Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Hayat. Ölüm. Kader. Direnmek. Güçlü Olmak. Evet, son iki aydır en çok duyduğum kelimeler. Özellikle “güçlü olmak”. Bunu duymaktan öylesine nefret ediyorum ki. “Güçlü olmalısın! Olmak mecburiyetindesin. Çünkü başka çaren yok.” Bu sözleri duymaktan gına geldi. Kimi görsem sırtından kurulmuş bebekler gibi bana hep aynı şeyleri söylüyor. Özellikle şu “güçlü olmak” meselesinden. En çok ondan nefret ediyorum. Ben “güçlü” olmak filan istemiyorum. Oyundan istifa ettim. Gidip yatacağım. Yorganı başımın üstüne çekip, tıpkı annemin karnında yattığım gibi cenin pozisyonunda kıvrılıvereceğim. Ama yok. Yapamam. Tercih şansım yok. Ölümle hayat arasında o ince çizgide savrulurken, insanın midesine bıçaklar saplayan gelgitler yaşarken tercih şansım hiç yok. Hepimiz özelimizde şu ya da bu şekilde acı ve sıkıntılar yaşıyoruz. Hayatımızdaki iniş çıkışlar sırasında yaşanan üzüntüler bazen her şeyin önüne geçebiliyor ama gündemi belirleyen son olaylar karşısında kendi özelimdeki acıyı unutup sorumluluklarımı yeniden gözden geçirme ihtiyacını duydum. İşte şu anda okuduğunuz yazı bu sorumluluk bilinciyle kaleme alınmıştır. Aşağıda okuyacağınız bazı ayrıntılar kimilerine göre çok kişisel gelebilir. Ama hepsi şu an yaşadığımız ve hepimizin kıyısından köşesinden bulaştığımız toplumsal çürümenin ve kokuşmuşluğun parçalarını içeriyor. AKM’nin yıkılmasından mesleki ahlaksızlığa kadar uzanan bu toplumsal çürümenin geldiği noktada durup düşünmekte ve sorgulamakta fayda var. İşte, bazı kafalara göre gereksiz olarak algılanan tiyatronun işlevi burada devreye giriyor. Soru sormak, sorgulamak, düşünmek, düşündürmek, kışkırtmak, dönüştürmek ve değiştirmek. Toplumda birey olmanın sıkıntısı ve sorumluluğu ile kişisel dertlerimizi terazinin iki kefesine koyduğumuzda kimi zaman ibrenin yönü (ister vicdani sorumluluk deyin, ister gelecek kaygısı) toplum vicdanından yana dönüyor. Bu hafta sancılı bir 27 Mart Dünya Tiyatro Günü kutlaması yapıldı. Sanki bir kutlama değil, idama mahkum edilmiş bir mahkumu kurtarmak için bir araya geliş, bir başkaldırış gibi yaşandı. Burada mahkum edilen bir kişi değil, bir “anlayış”, bir “yaşama biçimi”. Özelimde kalbim kan ağlarken yüreğimin bir parçası da, AKM için sızlıyor. Gerçek anlamda eli kolu bağlı olmanın acısını yaşıyorum. Hiçbir şey yapamamanın sıkıntısı çörekleniyor içime. Ama beyaz camda bir araştırmacının çalışmasını duyunca üzüntü öfkeye dönüşüyor. “1998 yılında yapılan araştırmada şeriat yönetimi isteyenlerin oranı %1 çıktığında bu bana çok büyük bir rakam gibi gelmişti ama bugün baktığımızda bu oranın %8,9’a yükseldiğini görüyoruz.” Araştırmacı bunları söylerken acı acı gülüyor. Kanım donmuş bir şekilde “bütün bir toplum hakikaten çıldırdı mı?” diye düşünüyorum. Beyaz camda ciddi ciddi bir ülkenin yönetim şeklini tamamen değiştirmekten bahsediliyor. Basitçe, Laik Türkiye Cumhuriyetini yıkmak, onun yerine şeriata dayalı bir rejim getirmekten söz ediliyor. Ve bu gayet sakin ve ciddi bir biçimde yapılıyor. Yani, normal ve sıranda günlük bir olaydan bahsedercesine, o kadar “rahat”, o kadar “kanıksamış”, kılımız bile kıpırdamadan bir “kabulleniş”, bir “teslimiyet”, bir “vurdumduymazlık”, bir “aymazlık”, bir “adaaaam sendecilik” haliyle dinliyoruz. Hani, Cumhuriyet Gazetesi avaz avaz bağırıyor ya. Ben de şimdi bu yazıda avaz avaz bağıracağım. TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ? AKM’yi, Muhsin Ertuğrul Sahnesini yıkmak istiyorlar. Artık, toplumdan gelen tepkiler bile “umurlarında” değil. Bildiklerini okuyacak noktaya geldiler! Hakikaten Tehlikenin Farkında mısınız? Bu anlayışa göre, tiyatro zaten gereksiz bir olay. AKM, Muhsin Ertuğrul Sahnesi gibi yapılar ise hemen yıkılması gereken “fesat yuvaları”. Tabii, zaten Laik Cumhuriyetin üretimi olan tiyatrolar, opera, bale, senfoni orkestraları, sergi salonları, resim heykel müzeleri gibi “fesat yuvaları” yıkılarak derhal yerlerine bir İmam Hatip Okulu ya da finans kaynağı şaibeli, kökü dışarıda (mesela Suudi kaynaklı şeyhlerin finanse ettiği holdinglere göbekten bağlı) Özel Vakıf Okulları açılmalı. Öyle değil mi? İşte bu nokta da kendi özelim için üzülmeye hiç hakkım yok. Üzüntüler ve sıkıntılarla baş edebilmek için etrafta koşuşan bütün Sevalleri hemen bir araya toplamalıyım. İlaç almak için koşturan Seval. Yoğun bakımın kapısında paralanırcasına ağlayan Seval. SSK Hastanesinde ve Devlet Hastanelerinde sevk alabilmek için helak olan Seval. Hiç uykusuz göz kırpmadan sabaha kadar bekleyen her inleme de çaresizlikten kıvranan Seval. Dünya iyisi doktorların, hemşirelerin ve sağlık personelinin yanı sıra tesadüfen beyaz önlük giymiş “sözde” bir doktorun “Bana ne senin hastandan, geberirse gebersin. Kapının önünde bekleyen onun gibi daha yüzlercesi var.” demesiyle deliren Seval. ( Kapının önünde bekleyen çaresiz hastaları “gebermesi gereken bir güruh” olarak algılayan, yaptığı işten ve hastalardan ölesiye nefret eden bir adamın doktorculuk oynamasına nasıl izin verilir? Bu adamının beyaz gömleğini çıkarıp pazarda limon satması daha ahlaklı olmaz mı? Nerede kaldı Hipokrat Yemini? Bu çirkin ve talihsiz olay, başlı başına başka bir yazının konusu olduğu için daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim) Evet, binlerce gereksiz ve sancılı ayrıntıyı halletmek için etrafta dolanan diğer parçaları da bir araya toplayıp “yaz” demeliyim. Yaz! Çünkü özelinde yaşadığın acı kadar yüreğini kavuran bir diğer acı da geleceğinle doğrudan ilintili. Yüreğimden gelen bir ses eğer hala geleceğe dair en ufak bir umut kırıntısı taşıyorsan, insana yaraşır, insanca bir hayat sürme arzusu taşıyorsan “yazmalısın” diyor. İçinde bulunduğumuz hafta, Dünya Tiyatro Günü ve İzmir Tiyatro Günlerini içeriyor. Geçmiş yıllarda, gün sektirmeden titizlikle izlediğim İzmir Tiyatro Günlerine içim sızlayarak ancak uzaktan bakabiliyorum. Biliyorum şimdi bazıları, yakını hayatla ölüm arasında gidip gelirken kadının aklı “eğlencede” diyecekler. Tiyatro kimilerine göre, basitçe bir “eğlence”. O kadar! İki kalas bir heves ya da iki göbek bir kahkaha. Kuşkusuz bunda “sanatçıyım, şekerim” diyenleri seri halde üretip, ortalığa salan canım medyamızın da büyük katkısı(!) var. Evet, tiyatro bazılarına göre basit bir “eğlence” değil. Tiyatro, bir hayat biçimi, su içmek, ekmek yemek kadar hayati bir “gereksinim”. Tiyatro, hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri, olmazsa olmazlarından. Tiyatro, her şeye karşın “umut” etmektir. Tiyatro, doğru olduğuna yürekten inandığınız değerler için “mücadele etmektir”. Tiyatro, insanın kaderinin kendi ellerinde olduğu öğretisini kabul eden pozitif bilimi destekleyen bir düşünce biçimidir. Tiyatro, toplumda “dogma” olarak kabul edilen bütün yanlış düşünceleri ve safsataları tartışmaya açar, insanın doğasına aykırı görüşlerin yanlışlığını sergiler ve yerine insani değerler üzerine kurulu bir yaşama biçimini önerir. Tiyatro, hiçbir şekilde yeri doldurulamayacak bir “ihtiyaçtır”. Tıpkı kutsal bir “ibadet” gibi hayatın özünü teşkil eder. . Hayır, bu bir abartı değil. İnsana ve hayata dair her şeyi tiyatroda bulabilirsiniz. Çünkü tiyatro bir “aynadır”. İçinde yaşadığımız topluma ve insana ayna tutan, insanı ve hayatı sorgulayan, soru soran, soru sordurtan, düşündüren, kışkırtan ve dönüştüren bir mekanizmadır. Daha aydınlık bir gelecek ve sağlam temellere dayalı bir toplum kurmak amacıyla, insanca bir yaşamı “yücelten” bir kurumdur. Bu nedenle, tiyatro “vazgeçilmez”. Özgür düşünceden korkan şeriat yanlısı yönetimler, ilk önce tiyatroyu yasaklar. Çünkü, soru soran ve sordurtan bir anlayış işlerine gelmez. Halk bilinçlenir, soru sormaya ve düşünmeye başlarsa, yönetimde fazla kalamayacaklarını bilirler. Halka “düşünme” ve “farkında olma” bilincini kazandıran tiyatrodur. İşte bu nedenle tiyatro, şeriata dayalı dikta rejimleri için büyük “tehlikedir”. Tiyatro aynı zamanda topluma umut etme, inanma, direnme ve güçlü olma isteği de kazandırır. Umut eden, inançlarına sahip çıkan, direnen ve bunun için dimdik alnı yukarda güçlü duran toplumların bileğini kimse bükemez. Hiçbir düşünce ve rejim böyle toplumları uşak ve köle yapamaz. Ne demişti Atatürk, İngiliz Kralı Edward’a “Bu millete her şeyi öğrettim ama bir türlü uşaklığı öğretemedim.” Köleci ve sömürgeci zihniyete karşı onurlu ve dik bir duruş ancak düşünen, soru soran, sorgulayan, farkındalığı olan, umut eden, inançlarına sahip çıkan, direnen ve “ne istediğini bilen güçlü toplumlarla” mümkün olabilir. Bu ise topluma “ayna” tutan tiyatroyla sağlanır. Öyleyse ilk önce, TİYATROLARIMIZA, AKM’YE, MUHSİN ERTUĞRUL SAHNESİNE SAHİP ÇIKMAKLA işe başlayacağız. Direneceğiz. Canımız istemese de “güçlü” olacağız. Çünkü başka şansımız yok. Eğer bu gün “dik durmazsak”, endişeleneceğimiz ve çocuklarımıza bırakacağımız bir “yarınımız” da olmayacak. Yani, başka çaremiz yok!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |