İnsan melek olsaydı dünya cennet olurdu. -Tevfik Fikret |
|
||||||||||
|
Melek, çayını almış dere kenarında bağdaş kurmuş, akıp giden dereyi izliyordu adeta transa geçmişti. Yanına geçtim oturdum. Bir şeyler anlattı, sustu. Uzun bir sessizlik olmuştu, içime Aynur düştü. Onunla Seher’in arası okulda çok iyiydi. Ben haricinde tek onunla sıkı fıkıydı. Melek bağırdı salıncakta sallanıyordu: “Her gün çay, her Allah’ın günü, yeter ya, kahve yok mu, kahve beyni açar, çayla beynimiz uyuştu kardeş. Salep, sıcak çikolata yok mu?” “Çalışıyorsun, alırsın bize.” “Aynur ne yapıyor, haberin var mı?” dedim. Seher, bana sinirle. Sonra başını önüne eğdi. Gülümsedi garip biçimde, önüne bakarak, düşünceler içinde: “Bırak şunu faydasızı!” “Ne oldu aranızda?” Lise çabuk bitmişti, ne olduğunu anlayamadık, sonra o günleri delice özler olduk. En çok şamatalı günleri arar insan. Büyük sıkıntıları düştüm, sorumluluklar… Bir daha ele geçmeyecek, yaşanmayacak zamanlar ve sevmediğin ya da çok yakın olmadığın, kokuşmuş fare ölüsü gibi arkadaşlarını bile özlüyorsun, merak ediyorsun, hayatta ne yapıyorlar, nereye evrildiler? Belli ki rüzgarda savrulan polenler gibi bir taraflara savrulmuşlar, bizim gibi hayatta kalma, geleceklerini inşa etme savaşı veriyorlardı. Seher, depresyona girmişti, eve yalnızdı, sevdiği dostları yoktu ve büyük bir boşluğa düşmüştü, şehirdeki iş arama girişimleri de boşa çıkmıştı. Evdekilerle de arası bozulmuş, çatışmalar çoğalmıştı: “Ne okumakta gözün var, ne çalışmakta, neye yararsın sen?! Popona taş mı bağlı, kalkıp iş yapmıyorsun!?” türünden sözler işitmek sinirlerini bozmuş, geleceğe dair umutlarını Yok etmişti. Yapıcı olmayan ve buyurgan olan ailesinin baskıları işi zorlaştırmıştı. Onu hayattan soğutmuştu. Moral bozukluğundan evde iş yapmak içinden gelmiyormuş, geç yatıp geç kalkıyormuş, bulaşık bile yıkamıyormuş. Ve bu yüzden özellikle sık sık annesiyle kedi köpek gibi kavga ediyormuş. Baktı olacak gibi değil; böyle kriz büyüyor, şehre gidip iş arama girişiminde bulunmuş, dönerken lisenin civarından geçmiş, banka oturmuş, eski güzel günleri hatırlamış. Eve döneceği sırada aklına çok değer verdiği Aynur düşmüş, onu bir göreyim diye düşünmüş. Berbat hissediyormuş, sarılacak bir şey, tutunacak duvar, sığınacağı bir şey arıyormuş. Canı eve gitmek istemiyormuş, ağlamış. Çocuk gibi ağlamış, bir yaşlı teyze geçiyormuş, “neyin var kızım demiş, hayat kısa ağlamaya değmez.” Seher, dirilerek azimle kalkmış, gözyaşlarını silmiş ve Aynur’un evinin yolunu tutmuş, “belki bu akşamı ve geceyi onlarda geçiririm, sabaha kadar dertleşiriz, belki günlerce onlarda kalırım” diye düşünmüş. Aynur, onu okul zamanlarında eve davet edermiş, yatıya kalmaya, hiç gitmemiş, gidememiş, denk gelmemiş. Aynur’la baş başa yürüyüşler yapar, üzgün ya da mutlu olduklarında çiçekler gibi birbirine sürtünerek var olurlardı. Lafa lafı açar, vakit su gibi akıp geçer ve zamanın ne çabuk geçtiğine üzülerek hayret ederlerdi. Daha konuşacak çok ve başka şeyler varken. Bir kızın çok iyi anlaştığı ya da anlaşamasa bile düzenli dostluk yürüttüğü bir kız dostu, sevgilisi gibi bir şeysi vardır, Seher kızsal şeyleri Aynur’la paylaşırdı. En başta çok iyi uyum sağlamışlardı. O gün Seher onu görmeye eli boş gitmek istememiş. Aynur, fındıklı çikolata, cips, gofret gibi şeyleri çok sever. Seher, parası çok az olduğu halde ona bir çikolata ve cips aldı. Dairenin kapısında kalbi çarparak onu bekliyordu, çok geçmeden kapı açıldı. Aynur, onu dairenin kapısında görünce öyle ciddi manada sevinmemişti, sarılıp öpüşmek şöyle dursun; ‘senin burada ne işin var, çabuk kaybol’ der gibi soğuk bakmış, “aa, sen nerden çıktın?!” demiş yapmacık, cılız bir sarılma. “Müsait değilsin sanırım, sonra gelirim, bunları sana getirdim.” “Yok; olmaz öyle kaçıp gitmek tatlım” deyip bir koldan tutup onu içeri çekmiş. Aynur’da bir terslik var, o samimi, güleç kız yok olmuş. Sanki içerde beş kişiyi öldürmüş ve cesetleri banyoda parçalayacak, foyası ortaya çıkacak. Aynur, onu odasına götürdü, hediyelik eşya gibi bıraktı, “az sonra geleceğim” dedi, gelmedi bir türlü. Seher, kalkıp mutfağa gitti, Aynur pasta yapmaya çalışıyor; ama beceremiyor, Seher işe el attı, bu sırada Aynur ev telefonunda biriyle konuşmaya başladı Seher, iki tür pasta yaptı, çökelekli kurabiye ve çikolatalı kek. Aynur, pişen pastaların çoğunu alıp üst kata götürdü. Sonra üstünü giyip; “az sonra geleceğim” deyip biriyle buluşmaya gitti, pastaları verip gelecekti, çok zaman geçti; ama gelmedi, Seher iki pasta yiyip üzüntüyle evi terk etti. Ve Aynur’u defterinden sildi. Meğer sevdiği bir çocuk varmış, “pasta yap getir, ne kadar beceriklisin göreyim” demiş, pastaları ona götürmüş, laf uzayınca kopup gelememiş, evdeki dostunu unutmuş. Sonra Aynur onu telefonla arayıp durumu izah edip özür dilemiş, Aynur ısrar edince Seher onu bağışlamış. “Pastaların süper, çocuk bayıldı, ben yaptım dedim, inandı salak, üniversiteye giremezsek pasta yapıp satarız. Hayatta bir baltaya sap olamazsak yapacağımız bir iş var, poğaça yapıp satmak.” Şaka maka derken bu işi konuşup durdular. Bir hayal, umut işte, iş yeri açmaya gerek yoktu, evde yapıp kafelere, bar ve lokantalara satarlardı pastaları. Simidin nasıl alıcısı varsa, tadı güzel pastaların da alıcısı olurdu. Müşteri edinirlerse eğer. Pasta yapıp satmak işi, belki olur, belki olmaz; ama bunu konuşmak, bu konuyu ele alıp geliştirmek heyecan vericiydi, olmayan paraları önlerinde görüp saymak, durmadan pasta satmak ve bu iş giderek bir iş yeri açmaya kadar varırdı. Evet, evet, fırınların ürettiği pasta gibi ürünlerin içine çok az malzeme koyuyorlar, eğer onlar malzemeden çalmayıp iyi bir lezzet tuttururlarsa bu pasta işi neden yürümesin, binlerce insan sabah sokaktan geçen simitçiden simit alır yemek için kahvaltıda, ya da fırına gidip alır. Evlenmekte gözleri yok, üniversiteye girmeleri çok zor, taş kafa sevgiliye gerek yok, iş desen zaten vermiyor kimse iş, lise mezunusun, bir halt değilsin, ne yapacaksın, saksıyı çalıştırıp bir iş bulup yapacaksın, iş fikri icat edeceksin. Pazarlara gelen kimi yaşlı köylü kadınlar üç beş ürün için akşama kadar bekler, biraz marul, yeşil soğan, bir kabak, parçalanmış, pazı, lahana, maydanoz. Tezgahları yerdedir, muşamba üstünde. Ayazda beklerler ya da ufak bir leğen dolusu yumurta için. Biz neden başarılı olmayalım? Oluruz canım! Uzun bir aradan sonra sahilde buluşmuşlar. Aynur suratsızmış. Soğuk ve kuruymuş. Hep Seher konuşmuş. Aynur dinlemiş. “Bir terslik var, neden durgunsun?” demiş Seher, Aynur dün babasıyla kavga ettiğini söylemiş. Bu sırada Aynur’un cep telefonu çalmış. Aynur, izin isteyip uzağa gitmiş. Aynur, normalde bunu hiç yapmazmış, onların birbirinden gizledikleri hiçbir şey yokmuş. Aynur’u bu tavrı Seher’in çok zoruma gitmiş. Aynur konuşmaya dalmış. İlerlemi, ta yüz metre ötedeki banka oturmuş. Onu odasında hediyelik eşya gibi bırakmasının bir başka versiyonu bu. Ama içerlememiş, dayanamamış, kalkmış arkadan sessizce yanaşıp telefon konuşmasını dinlemiş. “Seher malın teki ya, takma onu sen, gel buluşalım dedi, geldim, merak etme, az sonra onu bir yalanla ekerim, ya hayatımda bu kadar yapışkan bir kız tanımadım, aşkım sen rahat ol, az sonra yanındayım. Murat sen benim için çok önemlisin, bunu sakın unutma.” Seher Murat’ı bilirdi. Okul önüne ara ara gelen, kolları dövmeli, boynu altın zincirli serseri köpeklerden biri, sabıkalı, uyuşturucu bağımlısı, bıçakla gezer, kimse hoşlanmaz ondan. Hırsızdır. Çaldığı eşyaları satar. Sürekli içer. Aynur, onu fark etti arkasında. “Kimdi o?” dedi Seher. “Piçin biri.” “Hayır, o senin sevgilin Murat, hepsini duydum. Senle dostluğum bitti, hayatta yolun açık olmasın. Aynur, baskıya daha fazla dayanamamış ve ağlamaya başlamış. Çocuk buna demiş ki; “elinde sepetle dilenci gibi kapıp kapı gezip poğaça satmanı istemiyorum. Seher, seni kullanıyor, çapsızca iş fikirleri üreterek senin hayatta ilerlemeni engelliyor… Evleneceğiz. Sana çok güzel bir iş bulacağım. Sana iş kuracağım.” “Şu an ne iş yapıyor o köpek?” “İşi yok.” “Altında motorla geziyor; o motoru da çalmıştır kesin. Ona inanıyorsun; bana değil! Çok sefilsin! Aynur, ağlayarak; “seni kırmak istememiştim, sen benim canımsın, ilişkimizi kimseye söyleme dedi, çok aşığım, hem babası müteahhit, ekip biçtiği bir sürü arazisi de var, tarım imparatoru yani, çevresi çok geniş. Kusura bakma, senle poğaça işi yattı. Senle görüştüğümü söyleyince, hayalimizi; bana çok kızdı, onu sakinleştirmek için öyle şeyler dedim. “Kafana tüküreyim seninle dostluk yaptığı için! Malın tekine inandın ve sildin projemizi! “Kusura bakma, hayatın akışı böyle. Onunla evleneceğim.” “Yalan olsa bile poğaça yapıp satmak fikri ne güzel hayaldi. Oyalanıp mutlu oluyorduk, gerçek gibiydi, bütün sorunlarımı çözmüştük. Onun için beni sattın. Yazıkla olsun sana!” Seher, basıp ayrılmış oradan. Aynur ise çocuk gibi ağlıyormuş. “O gündür bugündür onunla irtibatı kestim. Bir iş bulunca kafamda her şey yerine oturur, hallolur. Şu an kafamı rahatlatayım, gider araştırır bakar bir iş bulurum, en kötü ihtimal sahilde kafelerin birinde garsonluk yaparım. Kendimi idare edecek az bir param olsa yeter. Çocukluğum aklıma geldi. İlkokula gittiğim zamanlardı. Kantinden ya da arkadaşlarımın elinde tuttuğu simitten ya da poğaçadan yayılan tahrik edici kokular mahvederdi beni. Annemden para isterdim arada. Yok derdi. Geceleri uyumadan annemin yatak odasını banknot halinde parayla ağzına kadar dolu biçimde hayal ederdim. Her nasıl olacaksa artık. Yani ilerde çok para kazanacaktım. Paramın çok olduğunu ve kantinden her istediğimi aldığımı; hatta yakındaki bakkaldaki her şeyi satın aldığımı hayal ederdim. Parasızlık çok acı bir şeydir. Seher dedi ki: “Bütün mesele para. Bütün sorunlarımı çözmenin yolu iş bulmak ve para kazanmak. İşsiz olunca kafada olur olmaz düşünceler geziyor. Canım çıkana kadar çalışıp eve gelmek, yemek yemek ve uzanmak. Bütün istediğim bu. O zaman kafada gerekli şeyler oluyor sadece. O zaman gerçekten yaşadığımı ve gerçekten mücadele ettiğimi ve varoluşumun anlamını hissedeceğim. Geçmiş, ölmüş bitmiş ya da gelecek düşünceleriyle ve hayalleriyle boşa vakit harcamamış olacağım. Dost ediniyorsun; kazık atıyor. Bu işlerde hayat yok. Ama işim olur, gelirim eve, yemek yerim, geçerim odama, müzik dinlerim, kitap okurum. Huzurlu olurum ve uykum gelince de şıp diye uyurum. Sabaha dek uyku gelsin diye televizyondan saçma sapan şeyler izleyip hurda haşat yatmam ve kendimi tükenmiş ve mahvolmuş hissetmem.” Sürekli bir şeyler yaptık, sohbet ettik. Hava kararmaya başlamıştı. “Ben kalkayım” dedim. “Bu gece burada kalıyoruz, belki birkaç gün. Geceler gizemli ve güzel olur, insan huzur bulur.” “Bizimkiler merak eder, telaşlanır.” “Geç olmadan haber ederiz. Abimin telefonundan ararız. Uğrar buraya zaten.” Akşam için yine odun topladım. Sonra akşam oldu, gökyüzü binlerce yıldızla kaynamaya başladı. Ay çıktı. Tepede bir noktadan söz ettiler, oradan aşağısı, karayolu muhteşem görünürmüş. Patikadan tepeye çıktık ay aydınlığında yolumuzu az çok seçebiliyorduk ve kızlarda el feneri vardı. Orada boş bir trafo vardı, onu yapmışlar; ama öylece kalmış, yanında dört ayaklı elektrik direği vardı, ona tırmandık. Kabin gibi bölümdeydik. Yükseklik korkutucuydu, 30 metre, manzara mükemmeldi, çok aşağıda kalan kara yolundan geçen araçların ışıkları uğur böceği gibi görünüyordu, hafif bir esinti vardı, kuruyan otların kokusu duyuluyordu. Çocukça duygular vardı içimde. Rahat, özgürlük duygusu. Serüvenci bir duygu. “İlerde eski bir ev var, ahır gibi samanlık gibi bir şey, oraya da gidelim, bir ara birileri orayı ev olarak kullanmış. Bazıları o evin perili olduğunu söyler” dedi Melek, “Hadi oraya gidelim.” Seher bu fikirden hoşlanmadı. Bu bana da hiç tekin görünmedi; ama meraklandım, “gidelim” dedim. “Yemek yiyelim önce, karnım çok acıktı” dedi Seher. Kamp alanına döndük, ateş cılızlaşmıştı. Seher, ateşe odun attı. Çadıra girdi. “Yemek malzemeleri yok, nereye gitti bunlar. Biri çalmış. Buralarda kimse olmaz oysa. Umarım ihtiyacı olan biri almıştır.” Yanına gidip baktık. İki yumurta ve üç domates ve biraz ekmek haricinde ne varsa yok olmuştu. “Biri çadıra girmiş. Sanki şu aptallara biraz yiyecek bırakayım deyip bunları bırakmış.” Çok kafa yormadı ve kalan malzemeyle menemen yapmaya girişti. Menemen olmuştu, bir parça aldım, harikaydı. “Eve gidip kümesten bir tavuk kesip getireyim.” dedi melek, büyük tavayı alırım, kızartmalık bir şeyler de alırım.” Açlığımızı az da olsa bastırmıştı birkaç lokma. Melek, elinde el feneriyle yola çıkacaktı: “Çabuk gidip geleceğim, bir yere kaybolmayın. Perilere dikkat edin.” “Kendine dikkat et” dedi Seher, “Bıçağım var, merak etme.” Seher’le ateş başında sessizce oturuyorduk. Ateş çatırdıyordu arada, kıvılcımlar saçıyordu, bu ateş, duman kokusu beni çok eski günlere, evimiz civarında ateş yaktığımız yağmurlu günlere getirdi, mahalledeki dostlarımla. “Anlatacak bir hikayen yok mu?” dedi Seher, “baban mesela, nasıl biri?” Bir ara babamla şehir dışına bir arkadaşına gitmiştik. Fırtına başlamıştı, yağmur rüzgar, ortalık yıkılıyordu, gece yarısıydı, Eylül ayıydı, babamla çok sevdiği dostunun yeni yeni yaptırdığı köy evinin su tesisatını yapacaktık, gece yarısıydı. Emanet kamyonet bozuldu, babam yapmayı denedi, sucuk gibi ıslanmıştı, küfür edip içeri geçti, oturdu ve sigara yaktı, üşüyorduk, bana da bir dal sigara verdi, şaşırmıştım, arada öylesine içerdim, dostlar verirse. “Yak yak, çekinme, içtiğini biliyorum.” Az sonra anlayacaktım dost tavrının nedenini. “Bak oğlum, lise birdesin şimdi, zaman çabuk akıp geçer, iyi not için, sadece diploma için sakın çalışma. İşi iyice öğren, su tesisatı vs. nasıl yapılır, her şeyi öğren. Bu işte ekmek var çalışırsan, bak eğer işi kapmazsan mezun olduktan sonra ne büyük aptallık ettiğini anlarsın. Karışmam, arka çıkmam, yok sayarım seni. Ha, söz dinlersen arkanda olurum, en büyük destekçin, açarız sana bir dükkan. Emekli olurum. Birlikte işletiriz. Hafta sonları sana yardım ederim. Sonra sana dindar bir kız buluruz, onunla evlenirsin. Bizle yaşarsın başta, sonra kiraya çıkarsın, sonra bankadan kredi çekeriz, sana bir daire satın alırız.” Ses vermedim. Uzun süre geçti. “Eee, düşüncen nedir?” “Gelecek neyi gösterir bilemeyiz, yarın ölürsem ya da sen ölürsen” dedim. “Senin projene asla katılmıyorum” diyecektim, kırılır diye yapmadım, amca oğlu aklıma geldi. Mehmet abi benden on yaş büyüktür. Marangozluk yapıyordu bir iş yerinde, amcam emekli oldu ve ona dükkan açtı, sıfır makineler ve aletler aldı, amcam bir gün dükkana gitmiş…(amcam bu hikayeyi bize geldiğinde anlatmıştı kızgın bir boğa gibi burnundan soluyarak) Çok büyük umut ve hevesle ona bir dükkan açmıştı. Dükkana girmiş, bakmış ki oğlu sohbet ediyor biriyle, amcam selam verip az laflayıp orayı terk etmiş, saatler sonra dükkana tekrar gitmiş, oğlan çalışıyor mu diye kontrol etmek için. Mehmet abi arkadaşıyla muhabbette, sabah bıraktığı gibi, üstelik bira içiyor dostuyla, fındık fıstık yiyor. Amcam delirmiş, içeri girmemiş. Elinden bir kaza çıkar diye. Sonra dükkanı kapattı. Makine ve aletleri sattı. Oğlu işsiz kaldı. Oğluyla kapışması ölene dek sürdü. Mehmet çok abiyi severdim, bir kere babayla aran kötü olunca bu iş hep öyle gider, bazıları için böyle, o kavga asla bitmez. Mehmet abi bana bir gün inanmakta zorlandığım bir hikaye anlattı, bir gün amcamla kapışmışlar, amcam onu evden kovmuş. Mehmet abi o öfke ve hayal kırıklığıyla bir yürümeye başlamış, başka bir şehre gelmiş, gece gündüz yürümüş, yol kenarlarında, uygun bulduğu yerlerde evsiz gibi yatmış, beş kuruşu yokmuş, aç olduğunu söylemiş, parası olmadığını, ekmek, yemek vermişler. O şehrin sanayi sitesine gitmiş. Bir marangoz dükkanına girmiş. Çalışmaya başlamış, patronun kızı güzelmiş. Patronu çok sevmiş bunu, kızıyla evlendirmek istemiş, Mehmet abi girmemiş bu işe. Sonra yine basıp baba evine gelmiş. Mehmet abi babasının onunla ilgili hayallerini yıkmıştı. Ben de aynısını yapmak istemiyordum. Amcam tedavisi olmayan zihinsel bir hastalığa yakalandı, Mehmet abi ona ve yengeme bakmaya başladı. Mehmet abiyle ara ara karşılaşırdım, devlet memuru olmak için sınava girerdi, ara ara buluşur çekirdek yer, ve bir bira içerdik, o öyle içici değildi, benim gibi arada bir iki tane içerdi, hepsi bu. İnançlı, yüreği sağlam biriydi. Ama içmekten sakınmazdı, çok sigara içerdi. Meğerse sirozmuş, bana hiç anlatmamıştı. Bir kış günü amcam soba yanında ölmüş uykuda, bir yanı yanmış. Mehmet abi onu bulmuş, ağlamaya başlamış. Amcam toprağa verildi, yıllarca kavgalı olduğu babası gitmişti, Mehmet abiyi de hastaneye yatırdılar, onu görmeye gittim, simsiyah olmuştu yüzü, diyalize girmiş. Bir 2 sonra Mehmet abi de ölüp gitti. Sürekli kapıştığı babasının yanına gitti. Babamla araçtayız, fırtına var, sağanak fena. Karanlıktayız. Babam yeni bir sigara yaktı, çakmak alevi yüzünü aydınlattı, sakalları uzundu. “Oğlum, sözümü dinle; yoksa sonra çok üzülürsün.” Bir küfür etti. “Git bak, aç kaputu, bir şey oksitlenmiştir, araç eski. Eğer bunu yaparsan seni özgür bırakacağım, istersen hırsız ol, hapse düş, arkanda olacağım. Sabaha kadar burada kalırsak büyük sıkıntı olacak” dedi, güldü. “Düzeleceğini sanmam. Senin de beni özgür bırakacağını sanmam.” “Yap lan; düzelt şu şeyi, seni özgür bırakmazsam namerdim.” “Baba, böyle şeyler deme, tükürdüğünü yalamak zorunda kalırsın.” Tokat atacak gibi elini kaldırdı, başımı geri çektim. “Ben demokratım oğlum” dedi, aracı çalıştır sana karışmam. Tesisat işi yapmayabilirsin, faydasız bir kızla evlenebilirsin. Hayatta ne dediysem tam tersini yapabilirsin, rahatsız olmam. Sen benim canımsın.” Araçtan çıktım, sağanak dövmeye başladı beni. Ön kaputu açtım. Bir yere dokundum, rastgele, birkaç yere, araca geçip oturdum. “Çalıştır” işareti verdim. Araç çalıştı. Kaputu kapattım, hızla araca binip kapıyı kapattım. “Aslan oğlum!” diye bağırdı, “sana harika bir iş yeri açacağım, kutsal kitabı kendi dilinden okumasını bilen bir kızla evlendireceğim seni.” “Ama baba demiştin ki…” “Kes lan!” Bir yol lokantasında durup yemek yemiştik. Yemek olarak da sadece menemen vardı. Oranın menemeni meşhurmuş. Çok lezzetliydi. Sadece menemen yapıp satan lokanta olduğunu biliyorum başka şehirlerde. Öyle bir yol lokantası açmak güzel olurdu. Sadece menemen yapıp satmak, patates kızartması ve salata. Ayran, çay, vs. Öyle bir yol lokantası kesin iyi iş yapar. Kamyoncular, nakliyeciler, otobüs şoförleri bayılır bunlara. Onların doğru düzgün beslendikleri yok. Özellikle kamyon ve tır sürücüleri. En sevdikleri yemek de menemen. Yapması kolay çünkü. Tır sürenler yollarda işlemler için beklemedeyken menemen yapıp yer. “Seher, sende bir yol lokantası açsak?” Seher’in gözleri parlamıştı ateş çakar gibi, coşkuyla dedi ki: “Kulağıma çok güzel geldi. Kendi işimizi yaparız… Aşağıda, karayolu üstünde bir yer var. Orası lokanta için uygun olabilir. Sahibi yaşlı bir kadındır. Orayı bize verebilir. Uzaktan akrabam olur. Gidip onunla konuşmak lazım. Kira da almaz. Ama alırsa çok az para veririz. Ahır gibi bir yer zaten.” “Orayı düzeltmek milyarlar alır. Bu iş fikri heyecan verici; ama bizi aşar. Karayolu kenarında kokoreç satan kadın duydum. Şeftali, erik gibi meyveler satsak?” “Olabilir. Manav gibi basit bir tezgah, güneşten korunmak için bir tente filan. Gece gündüz orada kalırız. Renkli ışıklar koyarız, yanıp sönen ışıklar. Akşam ve gece çok dikkat çeker, gündüz ben, gece sen durursun.” “Bak şöyle olabilir: Eski bir minibüsü ya da bir karavanı lokantaya çevirebiliriz, köfte yapıp satabiliriz, menemen, patates kızartması. Yaz-kış içinde kalabiliriz minibüsün. Olmayacak, olamayacak hayaller; ama konuşması güzel. Serserice. Bir yerde bir işe girer bu kız, asgari ücretle, ömrü böyle geçerken bir uyuz tipe gönül verir, onunla evlenir, çoluk çocuğa karışır. Sonra kavgaları başlar, baba evine gelir, büyük ihtimal boşanır, bu asi bir kızdır, onu idare etmesi zordur. Cicim ayları çabuk biter ve adamın gerçek yüzü ortaya çıkar. Geçimsizlik başlar. 3, 4 çocuğu olmuştur, onları büyütmek için gecesini gündüzüne harcarken yaşar durur dertlerle. Çok üzülüyorum. Keşke büyük işler değilse bile bu dar ve baskıcı çevreden, köyden kurtulup yaşayabilse, kendi istediği gibi, kimseye kul köle olmadan. Bunu başaracağını sanmıyorum, tıpkı sezilerime düştüğü gibi bir hayat sürecek. Belki de vardır içinde uzlaşmaz ve boyun eğmez hayaller, projeler. Bana hiç anlatmadı. Olsa anlatırdı herhalde. Yalnızlık zordur, insan sevmek ister, yaramazın birine tutuldu mu işte o zaman körelmeye başlar, “çalışmana gerek yok aşkım, ben sana bakarım.” Sabahın köründe iş için kalkmayı zaten hazmedememiştir. Böyle başlar karakterin eritilmesi, bağımlılık. Bu çevreden, bu köyden kaç kişi çıkıp büyük işler yapmış, kaç bilim adamı çıkmış, kaç işadamı? Kaç kız iyi üniversiteler girmiş. Seher’in içi çok iyidir. Ama insana kafa lazımdır. Biz zeki değiliz, biraz anlıyoruz, geç anlıyoruz; ama sağlam anlıyoruz, ailemiz de böyle, küçük insanlar. Ama yürekli insanlar. Namuslu insanlar. Babası ilçe belediyesinde şoför. Güzel okullarda okumadı. Benim babam gibi. Baskıcı, öfkeli, dediği dedik, kalın kafalı, eleştiriden hiç hoşlanmayan, eski kafalı; ama iyi kalpli. Bu düşünceleri dağıtmak için gökyüzündeki aya baktım, iyi hissettirdi. Her yanımız saran tatlı karanlıkta Seher’le olmak şifalı gelmişti. Seher’e baktım, dalıp gitmişti düşüncelerle, ne düşünüyordu, sorup bozmak istemedim. Ateşe baktım onun gibi. Geleceğe dair düşünceler geldi yine. Kovdum onları. Sırt üstü uzandım. Gökyüzündeki yıldızlara bakıyordum. Yanıp sönen yıldızlara dalıp gittim. Gözlerimi kapattım. “Uyudun mu?” dedi Seher. “İçim geçti.” Uyku uyanıklık arasında ateşin çıtırtılarını duydum. “Sen de duydun mu?” dedi Seher. “Neyi?” “Biri var orada” dedi Seher, “fısıltıyla, biri bizi izliyor. Ayak sesi netti. “Belki bir hayvandır.” “Yok be.” Çalı ya da kuru yapraklara birinin bastığını ve bize yaklaştığını işittik. Sesi soluğu kestik ve kulak kabarttık. Seher, bıçağın çıkardı. “Ben geldim!” dedi Kenan, ne o, korktunuz mu tavşanlar?” Güldü. El fenerini açıp yüzüne tuttu. Söndürdü. Ateş başına, yanımıza kuruldu. “Sizi merak ettim?” “İyiyiz dedi Seher, “merak edecek bir şey yok.” “Meleği gördün mü?” dedi Seher, yiyecek bir şeyler almaya eve gitti.” “Başka yoldan geldim, dolaştım. Kenan, elindeki poşetten bir bira çıkardı, bana uzattı “Yok” dedim. “Sen bilirsin” dedi, birayı açıp biraz içti. Sigara yaktı. Kenan 24 yaşında, 1:70 boyunda, sıska ve gözlüklüydü. 2 yıllık bir üniversiteyi bitirmiş, iş bulayınca elektrikçide çalışmaya başlamıştı. Okul tatillerinde hep çalışmış. Arada liseye gelir, Seher’le konuşur, okul çevresindeki kafelerde erkek dostlarıyla takılır, kızları keserdi, Seher’le muhabbet ederken yanımıza gelmiş, öyle tanışmıştık, “kız kardeşime yamuk yapan var mı?” diye sormuştu, beni irdelemişti. Kardeşine zarar vermeyecek biri olduğumu anlayınca sana dayılanan, yanlış yapan biri olursa bana bildir, icabına bakarım” demişti. Beni kenara çekip; “kardeşim biriyle takılırsa bana bildir, saftır, biri kandırır filan.” Ara ara okulun önüne damlar, kardeşini kontrol eder, uzaktan takip eder ya da yakına gelip onunla biraz sohbet eder, ona para verip giderdi. Canı bir şey çeker de alıp yesin diye. Onu severdim; ama hiç tanımazdım. Beş altı kişi olurdu yanında, Kenan, onların lideriydi, guruptaki çocukların bazıları iri yarıydı, onlar çete gibiydiler, onlardan okulun bütün çocukları korkardı. Onlara saygı, sevgi gösterirlerdi; çünkü Kenan ve arkadaşları kötü çocukları, sıkıntı çıkaranları sözle ya da birkaç tokatla iz bırakmadan dövüp hizaya sokarlardı. Kenan’ın okula gelmelerinin bir sebebi de bana göre Seher’in sınıfında arasının iyi olduğu alımlı kızlardan birini kendine sevgili yapmak istemesiydi, bunu hareketlerinden, bakışlarından anlamıştım. O zaman gözümde solucandan daha değersiz oluvermişti. “İş güç nasıl gidiyor?” dedi. “Berbat.” “Aynı dert bende de var, tek parça kalmak imkansız, hamal gibi çalış dur. Neden berbat sence, açar mısın?” “Düzenli ve sigortalı çalışırsam ihtiyarlayınca emekli olacağımı öğrendiğimden beri çalışmaya karşı bir antipati uyandı bende.” Kenan, kahkahalarla gülmeye başladı. Gülmesi durulunca sigara yaktı, dedi ki: “Mizah varmış sende demek, hiç haberim yoktu, küçük, yuvarlak, sevimli patatese benzetirdim seni… Birader yaşamak çok zor. Elektrikçide yoğun çalışıyorum, imanım gevredi. Patronun zam yaptığı yok. Asgari ücretten de az veriyor, bazen 15 gün geciktiriyor paramı. Gemi adamı olmaya karar verdim, bir arkadaş bahsetti. Miço olarak başlayacağım, yükselme şansım var; ama belgeyi almak için kursa gitmem lazım, kurs da parayla, o parayı biriktirmem lazım.” Birası bitmişti. Kutuyu büktü, yere koydu. “Ben kaçar, yarın işe gitmem lazım.” Kalktı. “Kendinize dikkat edin.” Durdu. Geri döndü. “Acaba gemi adamı olmasam mı?” dedi, “İsa ne dersin? Bilmiyorum, başarabilir miyim, bazıları korkunç hikayeler anlattı, yapamazsın bu işi dediler. Gemi adamları karanlık tiplerdir, içerler, uyuşturucu kullanırlar, hırsızlar, katiller vardır içlerinde. Endişeliyim. Gemi Amerika’ya varınca kaçacağım, kaçak olarak Amerika’da barınan çok insan varmış. Ölür kalırsam oralarda, bu da var. Başka bir yolla da gidemem oraya. Sen söyle bakalım, sence bu ülkede hangi işi kursam başarılı olurum? Seher, senin saksının iyi çalıştığını söylemişti bir keresinde.” “Yok be; ama dün bir gazetede okudum, bir çift Halep keçisi alsan, günlük en az 4, 5 kilo süt veriyor teki. Bunlar süt keçisiymiş. Senede iki kez yavruluyormuş. Çift yavruluyormuş.” “Hadi be!” “Gazetede öyle okudum. Araziniz var, otunuz var, gerekli her şey var burada.” “Onların başında durmak lazım. Otlatmak lazım, değil mi?” “Tabi.” “O zaman çobanlık yapacağım demektir.” “Evet. Keçiyi gezdirmezsen olmaz, keçi gezmeli, çeşit çeşit ot yermiş. Dağ bayır çıkarmış.” “Ta anasının gözüne çıkar, uçurumlara, peşinde köpek gibi gezeceğim, kollayacağım kar, yağmur, çamur olacak. Deme!” “Aynen böyle. Keçi işi böyleymiş.” “Karda, ayazda kıçım donar, tepelerde dağlarda birader, o zaman o keçinin ben…” “Tabi, sabahın köründe kalkman lazım. Üşüyünce ateş yakar, çay demlersin. Dene.” “Neyi, çoban olmayı mı, Amerika’ya kaçak olarak girmeyi mi?” “Ona sen karar ver.” “Amerika’da şans yakalayabilir miyim sence? Dağda bayırda kıçım donarak gezemem ben aga. Zordur çobanlık. Yalnızlık ister. Daralırım ben.” “Her şeyin bir götürüsü vardır, bir de getirisi. Bir arkadaşımın abisi gemide çalışıyordu, gemi Amerika’ya gidince atlamış gemiden, yüzmüş kıyıya, sonra Amerika’da tutunmayı başardı.” Kenan’ın gözleri parladı: “Evet, ben de başarabilirim!” “Bir gemici hikayesi daha duydum, kaçak olarak girmiş Amerika’ya, ahşap dandik bir dairede kalıyormuş, alt kattaki kafayı bulan ev sahibi beyzbol maçı sevinciyle uzi marka otomatik silahıyla tavanı taramaya başlamış. Bizim gemici delik deşik olmuş tabi, süzgece dönmüş. Kariyeri böyle son bulmuş.” Kenan dehşete kapılmıştı. “Tabi oranın mafyası var, organ kaçakçıları, her yerde var, onların ellerine düşenler de vardır, bu adam zaten kaçak, yaşıyor; ama yaşamıyor, kaydı yok ülkede, kesip biçsek kim bizi suçlayacak, kes biç; al organlarını, ormana göm, kim bilecek, bulacak ki? Ülkede kayıtlı biri olsa, iskeletten diş kaydından kimliğine ulaşırlar; ama ülkede kaçak. Yani var; ama yok. Çok gemici hikayesi dinledim ve gemi adamı olmayla arama sonsuz bir mesafe koydum.” “Ben de öyle yapsam iyi olacak. Bilmiyorum. Bakalım ne olacağız. Konuştuğumuz çok iyi oldu, bir şekilde tutunacağız bu ülkede, başka çare yok.” Kalktı: “Benle gelin bir süre, sohbet ederiz; dönersiniz. Ha?”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |