Her insanda insanlığın tüm durumları vardır. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Ayda birkaç kez çocukluğumun geçtiği kasabada yaşayan eş, dost, akraba, arkadaş ve taallukatı telefonla ararım. Hal, hatır diye söze girip oralarda ne olup bittiğini sorar, büyüdüğüm sokaklarla cılız bile olsa hep bir bağım kalsın, tamamen kopup kaybolmasın isterim. Yıllardır oraya gidemediğim, kalamadığım halde çocukluğumla aramdaki kalan son birkaç köprüyü atmaya, “Adam sende, geçmişe mazi denir.”demeye de gönlüm bir türlü razı olmuyor. Geçen hafta Ruşen’i aradım. Nasılsın, orada havalar nasıl ile söze başlayıp üzüm ve pamuk muhabbeti içinde ilerlerken “ Haberin var mı , duydun mu bilmiyorum. Bizim Şerif geçen hafta rahmetli oldu. Trafik kazası işte, pisi pisine öldü gitti oğlan.” dedi. Kimden duyacağım, elbette haberim yoktu. Ölmelerin zamanı artık gelip bize mi çatmıştı? Ömür denilen saatin son tik taklarına mı varmıştık? Oysa kırklı yaşlara daha yeni girdik. Ölenle olana çare bulunmazmış. Üzüldüm işte, içim burkuldu. Şerif’le ben çocukken aynı ilkokula gitmiştik. Ben onunla ilkokulda aynı sınıfta okumadım. Daha çok okulun bahçesinden ve sokaktan tanırım. Benden birkaç yaş büyük ve birkaç sınıf ilerideydi. Teyzemlerle aynı mahallede oturuyorlardı. Okul arkadaşlarımla oynamak için onların sokağına, sinemanın arkasındaki boş arsalara giderdim. Arsaların bir yanında karaağaçlar, narlar ve incirler vardı. Öteki tarafta kocaman bir düzlük. Yüzlerce çocuk toplansa, bilye oynasa, topaç çevirse, top koştursa yine de yeterdi. Arsaların sonunda biri yazlık öteki kışlık iki tane sinema binası vardı. Şerif hem öteki çocukların hem kurduğumuz bütün oyunların baş belasıydı. Topu alıp dikenlerin içine atmak, bilyeleri toplamak, artist fotoğraflarını elimizden zorla almak, oyunları bozmak onun işiydi. Kısacası ilkokulu bitirinceye kadar Şerif’ten hep uzak durmaya özen gösterdim. Biraz diklenmeye kalksak, örneğin bilyelerimizi, fotoğraflarımızı geri istesek üstüne bir de dayak yerdik. Posta koyan, meydan okuyan tavrımızı kesinlikle cezasız bırakmazdı. İte dalaşmaktansa çalıyı dolaşmayı seçer, onun geldiğini görünce oyunu bitirip her şeyi cebe doldururduk. Şerif, her sene çift dikiş gittiği için ortaokul birde sınıf arkadaşı olduk. Yaşça bizden büyük olduğu için bütün kopukluğu, serseriliği o örgütlerdi. Suç onda olmasa bile haylazlık ve yaramazlık hep onun boynuna asılmış bir yafta gibi algılandığından, öyle bilindiğinden rahat ederdik. Öğretmenler onu azarlar, onu döver hatta müdür odasına bile onu çağırırlardı. Bekçi Şaban okula çağırılıp oğlunun yaramazlıkları yüzünden azarlanmaktan, öğretmenlerin yakınmalarını dinlemekten canından bezmişti. Adamcağız ne zaman okula çağrılsa ona oğlunun ne kadar işe yaramaz, arlanmaz, uslanmaz biri olduğu anlatılıyordu. En sonunda Şerif’in velisi olmaktan bıkıp usandı. Öğretmenlerin ve okul müdürünün bütün ısrarlarına rağmen, birbiri ardına gönderilen imzalı, mühürlü çağrı pusulalarına rağmen okula adımı bile atmadı. Babasının dayağından öcü gibi korkan Şerif’in böylece okulda çekineceği hiç bir şeyde kalmamış oldu. Öğretmenler de artık ona “Yarın baban okula gelsin. Onunla konuşacağımız önemli meseleler var.” demekten de vazgeçtiler. Okulun ve öğretmenlerin eziyeti sadece altı ay kadar sürdü. Zaten o senenin sonunda Şerif’de orta birde iki sene üst üste kalmaktan dolayı tasdikname ile okuldan atıldı. Benim Şerif’le aramın düzelmesi, aramızdaki arkadaşlık ikliminin biraz ılıması arkadaşlıkların bir çoğunda olduğu gibi büyük bir felaketin sonrasında oldu. Okul müdürü benim yüzümden Şerif’e akıllara ziyan bir dayak atınca aramız düzeldi. Babam başka işi gücü yokmuş, başka ihtiyacımız kalmamış gibi gidip pazardan bir tıraş makinesi almış. Tıraş makinesi dediğime bakmayın, adına makine denmesine neden olacak mekanik bir yapısı falan da yok. İki plastik parçanın arasına iki tane jilet yerleştirip kapatıyorsun. Jiletlerin bulunduğu kenarlarda değişik kalınlıkta tarak dişleri var. Sağ üst kenarı üç numara, sağ alt kenar sıfır numara tıraş yapıyor. Öteki kenarın biri sinek kaydı, diğeri de bilmem kaç numara... İçinde iki tane jilet bulunan bu plastik tarak size dört ayrı tıraş seçeneği sunuyor. Nereden bakarsan bak tam bir teknoloji harikası. Bu gün bile dört ayrı tıraş seçeneği sunan makine bulmak imkansız. Gel de hayran kalma. Saçlarımız uzayınca Cuma akşamları okulda yapılan bayrak töreninin ardından zaten söylüyorlar. “Pazartesi sabahı Ahmet, Recep, Kemal... okula saçlarını kestirmiş olarak gelsinler. O kadar…” Babam zaten çift jiletli teknoloji harikası makinesini denemek için sabırla saçımın uzamasını bekliyormuş. “Baba benim berbere gitmem lazım.” diyorum adam hiç tınmıyor. Sadece “Bakarız, hallederiz, dur şimdi sırası değil.” falan diyor. Resmen beni oyalıyor ve aldırmazlıktan geliyor. Pazar akşamı gaz lambası ışığında beni önüne oturtup boynuma sofra bezini bağladı ve mucize makinesini çıkardı. “Biraz sabırlı ol. Saç tıraşı neymiş göreceksin.”deyip usta berber edasıyla karşıma geçti. Saçlarımı tarar gibi başımın ortasından aşağılara doğru mucize makineyi sürterek tıraşa başladı. İlk başlarda hiç sorun çıkmadı. Sadece makine bir iki kez saçlardan tıkandı. Dişlerinin arasında saçlar birikti. Körelir gibi oldu. Babam içini açıp üfleyerek temizledi. Bir iki kez daha temizlemek için makineyi açınca bizim mucize alet su koyuverdi. Kapanmasını sağlayan küçük plastik pimler kırılmıştı. Benim kirpi dikeni saçlı kafanın yarısı hendek kandak, öbür yarısı daha makine yüzü bile göremeden tıraşsız kalıverdi. “Ben böyle okula gidemem. Uyuz eşek gibi arkadaşlarımın karşısına çıkamam.” diye ağlamaya başladım. Babam hem mucize makinenin bozulmasına kızdı hem de ben ağladığım için üzüldü.”Yarın ola hayır ola.” deyip beni yatmaya gönderdi. Kendisi de evden çıkıp kahveye gitti. Pazartesi sabahı babam beni erkenden uyandırdı. Her zaman başında gezdirdiği, güneşten iyice solmuş, lacivert rengi beyaza dönmüş yün beresini bana giydirdi. Beni her zaman tıraş eden kasabamızın en usta berberi Cicim Hasan’a gönderdi. “Parasını verdim. Seni erkeden dükkanda bekliyor.”diye de ekledi. Sabahın saat yedi buçuğunda berber dükkanına gittim. Dükkan gerçekten açılmıştı ve berber beni bekliyordu. Başımdaki bereyi çıkardım. Berber eliyle kafamı sağa sola çevirip sanki doktor hastasını muayene eder gibi ciddiyetle başımı inceledi. “Hasan Abi, alabrosu geçtim üç numara olsa yeter.”dedim. Berber Hasan beni abimle karıştırdığı için bana hep Ali derdi. “Oğlum Ali, bu kafa üç numara da olmaz. Sıfır numara da olmaz. Bazı yerlerine jilet çok yanaşmış. Yanağım gibi sinek kaydı olmuş. Mecburen usturaya vuracağız.”deyince dükkan başıma yıkıldı. “Elini , ayağını öpeyim Hasan Abi. Okulda kafayı usturaya vurdurmak yasak. Sınıftakilerin dalga geçmesine razıyım ama müdür canıma okur. Sıfır numara bari yap” diye yalvardım. Yalvarmak, yakarmak hiçbir işe yaramadı. Berber başımı usturaya vurmak için ispirto ocağının üzerine bakır güğümü suyla doldurup çoktan koymuştu. Kafam köpüklenecekti. Saçlarımı sıfır numara kesip başımı tıraş sabunu ile iyice köpürttü. On dakika sonra benim kafam artık bal kabağı gibi olmuştu. Babamın verdiği bereyi başıma geçirip enseme kadar çektim. Dükkandan çıkıp okula gittim. Okula varınca doğruca müdür odasının kapısını dikildim. Okulumuzun tek hademesi Fikri Abi’ye müdürü görmek istediğimi söyledim. “Müdür içerde. Kapıyı çal, gir. Şu anda yalnız.”dedi. Bereyi çıkarıp kapıyı çaldım. Müdür ayna gibi kafayı görünce önce gülecek gibi oldu. Sonra kaşlarını çatıp ciddiyetini topladı. Olan biteni, neden başımı usturaya vurdurmak zorunda kaldığımı dosdoğru anlattım. “Tamam oğlum, ben öğretmenlerle konuşurum. Sen gidebilirsin.”dedi. Müdür gerçekten çok anlayışlı davrandı. Hatta biraz üzüldü. Beni teselli edecek bir şeyler söylemeye bile çalıştı. Zil çalıp, okulun önünde toplanıncaya, sıra oluncaya kadar başımdaki yün bereyi çıkarmadım. Sıra olurken kendimi gizleyebilmek için her zaman uzun boyluların durduğu arkalarda bir yere geçtim. Başımdaki bereyi çıkarınca öğrenci kalabalığında bir dalgalanma oldu. Ben de utancımdan nar gibi kızardım. “Kafaya bak kafaya. Tayyare meydanı gibi.”dediler. Kendini tutamayıp kabak kafaya bir iki küçük şaplak indirenler bile oldu. Bunu zaten bekliyordum. Şakaları, gülüşmeleri ve yumuşak şaplakları fazla ciddiye almadım. Bayrak töreninin ortalarında doğru arkadan gelen bir şamar başımda şimşek gibi çatladı. Öğrencilerin bir çoğu bir yandan İstiklal Marşı söylerken istemeden başını çevirip sesin geldiği yere yani bana doğru dönüp baktılar. İstiklal Marşı bitti. Hiç kimse yerinden kımıldamadı. Herkes çıt çıkarmadan ne olup biteceğini beklemeye başladı. Tören biter bitmez, beklediğimiz rahat komutu bile verilmeden müdür yanımıza geldi. Sesi sokaklarda yankılanan şamarı bana atan Şerif’i tekme tokat dövmeye başladı. Müdürü en çok kızdıran şey bu şamarın İstiklal Marşı söylenirken atılmış olmasıydı. İkincisi ise Şerif’in kendinden küçük birini koruyup kollayacağı yerde ona o şamarı acımasızca atmasıydı. Müdür o sabah bütün öğrencilerin önünde Şerif’i herkese ibret olsun diye resmen haşat etti. Çok dövdü demek bu olayı anlatmak için yetersiz kalır. Müdür Şerif’i resmen ayaklarının altında çiğnedi. Canını çıkardı. Şerif’in bana attığı şamara kızmak şöyle dursun o dayak yerken içim ezildi. Hiç birimiz o güne kadar okul müdürünün böylesine sinirlendiğini ve birini böyle acımasızca dövdüğünü görmemiştik. Bu herkesin tahmininden daha ağır bir ceza olmuştu. O yıllarda etimiz, kemiğimiz okula teslim edildiği için müdürün yada öğretmenlerin bizi döverek cezalandırmalar sorun olmazdı. Hiç birimiz gidip evde “Bu gün öğretmen beni dövdü.” diyemezdik. Zaten söylesek bile “Kim bilir ne halt karıştırdınız da dövdü.”deyip öğretmenimize hak verirlerdi. Onlar bizi hem döver, hem severdi. Şerif’in yediği dayak bütün okulun gözünü öyle yıldırdı ki; saçlarım uzayıncaya kadar kimse bana küçük bir fiske bile vurmaya cesaret edemedi. Oysa o yıllarda yeni tıraş olan kabak kafalara vurmamak, vurmadan durabilmek imkansızdı. Çünkü bu hepimizin yaptığı, olağan bir şaka sayılıyordu. Okul çıkışı birkaç arkadaş çantalarımızı sinemanın duvarının dibine bırakıp her zaman yaptığımız gibi bilye oynamaya başladık. Oyuna dalmışız. Şerif’in geldiğini bile görmedim. Başımdan yün bereyi kaptığı gibi kaçtı. Duvarın köşesine doğru gitti. Pantolonun önünü açıp benim berenin içine işedi. Sonra da içine kocaman bir taş koyup çevirip çevirip havaya fırlattı. Yün bere taşla birlikte havada süzülerek beton kaldırımın üstüne düştü. Hem çişliydi, hem de taşın betona vurduğu yer delinmişti. Babamın beresini kaldırımda düştüğü yerde bıraktım. Şerif’e tek bir kelime bile söylemedim. Zaten beni dövmek için bahane arıyordu. Yediği dayağın intikamını beni döverek alacağını bekliyordum. Neyse ki bana dayak atmak yerine hırsını bereden çıkardı. Beklediğimden bile ucuz kurtulmuştum. Şerif’in bütün intikamı bununla sınırlı kalmasına sevindim. Sonraki yıllarda da bana bir daha hiç sataşmadı. O gün yaşananlar aramızda sonsuza kadar sürecek bir ateşkesi hiç konuşmadan imzalamışız gibi bir sonuç yarattı. Bizim okuduğumuz ortaokulun kendi çapında ilginç bir kuruluş hikayesi vardır. Kasabamızda ilkokulu bitiren çocuklar ortaokula ve liseye Saruhanlı’ya giderdi. Ortaokulda ve lise de okumak şimdiki kadar yaygın değildi. Kasabamızdaki bulunan iki ayrı ilkokuldan mezun öğrencilerin sayısı altmışı geçtiği halde sadece on veya on beş çocuk ortaokula yazdırılırdı. Sadece hali vakti yerinde veya ailesinde okumuş kişiler olanların çocukları ortaokula devam ederdi. Saruhalı’ya okula yazdırılan çocuklara aradaki üç kilometreyi rahat gidip gelebilsinler diye bisiklet alınırdı. Sadece okuyan çocukların bisikleti olurdu. Bu müthiş bir ayrıcalıktı. Bize de bisiklet alsınlar diye ortaokula gitmeye can atardık. Bu nedenle okumaya hevesli olsun veya olmasın neredeyse bütün erkek çocuklar ortaokula yazdırsın diye babalarına yalvarırdı. Kasabamızın o zamanki belediye başkanı rahmetli Kara Ferit akıllı, bilgili ve ileri görüşlü bir adamdı. Almanya’ya veya büyük kentlere gittiğinde düğünlerin son derece modern ortamlarda yapıldığını görüp, özenmiş ve bu nedenle kasabamıza da bir nikah ve düğün salonu yaptırmıştı. Salon yeni yapıldığı dönemlerde bir iki yıl kadar yaygın olarak kullanıldı. Sonraları özellikle yazın sıcak bahane edilerek salonu kullanmak isteyenler azaldı. Kasabalılar salon için az da olsa bir ücret ödüyorlardı. Zaman içinde gerek ödenecek ücretten kaçmak için gerekse sokaklar daha rahat ve ferah olduğu için düğünler kendiliğinden yeniden sokak aralarına geri dönmüştü. İnşa edildikten birkaç yıl sonra amaçlandığı gibi kullanılmayan, boşu boşuna yatan bu binayı değerlendirmek için düşünüp ortaokula çevirdiler. Kocaman salonu duvarla bölüp iki sınıf, girişteki küçük bölümleri öğretmen ve müdür odası yaptılar. Üzerine bir kat daha çıkınca bina tam bir ortaokul oldu. Bizim kasabanın yanında çevre köylerden ve kasabaların çocukları da bizim okula gelince ortalık iyice şenlendi. Biz bu eski düğün salonundan bozma ortaokulun üçüncü dönem mezunlarıyız. Kasabadaki ortaokula giden çocuklara bisiklet alınmıyordu ama neredeyse ilkokulu bitiren çocukların tamamı ortaokula devam etme olanağına kavuşmuştu. Asıl sorun bizim her ders için ayrı branş öğretmenimizin olmayışıydı. Küçük bir kasaba okulu olduğu için bize dört beş tane öğretmen gönderiliyordu. Bir öğretmen bazen dört beş ayrı derse giriyordu. Bizim öğretmenlerimiz aspirin gibiydiler. Her derde ve derse deva genç öğretmenlerimiz vardı. Büyümeye çalıştığımız, ergenlikle yeni yeni tanıştığımız o yıllarda köyler ve kasabalar arası meydan savaşları çok yaygındı. Diyelim ki, komşu köye akraba ziyaretine filan gittiniz. Ne bileyim yolunuz oraya düştü ve köyden geçmek zorundasınız. Sokakta delikanlılara yakalandınız mı yandınız. Özellikle İshakçelebi kasabası ile bizim kasabamız arasındaki düşmanlık çok ateşliydi. Elbette herkesi dövmezlerdi. Yaşı kırka yaklaşanlarla on iki yaşından küçük olanlar bu savaşın dışında tutulurdu. Bu yüzyıl savaşlarının asıl nedeni kızlardı. Köyün gençleri kızları kıskanırdı. Kasabanın yada mahallenin namusunu yabancılardan ve ırz düşmanlarından, kötü gözle, yan bakanlardan korumak gibi bir hazır bahanesi vardı. Bu tamamen boş bir iddia da sayılmazdı. Gerçekten kızlar hem bizim kasabada hem de çevre kasabalarda dışardan gelen yabancı erkeklere kendi çevrelerindeki erkeklerden daha fazla ilgi gösterirdi. Sanırım bu savaşı içten içe kızıştırmayı, kendileri için gençlerin birbirini haşat etmesi hoşlarına gidiyordu.. Bu kavgalar özellikle komşu köyden kız alırken veya kız verirken düğünlerde daha sık patlak veriyordu. Düğünlerde özellikle gelin almaya gelinince koftiden bir bahaneden kavga çıkacağını herkes bilirdi ve öylece hazır beklerdi. Aman, gençler kavga çıkarmasın diye her türlü kaprisine,nazına katlanılırdı. Düğün sahiplerinin gelini alıp köylerine götürünceye kadar çektikleri eziyet anlatılacak gibi değildi. Diyelim ki kız almak için komşu kasabadan bizim kasabaya geldiler. Köyün gençleri düğün alayını demir yolu geçidinin yanında bekler ve önünü keserdi. Düğün alayı santim santim ilerlerdi. Kız evine varmak ve gelini alıp kasabadan çıkmak an az yarım gün sürerdi. Gençler bir yandan içer, damadın babasından sürekli tavuk ve rakı istenirdi. Bir de gençlik ve spor kulübü sandığına ayak pastı parası alınması geleneği vardı. Ayakbastı parası, uyduruk bahşişler, birkaç kasa rakı ve bir kümes dolusu tavuk vermeden kız evine varamazdınız. Kız evine varınca da kız evinin gelenekleri başlar. Gelin evden çıkarılmaz. Erkek kardeşin bahşişi, üzerine oturulan çeyiz sandığı bahşişi, kapı kilitleme bahşişi... Bahşişler saymakla bitecek gibi değildi. Kız evinin önünden başlayıp kasaba çıkışına kadar olan ikinci aşama en sıkıntılısıydı. Hem kavga sayısı hem de oğlan evine yapılan eziyetin dozu iyice artardı. Her düğünde oğlan babaları bir daha bu köyden kız almayacaklarına dair yemin billah ederdi. Bu yeminler bir zaman sonra unutulur kız alıp vermeler de, düğünler de sürüp giderdi. Kasabamızda açılan ortaokul komşu köylerden ve kasabalardan gelen çocuklarla bizi birbirimize yaklaştırdı. Zaman içinde sınıf arkadaşı, sıra arkadaşı yapıp kardeş gibi olmamızı sağladı. Biz serpilip yeni delikanlılar olduğumuzda dayak yemeden, dayak korkusu duymadan istediğimiz köye ya da kasabaya gidip gelebiliyorduk. Yabancı bir köyde bir kendini bilmez çıkıp yolumuzu çevirse, efelenmeye kalksa bile mutlaka biri görüp sahip çıkıyordu. “O benim arkadaşım. Bana misafir geldi. Artık misafirimizi demi döveceksiniz? Ayıp be ayıp.” diye fırçalayıp yeni yeni kabarmaya başlayan hindiyi oradan savuştururlardı. Özellikle bizden birkaç yaş büyük olup İshakçelebi’de dayak yemeyen, başından böyle bir olay geçmeyen delikanlı yok gibiydi. Bizim Şerif’i de bir gün yakalayıp ifadesini sokak ortasında almışlar, verdikleri cezayı anında infaz edip göndermişlerdi. Şerif’ler o yıllarda Gözlet Köyü altında icarla tuttukları bir tarlada tütüncülük yapıyorlardı. Onların tarlası bizim kasabadan daha çok İshakçelebi’ye yakındı. Mecburen tuz, şeker, yağ gibi ihtiyaçlarını için İshakçelebi’ye yolları düşüyordu. Babası bizimkini İshakçelebi’ye sigara almaya göndermiş. Şerif istasyonun arkasındaki sokaktan çarşıya geçip fazla dikkat çekmeden sigarayı alıp kasabadan sıvışmayı hesaplıyormuş. Ama evdeki hesap çarşıya uymamış. Neredeyse demir yoluna çıktım, kurtuldum diye sevinirken birkaç delikanlı bunun önünü kesivermiş. Neyse ki fazla hırpalamamışlar. Birkaç yumruk vurup, biraz tekmeledikten sonra bırakmışlar. “Seni bir daha buralarda görmeyelim. Allah yarattı demeyiz. Valla gebertiriz.”diye tehdit edip bırakmışlar. Bizimki yediği dayağı anlatmıyor ucuz kurtuldum diye seviniyordu. Nasıl sevinmesin? Şerif”i dövdükleri yaz Teyzemin oğlu ile Kocabekir’lerin Nazmi’yi İshakçelebi’li gençler aralarına alıp yoruluncaya kadar dövmüş, pestil gibi bırakmışlardı. Yirmi gün kendine gelemedi. Şerif alacağını başkasında bırakacak adamlardan değildi. Bunu hırpalayanlar arasında İhsan adında biri varmış. Oğlanı bizim kasabada görünce hemen tanımış. İhsan Şerif’i çoktan unutmuş akşamları bisikletine atlayıp bizim yazlık sinemaya geliyormuş. Gücü yetse Şerif İhsanı linç edecek ama oğlan kolay lokma değil. Bize İhsan’ı birkaç kere bize uzaktan gösterdi. “Aralarında bu fırlama da vardı.”dedi. Biz oğlanı görünce resmen korktuk. Şerif’in “Hazır kıstırmışken dövelim. Ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterelim.”şeklinde bizi gaza getirmeye çalışmasına hiç aldırış etmedik. “Bu hepimizi linç eder. Bizim bu oğlanı dövmemiz imkansız.”deyip yan çizdik. Adam hem yaşça bizden büyük, hem de iri kıyımdı. Gücümüz kesinlikle bunu dövmeye, önünü kesip dayılanmaya yetmezdi. Birkaç kez o sinemaya girince bisikletini alıp kaçırmaya niyetlendik. Çok tedbirli davrandığı için bunu da başaramadık. Oğlan bisikleti getirip sinemanın önündeki direğe gidonundan zincirleyip kilitliyordu. Biz onu kaldırıncaya kadar biletçi elli kere görür, yakalanıp hapı yutardık. Şerif’in intikamını sıcağı sıcağına almayı başaramadık. Fakat peşini de bırakmadık. İhsan’ın her hareketini izlemeye, onu bir gölge gibi takip etmeye başladık. Bir yolunu bulursak kesinlikle canına okumaya kararlaydık. En sonunda İhsan’la ilgili olarak yaptığımız gözlemler işe yaradı. İhsan sinemadan film bitmeden herkesten önce çıkıp, daha kalabalık sinemanın kapısından dağılmadan önce bisikletine atlayıp çoktan yola düşmüş oluyordu. İntikam planı işte bu davranışı üzerine hazırlandı. Kasabanın çıkışındaki köprünün demir korkuluklarına karşıdan karşıya tel gerip ihsana tuzak hazırlamaya karar verildi. İhsan karanlıkta teli görmediği için bisikletle tele çarpacak yere düşünce ebesinin örekesini görecekti.. Her şey en ince ayrıntısına kadar tartışıldı ve planlandı. Filmin bitmesine sayılı dakikalar kaldığında köprüdeki tuzağı hazırladık. Gündüzden hazırlanan saman telini köprünün en karanlık yerine yerden otuz santim kadar yükseğe gücümüz yettiği kadar gererek bağladık. Köşe başlarına gözcüler koyduk. Uncu Kazım’ın dükkanın köşesindeki gözcü ıslık çalınca kuş tavşan kafese girmiş demekti. Köprüdeki tuzağı hazırlayanlar okulun bahçe duvarından içeri atlayıp saklandılar. İhsan beton yolda bisikletinin üstünde yağ gibi kayarak köprüye geldi. Bisikletin tele vurunca önce geri gelir gibi oldu. Sonra ön tekeri üzerinde yaylandı. Sonrası tam bir felaketti. İhsan bisikletle birlikte havada takla atıp yeri düştü. Biz bile bu kadar korkunç olacağını düşünememiştik. Bir süre düştüğü yerden kalkmadı. Etrafına bakındı. Ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Sonra yavaş yavaş kalktı. Üstünü, başını kontrol etti. Çevresine bakındı. Söve söve tozunu toprağını silkeledi. Yeniden bisikletine bindi ama bisikleti yürümedi. Bisikletin tekerlerinin dönmediğini görünce onu omzuna alıp, yürüyüp gitti. İhsan bunların başına neden geldiğini belki hiçbir zaman anlayamadı ama Şerif intikamını almıştı. Günlerce bunu kazanılmış büyük bir zafer gibi ballandıra ballandıra birbirimize anlatıp dalgamızı geçtik. Ötekileri bilmem ama ben aslında korkmuştum. Oğlan ölebilir hatta sakat kalabilirdi. İhsan’a hazırlanan tuzakta benim de katkım olduğu için uzun bir süre kendimi suçlu hissetmekten kurtulamadım. Hepimizin çocukluğunda bir yada birkaç Şerif vardır. Mutlaka onun gibi hareketli, ele avuca sığmaz, aklı fikri şeytanlıkta olan çocuklar tanımışsınızdır. Bizimki gerçek bir baş belasıydı. Ne yapar eder bizi de birbirinden beter projelerine ortak etmeyi başarırdı. Koca ovada şeftalilerin armutların, üzümlerin ve kirazların ilk olgunlaştığı bağları tek tek bilirdi. Her zaman mutlaka aklında bir zırzopluk gezdirirdi. Yapacak hiçbir iş bulamadığı zaman ekibi toplayıp başına geçer, bizi bir tarlanın başına götürür, önce kocaman bir ateş yakar, “Bu gün mısır ziyafeti var. Közlenmiş mısırlar benden.”deyip kocaman bir tarlayı birlikte talan ederdik. Onun insanları ikna etme yeteneği vardı. En basit, olağan şeyleri öyle baştan çıkarıcı anlatırdı ki er veya geç mutlaka ona kanardık. Yazın uzun sıcak ve aylak günlerinin birinde dutlukta salıncaklarda sallanıyorduk. Şerif çıka geldi. Elinde gıcır gıcır bir paket üçücü sigarası vardı. Sigara o zamanki çocuklar arasında müthiş bir salgındı. İki arkadaş yirmi beşer kuruşları gözden çıkardık mı elli kuruşa bir paket üçüncü alabiliyorduk. Bizimki tam tamına usta bir pandomimciydi. Sigarayı üstten açtı. Paketi elinin ayasına vurup dışarı sarkan sigarayı dudağına iliştirdi. Hepimiz resmen mest olduk. “Şerif bi tane de bana versene. Ne olcak lan bi tane versen? Dibin mi düşçek? Bizde olunca sana veriyoz ama.” diye yalvarmaya başladık. Bizimki bu ağızlara çok alışık tabi, tınmadı. Ziraatın Fidanlığının arkasında bir kavun tarlası keşfetmiş. Kerpiç kuyularının az ilerisindeymiş. Bekçisi bile yokmuş. Kavun ziyafetine gelenlere birer sigara verirmiş. Sigaraları alıp bunun peşine düştük. Tarlanın bir ucu asfaltta, öteki ucu demiryolundaydı. Bekçi yok dediği tarlanın asfalt kıyısında kocaman bir kulübe vardı. Kulübe demek zaten bekçi demekti. Kavun bekçileri genelde çok yaşlı amcalardı. Bizi yakalayamaz ama görünce tanır, tarla sahibine şikayet ederdi. Bu haber yıldırım hızıyla bir şekilde gelip babalarımızın kulağına kesinlikle ulaşırdı. Bir iki dilim kavun için yiyeceğimiz sopa buradan Manisa’ya yol olurdu. Biz bir iki arkadaş bekçi kulübesini görünce operasyondan ayrıldık. Su kanalının tahliye kapaklarının betonuna oturup “Bekçi var. Yalan söyledin. Biz gelmiyoruz.”dedik. Ötekiler tarlanın kıyısına gittiler. İki kişi bekçi amca diye bağırırken ötekiler kopardıkları kavunlara kanala atıyordu. Bekçi amca tanıdığımız yaşlı bir adamdı. Sırtına bir tüfek asmış zor yürüyordu. “Bekçi dayı bize iki kavun ver. Senden kavun istemeye geldik.”dediler. Adamcağız güzellikle başkasının malını onlara veremeyeceğini anlatmaya çalıştı. “Tarla benim değil. Kimin malını kime vereyim çocuklar .”diyerek onları tarlanın kıyısından uzaklaştırdı. Kavun hırsızları bekçi ile konuşurken önceden kopardıkları kavunlar çoktan gelip kapakların önünde, suyun içinde dönmeye başladılar. Kavunları alıp birlikte dutluğa geri döndük. Dutlukta tam anlamıyla bir kavun ziyafeti çektik. İlk baştan oyun bozanlık yaptık diye bize vermediler. On kadar kavunun hepsini yemeleri zaten imkansızdı. Sonra “Hadi, insaniyetlik bizde kalsın.”deyip soyguna katılmayan arkadaşımla bana da verdiler. O yıllarda her çocuğun pantolonun beline iple bağlı çakısı ve cebinde bir kutu kibriti olurdu. Buna tedarikli olmak denilirdi. Biz hep tedarikli gezerdik. Evden sabah çıkar akşam hava kararıncaya kadar da dönmezdik. Ve yazın kesinlikle zengin çocukları ile ana kuzuları hariç kimse ayakkabı giymezdi. Hepimiz koca yaz yalın ayak dolaşırdık. Bekçi arkamızdan bizi takip etmiş. Kanalın içinden kavunları kucağımıza aldığımızı görmüş. Tanıdıklarının isimlerini de tarlanın sahibine söylemiş. Yaşlı insanlar ve büyüklerimiz bizi kendi isimlerimizle zaten tanımadı. Her zaman Tetik Hüseyin’in, Bekçi Yaşar’ın, Panta Sali’nin küçük yada büyük oğlu şeklinde söylenirdik. Tarlanın sahibi Hayrettin Ağa Sığırtmaç Hüseyin’in Recep’i Kahveler Önünde yakalamış. Biraz sıkıştırınca bizimki kuş gibi ötüp bütün ekibi bir bir saymış. Kavun operasyonu ve Şerif yüzünden ben de evde esaslı bir terbiye edilme seansından geçtim. Bu olaylardan bir yıl sonra Uncu Kazım’ın dükkanı soyuldu. Kasabada pek fazla hırsızlık olmadığı için olayın ayrıntıları günlerce konuşuldu. Tek katlı dükkanın arkasında küçük bir havalandırma deliği varmış. Hırsızlar uncu dükkanının arkasındaki kereste atölyesinden birkaç kalas almış, duvara yaslayıp havalandırma penceresinden içeri girmişler. Uncu dükkanının girişinde küçük bir masa vardı. Masanın çekmecesini terazinin yanından aldıkları demir ağırlıklarla kırıp açmışlar. 1974 yada 1975li yılların parasıyla on iki bin lirayı çalmışlar. İlçeden gelen jandarmalar dükkanda ve dükkan çevresinde birkaç gün dolaştılar. Yakın evlerde oturanların, Oduncu Bayram’ın ve yanında çalışanların ifadelerini aldılar. Fakat hırsızları bulamadılar. Aylar sonra uncu dükkanını soyanların Şerif’le ile Yörük Cemal olduğu ortaya çıktı. Şerif’i neredeyse her gün görmemize rağmen biz anlayamadık. Şerif’in kendine bin liraya kırmızı bir bisiklet alması, bol bol para harcaması bu işi takip edenlerin dikkatini çekmiş. Sonradan öğrendiğimize göre Zaten Şerif’ten ilk önce kasabadaki bakkallar kuşkulanmaya başlamışlar. Şerif’in birkaç kez çarşıya gidip kendisine fırından sıcak ekmek, bakkaldan bir kangal sucuk ve gazoz aldığına hepimiz tanık olmuştuk. Yine de onun bu kadar büyük bir soyguna kalkışacağı hiç birimiz düşünmemiştik. Bakkaldan gelince sinema arkasında çalıdan çırpıdan bir ateş yakıp, sucuğu cız bız yapıp kocaman bir ekmekle yemişti. Biz de ağzımızın suyu aka aka onu seyretmiştik. “ Ulan, hiç olmazsa tadına bakalım. Bi yerimiz şişçek be... Şundan bir yudum bize de koparsan geberir misin?” diye yalvaranlara vermek şöyle dursun koklatmamıştı bile. Cemal zaten bizimle oynamazdı. Duyduğumuza göre o da Manisa’ya gidip kendisini baştan aşağı donatmış. Pantolondan girmiş, don hatta çorap bile almış. Evdekiler merak edip parayı nerden buldun diye sormuşlar. Onlara yalan söyleyip kandırmış. Kasaba çarşısındakilerin kuşkuları iyice artınca Şerif’i karakola şikayet etmişler. “Bu çocuk çok para harcıyor. Uncu dükkanını bu çocuğun soyduğunu düşünüyoruz. Size zahmet bunu bir sıkıştırıverin” diye karakol komutanına rica üstüne rica göndermişler. İhbar karakola ulaşınca Jandarmalar sabah erkenden gelip Şerif’i evinden almışlar. Çocuk sabah sabah karşısında jandarmayı görünce korkudan zaten yaprak gibi titremeye başlamış. Bir iki tokatın ardından “Yanımda Cemal’da vardı. Birlikte yaptık.”diye itiraf etmiş. Biz Cemal’la Şerif’i öğleye doğru jandarmaların arasında gördük. Sokağın bütün çocukları briket duvarın gölgesinde kumların üzerinde oynarken yanımızdan geçirdiler. Yanlarında ailelerinden hiç kimse yoktu. İkisinin çok korktukları, ağladıkları yüzlerinde yaş izlerinden belliydi. Oyunu bırakıp onların peşine takıldık. Sokağın sonunda pamuk tarlalarının başladığı yerde bizi durdurdular. Başımıza bir jandarma bırakıp onların peşinden gitmemizi engellediler. Cemal’la Şerif hoplaya zıplaya jandarmaların yanında tarlaların arasından geçip zeytinliğe doğru gittiler. İkisi de yalın ayaktı. Pıtıraklar çocukların ayaklarına battıkça havaya zıplıyorlardı. Jandarmalar biraz da bize ders olsun diye onlara hiç acımadılar. Çocuklar paranın bir kısmını ortaokul için ekilip dikilen tarlanın köşesindeki kırık tulumbanın kuru havuzuna saklamışlar. Parayı naylona sarıp üzerini taşla kapatmışlar. Jandarma Önce çocukları uncu dükkanına götürüp tatbikat yaptırmış. Orada zabıt tutup sonra buraya, paraları sakladıkları yere getirmiş. Çalınan paranın yarısından fazlasını kuru beton havuzun içinde bulmuşlar. Şerif’le Cemal’ı jandarmalar alıp götürdükten sonra beş altı yıl boyunca hiç görmedik. Kasabada herkes onlar için “Hapse atıldılar. Kodese kapatıldılar.”diyordu. Hapisten çıktıktan sonra Cemal bir daha kasabaya hiç dönmedi. Manisa’da hamallık yaptı. İnşaatlarda çalıştı. Kendisine orada bir yaşam kurdu. Şerif ise cezaevinden çıktıktan sonra kasabaya döndü ama kasabada fazla kalmamaya özen gösterdi. Abisiyle birlikte yüksek gerilim hatları montajında çalışmaya gittiğini, yılda bir kez kasabaya geldiğinde kendisi söylerdi. Abisi haylaz kardeşe sahip çıkıp onu kasabadan uzak tutmaya çalıştı. Çünkü Cemal ile Şerif’in adı artık hırsıza çıkmıştı. Buralarda ne zaman bir şeyler çalınsa herkes bu iki delikanlıyı suçlayacaktı. Şerif ile Cemal’da bunu çok iyi biliyordu. Yıllar sonra Şerif’in İshakçelebi’den evlendiğini, kayın pederinin evinde yaşadığını ve oraya yerleştiğini duydum. Yazın çok nadir de olsa birkaç kez karşılaşıyorduk.Gençler kahvesinde oturup çocukluğumuzdan ve eski günlerden konuşuyorduk. Rus malı bir motosikleti vardı. Onunla kasabaya birkaç saatlik ziyaretler yapıp geri dönüyordu. O yazlardan birinde Şerif’in annesinin öldüğünü ve babasının yeniden evlendiğini duymuştum. Ben duyduğumda zaten kadıncağızın ölümünün üzerinden birkaç yıl geçmişti. Cici annesi Şerif’in eve gelmesini istemiyormuş. “O hırsız bu kapıya ayak basarsa bir dakika bile durmam. Ben çekip giderim .”diye babasını tehdit ediyormuş. Telefonda anlatılanlara bakılırsa Şerif yine motosikletine atlayıp kasabaya gelmiş. Kahvede arkadaşlarla sohbet etmişler. Kahvede muhabbet kesmeyince meyhaneye gidip bir iki kadeh parlatmışlar. Çok oturmadıkları için demlenmek faslını kısa kesmişler. Kafalar iyici tütsülenmeden meyhaneden çıkmışlar. Bizimki her zamanki gibi motoruna atladığı gibi İshakçelebi’nin yolunu tutmuş. İshakçelebi’ye çıkarken kasabaya yakın tatlı bir yokuş vardır. O yokuşun başında karşıdan yolu ortalayarak gelen kamyonun biri bizim oğlanı altına almış. Yaklaşık yüz metre kadar sürüklemiş. Adam “Ne olduğunu bile anlayamadım. Bana çarpan motosikleti kamyondan inince görebildim.”diyormuş. Hakikatten de motosikletin lambalarından bir tanesi bile yanmıyormuş. Bu nedenle kamyon karanlıkta karşıdan gelen motosikleti görememiş. Nereden bakarsan bak bile bile lades. Gecenin köründe İstanbul Asfaltında hayalet gibi bir motosikletle yola çıkmak zaten intihar etmek, canını sokağa atmaktır. Gitmiş bizim hayta, kimseyle vedalaşmadan gitmiş. Kabahat gibi yaşayıp, marifet gibi ölmüş işte... Seyfullah Aralık 2004
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |