abdülhamid alayları) sorumlu tutuluyormuş. Bu alaylar bölge insanlarından oluşan, başında binbaşı rütbesinde bir aşiret reisi bulunan yarı sivil yarı askeri bir güçmüş. Günümüz korucularına benzer bir örgüt. Onlar gibi başka bir fotoğrafta da düzenli Ermeni güçlerinin Van’da resmi geçit yaparken görüyoruz. “107 yaşındaki Hacı Mehmet Şaar Van’ın Ermenilerin eline geçmesiyle muhacir (göçmen) olmuş. Neredeyse bütün ailesi göç yollarında ölmüş. ‘Dünya ateşe düşmüştü, kim iyi kim kötü belli değildi.’...” (Atlas özel sayı Haziran 2001 S.32) Sonuç olarak diyebilirim ki, savaş zamanıydı ve her iki taraf da birbirine kötülük yaptı. Olay hiçbir şekilde Avrupalıların dediği gibi tek taraflı olmadı. Bir şey daha, ne olduysa Osmanlı devleti zamanında oldu. Türkiye Cumhuriyeti zamanında değil. O yüzden bu konu ile ilgili Türkiye Cumhuriyetinin dileyeceği bir özür yoktur. Ben kendimi bu konu ile ilgili olarak zerre kadar suçlu ve sorumlu hissetmiyorum. Ama olayın iyi bir şey olduğunu da söylemiyorum. Kimse de söyleyemez. Doğuda kişisel olarak olaylara karışmış olanlar, hayattaysalar hala olayları yaşıyor olabilirler. Cumhuriyetten sonraki olaylar için (Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları) aynı devlet örgüsü içinde suçluluk ve sorumluluk hissetmek olabilir. Nitekim Amerikalıların geçmişte yaptıkları Kızılderili katliamlarından sonra 2002 Kış Olimpiyatlarında bayrağı göndere Kızılderililere çektirmeleri bir özür niteliğindedir. Benim Eniştem Ahıska Türklerindendir. Erzurumlu kuzenlerim var. Bu olayları birebir yaşamış olan yaşlılardan dinlediklerini ve Ermenilere ne kadar tepkili olduklarını biliyorum. Bir gün bu kuzenlerimden biri dedi ki: “En iyi Ermeni ölü bir Ermeni’dir.” Bu aslında Amerikalı General Sheridon’un kendisini “Tosawi, iyi Kızılderili” diye tanıtan Kızılderili şefe karşılık olarak söylediği sözün biraz değiştirilmiş halidir. “Bir zamanlar beyazların dostuyduk, ama sizler dalaverelerinizle kendinizden uzaklaştırdınız bizi... Neden dobra dobra konuşup her şeyin düzelmesini istemezsiniz anlamıyorum” diyordu Kara Kazan. Büyük Ovaların orta bölümündeki Kızılderililer kuzeydekiler kadar şanslı olamadılar. Güneyli Cheyennelerin önderi Kara Kazan alçakça öldürüldü. Gaga Burun ve Uzun Boğa’nın sürüklediği savaşçılar Arapaho, Comanche ve Kiowalar ile ittifak yapmalarına karşın beyazların büyük ateş gücü karşısında fazla dayanamadılar. Teslim olmayanlar öldürüldü. Teslim olan Comanche resisi Tosawi, General Sheridon’a kendini şöyle tanıttı: “Tosawi, iyi Kızılderili”. Yanıt hiçbir zaman unutulmayacaktı: “Gördüğüm tek iyi Kızılderili ölü bir Kızılderilidir”. Birkaç yıl içinde bütün büyük Cheyrenne reisleri “iyi bir Kızılderili” olmuşlardı. Atlas Dergisi Haziran 2001 sayısı. Bizim anlayışımız ne olursa olsun bu olmamalı. Kendimizi korumayalım, kucağımızı açalım demiyorum. Ama aklı başında insanlar olarak ve kontrolü elimizde tutarak onların da özgür ve eşit olarak yaşama hakkını teslim etmemiz gerekir. Belgeler gösteriyor ki o yıllarda her iki taraf için de hiç masum olmayan olaylar yaşanmıştır. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü yöneticilerinin Cumhuriyetten önce yaşanmış olayları neden kabul etmediklerine aklım ermiyor. Böyle bir olay olmadı demek, Osmanlı Devleti zamanında geçen olayları da üstlenmek, kabullenmek demektir. Bu ise daha vahim sonuçlar doğurur. Bildiğim kadarıyla ben bir Osmanlı vatandaşı değilim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devletini yıkarak kurulmuştur. Zaman zaman iki taraf güçleri birbirleriyle çarpışma bile yapmıştır. İnsanlık tarihindeki olaylara bakarsak başka bir ulustan özür dilemeyecek hiçbir ulus bulamayız. Ben suçluysam eğer, benim suçum her ulustan insanın işlediği suç kadardır. Yalnızca bu nedenle, insan olarak suçluluk ve eziklik hissederim ve ediyorum. Bütün bunları söylemekle kazancım ne olacak? Tıraş olurken aynaya baktığımda yüzüm kızarmayacak ve Türklüğümden nefret etmeyeceğim. Evet, ben Türk’üm, dürüst, iyi ve güvenilir bir insanım ve doğruyu söylüyorum diyeceğim. Yabancılar da bunu kabul etmemizi istiyorlar. Burada kendilerinin ve Ermenilerin çıkarları var. Hiçbir zaman sahip olmadıkları topraklar ve mallar üzerinde talepte bulunacaklar. Fransa’da “soykırım yoktur” demek artık yasalar karşısında cezayı gerektiriyor. Ama onlar nalıncı keseri gibi yanız kendilerine yontuyorlar. Madalyonun öteki yüzünü görmüyorlar, örneğin o zamanlarda Erivan’ın yarısının Türk olduğunu. Gökten gelen ilahi rüzgâr orada da yalnız Türkleri mi havaya uçurmuş? Daha çok yakın zamanda Azerbaycan - Ermenistan savaşında Karabağ’da katliam yaptıklarını kabul etmiyorlar. Azerbaycan’ın topraklarını vermiyorlar. Çünkü dürüst değiller. Bu savaşta Ermenilerin ellerine geçirdikleri hamile kadınların bebeklerinin cinsiyeti için yazı tura attıklarını, sonra kadının karnını yarıp bebeğin cinsiyetine baktıklarını biliyoruz. 1992 yılında Azerbaycan - Hocalı kasabasında sırf Türk oldukları için çoluk çocuk Ermeniler tarafından katledildi. Biz de mi onlar gibi olalım? Sana biri tokat vurursa öteki yanağını dön demiyorum ama göze göz, dişe diş mantığının da doğru olmadığını söylüyorum. Rakip faşistse sizin de faşist olmanız gerekmez. Temeli milliyetçilik olan intikam duygusu, insanları Ali’ye kızıp Veli’den intikam almaya götürür. Aynı Hrant Dink olayında olduğu gibi ve insanı faşist konumuna sokar. Bundan sonra ne yapmak gerekir? Bir kere zamanın 1915 olmadığını, 2008 olduğunu anlamak gerekir. Aradan geçen 93 yıl içinde çok şey değişti. Dünya yeni yönlere doğru gidiyor. Vurmak için kimsenin etnik kimliğine bakmayan ekonomik krizler geçirdik. Bugün Türkiye’de birilerinin beli bükülüyorsa, kötü duruma düşenlerin aralarında etnik bir ayırım olmuyor. Doğudaki ne kadar eziliyorsa batıdaki de o kadar eziliyor. Demek ki ortada bir çelişki varsa bu Türklerle Ermeniler veya Kürtler arasında değildir. Bu da Türkiye’de yaşayan bütün insanların çıkarlarının aynı olması demektir. Daha iyi bir ülkede, daha iyi bir dünyada yaşamak istiyorsak ortak çıkarlarımız için birlikte davranmamız gerekir. Bu saatten sonra böyle şeyleri körüklemek hiç kimsenin işine yaramaz. Herkes bilmeli ki böyle insanlar iki tarafın da zararına çalışmaktadırlar. Gelecekte 1915’te olmuş olaylar gibi olaylara meydan vermemek için bu anlayıştaki kişiler ve düşüncelerle mücadele etmelidir. Yoksa Türkiye’nin başına yalnız kriz değil daha büyük felaketler gelebilir. Güçlü olmalıyız. Yalnız güçlü olmak bizi korur. Destekleyici bilgi olarak, okumadıysanız lütfen www.izedebiyat.com da “Türkiye’nin Belkemiği” kütüphanesindeki yazıları da okuyun. 21.Şubat.2008
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |