Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein |
|
||||||||||
|
Üzerime acayip bir üşengeçlik çöktü. Nasılsa yazdıklarım milyonlarca kişinin okuduğu günlük gazetelerin baş sayfasında çıkmayacak. Sorun konu sıkıntısı ya da okuyucuya karşı duyduğum sorumluluk duygusunun ağırlığından kaynaklanmıyor. Zaten saçma sapan şeyler yazdığımda bile kimse beni incitecek şey de söylemiyor. Elbette zihnimi kurcalayan cümleler içinde öncelikli olanlar var. Onları yazıp bir an evvel kurtulmam lazım. Çünkü onları başıboş bırakırsam sırada bekleyenlere eziyet eder, sürekli didişip dururlar. Haklısınız, durumum biraz depresyon kokuyor gibi algılanmaya çok uygun. Yakından tanıyanlar bilirler. Bir elim yağda öteki baldadır. Derin sosyal ve politik sorunlar içinde duvardan duvara savrulmak gibi sıkıntılar yaşamam. Terazim genelde küçük ağırlıkları tartmaya uygundur. Bu yüzden beklide yıllardır kadın ve erkek ilişkilerini yazarım. Herkesin iyice orada burada okumaktan, dinlemekten gına geldiği, ilginçliğini yitirmiş olaylar, tartışmalar, gel-gitler anlatırım. Trenler devrilir, maden işçileri göçük altında kalırlar, işsizlik tavan yapar, insanlar hızla yoksullaşır, suç patlar, sokaklarda küçük yaşta çocuklar incecik bedenleri satarlar benim ruhum bile duymaz. Çok eskiden Şener ŞEN'in bir filmini izlemiştim. Adı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ydi. O filmde yönetmen yaptığı işten sıkılıp kırk yılın başında sosyal içerikli bir film yapıyordu. Elbette film sinema çevrelerinde beğenilmiyor ve başarısız oluyordu. Sonrası malum hikâye, mutsuzluk, intihar girişimi ve büyük yıkım... Sanırım bende sosyal konulara duyarlılık gösterip bir şeyler yazmaya çalışsam sonum böyle olacak. Tam üç gündür evin içinde dolanıp duruyorum. Bilgisayarın başına oturuyorum. Aklımda olmayan bir sürü şeyi yapıyorum ama bir türlü odaklanıp yeni bir yazıya başlayamıyorum. Oysa kendime sözüm vardı. Bayram tatili ve yılbaşı bana yazmak için bir sürü zaman sağlayacaktı. Bayram yeni yılla harmanlanıp geçip gitti. Bir kitapta okumuştum. Zamanın akışını sakın kendi haline bırakmayın. Geçip gittikten sonra onu asla geri getiremezsiniz."diyordu. Sonra öğütlerini sürdürüyordu. Bir yılın önemini anlamak için sınıfta kalan öğrenciye sorun, bir ayın önemini, bir günün, bir saatin, bir dakikanın, bir saniyenin önemini anlamak için bilmem kime sorun diyordu. Önce panik olmuştum. Benim savrulup gitmiş çok fazla senelerim ve aylarım vardı. Daha küçük birimleri hiç dikkate bile almıyordum. Bundan sonra hiçbir şeyi ertelememeliydim. Çok çalışmam ve zamanı verimli kullanmam gerekiyordu. Ama çok geçmeden işin öteki yüzünü görüverdim. Yaşamak zamanın peşinden koşmak değildi. Beynimde sürekli koşturan bir kronometreye bağlı olmak hayatın bütün güzelliklerini gereksiz hale getiriyordu. İnsan dediğin televizyon karşısında bayılan, sabah yataktan sürünerek çıkan, beş dakika çay molası için işine ara verdiğinde yarım saati kaşla göz arası lüpleten biyolojik bir varlıktı. Ne kadar anlaşılır olursa olsun yine de koskocaman üç günü evin içinde uyuz uyuz gezinerek geçirmenin kabul edilebilir bir tarafı yoktu. Üç gündür evimde hapistim. Aklımda binlerce düşünce durmaksızın dans ediyorrdu. Günün sonunda yatağıma büyük bir suçluluk duygusu içinde giriyordum. Kendime verdiğim sözleri bile tutamıyordum. Sözde tam üç gün önce bir öyküye başlayacaktım. İlla öykü olacak diye de koşullanmamıştım. İçinde şiir kırıntıları olan bir denemeye de razıydım. Ama tek satır bile yazamadım. Yazıklar olsun emi, yuh olsun be bana… Çiçekleri suluyorum, sonra oraya buraya saçılmış eşyaları, odamı topluyorum. "Bir bardak demli çay beni kendime getirir." diyorum. Çaydanlığı ocağın üzerine koyarken acıktığımı anımsıyorum. Önce karnımı doyurup sonra çay içmeliyim diye düşünüyorum. Çaydan vaz geçip makarna haşlıyorum. Yanında bir salata yapsam makarna güzel bir ziyafete dönüşecekti. Çok zaman kaybetmek istemiyordum. En iyisi bu işi en kestirmeden halledip bilgisayarın başına dönmek." diyorum. Her işin, her eylemin sonu bilgisayar başına oturmak gibi bir tasarlamayla sona eriyordu. Bilgisayar başına oturunca beynimdeki bütün cümleler siliniyor, yazılabilme özelliklerini yitiriyordu. Üç gündür boşu boşuna kendimi eve hapsettim. Keşke çıkıp dolaşsaydım. Kendimi eve hapsetmek yerine belki gidip sahilde bir kahveye oturmalıydım. Pencere kıyısında bir masaya oturup denizin üzerinde küçük yuvarlaklar çizen yağmuru seyretmeliydim. Bazen yağmurlar bizi unutur. Kurak bir mevsime gireriz. Aylarca gökyüzünde bulut koşturduğumuz günler gelip çatar. Kelimelerin dur durak bilmeden zihnimizden etrafa saçıldığı zamanları mumla ararız. Her kıpırtıdan bir rüzgâr, bir deli bekleriz. Ardından sicim gibi bir yağmur düşleriz. İnadına rüzgârlar susar, yağmurlar yağmaz. İşte tam böyle bir mevsimdeyim. Tam üç gündür evin içinde dolanıp duruyorum. Birkaç satır yazmak dışında her şeyi yaptım. Musluğu tamir ettim, daha önce sıkılıp bir kenara attığım kitapları yeniden okumaya başladım. Hiç sevmediğim halde akrabalarımın hepsini bir bir arayarak yeni yıl ve bayramlarını kutladım. Evden çıkmadığım halde bütün ayakkabılarımı boyadım. Tam üç gündür kıvranıyorum. Hala üç cümle bile yazmadım. Seyfullah
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |