Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
Bu soruyu sonran kişinin zihnine yapacağımız yolculuğa hoş geldiniz. Lütfen kemerlerinizi bağlayıp kendinizi ranzaya asın! Tabii yolculuğun sonunda varacağımız sonuçlara katlanamayacaksanız... Entelektüel gelişimi, bilimsel birikimi, felsefi algılayışı yeterince (gerçekliği anlayıp kabullenmesini sağlayacak kadar) gelişmemiş konu mankenimiz -ki bu özelliklerle “manken” oluşu gayet normal- nereden geldiği belli olmayan bir ilhamla düşünmeye başlıyor: “Herşey nasıl başladı? Büyük Patlama dedikleri şeyin ardından evren doğdu ve genişlemeye başladı. Ama onu patlatan neydi? Ve bir evren dolusu şey nereden geldi? Peki ya canlılık... İlk canlı nasıl doğdu? Bir anneden doğamaz çünkü kendisi ilk... Demek ki tüm bunları yapacak kudrete ve bu kudreti (enerjiyi) kontrol edecek bilince sahip bir varlık var. Bu “tanrı” olmalı!” Nereden başlayalım? En başından elbette... İnsanlık tarihi boyunca “tanrı” kavramı 4 temel dayanak üzerinde şekillenmiştir: 1.Yaşadığımız ortam: Canlılar, coğrafya, iklimlim ve bunlardan doğan tehlike ve avantajlar. 2.Edinilen yaşam tecrübesinin aktarılması ihtiyacı. 3.Toplumsal düzenin sağlanması gereği. 4.Bilinmeyenin evcilleştirilmesi bağlamında kişisel huzur. Buradan olarak: 1.Eğer okyanusun ortasında Volkanik bir adada yaşıyorsanız, o volkana tapmanız kaçınılmazdır. (Diğer koşullar sabitken) 2.Eğer kitaplarınız, gelişmiş eğitim kurumlarınız yoksa; dini kalıplar, hayat tecrübelerinin nesilden nesile aktarılmasını sağlar. 3.Ceza ve ödül kavramlarını en basit şekilde topluma enjekte etmek mi istiyorsunuz? Bırakın tanrı bunu sizin yerinize yapsın! 4.Ve son olarak bilimsel bilginizin, entelektüel gelişiminizin ve felsefi algı kapasitenizin ötesindeki soruların cevabını bulaMAmaktan rahatsızsanız bu soruların muhatabı olarak Tanrı`yı atayın. Yeni görevinde başarılar dilemeyi unutmadan tabii! Kavram olarak “Tanrı” hep bilinmeyenin ardına saklanmıştır günümüze dek. Dolayısıyla insanlık olarak; bilimsel, entelektüel ve felsefi gelişimimiz arttıkça, kavram daha da soyutlaşmıştır. Bugün artık “hem her yerde hem hiçbir yerde” (kısacası hiçbir yerde) olan bir varlıktır. Elbette ineğe tapanlar hala vardır. Ama dünyada en yaygın 3 dine bakarsanız, tanrılarının bu şekilde tanımlandığını görürsünüz. Bu toplulukların teknolojik gelişmişlikleri de az önce söylediklerimi doğrular niteliktedir. Soruyu soran adamımıza dönelim. Temel varoluşsal konulardaki bilgi yetersizliği onu “cevapsızlığa” mahkum ediyor. Durumdan hoşlanmadığı için çözümü “tanrı” dediği bir hayali kahraman yaratmakta buluyor. Böylece cevaplayamadığı sorular onun ilgi alanından çıkıyor. Zira “Böyle şeyleri biz bilemeyiz” açıklamasına sığınabiliyor artık... Bir başka değişle; bilinmezlik, tanrıyı yaratmış ve tanrı da kendini yaratan bu “bilmekten aciz kullarına” teşekkür etmek için bilinmeyeni kendi problemi haline getirerek bizleri kurtarmıştır. Şöyle bir dialogla toparlarsak: - Herşey nasıl mı başladı? Tanrı “OL!” dedi. - Ama tanrı nasıl başladı? - Onu ancak tanrı bilir, dolayısıyla biz bilemememizden sorumlu değiliz. - Ama termodinamik yasalarına göre hiçbir şey yoktan varolmaz ve varolan hiçbir şey yok olmaz. - Tanrı bu dediklerini yapabilir. - Nasıl? - Biz bilemeyiz! - Tüm canlılar, aynı anda tanrı tarafından yaratıldıysa neden toprağı kazdığımızda dinozor kemiklerinin yanında, bugün yaşayan hayvanlarınkini bulamıyoruz? Ve neden fosiller, toprağın alt katmanlarına gittikçe üst katmandakilerden daha ilkel yapılara sahip olacak bir sıralamaya sahip? - İnancımızı sınamak için! - Aptallığımızı olmasın? - Nasıl - İşte onu da ben bilemem! Gelelim "Tavuk ve Yumurta" ikilemine: Öncelikle canlılık ve onun ortaya çıkışı, evreninki kadar bilinmezliklerle doludur. Yani şu anki bilgi, gelişmişlik ve algı kapasitemizin sınırları dolayımında... Ama genel hatlar bellidir: Bundan milyonlarca yıl evvel (bilimsel yöntemlerle yapılan ölçüm/tahminlere göre) suda ve/veya karada bulunan ve bugün bildiğimiz şekliyle “canlılık” için gerekli olan maddeler tesadüfen bir araya gelmiştir. Bir yıldırımın tetiklemesi ile olabilir örneğin. Bu ilk canlılar aslında “canlı” bile sayılmayacak kadar ilkeldirler. Aslında kendini devam ettirebilen (yaşayan?) bir tür küçük kimyasal reaksiyondurlar. Nasıl ki deney tüpünde devam eden kimyasal reaksiyon uygun koşullar mevcut olduğunda yayılıyorsa bu ilk canlılar da yayıldılar. Ki buna en ilkel şekliyle “çoğalma” denebilir. Sonuçta ilk başladıkları yerdekinden farklı ortamlara ulaştılar. Ve yayılmak demek yeni yaşam ortamlarındaki farklı koşullarına maruz kalmak demektir. Bu da reaksiyonu çeşitlendirir. Dolayısıyla evrimin; basitten karmaşığa doğru giden yolculuğu başlar. Aynen önünüzde duran karmaşık bilgisayarın kullandığı programın aslında 1 ve 0`lardan oluşması gibi... Karmaşık sonuçlar, basit girdilerin çok sayıda tekrarıyla oluşur. Sonucun karmaşıklığına bakıp “basitlikten doğmuş olamaz” diyemezsiniz. Dolayısıyla evrene baktığımızda “mucizevi bir yaradılış anı” değil, bir “süreçle” karşılaşıyoruz. Eğer tavuk suyuna çorba yapıp içine haşlanmış tavuk parçaları atarsam ve üstüne bir de yumurta kırarsam artık elde ettiğim şey; ne tavuksuyu, ne tavuk, ne de yumurtadır. İşte hayatın başladığı o ilk çamur birikintisi de böyle bir şeydir. Tavuk ve yumurtaya dönüşüm potansiyeline sahip bir karışım. Elbette bu dönüşüm için milyonlarca yıl geçmesi gerekmiştir. Bu noktada inançlı şüphecimiz (hani zihnine yolculuk yaptığımız) son bir hamle yapıyor: “Yahu nasıl olmuşsa olmuş işte! Sonuçta evrimin varlığı tanrıyı yok etmez ki. Tanrı o şekilde olmasını istemiştir.” Adamımızın bu son çırpınışı, inandığı kutsal metinlerle çelişmesine neden olduğu için aslında demirden yapılmış bir imdat simididir. Çünkü kendisi, Adem ve Havva`nın ensest delisi soyundan geldiğimizi söyleyen bir inancı benimsemiştir. Örnek olarak yani... Yoksa daha saçmaları da var. Mesela bir Kızılderili kabilesine göre bataklıklarda yetişen kedi otundan ortaya çıkmıştır insanlar. Ne saçma di mi? Halbu ki bataklık çamurundan çıktık. SONUÇ: Varoluşa bakışınızı: cehaletinizin, bilememekten doğan korku ve huzursuzluğunuzun, ölüm ve sonsuz yokoluş gerçeğinden hoşlanmayışınızın belirlemesine izin verirseniz, bazı felsefi konularda huzur bulabilir, o çok önemli günlük hayatınızı anlamlı kılabilir ve cahilliğinizi işe yarar(!) kılabilirsiniz.. Ancak dünya üzerindeki bu sınırlı sürenizi, “gerçeği” reddederek yaşamış olmayı ister misiniz? Gerçeğin soğuk ve acımasız olması ve onu bu haliyle kabullenmenin zorluğu karşısında pes mi edeceksiniz? İşte bunlar da benim sorularım...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer kırat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |