..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Güven ve Güvensizlik > Hülya Atakan




30 Mayıs 2005
Madalya Töreni, Deprem ve Kaldırım Taşları  
Meslekte Yirmi Yıl

Hülya Atakan


..Orada çocuklarımız okuyor, hayata toz pembe bakan masum küçüklerimiz, onlar geleceğimiz, kötülükten uzak kalpleriyle ne verirsek bize geri yansıyan aynadaki hallerimiz..


:CBDC:
Bu gece asi ruhumu zapt edemiyorum, köpük köpük kabarıp taşıyor… İsyan etmek istiyorum her şeye, yaşadığım coğrafyaya, insanlarına, hayattan beklentilerine, kaderciliklerine... Her zaman olmaz bu haller bana, fırsatını bulunca intikamını almalıyım yolun yarısını gözü kapalı sessiz sakin geçiren ömrümün. Sessiz kalıp sinmemeliyim karanlık ve kuytu köşelere. Gecenin karanlığı düşüncelerimi de etkiliyor. Ağustos gecesinin tatlı serin akşamlarından birini yaşıyor Ankara, tüm gün açık televizyon etrafa sıcak dalgalar yaysa da gecenin serinliğini hafifletemiyor, bedenim üşüyor, ruhum kavrulsa da. Narin kolonlara oturan ağır kirişler, Kandilli Rasathanesi'ne göre Richter ölçeğinde 7.4’lük bir yanal kuvvetle domino taşları gibi devrildiler birbirlerinin üzerine, şimdi şu sıralarda onların arasında on binlerce yaşam can çekişiyor. Haykırışları uğultular halinde geliyor kulaklarıma. Hiç hesapta olmayan ölüme giden o hiç tanımadığım insanlar için göz yaşlarım dün geceden beri dinmiyor. Herkese her şeye kızmak istiyorum bu gece, kalpler kırmak istiyorum delice..

Sonunda betonarme çöktü, nefret ettiğim, şehirleri yaşanmaz hale getiren mantar gibi biten, yükseldikçe yükselen, çirkinleştikçe çirkinleşen o betonarme binaların artık ömürleri bitti, bitmeliydi –mesnetsizdi öfkem, aslında insanlar ve onların dur durak bilmeyen açgözlülükleriydi betonu ölüm tuzakları haline getiren, kontrolsüz rant politikalarıydı yapıları birer canavara dönüştüren-… Betonarmeyle birlikte bir meslek de tüm alt ve üst mekanizmalarıyla birlikte çökmüştü…

Üniversitelere kızıyordum…Dört yıl boyunca çözülmesi zor diferansiyel denklemler, entegral ve türevler yanında öğretseydiniz ya en basit şeyleri, kolon ve kirişlerin bağlantı noktalarında daha sık etriye konulmasının önemini, donatıların kenetlenme boyları yeterli olmayınca neler olabileceğini, yapıyı inşa etmeden önce zeminin araştırılması gerekliliğini, alüvyon zeminlerdeki sıvılaşmanın ne menem bir şey olduğunu, deniz kumu yıkanmadan beton üretilirse, içindeki tuzun beton dayanımını azaltacağını, dükkan, market, galeri, depo gibi alanlara dönüştürülmüş bina girişlerindeki yumuşak katların yaratabileceği tehlikeyi, kısa kolon tariflerini ve mezuniyet balolarında davul zurna eşliğinde göbek atma yerine projeci, müteahhit ve kontrollük yapacak geleceğin mühendislerine şeref yemini ettirseydiniz ya, şaşalı törenlerle diplomaları vermeden önce ellerine, projelere uymamanın, malzemeden çalmanın, kötü işçiliğin, adam sendeciliğin sonuçlarının kaç cana mal olacağını anlatsaydınız ya... Haklısınız siz de haklısınız, satılık karnelerle inşaata soyunan, gözünü kısa sürede zengin olup meslektaşı ismi lazım değil gibi son model arabayla hava atmak dışında hayattan beklentisi olmayan iş bitirici müteahhit olmak için üniversite bitirmek, mühendis olmak gerekmiyor bu ellerde. Ama ilginç olan bir şey var ki o da yüz karası, deprem sonrası ilk hasarı alan devlet kurumları adına yaptırılan binalar oluyor, kamu binaları, misafirhaneler, tesisler… Hak ediyorlar, hak ediyoruz… Peki ya hastaneler, yurtlar…, ya okullar… Orada hiçbir şeyden habersiz çocuklarımız okuyor, masum çocuklarımız, hayata toz pembe bakan küçüklerimiz, onlar bizim geleceğimiz, kötülükten uzak kalpleriyle ne verirsek bize geri yansıyan aynadaki hallerimiz. Bize güveniyorlar… Onlara asla kötülük etmeyeceğimizi, bile bile çürük yapılan dersliklerine onları kurban etmeyeceğimizi biliyorlar, bize inanıyorlar…

Şimdi kıyıya yakın yapılar denizin karanlık derinliklerine kaymış durumda, içinde balıklar geziniyor. İnsanlar ne olup bittiğini anlayamadan uykularında ölümün sessiz kucağına itildiler. Sık sık yedi şiddetinin üzerinde depremlere maruz kalan Japonya’da yalnızca süper marketlerdeki birkaç paket yere savrulurken bizim ülkemizde tüm binalar göçüyor. Bir TV kanalı helikopterle şehrin üzerinde dolanıp duruyor ve şehrin kuşbakışı görüntüleri yürek yakıyor. Tüm binalar içindekilerle birlikte darmadağın olmuş, içinde donatının izine rastlanmayan betonlar un ufak olmuş, tül perdeler uçuşuyor, koltukların yarısı yıkılan duvarlardan dışarı sarkmış, kameranın ışıkları gelip gidip enkaz aralarındaki oyuncak ayının ve ortalığa dağılmış bir albüm sayfasının üzerinde geziniyor, ibret verici manzaralar...

Caddenin her iki yakasını süsleyen at kestanelerinin olgunlaşıp yarılan açık yeşil kabuklarının ışıltılarına takılı kalsın istiyorum gözlerim, hiçbir şey görmesin, yalnızca açık yeşilin ölgün sokak ışığındaki minik parıltıları, ama hayır, mümkün değil. Açık balkon kapıları ve pencerelerden hep aynı sesler geliyor “Orda Kimse Var mı?”

Harakiri beyler, bayanlar haydi harakiriye… Yaptığımız evler kibrit kutuları gibi devrilip, sandviç gibi üst üste yığılıyor, üzerine oturduğu zemin tarafından yalanıp yutuluyorsa ve buna karşılık dedelerimizin yaptığı kagir-taş evler, betonarme-karkas binalara inat halimize acı acı bakarak bu deprem kuşağında sapasağlam ayakta duruyorsa haydi buyurun harakiriye.. Japonlar gibi önlemler alamıyorsak, sağlam binalar yapamıyorsak, bari onların ananelerindeki onurlu ölümü seçelim de ders olsun gelecek kuşaklara…(18 Ağustos 1999, Ankara)

Bu satırları ve buraya almadığım daha bir çok sakıncalı düşüncelerimi 17 Ağustos 1999 Salı günü saat 3:02’deki 120 km’lik kuzey Anadolu Fay kırığı üzerindeki 7 ili (Adapazarı, Kocaeli, Yalova, İstanbul, Bursa, Zonguldak, Eskişehir) kapsayan depremin ertesi günü yazmıştım. Deprem 04.09.1999 tarihi itibarıyla resmi olarak 15 028 ölüm ve 23 984 yaralanmaya neden olmuştu. Sığdıramadığım isyan taşıyordu içimde ve öfkeye dönüşüyordu biçare duygularım. Yerel yönetimler, o an ki iktidar, ondan öncekiler, kamu kurumları, üniversiteler, bir kısım insanlarımızın hiç bitmeyen açgözlülüğü ve yine bir kısım insanlarımızın Allah’tan gelen bu afete kader diye boyun eğmeleri, birilerinin cebine hak etmediği para fazladan girsin diye her kademede, her yerde göz yumulan politikalar, her şeye ama herkese kızıyordum. Ve galiba boğazını sıkacağım en sakıncasız yerdi üniversiteler!..

Neden üniversitedeki hocalarımızdan değil de “Deprem Dede”den duyuyorduk mesleğimizin en can alıcı sloganını, “İnsanları Depremler Değil Binalar Öldürür”. Neden betonarme derslerinde bir yığın formül denizinde çok bilinmeyenli matrislerce kısırlaştırılmış beyinlerimize her şeyden önce insan sevgisi aşılanmıyordu ki.. Neden hocalar, yükleri, yükler karşısında kolonun ve kirişin nasıl davranacaklarını gösterip sırtlarını dönüp gidiyorlardı oysa o döşemelerin, o katların üzerinde ne canlar vardı gösterilecek, ne Ayşe Teyzeler ne Ahmet Amcalar, kızları, gelinleri, oğulları, damatları ve torunlarıyla birlikte.

Kısa bir süre sonra bölgede bulunan tesislerimizi kontrole gitmiştik ve orda yaşayan meslektaşlarımızın anlattıkları beynime hiç çıkmayacak bir şekilde kazındı. Depremde yaşamını yitirenlerin salgın hastalık korkusuyla kepçelerle alınıp toplu mezarlara gömüldüğünü, enkaz altından çıkarılamayan cesetlerinse kamyon kasalarıyla toplanarak enkazla birlikte -eliyle işaret ettiği, o zaman henüz inşaat halindeki- tesisin ilerisine atıldığını söylediğinde geldiğimden beri adlandıramadığım o kokunun ne olduğunu böylece öğrenmiş oldum. Artık kelimelerle tarif edilemeyen o dehşet anına bir de hafızama kazınan koku eklenmişti. Sil silebilirsen…Silmek istediğimden emin de değilim zaten. Çünkü düzen halen aynı düzen. Değişen pek bir şey yok. Yanlış veya eksik projeler, kalitesiz, standartsız, ucuz, kaçak malzemeler, bankadaki dövizlerini katlamaktan başka bir şey düşünmeyen, her ihalede ellerini ovuşturan müteahhitler, aldığı maaşı az bulan, daha fazlasını hak ettiğine inanan böylece rüşvetle köşe dönücülüğe soyunan aklı kıtlar halen bu ülkeyi sömürmeye devam ediyor.

Meslekte 20 yılımı doldurmak üzereyim ve mezun olduğum üniversite madalya vermek üzere beni davet ediyor…

Dünya genelinde bin üç yüz bilim adamı ve öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre liste başını Amerikan üniversitelerinin çektiği fakat İsrail, Çin, Güney Kore, Meksika, Brezilya, Hindistan, Yeni Zelanda, Şili gibi ülkelerin yer alabildiği dünyanın en iyi 500 üniversitesi ve Avrupa’nın en iyi 100 üniversite sıralamasına ne yazık ki ne benim üniversitem ne de Türkiye’de ki diğer üniversiteler giremiyor ama ne şanslıyız ki dünyanın en zenginleri listesinde 5 Türk vatandaşımız yer alabiliyor!..

Madalya töreni cüppelerin dağıtımıyla başlayacak, keplerimizi giyeceğiz, sonra tıpkı dünyanın en iyi üniversiteleri arasında birinci gelen Harvardlılar gibi keplerimizi fırlatacağız, sonra belki bir arabesk havasıyla karşılıklı göbek atıp canlı müzikle dans edeceğiz, güzel vakit geçirmek için çeşitli gösteriler düzenlenecek, bu arada mutlaka bir kürsü olacak törende ve bildik nutuklar atılmak üzere birileri çağrılacak kürsüye –kürsüler ve abartılı beylik sözler değil midir bize ne olduğumuzu unutturan- ve o birileri daha fazla alkış için bize bizi övüp duracak ve ben hep o masaldaki küçük çocuk gibi kral çıplak!…kral çıplak! diye seslenmek isteyeceğim, her zaman olduğu gibi yalnızca içimden. Ve şarkılar söylenecek ve kesinlikle gün marşlarla bitecek!... Kürsüler, nutuklar, marşlar boş, boş, boş. Geldiğimiz nokta 17 Ağustos 1999, sonuç hazin çok hazin ve yalnızca fosss...

Gitmeliyim bu şenlik kaçmaz işte, gitmeli ve almalıyım madalyamı -bu kez kepi yere düşürmemeli havada yakalamalıyım-... Çünkü onu hak ettim!..

Ben değildim ya depremde yerle bir olan evleri projelendiren, inşa eden, kontrol eden, ben değildim ya kaldırım taşı döşemeyi bile beceremeyen; kaldırım taşları, ah o kaldırım taşları öyle bir noktaları vardır ki onların, işte o dönme noktalarını radar gibi arar bulur ve basarsınız, fizik kuralları her seferinde işler ve sonuç karonun altında sinsice bekleyen ve sırtınızdan içeri sıçramayı beceren yağmur suları ve çamur benekli beyaz eteğiniz ve keten pabuçlarınızdır, -şimdi biri diyebilir size, kardeşim senin ne işin var beyaz etek ve beyaz keten ayakkabılarla yağmur sonrası bir sokakta, diyemez mi yani- ve mazgalları ve eğimi unutulmuş alt yapısız yollarda biriken yağmur sularından kaçmayı başaramayan refleksleri zayıflamış komşu Ayşe Teyzeyi çamura boyayan arabanın düşüncesiz ve kaba şoförü de ben değilim…

Depremlerde yıkılan binalara ve oynak kaldırım taşlarına rağmen madalyamı almaya gidiyorum ve herkese mesleğinde nice yirmi yıllar diliyorum…

Yedi şiddetli depreme dayanıklı konutlarınızda gönül rahatlığıyla oturmanız ve konutlarınızın hemen önünde düzgün döşeli sağlam kaldırımlarda güvenle yürümeniz dileğiyle Allah’a emanet olunuz efendim...




.Eleştiriler & Yorumlar

:: güzel
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
28 Haziran 2005
Merhaba Sevgili Hülya Atakan; Yazınızı ilgiyle okudum.Üzüldüm, utandım.Yaptığımız hatalar, bıraktığımız eksikler için...."Allah'a emanet olmak!"...........Başımız her sıkıştığında, düştüğümüz her çaresizlikte; ağzımızdan dökülen cümle bu işte.....Allah'ın işi elbette çok olmalı.Çünkü, ona teslim ettiğimiz emanetler yok oluyor bazen.......Sorumluluk bilincine, iş ahlâkına sahip olmadığımız müddetçe; daha çok acılar yaşayacağız.Ama o göstermelik törenleri de hiç ihmal etmeyeceğiz.....Meslek hayatınızda başarılar diliyorum.....Sevgiyle kalın....Kâmuran Esen




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın güven ve güvensizlik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Zincirin Zayıf Halkası
Suç Artışı ve Güven Bunalımı

Yazarın eleştiri ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Benimle Uğraşma Kızım!
Türkçe Nereye Gidiyor?
Türkülerle Kimlikler
Katar; "Doha Tartışmaları", Hamas
Ağaçlar Konuşur Mu?
21. Yy'da Savaşlar Nasıl Değerlendirilir Ki?
Bir Savaş Nasıl Kanıksanır?

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Karlovy Vary'de Bir Gün... [Öykü]
Beyaz Sessizlik [Öykü]
Salih Ustanın Düşü [Öykü]
Zor Yıllar [Öykü]
Bacon, Montaigne, Russel ve [Deneme]
Hiç mi Değerleri Yok?.. [Deneme]
Arka Bahçeli Ev… [Deneme]
Karafatmaya Karşı Gelin Böcekleri [Deneme]
Batıdan Doğuya Ilık Esintiler [Deneme]
Küçük Dostum [Deneme]


Hülya Atakan kimdir?

-

Etkilendiği Yazarlar:
-


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Hülya Atakan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.