Ölümden sonra yeni birşeylerin olduğu konusunda umutluyum. -Platon |
|
||||||||||
|
19 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra önemli bir olay yaşamadan akşam altıda Diyarbakır otogarına ulaşabildim. Hava kararmıştı ve şakır şakır yağmur yağıyordu. Beni karşılayacağını söyleyen kişiler ortada yoktu. Aramam gereken telefon numarası sürekli meşgul çıkıyordu. Çaresiz omuz çantamı ve hurcumu yüklendim, üzerinde “Kontörlü Telefon” yazılı terminal binasına doğru yürüdüm. Benden önce Diyarbakır’a gelmiş olanların anlattıkları ve kulaktan dolma bildiklerim beni biraz tedirgin ediyordu. Hiç bilmediğim bir yerde bir başıma kalmıştım. Emniyet müdürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi olayını biliyordum. Bir arkadaşım burada taksi ile bir yerden bir yere gitmek istemiş, yeri söylemiş ama şoför bir şey anlamamış. Yoldan geçen birini durdurup ondan tercümanlık yapmasını istemiş. Arkadaşım istediği yere ancak öyle gidebilmiş. Bundan 10-15 yıl önce başka bir arkadaşım benim gibi gelmiş, otogarda yanına gençler yaklaşmış ve pasaport sormuşlar. Yok deyince gerisin geri otobüse bindirip İstanbul’a postalamışlar. Aklıma her şey geliyordu. Ban böyle düşünceler içindeyken yanıma 10 yaşlarında, saçı üç numaraya vurulmuş, yuvarlak kafalı çok sevimli bir boyacı çocuk yaklaştı. “Yardım edeyim abi” dedi. “Peki” dedim ben de. Hurcun bir kulpundan da o tuttu. Yağmur altında binaya girdik. Çocuğa para verdim. Önce almak istemedi ama ısrar edince aldı. Teşekkür ettim, gitti. Çok sevimli bir çocuktu. Fakat benim asıl sorunum hala çözülmemişti. Telefon hala meşgul çalıyordu. Saat altıyı geçmişti. Hava iyice kararmıştı. Ciddi ciddi korkuya kapıldım. Telefonumun şarjı biterse bir başıma kalacaktım. Birden telefonum çaldı. Adının Hevi olduğunu sonradan öğrendiğim sekreter hanım arıyordu. Rahatladım. Birkaç dakika sonra beni aldılar ve bir otele yerleştirdiler. Bana soruyorlar: “Nasıl buldunuz Diyarbakır’ı” diye. “Aynı İstanbul gibi” diyorum ben de. Şimdi görüyorum ki dolmuşçuların, taksicilerin Türkçe bilmedikleri doğru değilmiş. Diyarbakır’a gelmeden önce küçük bir yerde durmuştuk. Orada herkes Kürtçe konuşuyordu. Köylerde Kürtçe konuşuluyor olabilir. Şehirde akrep olduğu söylenmişti. Henüz bir tane bile göremedim. Bu da doğru değil yani. İstanbul koca bir kasaba. Diyarbakır aynı İstanbul. Dolmuşları var, merkez olarak ‘Ofis’i var, polisleri var, trafik sorunu var, Türkleri var, Kürtleri var, surları var. Ama bir tek deniz yok. Bu bakımdan daha çok Ankara’ya benzediği söylenebilir. Yıllar önce Kürt mafiasından biri arabamı gasp edip parçalamıştı. Beni de neredeyse öldürecekti. Ama bu olay nedeniyle hiçbir zaman tümden Kürtleri suçlamadım. Bu olay o adamın yaptığı kendi kötülüğü idi. Böyle düşünmekte haksız değilmişim. Aklım boyacı çocuğa takıldı. Şu çocuk İstanbul’da olsaydı gelecek için belki bir ümidi olurdu. Kim bilir, mafia olurdu belki. Şimdi Diyarbakır’da ne yapacak? Otogarda onun gibi daha bir sürü boyacı çocuk vardı. Daha sonra kentte gezinirken bir çok boyacı, selpakçı çocuk gördüm. Henüz akılları ermiyor ama gelecek için hiçbir umut görünmüyor. Kentin yüzde ellisi işsizmiş. Bu insanlar sayılmak, adam yerine konmak istiyorlar. Büyüyünce (tabi büyürlerse) ne olacak bu çocuklar? Dünyada var olduklarını, birey olduklarını, yaşadıklarını nasıl his edecekler? Bu madalyonun bir yüzü. Şimdi üzerinde benim de resmim olan diğer yüzüne bakalım. Ben Diyarbakır’da ne arıyorum? Çünkü yaşadığım yerde yaşamımı sürdürecek kadar bile para kazanamıyorum. Halbuki ben ona razıydım. Buraya gelmek zorunda kaldım, bunca eğitim görmüş, büro açmış, bir zaman küçük çapta başarılar kazanmış olmama rağmen. Dağ taş boyacı, selpakçı çocuklar ve işsiz mimarlarla doldu. Nüfus artıyor ve bu gidişin iyi bir sonunun olmadığı açıkça görünüyor. Türkiye’nin nüfusu 70 milyon. Almanya’nın 80, İtalya’nın da 70 milyon. Ama bu nüfusların yaşadığı yüzölçümlerine bir bakın. Türkiye bu nüfusu besleyemeyecek kadar küçük bir yer değil. Efendim dağlar varmış, oralarda yaşanmazmış. Almanya’da İtalya’da hiç mi dağ yok? Her yer ovalık mı? Merak ediyorum. Ne zaman akıllı ve bencil olmayan birileri çıkıp bizi adam gibi yönetecek? İnsanlar haydut olmadan önce önlem almak daha ekonomik olmaz mı? Gezinti İşim nedeniyle Diyarbakır’ı tanımam gerekiyor. Ben de suriçinde bir gezintiye çıktım. Selçuklulardan, Akkoyunlulardan, Bizanslılardan kalma birçok taş yapı orijinal halleriyle duruyorlar. Diyarbakır’da 15 Ermeni ailesi kalmış. Taş ustaları hala onlardan çıkıyormuş. Yolda yürürken kulağıma hem Türkçe hem Kürtçe sesler geliyor. Bir kız çocuğu babasını sıkıştırıyor: “Baba simit alır mısın? Yüz bin lira...” Yani çok pahalı değil. Simide baktım, minnacık bir şey, İstanbul simidinin yarısı kadar. Fiyatı da öyle. Yani bir fark yok. Her yer tıkış tıkış dolu. Çok sayıda işportacı kaldırımları işgal etmiş, belediye zabıtalarıyla sohbet ediyorlar. Mahmutpaşa burayı etkilemiş olabilir mi acaba? Yoksa tersi mi oldu nedir? Bir de satıcılar bağırıyorlar, “Gel gel, al şundan bundan” diye. Surlar M.S. 349 yılında yapılmış. İçleri boş, dolgu değil, yani birçok eylem için kullanılabilir durumda. 1930lu yıllarda bir subay kentin genişlemesini sağlamak için surları top ateşine tutmuş. Bir bölümünü yıkmış. Bunu gören Fransız bir gezgin engellemek istemiş, yapamayınca Atatürk’e haber vermiş. Atatürk de hemen bu yıkımı durdurmuş. Her şeye rağmen buraya turist olarak gelen avrupalılar var hala ve görülecek çok şey var. Sur bölgesinin tam ortasında Akkoyunlulardan kalma adı Ulu Cami olan bir cami var. Eski bir Bizans yapısının süslü sütunları ve sütun başlıkları burada kullanılmış. Sur içinde önemli olarak bir kervansaray, Hasan Paşa Hanı, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Gökalp’in müze haline getirilmiş evleri, kiliseler, ve daha birçok tarihi yapı var. Toprak altında da yapılar olduğu söyleniyor. Gez gez bitmez. Yürüyüşe Dağkapı’dan çıkmıştım. Mardinkapı’ya geldiğimde surların üzerinde bir yazı gördüm: “Buraya çöp dökenin namusu yoktur.” İşte size İstanbul’la bir benzerlik daha. Surlar bölgesinden çalıştığım işyerine de bir yürüyüş yaptım. Her yerde İbrahim Tatlıses’in yeni albümü çalıyordu. Adana’nın meşhur tatlısı satılıyordu. Yolda Belediye ve Şehir tiyatrolarının bez pankartlarını gördüm. Belediye tiyatrosunda gerçek bir olay üzerine yazılmış olan “Sacco ile Vanzetti”yi oynanıyordu. 25 yıldan daha önce Ennio Moricone bunun müziklerini yapmış, Joan Baez de söylemişti. Şehir tiyatrosunun oyunu ve pankartı da ilginçti: “Barış istiyorsan eğer, BARIŞ.” Diyarbakır’da Cumhuriyet Bayramı Geldikten bir süre sonra otelden eve taşındım. Sabah kalkıp pencereden bakınca gördüğüm sokak manzarası aynı Ankara veya İstanbul’un sokaklarına benziyordu. Bayram sıkı güvenlik tedbirleri altında kutlanıyor. Ne de olsa şehir içinde öldürülmüş bir emniyet müdürü var. Tören yerine girecek olanların üstü aranıyor. Önce halk oyunları oynandı. Sonra alkışlarla askeri bando mızıka yerini aldı ve tören birlikleri geçti. En çok alkışı gaziler aldılar. Daha sonra sıra liseli, orta öğrenimli gençlere geldi. İlköğretimli çocuklar tören yerinden geçip arka tarafa kıvrıldıktan sonra el çırpıp türküye başladılar: Mardinkapı şen ola Le le le Le le le Le le le le canım... Bazı okullar kendi okullarının isimlerini tekrarlayıp tempo tuttular. Sonuç olarak görüntü Türkiye’nin herhangi başka bir yerinden çok farklı değil. Her kentte olduğu gibi burada da meczuplar var. Bazen kafaları bozup ağızlarına geleni söylüyorlar. Biri bağırırken diğeri onunla dalga geçiyor. Böylelerini İstanbul’da da gördük. Bir veya birkaç kişi için bir kent veya bir ulus sorumlu tutulabilir mi? Eğer evet diyorsanız Avrupalıların Türkiye hakkındaki önyargılarını haklı görüyorsunuz demektir. Bütün bunlardan çıkardığım sonuç da şu: İyi insan her yerde iyidir. Haydut her yerde hayduttur. İyiliğin de kötülüğün de ne milliyeti ne de dini vardır. 3.Kasım.2001
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |