Gerçek sanat, gizlenmesini bilen sanattır. -Anatole France |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Haberler de bir acayipleşti. Eskiden, çok uzak olmayan bir geçmişte, haber bültenlerinde, toplumu ilgilendiren ve gerçekten haber değeri taşıyan ‘bilgilendirmelere’ yer verilirdi. Şimdi onlar da modern zamanlara uyum sağladılar… Geçen gece, ‘aptal kutusunda’ en az zararlı olduğuna inandığım, tek programı yani ‘haberleri’ izlemeye karar verdim. Ve yanıldığımı çok kısa sürede anladım. Haberciliği ile ciddi bir kanal olduğunu düşündüğüm televizyon istasyonunun bülteninde aynen şöyle deniyordu. ‘Sopranos’ ların geri dönmesi, Amerikan halkını sevince boğdu. 15 gün önce ‘Sex and City’ dizisinin sona ermesiyle ‘boşluğa’ düşen Amerika, bir mafya ailesinin öyküsünü anlatan Sopranos dizisinin tekrar başlamasıyla ‘rahat’ bir nefes aldı. Sopranos dizisinin başlamasını Amerikalılar, ailece televizyon başına geçerek kutladı.’ İnanın abartmıyorum. Haber aynen böyle. Hatta eksiği var, fazlası yok. Duyduklarımdan dolayı, bir an kulaklarım ile beynim ararsında bir iletişim kopukluğu yaşandı. Öylece, elimde çay bardağı donup kalmışım. Uğradığım şoktan dolayı, aptal kutusuna anlamsız bakışlarla bakarken duyduklarımı ‘mantık süzgecinden’ geçirmeye çalışıyordum. Bir daha kontrol ettim. Acaba doğru mu işittim diye. Haberin devamında olayı, ayrıntıları ile ballandıra ballandıra verince, maalesef yanılmadığımı anladım. Şu son üç cümle bile Amerikan halkının Irak Savaşı karşısındaki duyarsızlığını anlatmaya yetiyor. Şimdi ne ilgisi var? diyeceksiniz. Çok basit. Çünkü insanlar, ‘süngerleşme’ evresinin son dönemi olan ‘gerçekliği yitirime’ sürecini yaşıyorlar da ondan. Tamam, haklısınız başından başlayalım. Birincisi, bu tip diziler, insanların kendilerini ‘mutlu’ hissedebilecekleri bir ‘sanal’ dünya yaratıyor. Ama bunu yaratmak işe yaramaz. Bir şeklide ‘sürekliliği’ yaratarak insanların aynı şekilde ‘bağımlı’ olmasını sağlamalısınız. Çünkü bunun arkasında dünyayı yöneten 10 kartelden biri var. Film endüstrisi, reklam sanayi, reklam sanayinin yan kollarına açılan ‘aptal kutusunun’ başında tüketmeye yarayan ürünlerin pazarlandığı çeşitli ürün yelpazesi ve bu zincir sonsuz kadar uzayıp gidiyor. Zincirin ucunun nereye dayandığımı söylesem beni ‘deli’ olmakla suçlarsınız. Silah sanayi desem. Tamam nasıl olsa bir kere ‘deli’ damgası yedik. ‘Mahallenin Delisi’ olarak anlatmaya devam edebiliriz. Eveeet, gelelim sanal dünyanın mutlu ‘insancıklarına’… Artık her şeyi o kadar açık söylüyorlar ki satır aralarını okumak zorunda kalmıyorsunuz bile. Bu, ‘toplumu aptallaştırma projesinin’ mimarlarının kendilerine duydukları güveni göstermesi bakımından da ilginç değil mi? Haberlerde yer alan ikinci cümledeki keskin bir rahatsızlık duygusu yaratan ‘boşluk’ kelimesi hiç dikkatinizi çekti mi? Haberde yer alan cümleyi hemen hatırlayalım. Düştükleri ‘boşluktan’ rahatsız olan Amerikalılar… Sıra geldi cümleyi analiz etmeye ve satır aralarına sıkışıp kalmış anlamları gün ışığına çıkarmaya. İzlemeye alıştığı dizi film bitince, ortaya çıkan boşlukla neredeyse ‘panik halinde’ ‘bunalıma’ giren bir millet tanımı sizi hiç düşündürmüyor mu? Birincisi, ‘bağımlılığın derecesini’ gösteriyor. İkincisi, ise ‘gerçeklik’ duygusunun ne ölçüde yitirildiğini. Birincisi ile başlayalım. Bağımlılık kriterlerine göre, Amerikalılar tabiri caizse ‘Pavlov’un köpekleri’ gibi tepki verecek, ‘şartlandırılmış’ ‘deneklere’ dönüştürülüyor. Yalnız bu arada, tasarlanan projenin kusursuz biçimde işleyip işlemediğini sınamak gerekiyordu. Proje hemen sınanmalıydı. Öyle de yapıldı. Halkın tepkisine göre, projedeki aşamalar adım adım takip edilmeli doğru biçimde analiz edildikten sonra eğer aksayan yerler varsa, hemen tespit edilerek aksaklık giderilmeli ve proje devam etmeliydi. Bilinçli olarak verilen 15 günlük ara istenen cevabı da vermişti. Korkulacak bir şey yoktu. Amerikan halkı kendini, tam manasıyla ‘adını’ koyamadığı, ‘anlam’ veremediği ve üstüne üstlük ‘çözemediği’ ama kesin olarak kötü bir şey olduğunu ‘sezgisel’ olarak algıladığı bir ‘boşluk’ içinde bulmuştu. Tamam, proje başarıyla kusursuz bir biçimde yürüyordu çünkü denekler üzerinde tam bir ‘bağımlılık’ sağlanmıştı. Ama yine de, projeyi riske atmaya gelmezdi değil mi ya… Şimdi sıra laboratuar deneklerimizi ‘doyurmaya’ gelmişti ve istenen ‘yemek’ verilerek denekler hemen ödüllendirildi. Yani, önlerine sıcak sıcak fırından yeni çıkmış mis gibi bir ‘sopranolar’ kondu. Boşluğun içine düşmek, bir an silkelenme ve gerçek dünyanın ayrımına varma süreci olarak nitelendirebileceğimiz gündüz düşlerinden ‘uyanma’ ve ‘fark etme’ olgusunun yaşanması ‘riskini’ göze alamayanlar düğmeye hemen bastılar ve hooop Sopranolar hemen yayına girdi. Boşluk süreci iki şeyin test edilmesini sağladı. Bir, toplum içinde yaşadığı 'sanal' dünyanın farkında değildi ve ‘uyanış’ sürecine girmesi şu an için olası görünmüyordu. İki, projeyi tehlikeye atacak unsurlar henüz oluşmamıştı. Ayrıca, sistemi oluşturan ham maddenin tıkır tıkır işlemesi için motive edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle, ‘dizi film’ sektörünün işlemesi ve sürekliliğinin sağlanması için ayrıca bir ‘ödüllendirme’ sistemine ihtiyaç vardı. Bu resmi dilde, görsel seçiciliği vurguladığı gibi sistemin içsel işleyişini de dizi oyuncuları yönünden motive etmesi anlamında çok gerekliydi. Kaçınılmaz olarak, ödüllendirme biçimi, her yıl verilen prestij simgesi küçük heykelciklere dönüştü. Buna isterseniz Grammy de diyebilirsiniz. İnanın hiç sakıncası yok. Sopranoya minik bir Grammy'nin gitmesi, hem seyredilenler yani oyuncular, hem de seyredenler yani denekler açısından 'doğru bir paylaşımın' resmen 'tescillenmesiydi'. Gelelim işin en ‘tehlikeli’ yönüne, ‘gerçeklik’ sürecinden kesin olarak kopuşa. Irak Savaşını televizyon karşısında ailecek fındık fıstık yiyerek seyreden Amerikalılara neden kızıyorsunuz? Bazı ‘sığ görüşlü’ yazarlar, maalesef kaptıkları köşelerde bu ‘zavallı deneklere’ veryansın etmişler ve kolay yollardan ‘insani değerlerin taşeronluğunu’ yapmışlardı. Bu ‘deneklerin’ suçu değil ki. Onlar, sadece içinde bulundukları laboratuar koşullarında, ‘yemekler’ eşliğinde kendilerine verilen ‘komutları’ uyguluyorlar o kadar. Gördüklerini değil, görmeleri ‘istenenleri’ algıladıkları için burada ‘farkında olma’ ve ‘bilinçten’ bağımsız bir eylem söz konusu. Yani, bir şekilde istemedikleri bir olayın ‘öznesi’ oldukları gerçeğini ‘fark edemedikleri’ için ‘insani sorumluluk’ yüklenmeleri de beklenemez. Birileri düğmeye basıyor ve ‘seyret ve zevk al’ diyorsa, buna ‘şartlandırılan’ sanal aleminde mutlu insancıkların ‘seçim’ yapmalarını nasıl beklersiniz ki? Bir seçim yapabilmeleri için, ilk önce seçme özgürlüklerinin bulunduğunu ‘hatırlamaları’ gerekiyor. ‘Uyuşmuş’ ve ‘şartlandırılmış’ bir beyin nasıl ‘seçim’ yapabilir? Ha, evet bir seçenek var. Ama bu seçeneği uygulamak için içinde bulundukları ‘fasit daireyi’ kırarak dışarı çıkmaları ve net olarak ‘uyanmaları’ gerekiyor. Irak Savaşını, televizyon ekranlarından ellerinde kutu biraları ve cips eşliğinde seyredenler ‘futbol maçı’ formatında gönderilen görüntüleri, ‘mahsusçuktan’ yapıyorlar imgelemi ile algılar. Yani, atılan her bomba, imgesel ortamda, anlatılmaz güzellikteki ışık ve dans gösterisine karşılık gelir. Bu kodlarla ekrana yansıyanlar, denekler için bir havai fişek gösterisi tadındadır. Orada, o anda yaşanan gerçek dünyaya ait dehşet, panik, korku ve yaşama isteği gibi insani değerleri algılamaktan çok uzak olan ‘denekler’ için her şey, western fimlerinin olay örgüsü içinde cereyan eder. Oynayan filmin yönetmeni ‘stop, mola’ dediğinde, ‘ölü taklidi’ yapan Iraklı çocuklar ve siviller düştükleri yerden ayağa kalkacak, köşedeki Mc Donalds’a giderek hamburgerlerini yerken bir yandan da Coca Colalarını yudumlayacaklar ve 1. Lig Maçlarını konuşacaklardır. Aynı anda ‘savaş oyununu’ naklen veren televizyon kanalında da reklam kuşağı girmiş ve deneklere ‘çay ve ihtiyaç molası’ imkanı tanınmıştır. Reklam kuşağından sonra, kaldıkları yerden canlı ‘savaş oyunu’ yayınına devam edenler, deneklere ‘sinema kuşağı’ lezzetinde hoş bir akşam geçirtmiş olurlar. İşte, bu formda kodlanan imgelemler eşliğinde, orada yaşananlara dair en küçük bir fikri bile olmayan ‘deneklerden’ nasıl gerçek dünyaya özgü bir tepki vermesini beklersiniz ki? Şu anda yaşananlar kabaca böyle. Bu arada televizyon, eskiden bir araya gelinen iletişimin en temel unsurunun yaşandığı yemek masası sohbetlerinin yerini almıştır. Aile bireyleri artık yemek masasının değil, televizyonun karşısında bir araya geliyorlar. Bir farkla, yüzleri birbirlerine değil, akrana dönük olarak. Böylece, yüz yüze yapılan sohbetlerin doğal sonucu olarak ortaya çıkan, karşısındakini merak etme, endişelenme, özen gösterme gibi temel insani değerler, televizyonun yarattığı yapaylık içinde yüzeysel ve sıradan davranış kodlarına dönüşmüş durumda. Sevinçlerini ve mutluluklarını bir araya gelerek paylaşan aileler şimdi, Sopranosların seyredildiği ekranların önünde bir araya gelerek sevinçlerini ifade edebiliyorlar. Bu arada küçük bir parantez açalım. Türk toplumuna bakarsak, Türk insanının evinde cenaze varsa en az bir hafta televizyonun düğmesini açmaz. Neden mi? Yaşanan acıyı 'özümseyebilmek' için desek. O nedenle, güçlü gelenek ve görenek ağıyla çevrelenmiş ve bilinen yöntemlerin pek işe yaramadığı ‘Türkler’ garip bir cins olarak proje üretenleri zorluyor. Anahtar kelime, 'özümsemek' olabilir mi? Gelelim deneklerimize. Şu anda, Amerika’da çok iyi para kazanan meslek gruplarından biri de psikiyatristler. Neden acaba? Keskin bir ironiyle, sakın dizi filmlere bile konu olmaya başlayan ‘yabancılaşma’ süreci olmasın. Neredeyse, kişi başına bir psikiyatrisin düştüğü ülkede, içine düştüğü ‘yabancılaşma’ çıkmazından psikiyatristlere taşınarak kurtulacağını sananların sayısı çığ gibi artıyor. Neden, şiddet bu kadar yaygın? Ortaokul çocuklarının makineli tüfekle ortaokullarda katliam yapmalarına o kadar çok sık tanık olunmaya başlandı ki, bu gerçek yakında gündelik sıradan olaylardan biri haline gelecek. Bu ‘görsel’ ve ‘işitsel’ imgelemlerin bazı bünyelerde ‘alerji’ yapmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Bu arada, dünyayı yöneten ve aynı zamanda medyayı da kontrol eden 10 kartelden yada çok uluslu şirketden bahsetmiştik. Mahallenin Delisi olarak, televizyon ekranının arkasında var olan ve ucu bucağı görünmeyen zincirin halkalarının sonunda, gelip 'silah sanayine' dayandığını da eklemiştik. Ağızlarının suyu akarak ‘Irak Savaşı’nı western filmleri tadında sunanlar, reklam kuşağı ile soslandırdıkları yayınlarında, silah sektörünün tellalları misali, topluma ‘savaş oyunu gazı’ pompalamıyorlar mı? Bu olay örgüsünün dışına çıkabilenler de var. Canları yananlar. Oğullarını, kocalarını savaşta kaybedince, çektikleri acı ile birlikte ‘soru sormaya’ başlayanlar. Acı refleksinin ani şokuyla, 'uyuşmuş' beyinler tekrar çalışmaya başlayınca, kişi 'farkındalığını' yaşamaya başlar. Ve en basit soruyu sorar ‘neden’? Sorgulama süreci ile olayın dışına çıkanlar, gerçeğin acıtan yüzüyle karşılaşırlar. Ama bu sadece, canı yananlar için geçerlidir. Bir de olayı taaa en başında fark eden ve sayıları tam olarak bilinmeyen çok küçük bir azınlık var. Onları işi sağlama bağlıyor ve televizyonu evlerine sokmuyorlar. Televizyonsuz bir dünyada, Tam olarak en son ne zaman ‘gerçek’ bir kitap okuduk? En son hangi klasik müzik konserine, tiyatroya, operaya, baleye, sergiye, seminerlere gittik? En son ne zaman bütün aile bireyleri aynı mutfak masasının çevresinde toplanarak gerçek bir sohbet yaptık? ‘Beyinsel beslenmemizi’ sağlayan bu kaynaklara en son ne zaman ulaştık? Yani beynimize kan gitmesini sağlayan süreci ateşleyen ‘soru sormak’ ve ‘sorgulamak’ eylemlerini ne zaman gerçekleştirdik. Neden mi? Farkındalığımız, bu eylemlerin ‘son kullanılma tarihleri’ ile eş anlamlı da ondan. Bu arada dip notu, televizyona neden yaygın olarak ‘aptal kutusu’ dendiğini de böylelikle anlamış bulunuyoruz. Neden, hala mı ışık yanmadı mı? ‘Aptallaştırdığı’ için desek?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |