İnsanlar yalnızca yaşamın amacının mutluluk olmadığını düşünmeye başlayınca, mutluluğa ulaşabilir. -George Orwell |
|
||||||||||
|
BİRİNCİ BÖLÜM (gecenin pırıltısındaki çiçekler üstü ufuk: yenilmez!) Kar fırtınasında ilerleyen kurtlar perişandı, dağdan düzlüğe yeni inmişlerdi. Aç, sefil ve acınacak haldeydiler, zayıflamışlardı. Lider siyah kurt sinyal verdi, konaklamak ve dinlenmek zamanının geldiğini hissetmişti. Peki nerede konaklayabilirlerdi? Yıllar önce buraya gelmişti. Onu hatırladı. Sol yakada iyi bildiği bir orman vardı. Gecenin adeta etli ve geçit vermez karanlığında birbirin ardına ilerleyen kurtlar hayalet gibiydiler ve azimliydiler perişan olsalar da; çünkü bu açlık doyurulmalıydı, çünkü bu açlık başa çıkacak ve yatıştırılacak gibi değildi, gece bitmeden herkes bir lokma bir şey yemeliydi; aksi halde sürüde korkunç şeylerin olması uzak bir ihtimal değildi. Birlik, beraberlik ve aralarında yıllar yılı ördükleri bağ ve sevgi bir anda uçup gidecekti, dağılacaklardı, öleceklerdi. Kardeşlik kolay kurulmamıştı, çok emek harcamışlardı, o yüce kardeşlik paramparça olacaksa önce lider kurt paramparça olmalıydı ve o üstünde ağır baskı ve sorumluluk hissediyordu, bu itici güçle hepsinden daha dayanıklı, yürekli ve cesurdu; çünkü o liderdi. Onları hayatta tutmak onun için onur ve gurur ve varoluş meselesiydi. Sık ağaçlar şemsiye gibiydi, büyük bir ağacın altına sığındılar, ağacın altı tek damla kar tanesi ya bir rüzgar sızıntısı bile almıyordu, mağara gibi olmuştu altı. İçeri girdiler. Burada ısı muazzamdı, kurtlar içeri girince rahat etti, hepsi de huzursuz ve yılgın ve bitikti, bazıları açlık acısıyla homurdandı, bazısı kıvrılıp uykuya bıraktı kendini, bazısı ön patilerini uzattığı bacaklarının üstüne koydu başını, bütün kurtlar uykuya daldı, lider kurt düşünceliydi. Dışarıda kar fırtınasının uğultusu vardı. Lider kurt uyursa bir gözü açık uyurdu, liderlik böyle bir şeydi. Kart fırtınası moralini çok bozmuş, canını sıkmıştı. Ama o yılların deneyimine sahipti, en çetin kışları atlatmayı başarmıştı, en uzun açlıklarda hayatta kalmayı başarmıştı. Bu varlık tanımayan pis kar fırtınasının sabaha kadar sürmemesini umdu, o halde uçarcasına ilerleyeceklerdi. Gün aydınlana kadar avlanma imkanları vardı, diğer deyişle yiyecek bulma imkanları. Eğer fırtına biraz olsun yavaşlarsa süratle bir köye ya da başka köylere inme imkanları daha da kolaylaşacaktı; ama her haliyle bu fırtına onların lehine çalışıyordu, göz gözü görmüyordu ve bu sırada istedikleri gibi yiyecek bulabilir ve hayalet misali ortadan kaybolabilirlerdi fırtınanın içinde. Adeta fırtınaya gömülürlerdi, köpekler ya da insanlar tarafından takip edilme oranları çok düşerdi. Bu hava şartlarında avlanmak çok düşük riskliydi. Siyah kurt, avlanmaya dair yüzlerce deneyime sahipti. Hatırladığı ilk deneyim; sürüsünü terk etmeye yakın bir zamanda olmuştu, toydu o zamanlar, orman ve avlanmaya dair bilgileri hiç yoktu ve kendini (yeteneklerini) hiç tanımıyordu; ormanda aniden tüfek patlamaları başlamıştı. babası yere yığılıp kalmıştı, sonra güçlükle doğrulup birkaç adım atmış ve yine yere yığılmıştı. Tüfek patlamaları çok şiddetliydi ve yakından geliyordu. Kurt sürüsü bir anda baskına uğramıştı ve kaçışıyorlardı. Annesini sürüsünü unutup can havliyle kaçarken görmüştü. Siyah kurt şaşkınlık ve korkuyla büyülenmişti. O da bir tarafa kaçmaya başladı. O son sürat kaçışında, o dehşete kapılmış ayakları hayatında ilk kez bu kadar hızlı koşuyordu. Heybetli, cesur ve gözü pek babasının yere nasıl yığıldığını ve cansız kesildiğini görmüştü, babası gözleri açık ölmüştü ve o gözlere yakından bakmıştı kaçmadan az önce. Ölümdü bu ve ölümün ne demek olduğunu sürüde geçen zamanlarında iyi öğrenmişti. O görkemli trafik günde insanların; yani onun bakışıyla iki ayaklıların çok tehlikeli, acımasız ve katil olduklarını anlamıştı. O gün ormanda eli tüfekli iki ayaklı canlılardan çok vardı. Siyah kurt gençti, toydu, daha hayatın başındaydı ve böyle bir kötülük hiç görmemişti ve bütün gücüyle koşup hayatını kurtarmıştı. Bu trajedi ileriki yılarda hayatta kalma dürtüsünü en güçlü biçimde destekleyen bir parıltı olarak kalacaktı ve hep üzülecekti, kafasından ve kalbinden çıkaramadığı acısıyla yaşayıp duracaktı kaçınılmaz olarak. Diğerlerine ne oldu bilmedi, bir daha onlara rast gelmedi. Kendi sürüsünü oluşturduğunda da her iki ayaklı hayvan izi gördüğünde yaşadığı o korkunç olayı hatırladı. Çok nadir olarak iki ayaklıları hep uzaktan görüyordu ve onlara daha da uzak olmak için kaçıyordu. İnsanlar onu fark edemiyordu; çünkü çok iyi saklanıyordu ve en uygun zamanda ormanda avlanmaya çıkıyordu. Günün birinde tıpkı sürüsünün başına gelenin aynısını yaşamaktan korkuyordu, en büyük korkusu buydu, her seferinde insanların bulunduğu yerden kaçmak zorunda kalıyordu, ama çok iyi biliyordu ki günün birinde kaçmayacaktı, savaşacaktı, ailesini yok eden o iki ayaklıların ne kadarının gırtlağına keskin dişlerini geçirebilirse geçirecekti; ölüm kalım savaşı verecekti. İntikam duygusu yoktu; ama o an geldiğinde gereken neyse fazlasıyla yapacaktı. O gün olay yerinden saatlerce uzaklaşmışı ve ormanın derinlerinde bir yerde saklanıp geceyi geçirmişti ve sabahın alaca karanlığında açlık hissederek çevrede dolaşırken bir iri fare görmüştü ve onu yakalayıp yemişti. Zor yürüyen şişman fareyi yakalamak zor olmamıştı, bu onun ormanda yakaladığı ilk avıydı. Bu onun avlanmaya dair ilk bireysel (kişisel) zaferiydi. O doygunlukla, leziz lapa gibi yumuşak etin verdiği hazla ilk kez ormana dair kutsal ve şükran hisleriyle doldu yüreği ve duygulandı ve kaybettiği ailesini hatırladı. Siyah kurt sürüsüyle ağacın altına tünemişti ve soluklarıyla içerinin havası iyice yumuşamış ve vücutları gevşeyip rahatlamıştı. Tek uyumayan siyah kurttu ve düşünmeden kendini alamıyordu ve bu uykusunu kaçırıyordu. Sürüyü mutlu edemediğini düşünüyordu. Sürüsünün ete olan ihtiyacı korkunç ve önlenemez boyuttaydı. Sürüde sık sık boş yere kurtlar birbirine sataşıyor, saldırıyor, hiçbir sebep yokken büyük kavgalar patlak veriyordu, çatmaya yer arıyorlardı, haftalardır aç ilerlemek ve enerji sarf etmek ve umdukları eti mideye indirememek hepsinin sinirlerini bozmuştu, hepsi depresyona girmişti, artık et bulunmalıydı, bir büyük av ele geçirilmeliydi, sürü bir delirme, bir çılgınlık halindeydi, ondan ona geçen öldürücü bir virüs mikrobu sarmış gibiydi sürüyü: Açlığın ezici başkaldırısı. Açlık kardeşçe olan duyguları, sevgi ve güven bağlarını alaşağı etmişti ve herkes midesini, çıkarını düşünüyordu, herkes birbirine yenilecek lokma gözüyle bakıyordu. Kan istiyordu dişleri, köpük köpük kan, yağlı etler, dişlerini gömecekleri, çekip çekiştirip koparacakları bolca et. Delirtmeye başlayan açlık tıpkı insanlardaki gibi hayvanlarda da yamyamlığa yol açar. Artık et bulunmalıydı. Hepsinin canına tak demişti. Haftalardır aç dolanıyorlar, ufak tefek avlarla midelerinin sağır eden açlık çığlığını avutmaya çalışıyorlardı. Çoğunlukla aç yol almışlardı. Bu açlık kontrol edilemez boyuta son sürat koşuyordu. Lider kurta olan bağlılık, sevgi ve güven süratle eriyor ve kayboluyordu. Ona ters bakış atmaktan çekinmiyorlardı. “Sen ne biçim lidersin” ya da “sen bir beceriksizsin” der gibi pis bakıyorlardı ona. Bizi nereye götürüyorsan bir şey bulduğumuz yok, açlıktan ölüyoruz.” Sürünün açlıktan nefesi leş gibi kokuyor, bütün derin bağlar ve sürü ilkeleri yerle bir olmak üzereydi. Sürüdeki kimi kurtlar birleşip lider kurta saldıracak gibi karanlık bir hava vardı ve onu bir sığır gibi yiyeceklerdi sanki. Siyah kurt böyle çok kötü şeyler seziyordu. Korkmuyordu; çaresizliğini aşmanın yolunu düşünüyordu, çaresizlik de onu hırslandırıyor ve daha azimli hale getiriyordu. Üzüyordu tabi. Ama bunu çaktırmıyordu. Güçlü, yenilmez, cesur ve her durumda muhteşem azimli görünmeye çalışıyordu. O liderdi ve her durumda ne yapılmasını iyi bilirdi ve bütün bunları yıllar içinde tecrübe etmişti. Kaybedere kaybede, yenile yenile. Bu açlık tamam da bu av talihsizliği de neyin nesiydi? Ne kadar zorlayıcı ve bütün güneş kadar büyük umutları yerle bir eden. Daha önceleri de aç kalmıştı; ama ufak tefek avlarla açlıklarını bastırmışlardı ve sonunda (çok geçmeden) büyük bir av bulup açlıklarını fazlasıyla gidermişler, sevinçle tıka basa et yiyip midelerini şişirmişlerdi. Ama o zamanki açlıkla şimdi duydukları açlığın alakası yoktu. Şimdi duyulan açlık benzersizdi, her saniye hissedilen bir karabasandı, iflahlarını söken türdendi, kafada ve yürekte ne kadar güzel şey varsa rüzgar gibi süpüren türden. Kurdu kontrol edilemez bir canavarlığa sokan cinsten. İlk kez böyle haftalardır aç dolanıp duruyorlardı. Sabırlarının tükenmesi, sabırlarının son saniyesinin ezilip yok olması an meselesiydi. İşte o zaman sürü diye bir şey kalmayacaktı ortada. Görülmemiş bir vahşet açığa çıkacaktı. Sürü aç ilerlemekten mahvolmuştu, sürünün direnci iflas etmek üzereydi. Lider kurt zaman zaman onlara moral vermeye çalışıyordu. O zamanlarda sesini çok gür çıkarıyordu ve bakışları; “sakın deneme, ben yenilmezim” diyordu. “Dayan, bunu aşacağız, aşmanın bir yolunu bulacağız, bütün güçlük bir büyük ava kadardır. Dayan bunu düşün.” Lider kurt ululuğundan, fiziksel ve ruhani gücünden tek parça rüzgar kaybetmemiş gibi davranıyordu. Çünkü zorluğun ardından kolaylık geleceğine inanılmalı, huzursuzluk ve sıkıntı içerisine düşülmemelidir. Buna inanmasa bütün zor günleri atlatamazdı. Bu düşünceye sımsıkı sarılmıştı. Siyah kurt durum ne kadar zor ya da içinden çıkılamaz görünsün ya da öyle olsun o mutlaka bir çare bulurdu aşmak için engelleri. Çünkü yürekliydi, çok yürekliydi, şayet durum berbatsa ya da ölümcülse siyah kurt akıl almaz derecede yüreklenirdi, bambaşka boyutlara kayardı yüreği ve bilincinin yenilmez kanatları vardı. Siyah kurt seçilmişlerdendi, Tanrı’nın kendine sakladıklarındandı ve onlar en zorlu olanları yaşardı. Siyah kurt bunu bilmiyordu ve bilemezdi de. Tanrı’nın kendine sakladıkları başka türlü davranırdı, kişisel zevkler ve eğlenceler peşinde koşmazdı, kedini silerdi ailesi ve kardeşleri için. Toplumunun refahı ve mutluluğu ve hayatta kalması için kıyasıya mücadele ederdi. Sürüde karanlık ve amansız bir çığlık gibi yükselen homurdanmalar, diyaloglar, iç konuşmalar çoğalmıştı. Siyah lider kurda arkadan haince bakışlar atılıyor (onunla göz göze gelmekten çekinirken; “sen bir sineksin” der gibi alaylı ve aşağılayıcı bakışlar atıyorlardı, sürüdeki birçok kurt haddini ve sınırını aşıyor, daha da ileri gidip lider üstünde baskı kurmak için yanıp tutuşuyordu. Açlık gözlerini kararttığı ve lideri konuya ilişkin çare üretememesinden dolayı. İsyan için fırsat kollayan kurtlar lider kurda kükrüyor, dişlerini gösterip; “sen hiç meraklanma, bir gün zaman gelecek ve işini bitireceğiz” diyorlardı sanki. Ne var ki lider kurt gram etkilenmiyor bu ufak numaralardan, alayı birlik olup üstüne çullasan yine korkmazdı, “cesaretiniz varsa başka kurtları da alıp gelin üstüme” dercesine onlara karşılık verirdi. Lider kimseyi harcamaz, gözden çıkarmaz, en beş para etmez olan bile, en adi olanı bile. Hainlik peşinde olanları bile. Lider kurt sürünün mutluluğu ve iyi hissetmesi için çırpınırken nasıl gözden çıkarsın abuk subuk ses çıkaranları. O vicdanlıydı, o yürekliydi ve yüreğindeki sevgiyi, dayanıklılığı, merhameti koyardı ortaya. Sürüsüne duyduğu yenilmez aşkı. Siyah lider kurdun zaten lakabı “baba’ydı, baba evladını; diğer deyişle sürüsündeki ferdi gözden çıkarmaz, yerin dibine batırıp mahvetmez onu, isyan edeni bir yerinde tutar sevgiyle. Yol gösterir, model ve rehber olur. Ama baba kurt kızdı mı yeşil gözlerinden alevler saçardı adeta, o bakışlara maruz kalan kurt ezilir eğilir, başını önüne eğerdi, o manevi güç adeta bir fiziksel güce, mengene gibi sıkıştıran bir güce dönüşürdü. Siyah lider kurdun ceviz yeşili gözleri sevgiyle parladığında ona bakanı alıp götürür, yumuşak ve cennetsi bir yere sürüklerdi sanki. Açlığın kasırga gibi önüne kattığı kurtlar… Çaresizlik ve fiziksel yorgunlukla, acıyla ezilen kurtlar… An gelir cesaretle dolar, kendilerinin de söz sahibi olduklarını vurgular gibi; “yeter artık, nereye sürüklüyorsun bizi, hep açız” der gibi seslerini yükseltirlerdi lidere. Bu kükreyişler, isyanlar anında lider siyah kurdun sessizliğine kokuşan bir ceset gibi gömülüyor ve isyan eden kurtları bu sessizlik deli ediyordu, bir tepki almak istiyorlardı çünkü, bir tepki olsun da ne olursa olsun. Ve siyah lider kurt onlara yanaşıp ‘dost, baba ve düşman’ karışımlı bir kükreme ve diş gösterme ayinine başlıyordu. Onun edasında parlak bir cesaret, ölümsüzlük ve kendine güven vardı, onu hissederdi asi kurtlar, kazara asileşen kurtlar, gerçekten asiliğe baştan çıkmaya meyilli kurtlar. Yoldaşlık üslubu içinde hiç olmayan çakal ruhlu kurtlar. Kahpeliği içinde sır gibi yaşayanlar… Arkadan zalimce ve hiç acımadan vurmayı kalbinde taht gibi taşıyıp iri bir fırsat için geberip duranlar… Sürüde, yer altında sessizce ve hayalete benzeyen bir isyan dalgası git git büyüyor ve hiçbirisi de çok arzuladığı halde buna sahiplik etmiyor, cesaretle öne çıkma ve kapışma girişiminde bulunmuyordu. Çok haklı ve büyük bir gerekçe onları aniden baştan çıkarmalıydı çünkü. Bu şuna benziyor: Koca adamın biri 7 yaşındaki kıza tecavüz etmek için tam inşaata girmek üzereyken 10 kişilik bir genç erkek tayfası bunu fark eder ve adamın üstüne çullanır ve onu linç etmeye başlar. Kurt sürüsünün de içlerinde boylu poslu ve gizli yatan lideri linç etme dürtüsünün ortaya çıkması, eyleme dökülmesi için kanlı canlı bir sebep, vurucu bir itki lazımdı, gerçek bir güdülenme, arzulama. Haklı olmaktan öte bir güç taşıyan sebep. Sürüden bir kurt öfkeyle biraz homurdanıyor, diğerleri bu işe içlerinde çığlık atarak seviniyor; ama sessiz kalıp seyrediyor. Lider siyah kurt kafasına eserse ilerleyip ceviz yeşili karanlık bakışıyla cesaret püskürtüyor; “sende ne varsa söküp alırım, kof çökersin aniden yere, içini alırım, yüreğini, hayatta kalamazsın.” Dercesine onun yanında bir süre kalır, sağa sola bakar, oturur, kalkar, kaçınır, orasını burasını yalayıp temizler, yine ona bakar, sonra yine dalar, yine ona bakar, yaklaşır ve onu kokar, tam gözlerinin içine bakar bu kez dostça, baba sevecenliğiyle. Homurdanan kurt yutkunur korkuyla, başını utanarak önüne eğer, parlak güneş gözlere bakamaz ki. Ezik hisseder, hata yaptığını düşünüp pişmanlık sinyalleri saçar. “Herkes seni sevip sayabilir unutma. Ama gerçekten kimin umurunda olduğunu ancak fırtınalar eserken öğrenirsin.” Anası ona zamanında bunu söylemişti. Siyah lider kurt koyu karanlığın ve umutsuzluğun içinde hedef tahtası gibiydi. Eşinin bağlılığı ve sevgisinde bile bir çatlak, bir isyan köpüğü sezmişti. Sürüde en çok güvendiği oydu oysa. Bu onu hayal kırıklığıyla sersemletip kanattı. Ama oynaşma (evlilik/aile) ve hayatın devamlılığı içerisinde dişinin böyle tepkilerini zaman zaman çok görmüş ve üstünde takılı kalmamıştı. Dişinin beyaz dediği siyahtır, siyah dediği de beyazdır. Her durumda onları sevdin mi sorun yoktur; ama her durumda, baş belası olduklarında bile. Lider kurt ne kadar zor durumda olursa olsun asla pes etmeyi düşünmezdi, onun erkeklik hormonları güçlüydü ve yenilmez babalık hislerine sahipti. Ne kadar zor durumda olursa olsun; saf, kaygan ve iflah olmaz bir arzu hissederdi o zor durumu aşmak için. Bir şey ne kadar saflıkla istenirse o kadar kuvvetlidir. Sürünün en yaşlı dişisi lider kurta en çok güvenendi; yaşlı kurt görmüş geçirmiş olduğu için lider kurdun kapasitesini çok iyi biliyor, onun ruhunla olup bitenleri gelişmiş sezgisiyle kaçırmıyordu. Lider kurdun en çok yanında olan, en sadık olan yaşlı dişi kurttu. Ufak yavrulara göz kulak olmak gibi işleri yapan bu kurt çilekeş ve sabırlıydı, çok sabırlıydı ve yavruları hizaya getirmesini çok iyi bilirdi. Sürüde bütün kurtlar görevini yapardı. Ama bütün kurtlar en zor zamanlarda çıkarırdı derinlerinde ne yattığını. Ormanda, vahşi doğada bütün kurtlar en zor zamanlarda içlerinde yatanı açığa çıkarırdı, zaaflarını, yeteneklerini, hayallerini ya da ahmaklığını. Ormanda her şey görevini yapardı, bir su birikintisi, bir tavşan, bir kirpi, bir kelebeğini sırtındaki umut, bir ot parçasının büyüme arzusuyla saçtığı kıvılcım, bir salyangozun hiçbir zaman çirkinleşmeden var olma çabası, bir taşın derin sessizliğine konan vahşi bir arı. Çeşitli çıkar ilişkileri arasında bir arada yaşıyordu bütün canlılar. Bazen çarpışarak, bazen uzlaşarak, bazen sevişerek var oluyorlardı bu bitip tükenmez döngüde. Lider kurt süratle en tehlikeli noktaya, eşiğe geliyordu, ya ölecekti ya kalacaktı, açlığın ne zaman giderileceğinin belirsizliği en can sıkıcı olandı. Belirsizlik ölmekten beterdi. Haftalardır parlak bir netliğe ulaşamamak onu öfkelendiriyordu. Bu iş hesapladığı gibi gitmiyordu, her gece; bu gece yemek bulacağız” diye düşünüyordu, ötekilere böyle söylüyordu; ama o gece yiyecek bulamıyorlardı, her gece aynı fiyaskoyu yaşamak herkesi deliye çevirmişti. Lider kurt önceki açlıklarında kafasında yaptığı hesaplamalar hep doğru çıkmıştı, ama son zamanlardaki hesaplama, başlarına gelenler olasılıkların en zehir olanıydı, bu kadar zor olabileceğini hiç hesap etmemişti, bu ilkti, ilk ölümcül açlık. Ama neydi, durum ne kadar zor olursa olsun pes etmesi imkansızdı. Her zamanki gibi çabucak kafasını toparlamış ve düşen moralini kendi kendine yükseltmişti, o içgüdüler bir basit ve bilgece düşünmeye bakardı ve o sakinlik içinde dalga dalga yol almaya başlamıştı vahşi ve yenilmez içgüdüleri. Ve ona şöyle dedi: “Hayatta kalacaksınız, endişe etme.” Lider kurdun kalbi acırdı sürüsünün sefilliğini gördükle, arada kurtlar koklayarak bir şeylerin başına üşüşür, öteki kurtlar bunu yiyecek bulduk olarak algılayıp fırlayıp gelir, ama o koklayış fos çıkardı, geçip giden bir hayvanın bıraktığı izler, bir tavşan, bir fare, karın altında çoktan ölmüş bir canlının kokusu. Sevinen kurtların sevinci anında solup gider, acı acı etraflarına bakınır ve ulumaya başlarlardı. Üzülen kurtlar ulurdu. Öyle güçlü ulurdu ki; lider kurt çaktırmazdı ama ezilirdi, ufalırdı, öfkelenirdi sonra, büyürdü aniden, cesaretlenirdi ve o da ulurdu; ama cesaretle, onlara güven vermek için, liderliğini hissettirmez için, onları motive etmek için. Az sonra herkesin morali yerine gelirdi, yola koyulurlardı çünkü, ne var ki yine hissetmeye başlarlardı ölümüne hissettikleri delirten ve mahveden açlık duygusunu. 15 kurttan oluşan sürü devrilen ve dallarıyla mağara gibi olan ağacın altına sığınmıştı. Dışarıda rüzgarın uğuldaması çok şiddetliydi. Ve bu havaya kurtlardan başkası dayanamazdı; ama onların gücü de bir yere kadardı. Canları çıkarcasına yorgun kurtlar uykuyla rahatlayıp gevşeyip kendinden geçerken arada bazısı uyanıyor, mızıldanıyor, düşünüyor, esniyor ve uykuya dalmaya çalışıyordu, bazısı yemek rüyaları görüyordu. Kısa bir süre geçti ve bütün sesler kesildi. Dışarıda acı rüzgarın ıslığı vardı. Tıpkı çocukluğundaki gibi, sürüsüyle mağarada uyuduğu sıradaki gibi. Bir süre o anıları düşünüp kafasında döndürüp durdu. Sonunda lider kurt da bal gibi tatlı uykuya kendini bıraktı. Canı çıkacak gibi yorgun hissediyordu. Uyku ne kadar güzeldi. Olağanüstü rahat ediyordu. Ve uykuya daldı. MEZRA EVİNDE Saat gece yarısına geliyordu mezra evinde, Osman sobaya tezek attı, bunu bilen bilir, yazın güneşte kurutulmuş sığır pisliğidir. Ali, başını annesinin dizlerine yaslamış elindeki hikaye kitabına gömmüştü gözlerini. Kitabı bitirirse ablası Melek ona yarın pasta yapacaktı. Ali 9 yaşındaydı, Melek ise 15. Melek kardeşinin angutluğunu ancak kitap okuyarak giderebileceğine inanıyordu ve onu sürekli yönlendirip inceltmeye çalışıyordu, Ali, okuyunca daha fikirli ve zeki bir çocuk oluyordu. Hikaye kitapları zihnini açmıştı, aptal çocukça ve erkekçe duyguları yerine ince bir güzellik ve zarif düşünceler gelmeye başlamıştı, dersleri de düzeltmeye başlamıştı. Melek kardeşini çok seviyordu ve acı çekmesini istemiyordu, kendisi öğretmenleri sayesinde bir ufuk açmış ve başka ufuklara yol alıyordu ve kardeşinin de onun yolundan gitmesi için çok çaba harcıyordu, Ali, pastaya bayılırdı, nasıl olursa olsun, Ali’yi en yapmayacağı işlere ikna etmenin yolu: “Sana pasta yapacağım.” Melek günün birinde çekip gidecekti buralardan ve ardında kardeşini bırakmak istemiyordu, gözü arkada kalsın istemiyordu. Bu katlanılması zor ve sıkıntılı kırsalda insan gelişmezdi ve geçim derdi ölmekten beterdi, burayla başa çıkmak ölümcül bir baş belasıydı; zaten büyüyenlerin ilk amacı bu mahveden kırsalı terk etmekti, bir şekilde ya okuyarak ya çalışarak ya da boş boş kaçarak, kaçılsın da neresi olursa olsun. İnsanın bir yeteneğinin olmasına gerek yok; bazen kaçmak başlı başına yapılması gereken en önemli iştir. Buranın hava şartları da çetindi ve kışın insanın eli kol bağlı kalırdı. İnsan eve hapis kalırdı. Melek Ali’nin az ötesindeydi, onun da elinde okuduğu bir kitap vardı. Öteki divanda babaları Osman uzanmıştı. Melek un helvası yapmıştı, en basit malzemelerle yapılan tatlı, bütün yoksulların evinde o malzemeler vardır ve helvayı Ali istediği için yapmıştı. Melek kalkıp ondan kardeşine bir miktar verdi, kalanını da kendisi yemeye başladı. Osman sessizdi, düşüncelere dalmıştı, uyku uyanıklık arasındaydı, uykusu kaçınca oturdu ve bir şeyler anlatmaya başladı. Kurtlara dair bir hikayeydi bu. Köyde kar fırtınası olan bir kış ayıydı, aç kalan kurtlar dağdan köye inmiş ve ahırın birine girmeye çalışmıştı. Ama köyün köpekleri harekete geçince kaçmışlardı, sonra bir tanesi geri dönmüştü, köyün içlerine kadar sokulmuştu, kimi köylüler kurdu görmüştü pencerelerinden, kurdun tek başına köyün içine sokulmasına bir anlam verememişlerdi, sonra köpekler onu kovalamaya başladı, köpeklerden biri ısrarla takip ediyordu kurdu, ertesi gün o köpeğin ölüsü bulundu, meğer köye sokulan kurt bilinçli olarak sokulmuş, köpekleri peşine takmak için, köyün dışında pusuda bekliyormuş sürüsünün diğer üyeleri. Köpek pusuya düşünce saldırıp parçalayıp yemişler köpeği. Osman başka bir hikaye anlatmaya başladı. Köyde boş su kuyusuna kurdun biri düşmüş. O sırada tarlasına giden köylü kurdu fark etmiş, kurt bağırıp duruyormuş, köylü kurdu öldürmek istemiş, yasak olduğunu bildiği için onu oradan çıkarmanın yolunu düşünürken muhtarın yanına gitmiş. Muhtarın da o gün bir misafiri varmış. Bu adam doğada tek başına yaşayıp bunları belgesele çeken bir tür gezgin araştırmacıymış. Kurt olayını duyunca o da epey heyecanlanmış ve olay yerine gitmişler, Muhtar, gezgin ve köylü. Kuyuya yanaşmışlar. Köylü şöyle demiş: Bağırıp duruyor, acıkmış olmalı. Gezgin bu bağrışın anlamını yılların tecrübesiyle çok iyi öğrenmişti, şöyle dedi: açlıktan değil, sürüsüne imdat sinyali veriyor, yardıma gelsinler diye. O an muhtarı ve köylüyü bir korku dalgası sardı ve panikle çevrelerine baktılar. İnsanlar nasıl birbiriyle konuşarak, bakışarak belli hareketlerle iletişim kuruyorlarsa kurtlar da öyleydi. Bunlar çok zeki ve ne yaptığını çok iyi bilen varlıklardı. Bunlar zeki olmasa vahşi doğada nasıl hayatta kalırlardı ki? Aç kaldıklarında çok kere köye inip köpeklere saldırıp ele geçirebilecek boyutta olanları boğazından kapıp götürüyorlardı. Önce onu köyden uzağa götürüyorlardı, ıssız bir yere. Köpeğin orada insanların gözetimi altında olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Kimi köpekler yaklaşan kurdun ne kadar tehlikeli olduğunu bilmezdi, kurt ona sokulur, köpek kurda havlar, üstüne gider, kurt ona birden saldırıp gırtlaktan kapar ve onu sürükleyerek köyün dışına çıkarır ve uygun noktada köpeğin işini bitirip yemeye başlar. Kurt köye indirdiğinde bir bahçeye girer mesela, oradaki köpeği kapıp götürecektir, önce etrafı kolaçan eder, köpeği kaptıktan sonra nasıl kaçacağını hesaplar, insan var mı yok mu diye hesap eder, bütün planı iyice gözden geçirdikten sonra harekete geçer. Osman bunların videolarını görmüştü bir arkadaşının sosyal medya hesabından, çobanlık yapan arkadaşı Veysel ve gözlerine inanamamıştı, zavallı köpeklerin kurtlar tarafından götürülüşünü izlemişti, birileri kapı önüne, bahçeye vs, kamera koymuş, olaylar olunca sosyal medya hesaplarından paylaşmışlar ve yayılmış, videolar yurt içinden ve yurt dışındandı. Bu videolardan biri gündüz çekilmişti, kurdun biri karlı bir zeminde koşuyor, kırsalda, ağzında 45 ya da 50 kilo civarında bir hayvan var, keçi olmalı. Kurt son sürat koşuyor ağzında o ağırlıkla ve boyundan büyük tellerden atlıyor. Müthiş bir sıçrayışla, ağzında o ağırlıkla nasıl sıçrıyor, teli nasıl aşıyor, ağzındaki hayvanı da düşürmüyor, belli ki havyanı öldürdü ve yemek için kaçırıyor, meğer kurtların ne büyük kapasitesi varmış. Hele de aç bir kurdun yapabilecekleri. Bu sırada onu çeken bir araç içinde, onu takip ediyor ve akılı telefonuna kaçan kurdu çekmeyi başarıyor, çok kısa bir sahneydi. Osman ömrü boyunca ağzında 45-50 kilo yükle koşan ve telden atlayan tek köpek bile görmemişti. “Kangal” diye söz edilen köpeklerde bile böyle bir güç, kapasite görmemişti, ama doğada yaşayan kurdun biri bunu gerçekleştirmişti. Köylü buralarda kurtlara “canavar” lakabını takmıştı. Çünkü kurtlar gerçekten canavardı. Kurt bir ağıla girdiğinde ağılda 200 koyun varsa hepsini boğazlamak ister, vahşi içgüdüsü böyle emreder ona, 200 koyunu orada oturup yiyemez, yiyemeyeceğin bilir; ama hepsinin boğazına dişlerini geçirmek için dayanılmaz bir arzu duyar, öldürdükçe haz alır, orada ağılda yanında canlı duran koyunlara tahammül edemez çünkü. Yok edilmelidir onlar. Koyunları bütün gelir kaynağı olan köylü elbette nefret eder kurtlardan ve köklerini kazımak isterler. Kurt öldürmek yasaktır; ama gizlice öldürürse kim duyacak? Kim onu yakalayıp hapse atacak, ya da para cezası verecek? Sağlık meslek lisesinde yatılı okuyordu; hastalandığı için bir haftalık raporu vardı ve eve gelmişti, Ali ise köydeki ilkokula gidiyordu. Ama mesafe çok uzaktı. Osman bir an karısına baktı: Melek. Bir rüyalar kentiydi yüzün, sana bakanlar güzel rüyalar görürdü sürekli; gözleri açıkken. Karısı Leyla kaç gündür moralsizdi, hamileydi ve istediği gibi rahat ve özgür hareket edemiyordu, evde oturmaktan da sıkılmıştı. Doğumla ilgili, doğacak erkek bebekle ilgili kabuslar görüp duruyordu, vesveseliydi, bir şeylerin ters gideceğini, bebeğin sağlıksız doğacağını ya da sağlıklı doğup bir hastalık yüzünden çok kısa süre yaşacağı gibi şeyleri anlatıp duruyor, evde herkesin moralini bozuyordu. Osman da onu avutup sakinleştirir, şakalar yapalar ruhuna espriler yapar, onu o kabus atmosferinden çıkarırdı güldürerek. Ve aniden içinden esti ve başladı: sen nasıl bir insansın ya. Yok, sen insan olamazsın. Melek evlenmeden önce, yani genç kızlığında ikiz bebek sahibi olduğunu görmüştü, ikiz bebek hayali böylece doğmuş oldu, ikiz bebek sahibi olmak ona çok ilginç ve heyecan verici geliyordu, yatıp kalkıyor evlendiğini hayal ediyor, ikiz bebeklerinin olduğunu gözünün önünde canlandırıyordu, bu onda delice bir tutku, saplantı haline gelmişti, bir yerde ikiz bebek gördü mü, ikiz bebeklerle ilgili bir şey işittim mi öyle çocuklarla… yüreği yerinden hoplardı, bu onun için sihirli bir şeydi, bebek sahibi olmak sihirliydi başlı başına ama ikiz bebek sahibi olmak o sihri dört nala koşturan faktördü, sonra kader kısmet, meme uçlarında bir heyecan duyarak evlenmiş, bütün hesap kitabı ikiz bebekler olmak üstüneydi, öyle giyecekler hazırlıyordu, ikiz erkek bebekler doğacaktı, e genç kızlığında rüyasında gördü ya, aylar sonra bir kız bebek doğunda dünyası kararmış gibi olmuştu, canım bir dahaki sefere diye kendini avutmuştu, ikinci bebeği de ikiz olmayınca bu işe sinir olmuştu, bir gece bir kabus görmüştü, komşu köyde bir tanıdığına ziyarete gitmişti, kadın bebeklere hamileydi. Kadının kocası inşaatlarda çalışıyordu, gurbetteydi, aylarca kalırdı gurbette, kadın yalnız başına idare ederdi, genelde yalnızdı, arada kayınvalidesi uğrardı eve. Melek bir plan yapmıştı, gece yarısı eve gelecekti ve geldi, kadın uyuyordu, yaz ayıydı, aralık pencereden içeri girdi ve ekmek bıçağıyla kadının karnını kesip bebekleri alacaktı. Elinde keser vardı, önce keserle kadının başını ezecekti, ölmesini istemiyordu, ama kadın ayak sesine hemen fırlayıp ışığı açmıştı. Melek kurt gibi üstüne atladı, dehşete kapılıp bağırmaya ve direnmeye başlayınca Melek keseri kaptırdı saydırdı, kadın can çekişirken de karnını kesmeye başladı, o esnada Melek uyandı. Bu nasıl kabustu, bu nasıl rüyaydı. Kendini katil gibi hissediyordu berbat. “Anne ne düşünüyorsun?” dedi Osman. “Hiç” dedi Melek. Osman ona sık sık anne” derdi, ona anne demek içinden gelmişti bir keresinde, ve ona anne demenin çok hoşuna gitmişti. Ona anne demek bir büyü gibiydi, ama ferahlatan, ufuk açan bir büyü. Ona milyonlarca iyilik yapmış gibi oluyordu o sözü deyince. Mesela: “anne, bugün ne yemek yaptın” ya da “anne bugün çok canım sıkkın” ya da anne… Bir basit sohbetin cümlelerinin başına ya da bir yerine anne kelimesini koyardı, ara da ona adıyla seslenirdi, arada hayatım derdi, ama meleğe en cazip gelen sözcük anne’ydi. Annelik duygusu en güçlü duygusuydu ve kocası ona anne deyince onurlandığını, ondan milyonlarca çiçek aldığını hissederdi, gözleri ve içi parlardı. Oğlum anneyi alıp gidelim, ya da kızım anneye söyledin mi?” Ve böylece Melek de başlamıştı ondan söz ederken şöyle demeye: Oğlum babaya sormadan olmaz ya da kızım baba’nın dediğin daha mantıklı. Sonra diğerlerine sıçradı: oğlum abla’ya bak, ne güzel kitaplar okuyor. Sen de okumalısın. Aksi halde kafanı uçururum ona göre. Kürekle hem de. Oğul güler: bana pasta yaparsa neden olmasın. Oldu, davetiye bastırsın, kırmızı hali sersin. Bir de keman çalınsın. Sıpa! Olmadı piyano. Çocuk güler yine. Okumazsan kalın kafalı olursun, kalın kafaları da güzel işe almazlar, onlara en zor işleri yaptırırlar, en ağır işleri ve o işlerle hayatından bezersin. Bana tahta gibi bakma oyarım seni gülme bak! Çocuk güler. Melek ona şakadan bir şamar kondurmak ister, çocuk başını çeker. Kaçar, melek ona eline geçirdiği ev terliğini fırlatır, eline geçirirse kalçasını tutup yarı şaka yarı ciddi ve zevkle öyle çimdikler ki çocuk çığlık atar. Meleğe anne demek onun hazine sandığını açmak demekti. Melek onun sessizliğiyle mutlu olurdu. Osman ise onun sessizliğinde ona renkli çiçekler toplardı, ona kötü hissettiği günlerde hediye etmek için. Osman ona anne diyor, çocukça saf bakıp hareketler ediyor, bu kez Melek kendini onun annesi gibi hissediyor, acayip, farklı bir heyecan duyuyor ve onu arzuluyor, ne kadar güzel bir adam olduğunu düşünüp şaşıyor, bu bir insan olamaz. Bu kesinlikle üst düzey bir tür. “Saçma bir şeyler düşünüyordum, yıllar önce gördüğüm bir kabus aklıma geldi.” dedi Leyla. “Zaten belliydi.” “Ne?” “Bana bakışından belliydi. Osman komik şeyler söylemeye başladı. Leyla öyle çok güldü ki; bir an karnı kasıldı ve karnında ağrı başladı, ağrı basit değildi. Geçer diye beklediler, ama geçmiyordu. Karısının ölmesinden korktu; tabi gerekirse onları doğurmak için canını verirdi; ama Osman gidip yardım çağırmaya karar verdi. Bu kar fırtınasında köye ulaşmak imkansız değildi; ama çok zordu; aklına en uygun çözüm düştü; düzlüğün 10 kilometre kadar aşağısında yardım alabileceği birileri vardı; üstelik kadın hemşireydi. Genç hemşire dedesini ve ninesini ziyarete gelmişti; hem de bir süre tatil yapacaktı burada. Cep telefonları çekmiyordu burada. Osman üstünü giyindi, sırt çantasını hazırladı, her ihtimali düşünerek hazırlandı. Tüfeğini alıp evden çıktı. Zifiri karanlıktı, el fenerini açtı, kapı önündeki kulübede duran köpek heyecanlandı, Osman ona yanaştı, başını okşadı ve ilerledi, ahırın önüne geldi, burada da bir köpek vardı; o da kulübesinden fırlayıp ayağa dikilmiş, heyecanla kuyruk sallamaya başlamıştı. Osman onun da sırtını okşadı. Yola koyuldu. Kar fırtınası içinde ilerlemeye başladı. Evden epey uzaklaşmıştı, durdu, başını çevirip geri baktı, gaz lambasının ışığının pencerelerden solgun yansıdığı evine uzun uzun baktı. Osman evden gittikten kısa bir süre sonra kadının karın ağrısı geçmişti; ama ara ara yine şiddetle başlıyor, çok geçmeden azar azar diniyor ve yeniden başlıyordu, sonunda ağrı tamamen kesiliri gibi uykuya yatmıştı, daha çıkmaması için dua ediyordu, uyumaya çalışıyordu, ağrı geçince içine bir ferahlık çöküştü, kızı da endişeyle yanında bekliyordu. Kızı elini tuttu. “Nasılsın anne?” dedi. “İyiyim. Keşke baban gitmeseydi. Boşuna velveleye verecek ortalığı. Ama ciddi bir şeyse o da var…” Ali uyuyordu, Melek battaniyeyi üstüne örttü. Dışarıda rüzgarın uğultusu vardı, genç kız annesinin yanına uzandı. “Konuşsana anne?” “Ne konuşayım?” Leyla’nın gözleri kapalıydı, yarı uykulu konuşuyordu, gözlerini açmadan. “Ne düşünüyorsun anne?” “Aklım babanda.” “Gelir o, takma kafana.” “Karın da yağacağı tuttu.” “Babam baş eder.” “Öyle mi dersin?” “Babam gibi kurt tanımadım.” Güldü: “Demek öyle. Sen nesin peki? Yavru kurt mu?” Güldü: “Yok. daha çok fırın ekmek yemem lazım.” “Bak anne Ali ne rahat, vurdu kafayı uyudu, sıpa!” “Uyusun.” “Anne umarım Ali böyle kalmaz. “ “Nasıl?” “Bazen çok geç anlıyor ve bu sık oluyor.” “İlerde açılır zekası. Akıllanır.” “Geçen gün bana dedi ki okuyup kapıcı olacağım.” “Kendi bilir.” “Kapıcılığı profesörlük gibi bir şey sanıyor. Okulda bir arkadaşının babası kapıcı, adam oğluna bisiklet aldı ya, oradan esinlenmiş.” “Kapıcılık da bir iştir. Hizmetçilik kursu varmış mesela.” “Var mı?” “Var tabi. Büyük şehirlerde varmış. Ali belki de yüksek bir yerlere gelecek. Bilemeyiz.” Genç kız geleceğini, o zamanlarda neler yaşayabileceğini düşünmeye, kurmaya başladı. “Peki sen?” “Üniversiteye girilecek, başarıyla bitirilecek.” Güldü. “Güzel, ne kadar duysam yine mutlu olurum.” “Üniversitede birine aşık olup evlensem ne yaparsın?” “Seni öldürürüm!” Kikirdedi: “İş bulup çalışırım üniversiteyi bitirince ve para biriktirip dünya seyahatine çıkarım.” “İzin vermem ki.” “Okulu bitirince iş bulup çalışırım.” “İyi. Kazandığın bütün parayı ne yaparsın?” “Elbette sana veririm. Vermesem beni oyarsın.” Kadın güldü: “O kadar da değil.” “Nasıl peki?” “Paran bende durur. Paranı iyi saklarım.” “Tabi canım” dedi gülerek, “Güzel bir yere geleceksin; kolay değil. Canını dişine takarak çalışacaksın, şansın da oldu mu olur. İlkokul arkadaşlarının hepsi koca koca adamlarla evlenip gittiler. Babaları ya da abileri yaşındaki dıngıl mıngıl adamlarla. Ne etsin yavru kuşlar, aile baskısı. Sen onlara benzeme de, kaderin ne olursa olsun, hatta seri katil bile olabilirsin.” Kız güldü. “Okulda bütün kızların sevgilisi var aşağı yukarı. Tek benim yok, şişman bir kız var, o da benim gibi yalınız. Kafası iyi çalışıyor ama. Tek onla iyi anlaşıyorum.” “Onlara bakma sen. Oluyor da ne oluyor. Onlardan etkilenme.” “Demesi kolay.” Güldü, “Bazen onlar gibi olsam çok rahat olurum dediğim de oluyor; ama onlar gibi olamam. Çok boş geliyor bana onların yaptıkları şeyler. “Sıkı çalış. Vakit kaybetmeden yüksel. Yükseldikçe özgürlük kazanırsın. O zaman hayatta istediğini yapabilirsin. Kaderin onlarınkine benzemesin de. Ben sana karışmam ki. Kendi hayatını kurarsın, ben de gerekli yardım ve desteği veririm. Yanlış biriyle evlenmezsin umarım. İlkokul arkadaşın Ayşe aklıma geldi. Kaçıp gitti yanlış biriyle. Ne oldu şimdi? Tarlada köle gibi çalışıyor, evde yine köle, çocuklar da tuzu biberi, kocasına devletin açtığı dava var. Hapis yatacak yıllarca. Kaçak şimdi.” “İlkokulda onunla aramız çok iyiydi. Buradan kaçıp gideceğim derdi. Kim olursa olsun. Sonunda dediğini yaptı. Ama öteki köye kaçabildi zavallıcık.” “Yaptı da ne oldu. Kaynanasının evinde sürünüp duruyor. Babasının evine dönmek istedi. Babası istemedi. Araya kimleri koyduysa kendini affettiremedi. İki piçinle buraya bir daha sakın adım atma demiş. Ama annesi kocasından gizli gizli görüyor kızını, parası varsa veriyor üç beş kuruş. Babası sonra insafa gelmiş; geleceksen tek gel. Çocukları istemem demiş. Ayşe de çocukları bırakmak istememiş filan.” “Aynısın ben yapmış olsaydım?” “Sen yapmazdın.” “Yapsam?” “Çok kötü olurdu. Uzun uzadıya bir acı. Ama insan en köklüsüyle de başa çıkabiliyor. Evlat annesini öldürüyor, en korkuncu bu, yanlış biriyle kaçıp bebeğini doğurması korkunç gibi görünse de değil. Hayatta asıl korkunç şeyler başka. Namussuz olmak gibi. Birini öldürmek gibi. “Seni utandıracak hiçbir şey yapmayacağım. Asla!” “Yaparsın belki de. Bilemeyiz. Bir gün ölüp giderim. Önemli olan kendine saygın sevgin. Kendini kanıtla. Neler yapabileceğini göster. O vakit istediğin yere çek git. Orada yaşa. Buraların hastalıklı kaderini asla yaşama. Hiçbir zaman. Tek istediğim bu. Gittiğin yerlerde milyoner mi olacaksın, kasap mı, bilim adamı; yoksa kahpe mi; onu sen bilirsin. Benim ahdım var. Okuman! Onu gerçekleştir de ne halt yersen ye hayatta. Ölünce gözüm arkada açık gitmem. Ha, delice mücadele edeceksin, engelleri aşıp başaracaksın; yoksa kafanı kör testereyle keserim. İnan. Kafana koyacaksın bir şeyleri. Doğru şeyleri ve bu da var sende kızım! Bir öğretmen ol ne bileyim, memur ol, yeter.” “Yok anne; bu kesmez beni. Beyin cerrahi olacağım ben ya da plastik cerrah. Kendi hastanemi kuracağım.” Ali uyandı, Elinde tahtadan oyuncak araba vardı, onu sürüyordu divanın üstünde. “Ali sen ne olacaksın ilerde?” dedi ablası. “Taksi alacağım. Taksi şoförü olacağım.” “Kapıcı olmayacak mıydın?” “Olabilir. Sen kafanı yorma.” “Yazar ol sen Ali.” “Yazar mı? “Hı. Yazar. “Neden?” “Öğretmenlerimden biri anlattı, kafası derslere basmayan bir çocuk varmış, yıllar geçmiş ve zihni açılmış, sonra yazar olmuş.” Ali, küçük yuvarlak el aynasını çıkardı kutudan ve kendine bakıp saçlarını düzeltmeye, başını yana çevirip kendine bakmaya başladı. “Çok yakışıklısın oğlum, harikasın!” Ana kız birbirine bakıp güldü. “Bütün kızlar bana bakarken yamuluyor kaporta gibi hayranlıktan.” “Anne; saçıma arkadaşın jölesinden sürmüştüm, okulun en güzel kızı bana bakayım derken elektrik direğine kafasını çarptı. Sersemledi tavuk gibi.” “Gerçek mi?” “Gidip bir şey oldu mu dedim, omzuna dokundum. Dermişim.” Gülmeye başladı. Sonra ciddi ciddi sordu: “Saçları ortadan ayırsam mı?” “Olabilir.” “Yana yatırsam.” “İstediğin gibi yap.” “Sence ben gerçekten yakışıklı mıyım anne?” “Tabi.” Melek söze girdi: “Yarışmaya gir. Kazanırsın!” Ne yarışması diye sordu sevinerek. “Tipsizlik yarışması, kesin birinci olursun!” Gülüyordu. “Deli deli konuşma kız!” “Kalbimi kırıyorsun abla. Ben sana hiçbir kere bile çok çirkinsin dedim mi şakadan bile olsa?” Şaka yapıyorum. Bozulma hemen. Burada senden başka şaka yapacak kim var ki? O oyuncak saçmalığını bırak. Kitabı bitir. “Az sonra başlayacağım.” “Ama sen gel belimi çiğne. Kemiklerim uyuşmuş.” “Olur.” ÜÇÜNCÜ BÖLÜM OSMAN Kar tipisi daha da şiddetlendi, karşıdan esiyordu rüzgar, Osman’ın nefesi kesiliyordu. Göz gözü görmüyordu, bir an yönünü şaşırdı, doğru mu gidiyorum diye düşündü, çevresine bakındı, el feneri söndü bu sırada, zifiri karanlıkta kalmıştı, Salladı feneri, ışık gelmedi, yine salladı, bu kez yandı ama anında söndü, piller yeniydi oysa. Yoksa çocuklar mu kullanmıştı, Ali el fenerini kullanmaya bayılırdı, oyuncağı gibiydi, akşam elinde el feneriyle bekçi gibi gezerdi evin civarında, ona tembih etmişti: el fenerine dokunmak yasak. Evlat ondan gizli mi almıştı feneri. El fenerini öptü ve salladı hafifçe; yan be oğlum. Yine salladı ve el feneri yandı. Ama birkaç adım sonra yine söndü el feneri. Bir süre el fenerini kullanmamaya karar verdi, kar fırtınasında kör gibi ilerliyordu, yolu bulur muydu, bulurdu, buraları avucunun içi gibi biliyordu. Gözlerini bağlasalar yine bulurdu bilirdi gideceği yeri. Ayakları, yerin hissettirdiklerini bilirdi, yerdeki engebelerin haritaları vardı zihninde, ayakları gittiği yeri unutmazdı, şu ayaklar ne kadar önemliydi, sezgiler, ayaklarla uçarcasına ilerlemenin ve koşmanın hazzı. Buraların kışı sertti, acımasızdı, balyoz gibi bir şeydi ve katledilmesi imkansız umutları bile yerle bir ederdi ve güzeli sıcak bir sobanın başında oturup çay içmek ve düşüncelere dalmaktı, üşümüştü ve işi hallettiğini ve kuzinenin başında ısınıp çay içtiğini hayal etti. Ayağı başa geldi ve nerdeyse düşüyordu, zifiri karanlıkta ilerlemek öyle hiç kolay bir şey değildi. İnsan sarhoş gibi belirsiz hissediyordu kendini. Buraların kışı zordu ve yazı da zordu, yapışkan ve boğan sıcaklık nefesini keserdi insan. Akşam çökerken başlayan ufak bir esinti insanın ciğerine ciğer katardı. El fenerini salladı hafifçe; fenerin ucundan aydınlık parladı aniden ve önünü aydınlattı. Şimdi sevinerek kuş gibi ilerlediğini hissediyordu. Umut ettiği çok şey vardı, doğacak ikiz bebeklerini düşünmeye başladı, nasıl görüneceklerdi, neye kime benzeyeceklerdi, nasıl karakterlere sahip olacaktı, adları ne olacaktı. Bu insanı mahveden kar fırtınası içinde her şey onlar içindi, diğerleri içindi; ama ikizler başkaydı, onların dünyaya gelmesini beklemek diğerlerini beklemek gibi değildi. Onlar sağlıklı biçimde doğsalar da gerisi kolaydı; tabi olmayacaktı, onları besleyip büyütmek nasıl kolay olsun; yapacaktı bir şeyler, daha gazla ve fazla çalışacaktı, neler yapmazdı ki onları için; yapacaktı, bir şeytan rüzgar esip ikizleri uçuruma atacak olsa Osman o sefil rüzgara çelme takardı, avlardı bir tuzakla, mesela dağdan kopan bir parça ikizlere çarpacak olsa Osman evrenin gücünü arkasına alır o dağ parçasının yönünü değiştirirdi çıplak elleriyle. Bir birleşik yer altı katil sürüsünün tek amacı ikizleri ele geçirmek olsa; Osman hepsini tek tek avlardı, vahşi atları avlar gibi, hayalet olurdu, kartal olurdu; kanatlı bir at olurdu onlara duyduğu yüce bağlılıkla, ne olmazdı ki; onlar için gerekirse evrenin en karanlık noktalarına dalar, bütün acılara katlanır, ruhunun nefesiyle ayakta kalır ve bu sayede pes etmeyip onlara gereken neyse oradan geçip ona ulaşır ve o şeyi evlatlarına taşırdı. Bir arenaya on aç aslanın ortasına atılsa, onları alt etmenin karşılığı evlatlarının kurtuluşu olsa kalbinin mavi koridorunda kendinin de bilmediği bir işaretle bir çözüm yolu bulurdu. Osman iyi biriydi, iti de gözünden tanırdı ve hayatta başına gelen bütün şeylerin iyi insan olarak kalıp kalmama arasında bir test olduğuna inanırdı. Her durumda daima iyi kalan başarırdı, kurtuluşa ererdi. Yalnız bu ikizleri çok severse diğer evlatları bu işe bozulur muydu, ya onu dağa götürüp bir kuyuya atsalar sonra kurt parçaladı diye yalan atsalar; insan sevilmek uğruna her şeyi yapar ve kıskançlık en masum insanı da katil yapar. Osman ne ki, kendisi ne ki; işi gücü onları mutlu etmekti, iyi görmekti, yemek yerken mutlu yüz ifadelerini seyretmekti, kızının saçlarında parlayan yıldızlar yakalardı eve yorgun döndüğünde, gözlerinin parıltısında dinlenirdi, sonra bir an gelir hiç yüzüne dikkatle bakmadığı karısının onu izlediğini hissedip başını ona çevirirdi, karısının gözlerinde binlerce renkli çiçek kafa kafaya vermiş akşam sohbeti yapıyor olurdu, karısı onu bugün de aşık olarak beklediğini ve onu görür görmez içinin ferahladığını anlatırdı o bakışlarla. Ve başlardı bir şeyler söylemeye, çok sıradan bir şeyler, gündelik bir şeyler. Buraların sıkıntısı ve insanı tokatlaması bitip tükenmez; ama buralardakiler sevindi mi tam sevinir, sevdi mi tam sever, sevişti mi tam sevişir, buralar insana çok acı çektirir, ne kadar acı varsa o kadar da zevk vardır. Elde cep telefonu 3 saat konuşmak yok, iş yapıyorsun, trafik yok, o ve sen varsın, ailen var, dostlarla saatlerce çene çalmak yok ve bu esnada bilerine çakmak yok, her şey saf ve kötülüğe vakit yok. Komşuyla araç park etme yüzünden kavga yok, yok çok şey; ama var çok şey. Sana adanmış bir kadın var, kendini adadığın bir aile var. Büyük şehirlerde böyle mi? Işıklar, tabelalar, insanın erdemini ve aklını alan tonla şey, bir bombardıman. İnsan ruhunu hissedemez, köleleşir, robotlaşır. Mengenededir. Sistem her gün onu kıymaya çevirir. Kırsalda uyuşturucu satıcıları yoktur. Eli satırlı biri dehşet saçar, tutuklanmaz, adam bıçaklayanlar serbest kalır. Kar fırtınasında ilerlemek zordur ve Osman düşüncelere sarılmıştı. İnsanı kuvvetli kılan düşünceler-iniz ve fiziksel kuvvet çok sınırlıdır. Osman bir an kadınını düşündü, eve çıkmadan az önce onun gözlerindeki anlamı düşünmeye başladı ve o an kar fırtınasında ilerleyen bir böcek olarak değil (az önce böcek gibi hissetmişti) Şimdi kelebek gibi ilerlediğini hissediyordu, aldığı gaz, karısının bakışından yansıyan: Uysal, sımsıkı ve genişlik ve güç veren balık mavisi bir his. Kar fırtınasında ilerlemek zordur, bu yüzden soğukta iç ısıtan içkiler içer bazıları. Soğuk insanın içini buz kesmesine yol açar. Vestern filmlerinde görmüşsünüzdür bunu. Osman’ın müthiş güdülenme kaynağı geride bıraktığı ailesiydi. El fenerinin aydınlığında ilerlemek zevkliydi. Zaman geçecek, malum eve varacak, hemşireyi alıp evine dönecekti. Gece güzel noktalanacaktı, böyle hayal ediyordu. Düşünceleri birbiri ardına akıyordu. Hayatını düşünüyordu. Dört sığırı vardı, ekip biçtiği bir arazisi, buralarda bunlarla zor geçinirdi. Arazi satın almak ,evi yaptırmak, tarlayı satın almak için yıllarca çalışmıştı gurbette, kırsalda olduğu için alabilmişti araziyi. Maddi olarak babadan hiçbir şey görememişti, zaten çok kalabalık bir aileydi ve babası yoksuldu. Kızı başarılı olduğu için bursla okuyordu. İkiz bebekler geçinmeyi epey zorlayacaktı. Aslında bütün hesabı köyü ter etmekti. Evlenmişti ve gurbette büyük şehrin ona neler verebileceğini, neler veremeyeceğini görmüş ve en iyisinin kırsalda yaşamak olduğunu anlamıştı, kırsalın ruhani dünyasına ait hissediyordu kendini. Toprakla ve hayvanlarla iç içe olunca mutluydu. Oysa babası büyük şehre yerleşmesini ısrarla öğütlemişti. Hatta bir ara karısını büyük şehre alacaktı, yanına. Şimdi burada işleri geliştirmek peşindeydi. 300 koyunu olsa. Mesela 30 sığırı olsa. 60 keçisi olsa. Arazisi olsa. Yaza büyük bir ağır yapmayı ve ineklerin sayısı artırmayı düşünüyordu. Geçen sene kışın gurbete çıkıp para biriktirmişti. Tarım işi zordu; ama hayvancılıkla iyi paralar kazanabilirdi. İlerde elektik için güneş enerji sistemi kuracaktı, hayvan gübrelerinde de yapılıyordu bu. Osman kar fırtınasında güçlükle ilerliyordu ve kar bütün vücudunu kaplamış, bir kardan adama dönüşmüştü. Osman düşüncelerden düşüncelere savruluyordu ve el feneri yine söndü. Çok geçmedi ve yeniden çalışmaya başladı. Osman yüce hissediyordu kendini, yüce görev başarıyla yerine getirilecekti, kuzine başında zevkle çay içecekti. Yağmasa kar, esmese rüzgar. Eh, eserse essin; yağarsa yağsın Osman yıldırılamaz ki. O ikizleri karısı Leyla doğuracaktı ve bu gece ise Osman; bu çile onun kadar çileydi, gerçekten. Osman gülümsedi içinden bu düşüncesine. “Ölürsem” diye sordu kendine, “bu gece ölürsem?” DÖRDÜNCÜ BÖLÜM AÇ KURT SÜRÜSÜ Günlerdir aç yürümekten perişan olan kurt sürüsü nerdeyse ölü gibi uyuyordu, fiziksel ve ruhsal olarak uyuşmuş hayvanlar kendilerinden geçiyordu ve simsiyah kurt aniden uyandı, onu neyin uyandırdığını bilemedi, herhalde bu içgüdüsü olmalıydı kulağına ilk gelen rüzgarın uğultusuydu. Havayı kokladı, yoldaşlarının kokusunu duydu, açlıkla kokan nefesleri leş gibi kokuyordu. Isınmıştı güzelce ve üstündeki bütün yorgunluğu atmıştı, kıvrıldığı yerden doğruldu, yorgun ayaklarına alevden bir güç gelmişti sanki. Kendini hafif, zinde ve azimli hissetti. Açlık duygusu bir rüzgar gibi esti içinde, dilini ve dişlerinin yalnızlığını, ağzındaki bozuk tadı hissetti. Avlanma içgüdüsü harekete geçmişti; gerçekleştirilmesi gereken görev, ele geçirilmesi gereken bir av ya da avlar…böyle hayaller üşüştü beynine. Keskin dişleri kamaştı. Yutkundu. Öfke duydu açlığa. Uyuyan bu serseri, sefil sürüye. Artık uyanmalı ve basmalıydılar. Dışarı çıktı, kutup altı ormanındaki gibi bir kar fırtınası vardı dışarıda, az önce çelik kanatlarını geren muhteşem azmi rüzgarı ve karı yer yemez sineğe dönüştü bir anda, tüyleri uçuşuyordu, gözlerini zor açıyordu, ayakta zor duruyordu. Ne var ki açlık duygusu kat edilmesi yani yarılması zor görünen bu fırtınadan daha güçlü biçimde kükredi derinliklerinde, ve en azından ilerleme gücü buluyordu kendinde. Ne güzeldi hava, evet, tam zamanıydı, köye inmenin tam zamanıydı. Kurt asıl avını böyle havalarda pusuya düşürür ve elde eder. Kurt puslu havayı sever, kurt en kötü havada büyük şans elde eder. Hava güzel olsa, sakin olsa kurt nasıl saklanıp avına yaklaşsın, kurt avlanmak için önce hayalet olmayı becermelidir ve kart fırtınasına gömülerek hayalet olmayı başarır, işte tam zamanı, köye inmenin bundan daha güzel zamanı olamazdı. Köylüler bu pis havada uyurdu, köpekleri de uyurdu. Kar fırtınası soluğu emip yutan kuvvetteydi. Bazen kurdu nefessiz bırakıyordu, ki kurt böyle havaları bilirdi; ama köpekler kulübelerinde olurdu, onlar zora gelemezdi, onları atlatmanın güzel fırsatını sunuyordu kar fırtınası. Bu havada, bu zorlu şartlarda köyün merkezine bile hayalet gibi inip amaçlarını gerçekleştirebilirlerdi. Hatta kendilerini göstere göstere bile, kar muhteşem bir kamuflaj sağlardı. Midesi kaşınıyordu, dişleri kaşınıyordu, inim inim hissedilen açlık yakıp kavuruyordu varlığını. Aslında köye inmek en kötü seçenekti, aslında köye inmek seçenek dışıydı; ama bu havada başka bir şansları yoktu, doğada bütün hayvanlar saklanmıştı. Ama köyde ahır çoktu, köpek çoktu, eğer bir ahıra girebilirlerse girerlerdi; olmadı köpekleri yakalayıp yerlerdi. Doğada bir av yakalama imkanı olsaydı köye inmeyi asla göze almazdı; çünkü köylülerin neye sahip olduğunu çok iyi biliyordu. Artık tek saniye kaybetmemesiydi, mağaraya girdi, homurdandı, kurtlar komutu almıştı. Derin bir saygı ve eşliğinde öfkeyle uyanıyorlardı tek tek, ve bunun can sıkıcı ama açlıklarını gidecek bir şeye yol açacağını iyi biliyorlardı, o homurdanmanın anlamını çok iyi biliyorlardı. Uykudan kopmak zor olsa da dinlendikleri ve güç topladıkları için çabuk toparlıyorlardı kafalarını. “Acilen gidiyoruz ve bu açlık sorunun yok ediyoruz.” En zor, en belalı, en batak günlere alışkındı bu kurtlar. Sürekli zorla ve açlıkla imtihan edilen bu kurtlar dişleriyle, tırnaklarıyla, keskin ve parlak gözleriyle pes etmeyerek, direnerek ve sürekli mücadele ederek gelmişlerdi bu günlere. Aç kaldıkça, merhametsiz günler yaşadıkça, başları belada oldukça uzmanlaşmışlar, duyuları keskinleşmişti. Sürüde öfke ve isyan homurtuları vardı, kendi aralarında: “Bu geri zekalı ne? Ne tatlı uyuyorduk.” “Kar fırtınasında yine bizi sürüklüyor bir yere, yine başarısız olacağız, yine aç kalacağız.” Biri ise şöyle homurdandı: “Bıktım bunun liderliğinden, başaramıyorsan kenara çekil. Yol aç yenilere. Eskidi. Yaşlandı ve sağlıklı düşünemiyor, yeni yöntemler geliştiremiyor, bunun iktidarını devirmeksek hepimiz geberip gideceğiz.” Öteki şöyle dedi: “İsyan yok, liderimiz bizim için en iyisini bilir. Anca beraber kanca beraber. Böyle güçlü bir lidere isyan edilmez. Yoksa hepimiz doğada en kısa sürede geberip gideriz. Biz ne biliriz ki; hepimiz cahiliz. Lidersiz hiçiz. Anarşist ruhlu olan kurt şöyle homurdandı: “Sizler köle ruhlulardansınız. Kendinize güveniniz yok.” “Peki sen; sürüde en tembel ve faydasız olan sensin. Anca laf ediyorsun. Pusuda en arkalardasın. İşe yarar bir halde hiç göremiyorum seni.” “Ayağımda bir sakatlık var da. İncindi.” İkisi kendi aralarında fısıldaştı: Liderin yalakaları ve liderin düşmanları, devrim hayalleri görenler, bunlar sonunda birbirini boğazına çökecek, en uygun anda sürüden bir dişi kaçırıp firar etmek. Bir dişiyi ikna edemiyorsak canımızı kurtaralım. Nasıl olsa kendimize bir sürü buluruz, olmazsa kendi sürümüzü kurarız. Bunların işi bitik. Güç delisi bir lider ve peşindeler, hepsi heba olacak, açlıktan mahvolduk be. Dostlarımı yiyecek olarak görmeye başladım. Kaçıp gidelim.” Ben de bıktım dostlarımı yemeyi hayal etmekten. Ama kaçmak için sıkıntılı. Onları seviyorum. Çok şey paylaştık. Zifiri karanlık gecelerde sırt sırta yattık, birbirimizi ısıttık.” “Saflık yapma, bana vicdan yapma. Ahmak. Bencil ol. Saflık yaparsan onları gibi açlıktan öleceksin!” “Safım öyle mi; bolluk zamanında tıka basa et yedik, zor günde onları terk mi edeceğiz; bu hainlik değil mi erdemsizlik?” “Gelecek sene zaten sürüden atacak bizi lider.” “O zaman yasal olarak atacak; atma hakkı var. Yetişkin olacağız çünkü.” “Boş versene dostum. Liderin avukatı gibi konuşup duruyorsun. Bütün kemiklerim sızlıyor, haydin avlanmaya diyor. Lider delinin teki. Bu diktatör kendini yakıyor ve hepinizi yakacak. Fırsatını bulduğumuzda terk edelim bunları. İşler Kızışacak, işler çok kötüye gidecek, iyi olur; ama o zaman gelmeden canımızı kurtaralım derim.” “Pis bir korkak gibi konuşup gözümden düşüyorsun kardeşim. İlgisi yok. Liderin çevresinde bir halka örmüşler, yaklaşmamıza izin vermiyorlar, liderin bizi duyduğu yok ki.” “Tamam kaçıp gidelim senle, nereye?” “Neresi olursa?” “Avlanmayı bilmiyoruz ki henüz.” “Bir şeyler buluruz.” “Bence başımızın çaresine bakamayız.” “Bak dostum lider kurdun planı nedir; biliyorum; yani sezdim bunu. Bizi köye götürüyor, insanlar yaşar köyde ve onlar köpeklerden hiç hoşlanmaz. Köpekleri de kurtları boğar. İnsanlar kurtları öldürür. Korkunç bir son bekliyor bizi.” “E mecbur kaldıysak lider öyle bir seçim yapar, karnımızı doyurmak zorundayız.” Liderin arkasında kenetlenen kurtlar vardı, onlar liderin yardımcılarıydı. Lider siyah kurt onlara güvenirdi; ama bir yere kadar. Çünkü bir zaafa kapılıp hata yapabileceklerini düşünürdü. Onlarsız da bir anlamı yoktu sürünün, onlar can yoldaşıydı. Sürünün en önemli askerleriydi. Lider siyah kurt sürüden bütün kurtların başının içinden geçenleri çok iyi bilirdi. Besledikleri niyetleri. Sürünün aleyhine düşünen kurtları bile sevip değer veriyor, onları bir an önce sürüden atmayı düşünmüyordu. Onlardan nefret etmiyordu hiç. Çünkü her birinin gücüne ihtiyacı vardı ve sürü bilinci kardeşliğe dayanırdı, bir büyük aile kavramıydı sürü, zayıfı koruyup kollamak, ona sahip çıkmak, onu yaşatmak; yani dayanışma. Ayrıksı ve isyankar seslerin olması doğaldı. Farklı düşüncelerin sürüde olması iyiydi. Lider siyah kurt buna inanıyordu. Ancak sürüde ciddi bir uyumsuzluk yapan ve sürünün güvenliğini tehlikeye atan varsa onu hiç acımadan atardı sürüden. Şimdiye kadar hiçbir kurtu sürüden atmamıştı, çok yaramazlık yapan ve sürü kurallarını ihlal eden kurtları bile atmamıştı; geçmiş yıllarda sürüden bir kurt ayrılmıştı, o da hastaydı, ölümcül derecede hasta olduğunu ve hastalığının bulaşıcı olduğunu anlayıp sürüden uzaklaşmıştı. Son kez onun yanına gidip onu koklayıp vedalaşmış: “İyi yolculuklar dostum. Sürüye kattığın iyiliklerden dolayı sana teşekkür ederim.”ve sürüsünün yanına gitmişti. Yaşlı kurt orada bir hafta yatmış ve sonunda ölmüştü. Sürüde hamile olan kurtlar da sürüden uzaklaşıp gizli bir yerde yavruları büyütür ve yavrular ayaklandığında sürüye dönerler ve bütün sürü yavruları sevinçle karşılar. Hasta kurt da hasta olduğunu fark eder, ölümcül derecede hasta olduğunu anlayan kurt sürüden ayrılır. Zaten ayak uyduramaz sürüye. Lider siyah kurt sürüdeki muhalifleri severdi, onun kayıtsız şartsız seven kurtlardan daha çok severdi onları. Çünkü onlar eleştirip hata bulurdu. Eleştirel bakışı olmadan sevenler her durumda alkışlardı ve bu hiç hoşuna gitmezdi liderin. Muhaliflerin onu geliştirdiğini düşünürdü ve muhaliflerin içlerinden geldiği gibi homurdanmasına ve tepkiler göstermesine izin verirdi. Ama azıtırlarsa da diş gösterirdi onlara. Böylece sürüdeki uçlarda gezinmekten hoşlanan asileri hizada tutardı ve bütün kurtlar liderden çok çekinirdi, ona duydukları saygıdan ve sevgiden. Onu çok sevdikleri için ondan korkarlardı ve aslında onun her zaman adil ve en güvenilir kurt olduğunu bilirlerdi. Ama gündelik sıkıntılar, kapışmalar ve olaylar ve dertler içinde kurtlar bireysel davranırdı. Lider kurt ise sürüyü yönetirdi. Lider siyah kurt kendini sürüdeki kurtların yerine koyardı; ama sürünün bir sakini bunu yapmazdı. Çünkü o lider sorumluluğunu hissetmezdi, ahmakça ve çıkarlarıyla hareket edebilirdi. Şımarıklıklar yapabilirdi aşırılıklar; ama liderin böyle bir hakkı yoktu. Sürü sakini basit duygulanım ve iç güdülerle hareket ederdi; ama liderleri kişisel hareket edemezdi, zevke, basit kurt halleri sergileyemezdi, sergilese liderlik ruhuna aykırı olurdu bu. Lider siyah kurdun yaşı ilerlemiş olsa da gücünün zirve dönemindeydi. Pençelerinde en ufak bir kırık yoktu, dişlerinde bir kırık yoktu. Ama onlarca yara izleri vardı ve bir kurt için bu gurur kaynağından başka bir şey değildi. Bir kurt diğer bir kurda baktığında o izleri gördüğünde korkar; onun mücadeleci ve çok kavga kapışmak gördüğüne karar verir. Lider siyah kurt onlarca kurtla tek başına savaşacak kadar cesaret doluydu, fiziksel gücü de vardı; ama ondan asıl büyük olan yürek gücüydü. Ve yüreğinin gücü kelebek gibi akar ve ona fiziksel güç kazandırırdı. Gücün ruhla da başlı başına ilgisi vardı ve zihin gücü de vardı işin içinde. Bir sürüye lider olmak, o sürüyü yıllarca yaşatmak, düzeni oturtup devam etmek zihin gücü de gerektiriyordu, bütün bu güçlerin bileşkesi siyah kurdun liderliğinin devamını sağlıyordu; ama yarınlar belirsizdi ve bu günler, bu gece en kötüsüydü, ya çok kötü bir şeyler olacaktı ya da çok iyi bir şeyler; arası yoktu. Sürü yola koyulacaktı, omurgasını şişirip geriyordu bazısı, bazını sırtını ya da başka yerlerini yalıyordu, bazısı pirelerinden rahatsız olmuş delice kaşınıyordu, bazısı son kez esniyordu, bazısı karı kokuyordu, bazısı yemek yeme hayalleri görüyordu, bazısı birbiriyle şakalaşıyordu, bazısı hoplayıp sıçrıyor, kart fırtınasında bitip tükenmez gibi görünen ilerlemeye hazırlık yapıp ısınıyordu. Onlardan biri yerde et hayal ediyordu, karnı deşilmiş bir hayvan, çenesini kanlı ete gömdüğünü, dişleriyle eti kavrayıp çektiğini ve iri lokmaları yuttuğunu hayal ediyordu. Kurtlardan biri caz yapıp duruyor, yanındakiler hırlıyor, ona buna sataşıyordu, sürüdeki yürekli ve gözünü budaktan sakınmayan bir kurt olduğu için hiçbiri ona ses çıkaramıyordu. Kargaşa ve umutluğa sebep oluyordu, en kötü zamanda en iyi şey sürüyü motive etmektir ve o kurt sürünün moralini dibe vurduruyordu. Lider siyah kurt onun çenesini kapatmadan sürünün başında ilerleyemeyeceğini anladı ve onun yanına ilerledi sakince. Çok yaklaştığında aniden sıçradı hırlayarak ve arıza çıkaran kurt cıyakladı, panikle öte yana kaçacaktı; ama siyah kurt onun üstüne atlayıp devirdi onu, yuvarlandılar, siyah kurt onun ensesine çöktü, soluğunu öfkeyle ensesine boşaltı. Şikayetçi kurt ültimatomu alıp korkuyla af dileyip yalvardı ciyaklayarak ve siyah kurt o an onun üstünden çekildi ve yerine, sürünün başına gitti koşarak. Üzgündü, kıyasıya üzgündü, hesapsızca kitapsızca üzgündü, üzüntüden içi yanıyordu. Çünkü o şikayetçi kurt aslında çok haklıydı. Kendini başarısız bir lider olarak görüyordu. Morali sıfır olmuştu. İlerliyordu; ama bitikti kafası. Aniden bir his canlandı içinde, alev alev yakan bir his bütün vücudunu dolanıyordu ona azim ve güç vere vere. EN ÜSTÜN OLAN Geçmiş yılları. Tatlı ve soğuk yaz geceleri ormanda başka türlü olurdu. Yaz geceleri ormanda uyanmak hiçbir tarife sığmayan bir mutluluktu, gün doğmadan çok önce uyanırdı. Karnını doyurmak için dolanırdı ormanda. Mesela kör bir hayvan görse acırdı, dokunmazdı, kör bir hayvanı avlamak, yani canını almak ona onurlu ve yürekli bir davranış olarak gelmezdi; açlıktan kıvransa bile. Sakat ve hasta hayvanlara ilişmezdi. Ona göre en üstün olan güçlü ve eti bol bir avı ele geçirmekti, zor av ona göre en cazip avdı, mücadele edecek bir av, dişiyle tırnağıyla direnecek bir av; işte o av içinde büyük bir arzuyu ateşler, delice peşinden koşardı, çılgın ve gem vurulamaz o his peşinden giderdi, birçok geceler dolanırdı av peşinde, pes etmezdi, pes etmeyen, ele geçmekte çok dirençli av onu büyüler gibi peşinden koşardı ve sonunda onlardan birini yakalayınca en üstün olanı gerçekleştirdiğini, en asil, en güzel, en iyi olanı yaptığını hissederdi ve o eti yemek müthiş zevkliydi. Korkunç emek harcanılarak elde edilen etin tadı kat be kat güzel oluyordu. Şimdi siyah lider kurt o en üstün olan hissi hissetti. Ayakları derman buldu, zihni pırıl pırıl parladı, ruhundan kutsal ışık parçaları azimle yayıldı varlığına. Kış geceleri. Katlanılması imkansız kış geceleri. Yapayalnız olduğu kış geceleri. Karanlığın yağlı ve geçit vermez bir duvar gibi ormanda serildiği zamanlarda karnında tek lokma olmadan gezerdi gün doğmadan önce, saatler önce, koklardı etrafı, iz arardı, izlerin boşa çıkmasından üzüntü duymazdı; ama başta çok üzülürdü, kalbi sızlardı, açlıktan öleceğini düşünürdü; ama sonunda et bulacağını, bir gafil hayvanı avlayacağını düşünürdü, düşündükçe sevinirdi, ileri gitmesini sağlayan şey kafasında kurduğu sevinç sahneleriydi. Av hayal edişleri. Bıkıp usanmadan. Kar taneleri gökyüzünden büyülüğü biçimde ağır ağır salınarak ve dönerek düşerdi ormana. Tatlı, yumuşak o beyaz sonsuz gibi duran gecelerde açlığın sarstığı minik siyah kurt korkmuş ve yapayalnız halde bir yere sığınır, nasıl yiyecek bulması gerektiğine dair kafa yorardı, avlanmayı hiç bilmediği zamanlardı. İşte o ölümcül zamanlarda hissetmişti hayatında ilk kez yapayalnız olmanın korkunçluğunu, açlığın da buna dev bir misliyle öncülük ettiğini, işte o zaman sürü içinde yaşamanın ne anlama geldiğini zerre zerre hissetmiş ve görkemli anlamını kavramıştı. Ormanda karnını doyurmak için gezerken bir yavru kurt görmüş ve sevinçle atılmıştı, oyunlar oynayıp ondan karşılık bekliyordu, durup ona iyice sokuldu, bu yeni ölmüş bir kurt yavrusuydu; ama orada canlı gibi duruyordu, donmuştu, arka ayakları üstüne oturmuştu, bir sfenks gibiydi, bir heykel gibi duruyordu ve canlı bakışları vardı. Minik kurdun ödü patladı onun ölü olduğunu anlayınca, ağlamaya başladı, bir yoldaş bulduğuna ne çok sevinmişti ve yeniden yapayalnız olduğunu anlamak kahretmekten beterdi, ölmekten beterdi. Minik kurt sığınacak anne kucağı zamanında ormanda çekilmez ve baş edilmez bir yalnızlıkla üstelik açlıkla karşı karşıyaydı. Siyah lider kurt eski manzaralardan birden çıktı, o zamanlardan sağ kurtulduysa eğer- ki imkansız görünüyordu, şimdi bu fel fecir açlıkla sükunetle ilerleyen sürüsünün de açlığını giderecekti. Eski manzaralar kendine olan güveni kat be kat perçinlemişti. Kurt olmanın ilk ilkesi: Ne kadar aç olursan ol av arama mücadelesini yitirme. Kurtlar bu dirençlilik sebebiyle hayatta kalırdı. Onlar pes etmeyi bilmezdi ve lider siyah kurt bunu çok iyi öğrenmişti geçmiş tecrübeleriyle. İçgüdüsel dirençliliği tecrübeleri ışığıyla daha da bilenmiş keskinleşmiş ve üstüne sezgisel güçleri eklenmiş ve onu böylece parlak ve adeta yenilmez bir lider haline getirmişti. Doğal olarak kurtlar umutsuzluk nedir bilmez. Ama açlık bazen bu sağlam mekanizmalarını söküp atacak kadar şiddetli olur. Ancak yaşama ve ilerlemeye aşkın biçimde bağlı olanlar ve yaşama sebebi olanlar hayatta kalabilirlerdi ve elbette şanslı olanlar. Orman şanslı olmayan kurt ölüleriyle doluydu, açlıkla ölürdü çoğu. Lider siyah kurt durdu ve havayı kokladı, şu amansız kar fırtınası içinde bir koku zerreciği yakalamayı ve buna göre hareket etmeyi ummuştu; ama hiçbir şeyin ipucunu vermiyordu hava, yiyecek bir lokma vaat etmiyordu, bir lokma yiyecek sırdı, sırlar alemini aşmak lazımdı önce, sabredip acele etmeden ilerlemek, gereksiz güç harcamamak! Ancak böyle bir sistemle bu açlık sona erdirilirdi, asla acele etmemek ve sırrı bir yerden tutup çekip alaşağı etmek ve umuyordu ki şansı da yaver gitsin. BEŞİNCİ BÖLÜM OSMAN Osman, dişleri çok keskin ve parlak kar fırtınası içinde erdemli düşüncelerle ilerliyordu. Erdemli düşünceler en iyi ve güzel düşüncelerdir. İnsanı yenilmez yapar, insan kendini yenilmez hisseder. Bir an şöyle düşündü: Tam şu anda benim gibi bir yere ilerleyen başka canlılar da var mıdır; Yok dedi, benim gibi derdi olan canlı yoktur, hepsi huzur içinde mutlulukla uyuyorlardır. Durdu, çok acele ediyordu, soluğu kesiliyordu, içinde bir korku sinsi biçimde dolanıp duruyordu: El feneri sönerse? Yolunu kaybederse. Durdu. Kar fırtınası soluk kesiyordu, o yüzden başını iyice öne eğerek ilerliyor, soluk alacak fırsat bulabiliyordu. Başıyla insan neler yapmaz; ama başın içinde iyi ve güzel fikirler varsa; ama hangi fikir olursa olsun başta yolda kafa kırmadan ilerleyemez insan ve o kafa kırmalar da insanın fikrinin alın teri gibi bir şey olur, emek harcamadan o fikir fikir olmaz; yani iyi bir fikir için, onu hayat geçirmek için harcanılacak zaman, verilen enerji, uygulanması için sarf edilecek bütün mücadeleler aslında fikirden daha önemlidir. Güzel fikirler düşünceler dolu, keşfedilmeyi bekleyenler daha çok. Her biri onlar için ölümüne mücadele edecek birilerini bekler. Fikirler çürümez. Onlara sımsıkı ve bütün kalbiyle sarılacak tek bir adam, tek bir kadın, tek bir çocuk beklerler delice bir özlemle, yana yana, kavrula kavrula. İşte o yüzyıllarca bekleme sabrı gösteren fikre sadık kalıp ona sahip çıkacak biri çıktı mı aşk başlar. Osman gevşediğinde adım atması zorlaşıyor, hemen sonra kaygılar beliriyor, “bu işi hemen yoluna koymam gerek” diyor, ailem beni bekliyor diye düşünüyor, gece güzel sonlanacak diyor, diğer geceleri hayal ediyor, sıkıntılı ama mutlu geçecek günler hayal ediyor, kan akışında yenilmez bir direnç ve aşk düşüyor. Bu işi ve belalarını ve güçlükleriyle sonsuza dek sürdürmez azmi hissediyordu kalbinde. Kar fırtınası can yakmaktan öteye gitmişti ve yüzünü kesiyordu adeta. Onu uçurmak istiyordu, ayaklarını yerden kesip çuval gibi savurmak bir tarafa. Osman’ın ayaklarını yerden kaydırmak için elinden geleni yapıyordu, gözüne bir şey çarptı bu sırada, çalıların dibinde bir şey vardı, ayağıyla ittirip baktı, tilki eşliydi bu, yeni ölmüşe benziyordu, ağzı aralık kalmıştı ve dişleri görünüyordu. Kaskatı kesilmişti. Sığınacak yer bulamıştı herhalde kar fırtınası yüzünden, aniden kar fırtınasına yakalanış olmalı, zavallıcık, yuvasını ararken kaybolmuştu ve çalılığa sığınmıştı, Donmak pis bir ölümdü, bir başladı mı ondan kurtulmak imkansızdı, Osman tilkinin yerine kendini koydu bir an, korktu, Kayıp gitmek yaşamdan, ailesinden uzak olmak korkunç olandı, donarak ölmek değil. Bu tilkinin postu iyi para ederdi, kimi avcılar bir keresinde 200 kadarını öldürmüştü, gözleriyle görmüştü, ama üç avcıyı da jandarma yakalamıştı. Osman o sırada tarlaya gidiyordu Osman’dan, tilki leşleri dizi dizi serilmişti çimene. Kimisi yavruydu. Elinden el fenerini düşürdü, bu sırada arkasında bir ses duydu, bir şey, bir hayvan yaklaşıyordu sanki, çatırtı gelmişti, el fenerini karın içinden alıp hemen arkasına baktı, bir şey göremedi, arkadan bir şey saldırsa olsa olsa kurt olurdu, buralarda kurttan başka tehlikeli bir canlı olmazdı. Arkadan saldırmak da can sıkıcı, yapacak bir şeyi kalmıyor gibi gözüküyor insanın. Kurt bazen göstere göstere gelir; ama çoğunlukla hayalet gibi yaklaşır. Hayalinde bir sahne canlandı, arkadan kurdun biri atlar sırtına; amaç onu yer devirmek, sağdan, soldan ve önden gelir ötekiler ve arkada bir tane daha vardır, ve giderek çemberi daralmak isterler, bunlar avanak değil, sistemlidir, beklerler, durup beklerler saatlerce, hatta günlerce, avın zayıf düşmesini beklerler gerekirse, onu öldürmeye kilitlenmiştir zihinleri ve bütün eylemlerini buna göre yaparlar; bir saldırı yaparlar, geri çekilirler, birden hücum ederler gerekirse, işi bitirirler, acele de etmezler, zarar görebileceklerini bilip dikkatli hareket ederler, gırtlak en sevdikleri yerdir, EN ÜSTÜN OLAN En üstün olan uçsuz bucaksız bir çölde sır olarak duran vahanın çığlığı gibiydi. En üstün olan dağın zirvesinden havalanan kartalın vadiye yayılan çığlığı gibiydi. En üstün olan damarlarında, kan akışında yüzyılların merhametinin barındıran kelebekler gibiydi. Ne kadar şeffaf ve merhametliysen o kadar güzel ve iyisin Sadece bunun için yarışmalı insanlık. Canım tamam, onu çembere alabiliyorsalar alsınlar, tüfeği vardı, bu tüfek bir kere patladı mı kulakta öyle yankı yapar ki; kurtlar kaçar. En üstün olan duygusu canlanmıştı, hiçbir zaman buralarda derin ve ölümcül bir tehlike atlatmamıştı, kolunu ya da bir tarafını koparacak fiziksel bir sıkıntıyla yüz yüze gelmemişti, bu yaşa gelmişti, bir şekilde korunmuştu, şansı yaver gitmişti de diyebilirdi, kurtların sesini duymuştu, ama onlarla hiç karşılaşmamıştı, bundan sonra da karşılaşmazdı, büyük bir belayla hiç kapışmamıştı, gaddar ve Allah tanımaz hiçbir bela ona kollarını uzatıp şeytani biçimde gülümsememişti. Olmamıştı hiç. Olacağı yoktu. Çünkü Osman kötü biri değildi ve değilim derdi, o belalar onlara layık insanlara musallat olurdu, erdemsiz ve çıkarcı ve aşağılık insanlara. Olmuşsa geçim sıkıntısı baş belası olmuştu, onu da her seferinde bir şekilde idare edip alt etmişti ve gurbette geçen yıllar sonunda baldırı çıplak bir kuru tarla elde edebilmişti, evi ve evin içinde bulunduğu arazisi. Küçücük, sevimli yuvası işte. Onursuz bereketsiz hain tarla ne sinir bozucuydu, taşlarla doluydu. Onu adam etmek isterken adeta canı çıkmıştı. Tarlaya sinir oldukça ona şöyle derdi kan ter içinde: hayatımın talihsizliği. Gülümserdi. Taşları el arabasına yığardı. Ana derdi ona sonra, bana kızmıyorsun değil mi; bütün niyetim güzel günler yaşatmak sana, Sonra gübre taşımak belasıyla uğraşırdı, ahırların arkasında kürekle traktör römorkuna sığırların bokunu atmak, kan ter içinde kala kala. Kar fırtınası içindeki Osman ellerinin acısını duydu, ellerinde eldiven vardı ama soğuktan uyuşan elleri acı hissediyordu, bıçakla kesilir gibi. Ama Osman acıya dayanıklıydı, nasıl ki o tarlayı adam ederken acıyla sevgili olmuştu, şimdi bu kar fırtınasıyla da aynı şeyi yapacaktı; bazen sevgili, bazen baş düşmanı, bazen kardeşi, bazen yoldaşı, bazen bilge olacaktı kar fırtınası. Bu yol başka türlü nasıl biter, bazen dibe vuracaktı, bazen yükselecekti, bazen tepe taklak olacaktı yerde, başka türlü nasıl biter hayat denen maraton, her şeyin düz ve net oluşu herhalde öteki dünyada olurdu. Tatlı duygular; mesela karısını öperken, ona sarılırken, gözlerinden yayılan ceylan sürüsü ışığı yudum yudum hissetmek, teninde hissetmek, arkasını dönüp uzaklaşırken hissetmek, o ışık ceylanlarını gölge gibi hissetmek, terli yüzünü mendille silerken tarlada onun kokusunu mendile hissetmek, ne muhteşem bir histir. Onu öperken teninin o ilginç ve saf kokusu, bir çiçeğinki gibi ama hiçbir çiçek kokusunun onunla yarışamayacağı kadar sarsan bir büyüleyici koku. Çocuklarını örtü gibi saran. Tarlada güneşin kavurucu sıcaklığında mahvolup iş yaparken ceylanlar sürüsü gelirdi karısının bir sözünü hatırlayınca, tarla ne kadar zor, hain, zorba ve uzlaşı tanımaz gelirdi gözüne, karısından üstünde kalan enerji yumuşatırdı kalbini, ruhundaki isyanı. “Beş kuruş etmezsin tarla, bendeki bu aşk olmasa. Kusura bakma böyle dediğim için.” Abarttım sanma. Anamı ağlatıyorsun çünkü.” Yüzünden şıpır şıpır ter damlıyor, karnı aç, içi yanıyor, bir bardak çay için mahvoluyor, yok iş bitsin, çayı içer, saatler geçer iş bitmez, güneş tepede çakıl sanki, bizzat Osman’ı yakıp kavurmak için görevlendirilmiş bir katil sanki. İşkenceci. O da tarlanın gaddar işbirlikçisi. Oturur Osman, güler, ağlayacak gibidir. İki arada bir yerde. Dinden imandan çıkacak gibidir. “Bu tarlanın içine edeyim. Tarlanın suçu yok, kafama edeyim. Ben niye gidip devlet memuru olmaya çalışmayıp bahtsız tarlaya kölelik ediyorum ki. Bende akıl olsa çoktan toz olup giderdim buralardan. Niye okumadım ki. Okusam çoktan devlet memuru olmuştum. Para mı vardı da okumadın. İnek. Bazı sevmek öldürmekten beter eder insanı, hiç eder bazı bağlılık. Keşke sevmeseydim toprağı. Ama sevmeden de olmaz ki. Taş var bağrında nehirler taşır, kırmazsan sabretmezsen emek vermesen bulamazsın ki o nehri. Köle olmazsan bulamazsın ki zifiri karanlıkların ardındaki aydınlıkları. Lüp diye ağzına düşmez oğlum.” Karısını hatırlar. Çocuklarını hatırlar. Tarlayı bir anda ekinlerle dolu olduğunu görür, çıplak zarif beyaz kızlar gibi. Yüreği kamaşır. Kıpır kıpır sararmaya yüz tutmuş başaklar. Osman bunu büyültür ve iyice canlandırır hayalinde, ekinlerin üstüne rüzgar değer kelebek gibi, bir saf hışıltı olur, Gelincikler olur içinde, gelincikler güzel görünür ama haindirler, rekolteyi düşürürler, zararlıdırlar ve çiftçiler hiç sevmez onları. Kar fırtınası içinde perişan olursun. Hatıraları yeniden dekore etmek, acıları, kayıplarını ya da kazandığın şeyleri. İlerleme gücü ve azmi elde etmek için kalbin otomatik olarak yapmaya başlar bunu; bazen donar. Beynini zorlamalısın. Fiziksel gücün alev alev yenilirken. Osman bunu deniyordu. Geberiyordu üşümekten. Tarla ne oldu sonra? Yüzü meymenetsiz bir kocakarıydı, şeytani bir bakışı vardı simsiyah dişleri. Osman’ı yatağa davet ederdi. Pis tarla. Montofon tarla. (montofon: inek cinsi) Baldırı çıplak; adeta lanetli tarla bir prensese dönmüştü emek verile verile. Teninde bebek soluğu gibi tertemiz çiçekler. Aydan bir ruh düşürüyordu Osman’ın göz bebeklerine. Tarla canının içi oldu. Hayatının merkezi oydu. Kar fırtınasının ucu bucağı yok gibi görünüyordu. En küçük mola ve aralık vermiyordu: “Ne olursan ol gücümle seni dize getireceğim, sana diz çöktüreceğim, burada tek Tanrı var, o benim. Kalbinde yaşattıkların değil. Benim yüce olan. Seni acı çektire çektire ufalayıp kar yığını altına gömeceğim ve kimsecikler cesedine bile ulaşamayacak.” Diyordu adeta. Öte yandan kararlı bir yürek bir boğayı yere serer, serebilir. İnançlı bir kafa onlarca kar fırtınasının elini kolunu bağlayabilir. Osman’ın sezgilerinle yanan bir ışık belli belirsiz şunu fısıldıyordu: “Bebeksi olarak ilerlemeyi denerim, bana ne yaparsan yap. Ya çekil git başımdan. İçimde en üstün olan harekete geçti bir kere. Bana ne yaparsan yap pes etmeyeceğim! Beni yıldırmak için istediğin numarayı sergile aslanım. Ben kazandıklarımı, ben o aileyi yolda ya da çöp kutusunda bulmadım. Ben dirençliyim! Sen en iyisi yorma kendini. Babanı ya da ananı yolla. Onlara yanlış yerlerde esip durduğunu anlatırım, onlar seni ikna eder beni yenemeyeceğini. Olmadı; cehennemden atalarını alıp gel saldır üstüme. En üstün olanım. O bende bir kere harekete geçti. Benim soluğum Tanrı’nın soluğu. Osman’ın işi gücü, bütün derdi ailesini geçindirmek, bunu yaparken onları mutlu etmek; onların yüzünde ışıktan atların dalaştığını ve hayata doğru yolculuk yaptığını ve evrenlerde dolaştığını görmek ya da hissetmek. Geçindirmek parayla ilgiliydi; para karnı doyururdu, mutlu etmek için bambaşka şeyler gerekirdi, huzur vermek, severek boğmamak, araya mesafe duymak, saygı duymak, bir kalıba sokmamak, sonsuz esnek olmak, öğretmek, yardım etmek, onlara özgürlüğü, birey olduklarını, sonsuz özgür olduklarını hissettirmek. Onlara güven vermek. Ama sonsuz bir güven. Bir haftalık değil. Bir yıllık değil. 30 senelik değil. Sonsuz güven. Kadını: “Ben Osman’ın ciğerini söksem bile beni sever, sayar, hiçbir hainlik yapmaz” türde bir güven. “Osman geberir; ama bizi satmaz, harcamaz. Osman sonsuz kereler ölmeye razıdır bizim için. Osman’a ne yaparsam yapayı atmaz beni, ama severek de boğmaz. Osman benim için kendini aşmış birisi. Bitkisel hayatta bir kurbağa bile olsam Osman sonsuza dek yatağa çakılı kalsam altımdan alır mı Osman. Alır Osman sonsuza dek sever. Bir kere sevdi Osman. Saf Osman. Temiz kalpli. Osman’ın ilerlediği yolda bir karanlık varsa kibarca yoldan çekilir, eğri bir taş, bir diken. Bir çukur varsa yörüngesini değiştirir. Osman’ın kendine inancı bu ayarda. Hak etmedim canım bunu düşünür başına ters gelse bile sıradan insan, Osman, bundan da bir iyilik vardır bana, sabretmeliyim. Osman’ın kişisel duyguları?: Hani adama bir bardak çay verirsin, seni esir alır, hayatının çok değerli şeylerini sana anlatır durur, doymaz. İnsanlığı yerinden oynatmayacak şeyler anlatır, insanlığı zıplatmayacak ve ileri götürmeyecek şeyler, insanlığı dönüştürmeyecek şeyler. Osman girmez böyle kişisel muhabbetlere. Kişisel duygular, ben merkezci duygular, dünyayı ben yarattım sanmalar, herkeste vardır bu, an gelir kapılır gidesin öyle duygulara. An gelir aklın başına gelir. Ben neyim ki, zerreyim şu dünyada. Osman, yüzünde meymenet olmayan, kara, sert, verimsiz tarladan taş topluyordu. Gece yağmur yağmıştı, sabahın erken saatleriydi ve hava serindi, öğleye doğru katil sıcaklar başlardı; keyifli keyifli çalışıyor, arada ıslık çalıyor, şarkı söylüyor, hayaller kuruyordu, el arabası taşla dolmuştu ve el arabasını tarlanı dışındaki yere boşaltması lazımdı, tarlanın kenarındaki patikandan ilerlerken ilerde bir kurbağa gördü, o geçsin diye yavaşladı, kurbağa yeşil ışık yandı, geçebilirsin. Osman ilerledi, kurbağayı öteki tarafta göremeyince bakındı, Allah’ım yoksa onu ezdim mi?!” diye sesli sordu, panik içindeydi, eğilip el arabasının altına baktı, zavallı kurbağa ters dönmüş, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, can çekişiyordu. Osman’ın içi yandı, kavruldu. “Acayip üzüldü, öldürdüm onu, zavallının boş yere hayatını çaldım. Taşla ittirip aldı onu oradan, yok, can çekişmiyordu, acayip sevindi, başının kenarını ezmişti, yara da öyle büyük değildi. İçi ferahladı, ama nasıl sevindi nasıl, dünya onundu. Bu masum, zavallı iri kurbağa ölümü hak etmezdi ki. Kurbağa ona ters ters bakıyordu. “Yaklaşma bana ucube” der gibi kötü bakıyordu. Bir şeye üzülürsün, ben ne yapabilirim dersin, ucu sana dokunmamıştır, için yanar, ve senden büyük, çok büyük ilahi gücü hissedersin, başın parçalanmış gibi aciz hissedersin, birilerine, dünyaya ancak merhametle, birilerine iyilikle yaklaşırsan başarı şansı elde edebileceğine inanırsın. İşte o zaman kendini aşmışsın demektir. De; herkes o evreye gelemiyor. Kurbağaları yiyorlar şehrin birinde, dünyada. Şehrin birinde kirpi yiyen ve zehirlenenler oldu. İnsanlara yapılan muameleler, adaletsizlik ve haksızlıklar bir yana hayvanlara yapılan zulüm ve işkenceler. Karşıda bir kurbağa vardı, yaralı kurbağa onun yanına gitti ve üstüne bindi. Çiftleşme pozisyonunda kaldılar. Kurbağalar uzaklaşmaya başladı. Osman boş kişisel duygulara sapmazdı, vakit yoktu bunlara. Oğlu çok istedi diye bir ikinci el televizyon almıştı eve, arada bakardı, haberlere ve belgesellere. Televizyon çok geçmeden bozulmuştu, ya onu yaptıracak ya da yenisini alacaktı, oğlu çizgi film seviyordu, kendisi ise haberleri ve belselleri seyrederdi. Gurbette, çalıştığı inşaattan getirmişti televizyonu, sık sık bozulduğu için yenisini almışlar, eskisini de Osman almıştı. Osman kar fırtınası içinde güçlükle ilerliyordu, uğultu vardı, setti kar fırtınası; ama uğultusu da sinir bozucuydu, tokat ve yumruklarını saydırıp duruyordu. Bu havaya can mı dayanır, ama zorlu şeyleri severdi Osman. Bedeninde duyduğu acılar, herhangi bir acı. Onunla baş etmeyi severdi. Bunlar fiziksel arınmayı ve ruhsal uyanışı getirirdi. De; insan yaşlı bir moruk gibi böyle bilgece düşünemez. Mesele bu. Kolay gün görmemişti hiç: Gurbette inşaatta çalıştığı günler, harç yaparken kireçten ayakları yanmıştı ve yara olmuştu. Çok katlı apartmanlar vardı şantiyede. Duvarlar örülüyordu. Katların birinde kalıyordu diğer işçilerle. Yaşı 60’a gelen bir adam vardı, kanser hastasıydı, emekli olabilmesi için çalışması gerekiyordu, sigortayı doldurabilmek için çalışması şarttı. Genç işçiler kafasına göre takılıyordu, Osman burada tek odada diğerleriyle fareler gibi yaşıyordu. Kalfa (işçileri yöneten kişi) gelip her gün daha çok iş bitirilsin diye baskı yapıyor, bağırıp çağırıyordu. Patronları dini imanı yoktu, onlar böyle istiyordu ve böyle olması gerekliydi. Her gün sabahın köründen akşama dek köleler gibi çalış çalış çalış. Tabi her işçi bu çalışma maratonunu alışıktı ve eşekten beter çalışıyorlardı, yedikleri yemekler iyi değildi. Aldıkları paralar azdı, genelde birkaç maaş içerde kalıyorlardı. Haklarını aramak isteseler kapı dışarı ediliyorlardı. İnşaat sektörü krizde, iş bulduğunuza sevinin. Paranızı alacaksınız, patron para alamadı; alınca paranızı ödeyecek.” Hepsi küçük sivrisinekler gibiydi patronların elinde. Hepsi birer fareydi kedilerin emrinde ölümüne çalışan, sonra o kanser hastası bir gece geç geldi inşaata, dışarıda birkaç bira içmişti sahilde. Çok üzgündü, ailesine para yollayamamıştı. Koğuşa çıkarken inşaattan düşüp öldü. Mesai saatinin dışındaydı, içkiliydi, intihar etti” dediler. İçerdeki parası bir yakınına verildi, tazminat ödemediler. Bu gibi durumları kim denetliyordu? Kimse onları umursamıyordu elbette. Şehirlerde göt göte yakın açılan büyük marketleri de kimse denetlemediği gibi. Vebalı papatyalar gibi her yerdeydiler. Neler olup bittiğinin farkındaydı Osman, ses çıkarmıyordu, ses çıkaran işten atılırdı. Sessiz kalan diğer fareler gibiydi. Aslında bekar olsa, sorumlu olduğu kimseler olmasa çok adamı döverdi hastanelik ederdi ya, o başka. O işçilerden her biri burada güzel ve iyi hissetmenin bir yolunu icat etmişti, bazısı bira içer, bazısı kağıt oynar, bazısı eski ya da yeni çıkan gazeteleri okur, bazısı aşk şiirleri yazar, (ben seni seviyordum neden makarna yaptın, çok zoruma gitti) türünden şiirler yazar, bazısı hayat kadıyla vakit geçirir gelir inşaata, bazısı radyoda ölü şarkılar dinler, bazısı maç seyreder, koğuştaki televizyonda çekirdek yiyerek, çay içerek. Herkes bir umut geliştirmiş ve ona sımsıkı sarılmıştı. Evet, herkes ayak uydurmuştu bu koğuşa, şehre, peki Osman, gurbete çıktığı ilk günkü gibi hissederdi. İçinde bir şey kanayıp kayanıp dururdu ve orayı kurutacak hiçbir şey bulamıyordu. Akşam olur, sonra başka akşam. Dindar olan işçi dine sarılır. Ötekiler başka şeylere sarılır, herkes sarılacak bir şey bulur, Osman da köyünü, evini düşünür, orada her şey güzeldir, evin önünde oturduğu masa sandalye, çeşmeden damlayan su bile. Osman ferahlar. Her ne halt olursa olsun “şükür” deyip atlatıyor bazıları, çıkıyorlar işin içinden, Osman bunu yapamıyor. Keşke yapabilseydi. Kimseyle takılmazdı. Herkesle gerektiği kadar konuşurdu. Osman bir isyan dalgası başlatsa herkes müridi olacak kadar saygı duyardı ve severlerdi onu. Ciddiydi, duvara asılı bir keskin kılıç gibi, sessiz bir ağırlıktı, kimse onun tersine gitmezdi, kimse ona kafa tutmazdı, kavga edenleri ayırır, birinde bıçak varsa bile korkmaz, araya girerdi, yemek bulaşık suyu olsa eleştirmiyor, yemekte kurt görse alıp kenara atıyor, yanlışlıkla düştü diyor karşısındakine, hep karşı taraf kırılmasın diye hareket edip hayat veriyor, üzülenin yanında, sevinenle uğraşmıyor, dertli olanı diliyor, millet eğlencedeyken Osman yalnız kalanla baş başa kalmayı seçiyor. Diğerleriyle gezmeye çıkmıştı Pazar günü. Bir parka gitmişler, parka kurulu kafede simit yemişler çay içmişlerdi. Ağaç yoktu burada. Her yerde araba vardı, her yer apartman doluydu, her yer insan kaynıyordu, memleketinde evinin orada bir yerde dursa uçsuz bucaksız tarlalar görürdü, bir derinlik vardı, sonsuzluk; ama burada beton bir hücrede hissetmişti kendini. Korno sesleri, sürekli yanıp sönen ışıklar, vitrinler, göz boş yere göz yorulur, göz ve kafa karıştıran şeylerle. Burada bir bombardıman vardı insanın özünü tek salise kaçırmadan silikleştiren ve hata o özü tabuta yollayan. Burada insan mekanikti, robottu, yaşayan ölüden farksızdı, gereksiz bir sürü şeyler ilgileniyorlardı, gereksiz saçma sapan şeylerin bombardımanı altında kalplerinde sağlam hiçbir şey kalmıyordu, bir kuş, bir kedi gördü acayip sevindi, bir sokak köpeği gördü kucaklayıp sımsıkı sarılmak istedi, bir karga gördü tapası geldi, bir kumru geldi içinden ağladı. Diğerleri şaka yapar durur, Şaka olmazsa işin ve hayatın acısını hissederler, kafa dağıtmayı iyi bilirler. Osman yerdeki otlara büyülenmiş gibi bakardı. Doğada otların sessizliğini duyup hissederdi. Doğada bulunmak zaferlerin en önemlisiydi. Şehir ise intihar etmekti yavaş yavaş. Osman düşüncelerden sıyrıldı, sırtı çantasının kenarında rulo halinde asılı duran battaniyeyi çıkardı ve başına sardı. Günlerce yürümesi gerekse bile yürürdü. ALTINCI BÖLÜM AÇ KURT SÜRÜSÜ Aç kurt sürüsü kar fırtınasını yara yara ilerliyordu, ip gibi sıralı biçimde ilerliyorlardı, bu diziliş rastgele değildi, güçsüzler ve gençler sürünün orasındaydı, onlar güven merkezine alınmıştı. Bir düşman saldırırsa sağlamdaydı zayıflar. Siyah lider, kırmızı gözlerini açıp kapadı ve durdu, arkasına baktı kararlı biçimde, bir şey göremiyordu; ama kokularını alıyordu sürüsünün, bu gücünü tazeledi. Arkasında ona sadık bir sürünün olması gurur vericiydi. Ama aç olduklarını düşününce aciz hissetti kendini. Lideri mahveder sürüsünü perişan ve mutsuz görmek. Kafasında av, et hayalleri (et hayaletleri) dolanmaya başladı. Bütün yüreğiyle heyecanlandı. Etten haber yoktu; ama o her an ete, bir avın etine ulaşabilecek gibiydi. Günlerdir açtılar, düzgün bir yemek yememişlerdi, bir haftadır ufak tefek leşlerden birer lokma almışlardı, bu yemek yemek sayılmazdı, düzgün bir yemek: Bolca kırmızı et demekti. Bütün ağzı, dişleri doldurabilen. Tat alırken tatmin olmak, o tatmin olmak duygusu büyüleyicidir, kurt müthiş sevinir, acayip mutlu olur, çok aç bir kurtun ete kavuşması mutluluğunun zirve yapmasıdır. Lider siyah kurdun ağzı sulandı. Şu kar fırtınasında ilerlemek ölmekten beter bir sıkıntıydı; ama et bulacak ve bunun acısını çıkaracaktı, sürüsüyle beraber. Keskin ve arzulu dişlerinde tatlı ve çılgın bir sızı dolanıyordu. Belli bir tempoda ilerliyordu, ne çok hızlı ne çok yavaş. Sürü yeni yola çıkmıştı çünkü, yani vahşi arazide ilerliyorlardı. Kar fırtınası fazlasına izin vermiyordu ve kurtların da acelesi yoktu. Sistemli belli bir ritim iyi düşünmek ve sezgileri yoklamak gibi şeylere de yol açıyordu. Mesele şuydu: Fırtınanın tersine gitmemek, hele hele ona asla kafa tutmamak, ona büyüklenmemek. Ona saygı duymak, ona bütün yüreğinle saygı duyup hürmet etmek, ona, gücüne, bütün yaptıklarına boyun eğmek, diğer deyişle razı gelmek ve ona bu biçimde ayak uydurmak. Sürü yola yeni başlamıştı, yola iyice ısındıklarında, ayak kasları iyice alıştığında zora; lider tempoyu arttıracaktı. Uzun bir süre geçmişti, lider siyah kurt arkadan gelen nefes alıp vermelerini duyuyordu sürüsünün, düşüncelerden düşüncelere savrulmuştu. Bir an yanlış yöne ilerlediğini düşündü; ama aldığı koku çok tanıdıktı, buradan yıllardır geçmiyordu; ama buranın kokusunu çok iyi kaydetmişti burnuna. Köyün yeri konusunda kafası karıştı bir an, yıllar önceydi. İki erkek kurtla yoldaş olmuştu, avare gezip tozuyorlardı, nerde akşam orada sabah ediyorlardı. Hepsi de çok gençti ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama içlerinde en hayat vaat eden ve aklı başında olan siyah kurttu. Diğerleri daha çok serseri biçimde takılmak, doğada eğlenip oyun oynamak, yeni keşifler yapıp onlarla oyalanıp eğlenmek peşindeydiler. Gezginliği seviyorlardı, dişi bir kurt elde edip ilişkiye girmek istiyorlardı hemen. Disiplinden nefret ediyorlardı. Dikkatli değillerdi. Siyah kurt bu iki toy kurdun başına neler getireceğini bilse asla yanaşmazdı onlara. O kurtlar an’ı yaşa psikolojisi içindeydiler. “Yaşadığın her andan zevk almalısın,” ilkesine göre hareket ediyorlardı. Bu ilke onların doğal haliydi. Yani çalışıp tecrübe edip öğrenmemişlerdi bunu. Açlık baş gösterince gerçeği fark etmişler, ölüm kalım savaşları başlamıştı, işte bu esnada siyah kurtla yolları keşişmiş, birlik olmaya ve beraber takılmaya karar vermişlerdi. Bu iki kurt sürüden atılmıştı ergen olup sürüde sıkıntı yaratmaya başlayınca. Siyah kurtun hikayesi ise başkaydı. Ailesi avcılar tarafında imha edilmişti. Toy kurtlar yabancı bir ülkede büyümüşler, dolaşa dolaşa bu ülkeye varmışlardı, şimdiye kadar gerçek bir insanla hiç karşılaşmamışlardı ve insanların kurtların baş düşmanı olduğunu bilmiyorlardı, tüfek kullanıp kurtları öldürdüklerini ve köpeklerin de buna yardım ettiğini. Siyah kurt bunlardan söz edince onun uydurduğunu düşünüp dalga geçmişlerdi. Eğer insanlar sözü edildiği gibi canlılarsa ikisi bir olursa bir insanı kolayca yere devirip gırtlağına çöküp işini bitirirlerdi. Artık üç kurttular ve 3 kurt sırt sırta verdi mi çok iş yapardı. Çok av yıkardı yere. Az ya da çok keskin dişlerinin gücünü biliyorlardı. İyi koşabilmelerine güveniyorlardı, her vahşi kurt iyi koşucudur, kısa mesafe ve özellikle maraton gibi uzun koşularda başarılıdır. Toy kurtlar sürülerinde iyi beslenmişler, koşup birbiriyle oyun oynayıp kaslarını geliştirmişler; mutlu büyümüşlerdi. Ama sürüden atılınca hayatın gerçek anlamının ne olduğunu görmüşler, belli yerlerinde yaralar, çizikler edinmişlerdi. Birkaç gündür sürüden ayrı hayatta kalma savaşı veriyorlardı ve hazır lokma yediklerinden pek iriydiler. Açlıkla delirmenin ve bu deliliğini yok etmek için nasıl mücadele verilmesi gerektiğini henüz bilmiyorlardı. Ama harap görünüyorlardı, ilk kez üç gündür gerçek tek lokma yememişlerdi. Sürüden atıldıkları için çok üzülmüşlerdi ve delice bakıyorlardı. Oysa sürüden atıldıkları akşam karınları toktu ve neşeyle oyun oynayarak ilerliyorlardı. Açlık baş gösterince yiyecek bulmak istemişler ve tam bir budala olduklarını anlamışlar, yine de araştırmışlar, bir iğrenç leşten zorlukla bir iki lokma alıp yiyebilmişlerdi. Tadı zehirden beterdi. Ama açlık artınca; “keşke daha fazla yeseydik” diyerek hayıflanacaklardı. Bir şişko ve uyuşuk tavşan görmüşler, deli gibi heyecanlanıp sevinmişler, onu ilkönce hangimiz yakalayıp mideye indirecek derken birbirileriyle kapışmaya başlamışlar, tavşan bunu fırsat bilip kaçıp yok olmuştu ortadan. “Her şeyi berbat ettin; geri zekalı!” “Asıl sen berbat ettin, yüzyılın hatasısın sen. O gebeş tavşanı nerdeyse yakalıyordum.” “Sen anca benim aletimi yakalarsın. Tavşanı alıp kaçacaktın, gözlerinden anladım, dostluk bitti der gibi baktın.” “Açlık paranoyak yapmış seni.” Oysa bir plan yapsalar işleri çok kolay olacak, tavşanı tuzağa düşürüp yakalayacaklar, karınları tıka basa olmasa bile doyacaktı, o şişko tavşanın eti kesinlikle çok lezzetli olmalıydı. Ne var ki aniden karşılarına çıkan, az ötede duran tavşanı görür görmez akılları yerinden çıkmış, aynı anda hücum etmişler, arkadaki öndekinin üstüne atlamış, boğuşma başlamışlardı. Düşmanla savaşır gibi. Yorulana kadar, birbirini yaralayana kadar. Sonra tartışmaya başladılar. Öfkeyle birbirine bağırdılar. İşbirliğiyle hareket etmeye karar verdiler. Son derece ahmakça ilerliyorlardı. Geçtikleri yerlerin kokusunu, coğrafi şekilleri ve önemli detayları beyinlerine kayıt etmiyorlardı, böyle bir alışkanlıkları yoktu, dışkılama ve işemeyle geçtikleri yerleri işaretlemiyorlardı. Oysa akıllı bir kurt salak salak gezmez doğada. Bulunduğu ya da geçip gittiği yerin haritasını çıkarır beyninde, not eder önemli şeyleri, su kaynağının yerini mesela, yerdeki izleri, izlerin hangi hayvana ait olduğunu. Hepsini kafasındaki arşive yerleştirirdi; görerek, koklayarak toplardı ona gereken bütün bilgileri. Eğer geçip gidiyorsa oradan; oraya geri dönmesi gerekebilirdi av ya da başka sebeplerden dolayı. Hiçbir akıllı kurt inceleme araştırma yapmadan ilerlemez doğada. Ama bizim avanak toy kurtlar yapmaları gereken hiçbir şeyi yapmıyorlar, yapıyorlarsa az bir koklama filan, hepsi bu, avanakça çevrelerine bakıp sık sık birbirine sataşıp oyun oynuyorlardı. Çevreyi koklamıyorlardı cidden. Bilgi toplamıyorlardı çevre hakkında. Sadece önden giden siyah kurtu takip ediyorlardı. Siyah kurdun tecrübeli olduğunu anlamışlardı, siyah kurt onlara bilgi veriyor, yaptığı hareketlerin anlamını açıklıyordu. Onların bir an önce gelişmesini istiyordu; çünkü avlanma anında onların gücünden faydalanacaktı, işe yarar ortak demek avı daha kolay alt etmekti. Araştırmasını yaparken onlara bütünüyle yardımcı olmak için çırpınıyordu. Ama toy kurtlar sorumsuzdu, oyunbazdı, zaten siyah kurt işi biliyordu, ona güveniyorlardı, siyah kurt bir an önce av bulsa ve yemeye başlasak diye düşünüyorlardı. Avı nasıl yere ele geçirecekler ya da yere yıkacaklar, av kolay teslim olmaz ki; işin bu taraflarını hiç düşünmüyorlardı. Cahil, bilgisiz ve şımarıktılar. Ama çok şey bildiklerini sanıyorlardı. Korkuları hiç yoktu, kendilerine çok güveniyorlar, ava benzer bir şey görseler plansız programsız ve cesaretle atlıyorlardı. Oysa avcı sinsidir, plancıdır. sürekli strateji yapar, yürümeyen stratejileri çöpe atlar, yenilerini geliştirir. Av da yakalanmamak için yeni stratejiler geliştirir. Avcı avına yaklaşırken siner, görünmez olmak ilk kuraldır, sessiz olmak, hayalet olmak… Avcı avına usulca yaklaşır, zamanlamayı hesap eder, ne zaman fırlar ava doğru, doğru zamanı bekler, yaklaşabildiği kadar yaklaşır, sonra atar yapar. Avcı kurt avına pusu kurar, saatlerce pusuda bekler, ya o avına atılır ya da avının ona yaklaşmasını bekler. Saliseleri hesaplar, avına yaklaşırken hesap kitap yapar sürekli. Saniyeler ya saliseler ya da bir an avını yakalayıp yakalamamsını belirler. O an hemen; yani anında bir çözüm bulmak zorundadır ve bulur da, her şey otomatiğe alınmış gibi akıl almaz süratle ilerler, av ya kaçacak ya ölecek, avcı ise ya yakalayacak ya açlık çekecek yine. İkisi de hayatın kurtarmak için var güçleriyle koşar. Av kaçmayı bırakıp boynuzları kullanabilir, kurt gövdesinde bir delik istemiyorsa ya da sakatlanmak (ki bu ölüm demektir) dikkatli olmak zorundadır. Toy iki kurt besili vücutlarıyla yırtık ondan çıkan penis gibi ilerliyordu av zannettikleri şeye. Taşı, çalıyı veya başka şeyi av, yiyebilecekleri bir canlı sanıyorlardı. Tam birer avanaktan başka bir şey değillerdi. İriliklerine güveniyorlardı, siyah kurt onların yanında kamyon çarpmış gibi hurda haşat bir görüntü veriyordu, canı çıkıyormuş gibi sefil. Avanakların hiçbir şeyden korkuları yoktu, korkuyu öğrenmemişlerdi. Onları korkutan bir şeyler hiç yüz yüze gelmemişlerdi. Dişleri keskin, hatasız ve sağlamdı, kükremeleri muhteşemdi, bir keresinde şakadan siyah kurdu köşeye sıkıştırmışlardı, siyah kurdun ödü patlamış, öldürüleceğini düşünmüştü, isteseler yaparlardı oysa, yapılıydılar. Gerçek; yani kökünden hiç açlık çekmemişlerdi. Yetişip büyüdükleri sürüde onlara çok iyi bakılmış, çok sevgi verilmişti. Kasları büyüleyiciydi, yürüyüşlerinde bir asalet ve güzellik vardı, cesur bakışlarından korkutan, adeta delirten bir çılgın şey vardı. Bu iki kurt cüsseleriyle baştan avantajlıydılar. Siyah kurt onları adam edebileceğini düşünüyor, gayret ediyor, onlara rastladığı için, onlarla yoldaş olduğu için gurur duyup seviniyor ama bunu hiç belli etmiyordu, gevşeyip iyice su koyuverirler, şımarırlar diye. En başta onlarla karşılaştığında çok korkmuştu; ama sonra iki çocuk ruhlu kurt olduğunu anladıklarında onlara bir tür abilik, rehberlik yapmaya başlamıştı. Siyah kurt kendi sürüsünde bile böyle yakışıklı ve yapılı genç kurtlar hiç görmemişti. Eğer onlara gerekenleri öğretirse üçlü ittifak önlerine çıkan ne varsa dümdüz edip geçerlerdi ki; ormanda tek kurt ölü kurt demekti, üç kurt ise imparatorluk kurmak için son derece güzel bir başlangıçtı. Kötü bir şeyler hiç görmemiş yaşamamışlardı, hayatın çıkmaz sokaklarına hiç düşmemişler, belalarla yıllar geçirmemişler, ormandaki hayatın demir pençesinin suratlarında nasıl bir etki yapabildiğini hiç hissetmemişler, vahim günler ve hastalık geçirmemişler, hiç sakatlanmamışlar, sarsıcı bir açlıkla haftalar geçirmemişler, ormanın ne kadar çok gizli tehlike barındığını görüp geçirmemişler, belalarla taklalar atıp kıvranıp durmamışlar, düştükten sonra tekrar doğrulmamışlar, adeta ormanın sahte bir benzerini, adeta bir cennette yaşayıp durmuşlardı korundukları sürüde. En kötüsü baş düşmanlarını tanımamalarıydı. Siyah kurt onlara anlatıyordu, gösteriyordu, “beni taklit edin” diyordu; ama onlar masal dinler gibi kayıtsız bakıyorlardı, tamam, önce dikkatliydiler; ama çabuk sıkılıyorlar, heyecan arıyorlar, birbirlerine sataşıyorlardı. Sürekli tetikte ve dikkatli olmaları gerekirken çok serbest, özgür ve neşeyle takılıyorlardı, açlık canların sıksa da siyah kurtun liderlerine güveniyorlar, “nasıl olsa yiyecek bulacağız” diye bakıyorlardı durumlarına, kötü hiçbir olasılık yoktu zihinlerinde ve siyah kurtu çok sevmişlerdi onu çok tutmuşlardı, onu babalarından daha çok sevmişlerdi kısacık zamanda. Siyah kurt da baba olarak görülüp sevilmekten pek memnundu ve yüreği bu yüzden fazlasıyla cana yakın ve korumacı çarpıyordu onlara karşı. Kafa kafaya vermişlerdi ve onları yenecek bir güç yoktu ormanda, besili kurtlar öyle düşünüyordu. Sabırsızdılar, gerçek bir savaş, gerçek bir ölüm kalım savaşı hiç vermemişlerdi, siyah kurt bunun her an olabileceğini anlattı ve onlar da bir olay beklentisi içine girdi. bir şey patlak verse ve bütün güçlerini ortaya dökmek için sabırsızlandılar, kısa bir süre sonra o beklenen olay olmadığını görünce eski ruh hallerine, şımarık ve oyuncu minik kurt hallerine döndüler. Olaysızlık, bildik rutin açlıktan daha çok canlarını sıkan bir şeydi onlar için. Sıcak kavurucuydu ve gölgeye geçtiler, akşam çökünce avlanmaya çıkacaklardı, siyah kurt bunu söyledi ve iyice gölge bir yer bulup kıvrıldılar oraya. Sıcak zaten bütün hareket enerjisini tıkıyor ve canlarından bezdiriyordu onları. Enerjiyi boşa harcamayıp uyuklamak, beklemek en doğrusuydu. Çok kısa bir süre geçmişti, kafadar kurtlar sıkılıp dolaşmaya başladı, biri siyah kurdun yanına gelip onunla şakalaşmaya başladı, diğeri ise dolaşmaya çıktı, çevreyi kolaçan edip geleceğim demişti; ama uzun bir süre geçtiği halde gelmemişti, diğeri de ona bakmaya gitti, şuna bir bakıp geleyim, başını belaya sokmasın diyerek. Onun uzaklaşmasından çok kısa bir süre geçmişti. Siyah kurt aniden gözlerini açtı, içindeki ses ona tehlikeli bir şey olacağını söylemişti, hemen fırlayıp onları aramaya girişti. Ayak izlerini, kokularını takip ederek ilerliyordu, izler vadinin aşağısına gidiyordu, orası açık düzlük araziydi ve ağaç hiç yoktu orada. En tehlikeli, en gidilmemesi gereken yerdi orası. Eğer oraya gitmişlerse, ormandan çıkmadan onları yakalayabilirdi. O düzlükte köylülerin ektiği tarlalar ve köy vardı. Siyah kurt onları beklemeye karar verdi, belki de geri dönerlerdi, eğer dönerlerse onu bulamazlardı, eğer ormandan çıkmışlarsa yapabileceği bir şey yoktu, peşlerinden giderse açık arazide saklanacak yeri olmazdı ve köylüler onu öldürürdü. Ama dostların başına kötü bir şey gelmesini hiç istemezdi ve belki bir şans onları kurtarabilirdi. Ona açık araziyi, köyü anlatmıştı, oraya asla gitmemeleri konusunda uyarmıştı onları. Bir an durdu, bu avanaklar yüzünden hayatını tehlikeye atamazdı, ölemezdi. Ya onları kurtarma şansı varsa? Bir an büyün düşünceleri hesap kitabı boş verdi ve bastı. Ölecekse onlar yüzünden ölürdü. Daha güçlü ve kararlı bastı. Bütün gücüyle koşuyordu, mermi gibi, devrilmiş ve çürümekten olan ağaçların üstünde atlıyor, çalıları rüzgar gibi yararak ilerliyordu. Yolundaki eğik dalların üstünde atlıyor, iri yapraklı bitkilerin boşluğundan ok gibi geçiyor, ara durup yanlış rotada gidip gitmediğini kontrol etmek için yeri kokluyor, kokuyu alıyor ve fırlıyordu yeniden ve giderek daha çok hızlanıyordu. Onu gören can düşmanından kaçtığını sanır ve şaşkınlıkla bu süratli hayvanın hız büyüsüne kapılırdı, kendini ruhunu vermesine, o hız ve kıvraklık üstünlüğüne. Çünkü hız büyüleyicidir. Engellerin aşılması ve o önüne çıkan bütün engelleri hızını düşürmende aşmasını başarıyordu; işte en büyüleyici olan buydu. “Bakalım çarpacak mı geri zekalı, nereye toslayacak, bir toslasa da görsem, çok gülerim, bunun sonu ne olur?” diye durup bakakalırsın ya, işte bu öyle enterasan bir sahneydi, can alıcı, vurucu, gözleri kendine esir edip kilitleyen. Binanın tepesine biri çıkar, altta kalabalık oluşur, cep telefonlarıyla çekerler. Derdi var adamın; ama derdi aşağı atlamak değil; dikkat çekmek derdine, çözüm ister. Beklemekten sıkılır kalabalık: “Atlasana şerefsiz!” Araçlar yarış pistine yapışmış son sürat giderken pilot yol kenarında bir kadına bakar, kadın tişörtünü çıkarıp memelerini göstermiştir pilota, sutyeni yoktur. Siyah kurt gözlerini engelleri aşmaya, onları kurtarmaya vermişti ve ormanda hiçbir şey gözlerini alamazdı şimdi, şu kardeşlerin can güvenliği her şey onları için, imparatorluk ilk günden yara almamalıydı. Belki de civarda dolaşıp bir dişi kurt bulabileceklerini ummuşlardı. Onlar gideli ne kadar süre geçmişti, ilki gideli on dakika denebilir. Şimdi onları bulması gerekliydi. Etrafa bakınıyordu. Koku bitmişti, buradan bir yerde olmalıydılar. Birkaç ağaç vardı ilerde, ondan sonrası ağaçsız düzlüğe iniyordu, usulca yaklaştı ve dalların ve iri yaprakların arasında başını uzattı, bir şey görünmüyordu, az aşağıda harabe bir yapı vardı, oradan bakmak için etrafı iyice araştırdı ve harekete geçti. Harabe yapıya girdi, bir ahıra benziyordu burası. İlerledi ve gizlenip baktı, aşağıdaki manzara gözlerinin önündeydi. Manzarayı tarayıp araştırmaya başladı. Yoldaşlarından birini gördü. Çok ama çok aşağıdaydı ve çok ufak görünüyordu, nokta gibi ufaktı. Sürülmüş tarlada koşuyordu, siyah kurt tarlanın kokusunu duyuyordu. Yoldaşı yukarı, ona doğru koşuyordu. Yani ormana. Giderek şekli şemali büyüyordu. Arkasında iri, beyaz bir çoban köpeği vardı. Siyah kurt öteki tarafta bir hareketlilik gördü, diğer kurttu bu. O da bütün gücüyle koşuyordu ormana doğru. Onun da peşinde bir çoban köpeği vardı. Siyah kurt başka bir hareketlilik fark etti, bir köylü yüzü koyun yere yatmış kurtların menzile girmesini bekliyordu av tüfeğiyle. Tam da avcının tarafına doğru koşuyordu kurtlar. Köylü bütün dikkatliyle ateş etmeye hazır bekliyordu. Anlaşılan köylüler kurtları aşağı inerken fark etmiş ve onlara pusu kurmuştu, siyah kurt ötede bir köylü daha fark etti, o diz çökmüştü, hareket edince fark etti onu siyah kurt. Kamuflaj giymiş, giysisi toprak renginde, avcı seçilemiyor orada. Hayalet gibi duruyor orada. Siyah kurt her ikisinin de ölüm kalım savaşı verdiğini görüyordu, gözleri yaşardı, ilk kurda baktı, konaklama yerini terk eden. Geveze olandı. Ona “geveze” diyelim. İkinci kurt, ona da “şakacı” diyelim. Gevezenin ardındaki çoban köpeğinin tek hayali vardı, o da bir kurt öldürmek; şimdiye kadar mümkün olmamıştı, bu yüzden çok gayretli konuyordu, genç bir köpekti. Eğer geveze dişini sıkıp hızını düşürmeden koşarsa canını kurtarabilir; ikinci safhada ise köylünün menziline girecekti, onun mermisinden de kurtulursa, o zaman diğer köylü çıkıyordu karşısına, onun da mermisinden kurtulması lazımdı. Tabi başka gizlenen bir köylü ya da birkaç köylü daha varsa kurtların hayatta kalma şansı Allah’a kalmıştı. Yani kurtulmaları imkansız gibi bir şeydi. Çoban köpeği aradaki mesafeyi git git kapatıyordu. Çoban köpekleri kısa koşuda hızlıdır; ne var ki koşu ne kadar uzarsa o kadar çok yorulur ve koşuyu kesmek zorunda kalır, iri bir iri çoban köpeği düşmanını yüz ya da yüz metrede ya da 5 kilometrede yakalarsa yakalar. Çoban köpeğine “Kangal köpeği” diyelim, kangal gibi köpekler kurt öldürür. Kangal kurdu belli bir mesafede yakalarsa yere yıkma şansı elde eder. Zaten balyoz gibidir gövdesi, göğsü. Kuvvetli boynu ve çenesi. Kuvvetli ayakları yere güreşçi gibi sağlam basar. Kangala ağır siklet boksör diyelim. Dövüşçü. Roma çağında arenada gladyatör diyelim kangala. Kurt ise onun kat be kat altında. Onun kirli ayaklarını yıkar ancak. Kangalın karşısında bir kurtun şansı sıfırdır. Tek şansı vardır: Koşmak, ondan hızlı koşmak, ondan hızlı koşarsa kurtulur. Kurt da işte bu güce sahiptir. Hızlı koşmak! Dinlenmeden çok hızlı koşmak. Kangal onu kısa mesafede yakalarsa işini bitirir. Kangal çok iri olduğu için uzun mesafede tıkanır. Kurtlar ise uzun koşucudur, maratoncudur. Kurtlar da hızlı koşar. Siyah kurt gevezeye seslenmek istedi: “Bastır, koş, dayan, dayanabilirsen pes edecek, sakın bırakma.” Mızıldadı, dişlerini sıktı, gözleri sahneye çakılıydı, ne olacaktı yoldaşları, bir o tarafa bakıyor, bir bu tarafa bakıyordu. Susmak zorundaydı, bu ölüm kalım savaşı nasıl sonuçlanacaktı? Çoban, iki kurdun sürüye saldırırken fark etmiş, köpekler kurtları çok önceden fark etmişti. Köpekler kurtların sürüye iyice yaklaşmalarını beklemişlerdi sinip saklandıkları yerde. Köpekler başından beri oradaydılar, uzandıkları için kurtlar koyunları başı boş sanmışlardı, çoban da oturmuş çay içiyordu çadırında. Yani çobanı da fark etmemişlerdi. Çoban cep telefonuna sarılıp kurtların yerini bildirmiş, iki akrabası da taka motosiklete atlayıp hemen vadinin yukarısına gelmiş, köpekler işi bitiremezse diye pusu kurmuşlardı. Aslında bütün plan akrabalarından biri yapmıştı; çünkü 20 koyununu kurtlar parçalamıştı ve illaki bu kurtları gebertmek istiyordu, koyunlarını öldürenin bu kurtlar olduğunu düşünüyordu. İki amatör kurt koyun sürüsünü fark edince hemen birini gırtlaklayıp yemek istemişler, o sırada oturmuş çay kaynatıp içen köylüyü ve sürünün iki farklı yerinde devriyeye dinlenme molası veren çoban köpeklerini fark etmemişlerdi. Fark etiklerinde ise çok geçti. Ve siyah kurt onlara koyunlardan, sürü sahiplerinden ve çoban köpeklerinden söz etmişti. Ama öyle uzun boylu söz etmemişti, etmeyi planlıyordu, onlara sürüyü uzaktan gösterip anlatacaktı. Ne var ki sürüyü bulan onlardı. İşe yarar mıydı, belki yarardı; ama birçok anlattığının onların bir kulağından girip ötekinden çıktığını fark edip üzülmüş, ne olursa olsun pes etmemeliyim, pes edersem onlara bir şey öğretemem diye düşünmüştü. Koyunları ve çobanı onlara gösterip canlı canlı anlatacaktı; o zaman kayda değer olurdu, unutmazlardı bunu, bilgi kalıcı olurdu kafalarında. İşte o zaman siyah kurda inanmaya başlarlardı. Gözleri görmeyince ona inanacakları yoktu. Çoban köpeği gevezeye yetişti ve kurda saldırdı, kurt kendini savunmaya çalışıyordu; ama çoban köpeği pehlivan gibiydi, ona karşı koymak boşunaydı. Siyah kurt daha bakamadı, geveze parçalana parçalana ölecekti, her yerinde diş izleri hissede hissede, çoban köpeği onu gırtlaktan kapacaktı, sıkıp sıkıp duracaktı, ta ki hiç hareket etmeyene kadar. Siyah kurt başını çevirdi, şakacı kurt, o başarabilecek miydi? Şakacı kurt arkasındaki çoban köpeğiyle arasını açmayı başarmıştı, bu sırada köylünün ilki ateş etti, ıskalamıştı, şakacı fırtına gibi hızlıydı. Siyah kurt sevindi: “Kendini kurtaracak! Erken sevinme. Ama umarım kurtarır.” Şakacı devam ediyordu koşuya. Onu bekleyen ikinci köylüyü fark etmişti, köylü heyecana kapılıp ayağa kalkmıştı. Tüfeğinin şakacıya çevirmişti. Şakacı yön değiştir. Köylü iki kez ıskaladı. Şakacı nerdeyse ormana dalacaktı, 50 metresi kalmıştı, avcı son kez ateşledi tüfeğini. İşte o an şakacı sendeledi. Son anda vurulmuştu. Yere yığılıp kaldı. Siyah kurt bu işe çok üzüldü. “Vurdum onu vurdum onu Mustafa!” diye bağırdı. Siyah kurt oradan uzaklaşacaktı. Şakacı yerinden doğruldu, ölmemişti, topallıyordu, zorlukla yürüyordu ve ormana daldı. Siyah kurt ormana daldı ve ilerledi, koştu bütün gücüyle aniden durdu, ağaçların açıldığı alanda geveze kurdu gördü, çoban köpeğinden kurtulmayı başarmıştı. Ağlıyordu, titriyordu, kan revan içindeydi: “Birçok yerimden ısırdı, o sırada nefeslendim ve bastım aniden, kesildi, takip edemedi, aslında bilerek arayı kapatmasına izin verdim, tamamen taktik yaptım, anlattıkların aklıma geldi, plan yaptım ve başardım. Köylülerden de kurtulmuştu demek. “Çabuk kaybolman gerek buradan, köpekler geliyor.” Kaç kaçabildiğin kadar. Ayrılsak iyi olur. Böyle şansımız fazla olur.” “Kardeşim nerde?” “Burada bir yerde olmalı. Köylüler av köpeklerini alıp gelir ve seni bulur, dağlara kaç.” “Böyle nasıl ilerlerim?” “Mecbursun.” Siyah kurt ilerledi ve şakacıyı buldu. Ayağından vurulmuştu. Arka ayaklarından biri iptaldi. Kıvranıyordu acıyla ve kan kaybediyordu. Canı çok yanıyordu. Gözleri yaşlıydı, titriyordu ve ağlıyordu. Siyah kurt ona yaklaştı ve yarayı yaladı. Gerçek hayatın, hayat mücadelesinin acı çığlığını görüyordu onun gözlerinde, dehşeti. Bir ağacın dibinde soluk soluğa duran kan revan içindeki yoldaşına sokuldu. Şakacı kurt titriyordu, ağlıyordu: Ölecek miyim?” “Sanmam. Kurtulma şansın var. Dereye git. Çamura sok ayağını. İyi gelir. Yara iltihap kapıp çürümeye başlayacak, sürekli yala orayı, kemiklerin de çürüyecek. O kısım kopup düşer. Dayanırsan hayatta kalırsın. Tek bacağın olmaz. Sürümde böyle vurulan bir kurt vardı; hayatta kalmıştı. Şimdi gidiyorum. Seni bırakmak zorundayım, yolun açık olsun.” “Geveze ne oldu?” “Başardı. Hiç sanmıyordum; ama başardı. Sakın onun yanına gitme. Kolay harcanırsınız. Kendi yoluna git.” “Ama o benim kardeşim.” “Kardeşlik bitti. Ders almadın mı?” “Haklısın.” “Ayrıca ölebilirsin bu yara yüzünden.” “Yapma.” “Umarım hayatta kalırsın. Köylüler av köpeklerini alıp seni bulmadan çok uzaklara, dağlara git.” Siyah kurt bastı. Deli bir mermi gibi ormanın derinliklerine daldı, sevinçle. Çünkü yoldaşları hayatta kalmıştı, tam da onlardan umut kesmişken başarmışlardı. Gözlerinden mutluluk yaşları düşmüştü, Bir kurudun kaçışını izlemek zevklidir. Yarış pistinde son sürat giden aracı. Yarış pistinde son sürat koşan atı seyretmek zevklidir. Ama onlar canını kurtarmak için koşmaz. Vahşi kurt canını kurtarmak için koşuyordu ormanda. Sıçrıyordu engellerden, son sürat koşarken yaklaştığı engeli aşmak için çözüm arıyor, ta son ana kadar bazen çözüm bulamıyordu, tek salise yavaşlayamazdı, yoldaşları gibi olamazdı, bir saçma istemiyordu gövdesinde, bir çoban köpeği dişi. Çok sonra nefes nefese durdu, arkasını dinledi, köpek sesi var mı yok m diye dinledi. Dostları aklına geldi. “Umarım kendilerini kurtarırlar” diye düşündü. Yürüdü ve dinlendi ve böylece koşacak gücü buldu. Saatlerce bunu yaptı. Ta ki hava kararana dek. Dağın eteğinde ilerliyor, karşıdaki dağa ilerlemeye çalışıyordu, vadiye inecekti önce, su içecekti, ağzı kurumuştu. Gece yaklaşıyordu ve gökyüzünde binlerce yıldız vardı, dereye indi, gökyüzünde parlıyordu. Kana kana su içmek için muhteşemdi manzara ve gece. Böcekler ötüyordu, kurbağalar vıraklıyordu. Su içti ve kurbağalardan birini yakalayıp mideye indirdi. Çok uğraştı; ama başka kurbağa yakalayamadı, dereden çıkarken bir yılan fark etti, parlıyordu gövdesi, fırladı ve saldırdı, iri yılan neye uğradığını şaşırdı, siyah kurt defalarca yılan yakalamıştı ve mecbur olmasa bunu yapmazdı ve daha önce sokulmuştu ve günlerce sarhoş gibi gezmek zorunda kalmış ve ateşi çıkmıştı. Uygun bir oyuk buldu taşların arasında ve içeri girdi. Yoldaşlarını düşündü. İnsanlara ve yerleşim bölgelerine asla yaklaşmama kararı vardı ve yoldaşlarının başına gelenler bu inancının güçlendirmişti. Koyunlar mı; asla, açlıktan ölse bile onlara yaklaşmazdı ömrü boyunca. O gece mahzundu, tedirgindi, takip edildiğini düşünüyor, uykuya dalamıyordu, daha çok uzağa gitmeliydi; ama yorgunluktan ölüyordu. Göz kapakları düşüyordu, engel olmaya çalışıyordu ama olmuyordu, onlar kapandıkça o direniyor, onları açıyor, az sonra yine düşüyordu göz kapakları, uykuya daldığında kabus görüyor, kabusta insanlar tarafından kuşatılıyor, üstüne köpekler salınıyor ve kabustan uyanıyor, bunun kabus olduğunu anlayıp seviniyor; ama uzaktan birileri ona yaklaşıyor mu diye kulak kesiliyor, bir türlü yakalanma paranoyasından kurtulamıyordu. Uyku uyanıklık arasında iki yoldaşını düşünüyor, sonra sürüsüyle geçirdiği zamanları düşünüyor, hatırlar gözünün önünde capcanlı oynuyordu film gibi. Ve ağlamaya başlıyordu, ana kucağı sıcağında mutluluk yaşarken her şeyini, bütün tanıdıklarını ve akrabalarını yitirmişti ve koca ormanda tek başına mücadele vere vere hayatta kalmayı başarmıştı. Siyah lider kurt sürüsüyle fırtınasında ilerliyordu güç bela. Arada durup arkadakiyle arayı açmamaya özen gösteriyordu, ara ara sürüden sesler yükseliyordu, onların seslerini işitmek onu sevindiriyordu, olumlu ya da olumsuz ses çıkarmaları ona sorumluluklarını hatırlatıyordu. O ağır baskıyla canlanıyordu ayakları, bir alev hissediyordu sırtında. Göğsünde bir ateş topu hissediyordu, ilerlemek için kurtlara özgü vahşi, parlak ve pis güçten başka bir güçle ilerliyordu sanki. Kar fırtınasıyla birlikte bu zifir karanlık ne kadar uyumlu, güçlü ve kusursuzdu. Bu hava ona en derinde yatan vahşi güçlerini, ilk atalarından kalma cesareti, ne olursa olsun kendine güveni ve ölümüne kapışmayı ve istediğini muhakkak almayı hissettiriyordu, bu hava onun derinlerinde yatan en çılgın dürtüyü kışkırtıyordu. Kara bata çıka ilerliyorlardı, siyah lider kurt sendeledi. Bu sırada bir inilti duyuldu, az sonra inilti daha güçlü geldi. Kurt sürüsünden iki kurt heyecanla mızıldadılar ve iniltinin geldiği tarafa fırladı. Lider kurt fırlayıp gidenleri iyi biliyordu. Heyecanları ve cesaretleri hiç azalmayan bu genç kurtlar sürünün en parlak yeni yetmeleriydi. Zamanı gelince sürüden kovulacaklardı, o zamana dek öğrenmeleri gereken yüzlerce şey ve almaları gereken binlerce ders vardı. Ancak o zaman sürüden kovulmayı hak ederlerdi, cahil hiçbir kurt belli bir süre eğitimden geçmeden def edilmezdi sürüden. O iniltinin domuzlara ait olduğu çok açıktı. Sürü olduğu yerde beklerken siyah lider kurt genç kurtların peşinden fırladı. Onların başına kötü bir şey gelmesini ya da onları kaybetmeyi hiç istemezdi. Onları çok severdi ve onlara öğreteceği daha çok şey vardı. Onları bulamadı, ses çıkardı, dolandı, yine ses çıkardı, yanıt alamıyordu nedense. Daha ilerde olduklarına karar verdi ve bastı, çok gitmedi, az sonra bir yükseltiden aşağı yuvarlandı. Genç kurtların sesini işitti. Genç kurtlar mağaranın önündeydi ve domuzlar içerde saklanıyordu. Giriş çok dardı, oraya girmeleri imkansızdı, ve domuzların sesi kesildi. Etrafta bir yavru domuzun çığlığı duyuldu. Onun peşine düşülmezdi, kim bilir nerdeydi, ufak bir domuz sürüyü doyurmazdı. Yanlışlıkla ya da oyun oynarken mağaradan dışarı çıkıp kaybolmuştu büyük ihtimal. Siyah lider kurt direktif verdi ve oradan uzaklaştılar. Sürü yola koyuldu. Aslında genç kurtların tek amacı sürü için bir şey yapmaktı, kendi açlıklarını düşünerek koşmamışlardı. Bir domuz yakalayıp övgü almak, gözlere girebilmekti amaçları, lider kurt bunu duyunca onlardan umduğundan da fazlası olduğunu düşündü ve acayip çok sevindi. “Ben onların yerinde olsam yapmazdım ama. Korkardım. Bu kar fırtınasında tam bir çılgınlıktı yaptıkları. Hiçbir zaman onlar kadar çılgın olmadım, olamadım.” Onların açlık baskısıyla fırlayıp gittiklerini sanmıştı. Kaybolsalardı çok kötü olurdu, çok üzüldü, onları uyarmıştı. Genç kurtlar çok sıkılmıştı aynı giden atmosferden, diğerleri de, artık ne olursa olsundu bir şeyler, kötü bir şeyler olacaksa olsundu, iyi bir şey mi olacaktı, olsundu bir an önce; ama hiçbir şey aynı gitmesindi. Bir hareket, başka bir şey olsundu. Hepsinin bir yeniliğe, bir olaya ihtiyacı vardı, açlıklarının sesini dinlemek, düşünmek, düşünmek, ilerlemek, güç bela ilerlemek. Ne büyük sıkıntı. Zaten göz gözü görmüyor; işte asıl sorun buydu. Genç kurtlar bir süre o heyecanla açlıklarını unutmuşlar, doğuştan içlerinde yatan yırtıcı duygularla acayip biçimde tatmin ve mutlu olmuşlardı. Açlıklarını bastırıp bastırmamak önemli değildi. Önemli olan kurtluk yapmalarıydı, önemli olan bu hüneri sergilemekti, bu hüner sergilenince ruhları canlı, kalpleri zehir gibi ve zihinleri pırıl pırıl kalıyordu. Yenilmez olduklarını hissediyorlardı. Bu esnada ruhsal bir varlığa dönüşüyorlardı, fiziksel gücün ötesindeki bir gücün kalbinde koşturuyorlardı, işte bunun adı mest olmaktı, bir büyü. Kurtluk yapınca şahane hissediyorlardı ve kurtluk yapmak onları dayanıklı ve olağanüstü dirençli yapıyordu. İşte o zaman kar fırtınasına ve açlığa meydan okuyabildiklerini görüyor, akıl almaz o manevi güçle yenemeyecekleri varlık olmadığı hissine kapılıyorlardı. Kar fırtınası ne kadar acımasız olursa olsun onu yarıp geçerlerdi. İşte onu ezmek de esaslı tatmin sağlayandı. Evet, toy kurtlar sürüyü bırakıp kar fırtınasında domuz peşine düşmüştü, bu hareketleri belli bir süre sürüde konuşulacak, böylece güzel bir yankı elde edeceklerdi. Evet, bir gerçek hikayeleri olmuştu, ilk kez. Lider bıraksa o domuzları oradan çıkarırlardı. Ufak domuzlar için güçlerini heba etmek akıl alır şey değildi. Bir deneyim, baştan bizzat geçen deneyim milyon öğütten iyiydi, “öyle” dedi lider, “ama ölebilirdiniz. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayabilirsiniz. Bunu unutmayın. Saf ve ani duygular canınızdan olmanızı sağlar. Bunu bir daha yapmamanızı önerimim. Akılı kurt geberircesine bekler, hiç acele etmez, iş garanti gibi gözüktüğünde kurt harekete geçer, harekete geçtiğinde ise avın % 99 kaçma şansı var, diye düşünerek titizlenir. Titizlenmesi avda başarılı olmasını sağlar. Genç kurtların olayı sürüde bir motivasyon sağlamıştı. Bir kısa süre de olsa cayır cayır hissettikleri açlıktan alabilmişlerdi kafalarını ve sabırları çok süratli biçimde aşınıyordu. Lider siyah kurt arada şöyle mızıldanıyordu: “Az kaldı yoldaşlar” diyordu, az kaldı, sıkın dişinizi, bir ziyafet çekeceğiz. O etin her zerresini hak edeceğiz. Hak etmeden yok. Kolay yok. Acı çeke çeke, gebere gebere elde edeceğiz zaferimizi, sırt sırta vererek.” “Bir canavarlık yapmak için yanıp tutuşuyorum.” “Beklesin o. Sen daha fazla sık dişini.” AÇ KURT 7 MEZRA EVİNDE Melek küçük el aynasını aldı ve kendine bakmaya başladı, kırmızı tokasını açtı ve saçları iki yana düştü. Başını sağa sola çevirip nasıl göründüğünü inceliyordu. Gözlerini kıstı, şuh baktı, öfkeli baktı, kesmedi ve kendine dil çıkardı. Annesi bu sırada onu izliyordu: “Gece gece ne kadar güzelim ya da güzel miyim diye kendine mi bakmak istedin?” Melek güldü: “Aynen öyle. Ne bileyim.” “Şapşik seni.” “Bunu ilk kez söyledin?” “Ne bileyim.” Annem bana arada öyle derdi, şapşik. Şapşal gibi bir şey demek herhalde. Tarağını getir de saçlarını tarayayım.” İçerdi, odasına gidip tarağını getirdi ve annesine sırtını döndü. Ali uyanmış onları dinliyordu. Kalktı, onların yanına gitti: Abla ben tarayayım mı?” “Sen anlamazsın.” “Saçların da bir şeye benzese. Kirpi gibisin.” “Ali doğru konuş; yoksa gıdıklamaktan öldürürüm seni.” “Şaka yaptım. Ya azcık tarasam olmaz mı?” Annesi verdi tarağı: “Az tarasın.” Tarağı verdi annesine. “Mutlu oldun mu?” dedi Melek. “Oldum; kuaför parasını sonra alırım.” “Tabi canım.” Güldüler. Tarama işi bitti Melek annesinin yanına uzandı. Ali tarağı alıp saçını taramaya başladı, aynada kendine bakarak. “Ali, tarağımı bırak!” “Ne var be, elmas mı; azıcık kullanıyorum, bit geçmez!” “Senin tarağın var, eşyalarımın kullanılmasından hoşlanmadığımı bilirsin.” Anne dedi ki: “Melek saçlarını keseyim mi; rahat edersin?” “Küçükken ilkokula giderken tavuk yolar gibi kesmiştin. Unuttun mu?” “E kafan bitlenmişti.” Güldüler. Ali tarağımı bırak dedim. Melek kalkıp onun elinden tarağı aldı. Ona vurur gibi yaptı. Ali ona dil çıkardı. Melek şamar atar gibi yaptı. Melek annesinin yanına uzandı: “Anne bir şeyler anlatsana “Ne?” “Ne olursa?” “Ne bileyim, aklıma bir şey gelmiyor.” Ali mumu yakıp çeri gitti, odada bir şeyler karıştırıyordu, Melek sesi duyup içeri gitti. Ali karıştırıcıdır zaten, sıkılır, oyun arar; mutlaka bir şeyler bulur içerde ya da dışarıda. Bir türlü kıçının üstüne oturup sakin durmaz ki. Bağrış çağırışlar yükseldi. Ali zırlıyordu. Sonra uzlaştılar. Ali Meleğin eski eşyalarını sakladığı sandığı karıştırmış, içinde eski defterlerini bulmuştu. Melek onları hatıra kalsın diye saklamıştı. Ali yüzü üstü uzanmıştı kilime, bir defter vardı önünde. Meleğin elinde çok eskiden tuttuğu bir defter vardı. Arada Ali’yi kontrol ediyordu. Ali’nin baktığı defterin her sayfasında bir çiçek ya da bitkiler vardı, altlarında da adları yazıyordu. “Ali nerden esti de gidip sandığı karıştırıp buldun o defterleri? Alemsin!” “Gece gece seni saçını taramaya başlatan delilik gibi bir şey olsa gerek.” Güldü Melek, Ali de güldü. “Ali, o deftere yazdığın zamanları hatırlamıyor musun?” “Yok, çok çirkin yazısını varmış bir kere.” Güldü. “Sen yazdın!” “Sanmıyorum.” “Kendi yazını tanıyamıyorsun tabi ucube gibi yazdın, aklın kim bilir nerelerdeydi.” “Nasıl hatırlayayım abla, o zamanlar kurbağa kadar ufaktım. Ta ilkokul birinci sınıf defteri bu. Nerden buldun onu?” “Sandığın altında. Bu defteri 9 yaşında oluşturmuştum. Eski hatıralar canlandı gözünde. “Dikkatli aç, çiçekler düşmesin.” Birine dokundu, çiçek ufalanmaya başladı. “Abla bunlar tozlaşıyor.” “Elleme.” Ali yeni bir sayfaya geçti. “Bu sayfada kurbağa resmi vardı.” Vay be. Çok güzel çizmişsin. Kelebek resmi. Eşek resmi. Kartal resmi.” “Bak en iyisi kartal.” “Onları ben mi çizdim. Unutmuşum. Evet evet, onları ben çizdim. Şimdi hatırladım. Kurbağanın remini çizebilmek için onu bir tahtanın üstüne bir çivi çakıp sabitlemiştim.” “Demek canavarlık yaptın.” “Ney?” “İşkence yani.” “Alakası yok. Resmini çizdikten sonra serbest bıraktım onu. Sineklerin ayalarına ip bağlayıp onları uçurduğun geçen sene. Aslı işkenceci sensin.” Güldü Ali. “İnsan sıkılınca oyun arıyor. Ne yapayım.” “Sinek işi bana da çok saçma geldi şimdi. Geçen sene çok çocukmuşum. Abla yaz gelsin senle çok eskiden yaptığımız gibi puf kabıyla bal arısı toplayalım. Ne kadar toplayabilirsek. Sonra onları kasaya koyup şekerli suyla besleyelim. Küçük bir delik açalım. Çiçeklerden nektar toplayıp getirsinler. Bal üretim işine girelim.” “Harika olur.” Anne güldü. “Öyle olmaz ki. Üretmek için kraliçe arı lazım. Kovan lazım. Kraliçe arı.” “O zaman bana söyle bir kovan kadar arı alsın.” “Baban uğraşmaz onla. Bu işten hiç anlamıyor.” “Köyde yapanlar var, işi biz öğreniriz.” “Ali, defteri bana versene.” Ali ona uzattı defteri. Melek duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü. İlk çiçeğe baktı. O gün cayır cayır bir sıcak vardı, tarladan ekinleri kaldırıyorlardı, sonra bunlar traktöre yükleniyor, harman makinesine atılıyordu bohça bohça. Samanlığın yanında. Ekini bir kısmı saman olup samanlığa akarken buğdaylar ise plastik kovalara akıyordu. Saman tozları uçuşuyordu orada, iş yapanlar ağızlarını kapamıştı. Yeşil eski makine büyük bir ses çıkararak çalışıyordu, melek manzarayı uzaktan seyrediyordu ağaçların altında, bu sırada evden annesiyle babasının kavga seslerini işitmişti, yemek hazır olmadığı için babası annesine kızmıştı, annesi de ona saydırıp ağlamaya başlamıştı, işçiler olduğu için yemeğin zamanında hazır olması konusunda çıkışıştı babası, çünkü işçiliğin ne demek olduğun biliyordu ve utanmıştı birkaç işçiden. Melek anasının ağlamasına üzülmüştü. Anasına sokulmuş, eteğine tutunmuş ne oldu anne demişti, çekil git başımdan be, bi de senle mi uğraşayım, işim başımdan aşkın git oyna deyip azarlamıştı annesi onu. Annesi kolundan tutup öteye itmişti onu, kolu acımıştı, kalbi çok kırılmıştı, ağlamaya başlamıştı, annesi; onu avutmak için akşam helva yapacağım, ağlamayı kesersen. Sonra gözlerinin içi parlamıştı bir anda, un helvasını çok severdi. Ağlamayı hemen kesip ağacın altına gitmişti. Burası serindi, burada salıncağı vardı, salıncağında sallanmaya başladı. Sallanmaktan sıkılmıştı, aniden gözlerine çimendeki çiçekler ilişti. Salıncaktan indi, çiçeğin birine yanaştı, mor çiçekti bunlar, orada burada biten mor çiçekler işte. Yüz üstü uzadı ve çiçeği incelemeye başladı. Merhaba dedi çiçeğe. İçine bir ışık düştü, bu içekleri annesiyle babasının arasındaki sorunu, kötülüğü yok etmek için kullanabilirdi, evet, evet ya, annesinin yüzünün gülmesini isterdi sonsuza dek, babasının da, bu sırada annesi pınardan su almaya gidiyordu, bidonlarla taşıyordu suyu, odunun iki kenarına bidonlar bağlıydı, odunu omuzladın mı dengeli biçimde ilerledin mi su taşımak kolay, çeşme suyu nerde, burada su taşınırdı, taşıması da büyük eziyetti. Melek annesine baktı, annesinin peşinden gidecekti, ama çiçekten gözlerini alamadı. Annesi döndü, eğilim aniden çiçeği kopardı ve kızının bir kulak arasına koydu, melek ağlamaya başladı. Çiçeğin koparıp koparmamaya karar verememişken. Annesi gülüp gitti. melek kulağının arasındaki çiçeği alıp baktı, kokladı, güzel kokulu çiçekler gibi kokmuyordu, ama kendine özgü bir kokusu vardı. Sonra evden uzaklaştı, bu çiçekleri toplayıp onlardan taç yapıp birini babasını başına, diğerini de annesinin başına koymayı hayal ediyordu; ama çiçekleri koparırsa hayatlarına son verecekti. O gün tek çiçek koparmamalıydı, annesini kopardığı çiçeği bir avucunda tutarak uyuyakaldı. Uyanca çiçeğin solduğunu fark etti. Bir rüya görmüştü: rüyasında çiçekler insanlara dönüşüyordu ve şeffaflıkla, insanların içlerinden geçebiliyorlardı; ama insanlar onları görmüyordu, geceleyin parlıyordu ışıklar, içlerinde damarlar vardı ve renk renk parlıyorlardı, aslında onlar toprağa bağımlı değildi, geceleri geziyorlardı, sonra annesi ot biçmeye gitmişti ve biçilen otlar arasından çiçekleri bulup toplamıştı, bir taç yapmıştı, alnına çabuk bozulmuştu, o da çiçek koleksiyonu yapamaya başlamıştı, her birini deftere kaydediyordu ve her birine uyduruk isimler takıyordu, narin, kelebek, akıllı, böyle isimler. Şimdi elindeki bu defter, o zamanlar, çocuk kafasıyla ne çok yoğunlaşıp sevmişti onları. Yaptıkları çok garip geliyordu gözüne. “Öreyim mi saçlarını dedi annesi, ilkokula giderken örmüştüm “Ör dedi. Annesi saçları örmeye başladı. “Saçların ne güzel. Yumuşacık. Benimkiler at yelesi gibi sert ve asi. Melek güldü. Şu at, ayağı sakatlanan ve vurulan atın hikayesi nedir anne, onu anlatır mısın. “Ben mi dedim “Hı, küçükken atımız vardı dediydin ya. “Hı. Hatırladım. Nerden başlasam. Atlar çok hislidir. Eskiden buralarda çok at vardı. Üretilip satılırlardı, bir adam vardı. Köyün dışında bir yerde, mezarlığa yakın bir yerde fakir bir adam yaşardı, köyde kimsenin beğenmediği bir gözü kör, bir ayağı topal kadını ona vermişlerdi. O buna çok sevinmişti. Kadın onun hayat sevinci olmuştu, kadının da hayat sevinci olmuştu, ama ne var ki tarlaları yoktu. Adam köylünün tarlalarında çalışırdı. Sonra ikiz kızları oldu, çocuklar ilkokula gidiyordu, yaz ayında ağaçta salıncak kurup sallanırken biri düştü ve sakat kaldı, doktora götürdüler ama yapacak bir şey yoktu. Sonra köyün yaşlı ve dindar kadınlarından biri geldi eve, kıza baktı, onun saçlarını okşadı, ona kırmızı şekerler verdi. Bir at alın, atla gezerse düzelir. Kızın anası sevindi. Düzelecek diye kızı. Ama doktorlar düzeltemedi atla nasıl düzelir dedi adam. Karısı bir at istiyordu her şeyden çok, sonunda adam bir at bulmaya karar verdi. Köyün civarında dolaşan sahipsiz atlardan birini yakalamak için birkaç köylüden yardım aldı. Bir at yakaladılar ve getirip evin önüne bağladılar. Yavaş yavaş atı alıştırdı, ona bir baraka yaptı, genelde at sinirliydi ve kendine kimseyi yaklaştırmıyordu, ama tekerlekli sandalyesiyle kız yaklaşınca ona karşı koymuyordu her nedense. Diğer kıza da ses etmiyordu, diğer kız onun sırtına biniyor ve geziyordu, sonunda baba sakat kızını da ata bindirmeye başladı. Kısa bir süre sonra küçük kızın bedeninde bir değişim oldu ve ayaklarını hareket ettirmeye başladı. Artık ayakta durabiliyor, adım atabiliyordu. Köye yurt dışından gelen bir köylü o atı ve kızı görmüş, bu şifa yönteminin hasta ve engelli çocukların tedavisinde kullanıldığı merkezden söz etmişti. Bir çocuğun, özelikle hasta bir çocuğun bir atla teması onda ve enerjisinde bambaşka ufuklar açıyordu. Otistik, engelli ve başka çocuklar. Bir uyuşturucu bağımsı genç bir atla tanışsa dünyası bambaşka olurdu; çünkü at üstünde ilerlemek bambaşka bir şeydi. Adam atı artık bağlamıyordu, at kafasına göre geziyordu, zaten bağlı kalmayı his istemiyor, bağlı olduğunda bağırıp duruyordu, arada sürüsüyle kalıyor, günlerce gelmiyordu, küçük kız tamamen düzelişti. At sürüde bir diğeriyle kavga edip kaçmıştı ve yaralıydı. Aç ve bitkin ve hasta halde bizim evin önüne geldi. Babam onunla ilgilendi. Sahibi vardır diye düşündü. Ama sahibi çıkmadı, atla geziyorduk her gün. Müthiş eğlenceliydi. Kış gelmişti ve bir gece atın ahırına kurtlar saldırdı, at korkup kaçtı, ertesi gün piyasaya çıktında ayağı kırılmıştı. Babam onu alıp ıssız bir yere gitti, tüfeği vardı elinde. Tabi at gitmeden kaderini anlamış gibi bize yaklaştı, başını öne eğdi, özelikle benle vedalaştı. İşimi bitirin, çok acı çekiyordum der gibiydi bakışları. Sonra onu rüyamda gördüm, cennetteydi, koşuyordu, hasta çocuklar vardı yanında, çocuklar onula gezmek için sıra bekliyordu, yalnız koşmuyor, uçuyordu da, dev kalanları vardı. Bana buraya geldiğinde görüşürüz dedi bana. İç sesini duydum. Cennete hasta çocukla vardı, kalpleri yaralı çocuklar, annelerinin özlemiyle kararmış çocuklar, at onları neşelendirip eğlendirmek ve aile, kardeş hasretlerini gidermek için görevlendirilmiş. Öyle anlattı bana. Yani hiçbir at boşuna yaşamaz, hiçbir insan da kızım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |