..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Her insanda insanlığın tüm durumları vardır. -Montaigne
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > 1. Bölüm > Ömer Faruk Hüsmüllü




1 Şubat 2010
Memleketimin Delileri - 1  
Ömer Faruk Hüsmüllü
Mizah sevenlere tavsiye edilebilir...Fazla uzatmadan sadece 2 bölüm halinde yayımlanacaktır.


:FGHA:



Memleketimin
Delileri                    





Ömer Faruk Hüsmüllü     
Temmuz 2006-Edirne
İletişim: ofh1952@gmail.com
                                   




     Bir varmış bir yokmuş,evvel zaman içinde kalbur saman içinde…Masal bu ya,bir ülkede adı sanı belli olmayan birçok insanın yaşadığı bir yerleşim yeri varmış.Buraya masalcılar Memleketim adını vermişler.
Memleketimin kasaba,belde,ilçe ya da vilayet olup olmadığı tartışmalı bir konuymuş.Girişinde yolun üzerindeki tabelada MEMLEKETİM-Nüfus:10001 yazıyormuş.Ancak sonradan tabelanın altına Hayır:10000 ibaresi eklenmiş.Görünen o ki birisinin nüfus miktarına itirazı vardı.Bu kişi İddiacı Veysel’di.Veysel’e göre burada yaşadığı varsayılan “Sıska Umut,çeyrek porsiyon bir insandı.O nedenle böyle bir kişi nüfus miktarının içinde gösterilemezdi.”
Üzerine kısa kollu kahverengi bir tişort,altına kot bir pantolon,ayaklarına ise spor bir ayakkabı giymiş olan genç bir adam,oturduğu koltuğu arkasındaki kişiyi rahatsız etmeyecek bir şekilde azıcık yatırdı,başını otobüsün camına dayayıp gözlerini kapattı.Teypten “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı duyuluyordu.
Bu kişi Memleketim’e yeni atanan Al-Makam’dı.Görevine resmen başlamadan önce çalıştığı eski işyerinden yıllık iznini almış,yeni görev yerini kimseye haber vermeden incelemek üzere yola çıkmıştı.Bu görevi kabul edip etmeyeceğine incelemeden sonra karar verecekti.
O devirde,o ülkede Al-Makam’ın yetkisi çok fazlaymış.Ağzından çıkan her söz kanun sayılırmış.”Şu makamı al sana verdim,bunu ona verdim,şunu buna verdim!” diyebiliyormuş.
Genç adam,gözlerini aralayıp yılan gibi kıvrılan virajlı yola baktı.Biraz sonra Memleketim-10 yazan trafik levhasını gördü.”Az kaldı.” diye düşündü. Memleketim’e yaklaştıkça otobüs hızını artırıyordu.Karşıdan ya da arkadan gelen başka bir otoya rastlanmadığından sürücü aracı adeta uçuruyordu.
Memleketim üç tarafı ormanla kaplı,bir yanında da deniz bulunan şirin bir yerdi.Alt tarafında yani güneyinde kendi adını almış bir dere şehri ikiye bölüyordu.
Otobüs ormanın kenarındaki Otogar’a girdiğinde genç adamın burnuna çam kokuları gelmeye başladı.Bu havayı doya doya içine çekti.”Güzel bir yere benziyor.” diye düşündü,yani ilk intibaı olumluydu. Otobüsten inip,valizini alıp birkaç adım attığında karar vermek için erken davrandığını anladı.Çünkü beş-altı çığırtkan kendi yazıhanelerine götürmek için kolundan bacağından çekiştirmeye başlamışlardı.Bir yere gitmediğini,az önce otobüsten indiğini tek tek çığırtkanlara anlatıncaya kadar göbeği çatlamıştı.
En son derdini anlattığı çığırtkandan ,kaptığı valizini kurtarınca otogarın çıkış kapısına doğru yürüdü.Yürüdü ama yürüyemedi,çünkü bu sefer de taksi şoförlerinin saldırısına uğradı.”Götürelim abi.Valizini bagaja koyayım mı abi? Taksimetreyi gündüz tarifesinden açarım(O sırada zaten gündüzdü).Kazıklanmak istemiyorsan benim arabaya bin.” Konuşmaları ve yine orasından burasından çekiştirmeler.Neyse ki onlardan da kendini kurtardı ve “Çattık!” deyip,başını sallayarak yoluna devam etti.
Otogarın dışına çıkıp biraz yürüdükten sonra bir benzin istasyonu gördü.Buradan da üzerine benzin pompacılarının hücum edeceğini zannetti,ama böyle bir şey olmadı.Arabası olmadığına ilk defa sevindi.
Bir caddeye ulaştı.Caddenin girişinde “Şehit Onbaşı Koray Caddesi” yazıyordu.Caddenin karşı tarafına geçerek yürümesini sürdürdü.Biraz gidince bir dere ve üzerinden geçen köprüyü,köprünün hemen çıkışında Yangel Oteli yazısını gördü.İlk gördüğü bu otelde kalmaya karar verdi.Şu an dinlenmek ve sakal traşı olmak niyetindeydi.
Otelden içeri girdi.Resepsiyonda kimse yok gibi görünüyordu.Biraz dikkat edince koltuğun arkasına yaslanarak uyuyan resepsiyon memurunu fark etti.Rahatsız etmemek için geri dönmeye,başka bir otel aramaya karar verdi.Geri dönerken spor ayakkabılarının çıkardığı ses resepsiyon memurunu uyandırmaya yetti:
-Buyruuun! Sesini işiterek durdu.
-Buyrun beyefendi!Boş yerimiz vardır,fiyatlarımız hesaplıdır,yataklarımız temizdir,odalarımızda haşereye rastlanmaz.
Bir şey sormamıştı,ama adam otomatiğe bağlanmış gibi otelinin reklamını yapıyordu.
-Bir oda istiyorum.
-Nehir manzaralı mı olsun?
-Eh,olursa iyi olur!
- Kaç gün kalmayı düşünüyorsunuz?
-Şimdilik iki diyelim.Beğenirsem uzatırım.
-Tamam,kimliğinizi ve 150 lira rica edeceğim.
-Ama tarifede bir kişilik oda 35 lira yazıyor.İki gece 70 lira olması gerekir.150 de neyin nesi?
-O tarifede yazan sıradan odaların fiyatı.Sizinki ise dere manzaralı.
-Tamam,tamam al paranı! dedi.Çünkü tartışacak hali yoktu.
Odasına girdi,yarım saat dinlendi,traş oldu ve tekrar dışarı çıktı.Çıkarken resepsiyon memuru ona yol gösteriyordu:
“-Abi,buranın esnafı kazıkçıdır.Yabancı olduğunu belli etme!Yoksa soyarlar valla.” Sanki kendisi farklıydı…
Caddeye çıktığında otelin hemen karşısında Hükümet Konağı’nı gördü.Demek ki çalışma yeri buradaydı.”Büyük bir ihtimalle makam odamın dere manzarası da vardır.” diye düşündü.İleride binaların arasında kalmış Niyet Müdürlüğü’nü de gördü. Kapısında polis nöbet kulübeleri vardı.
Birden araba korna sesleriyle irkildi.Karşı caddeden bir düğün konvoyu geçiyordu.En önde üstü açık bir kamyonet,içindeki iki davulcu,bir zurnacı,bir de kameraman ile ağır ağır ilerliyordu.Davulların sesi zurnanın sesini bastırıyordu.En önde gelin arabası olması gerekirken bu konvoyda en önde yer alan arabanın plakasında “Düğüncü Başı” yazıyordu.Aynı arabanın camının üstüne de “Baş ol da istersen düğüncü başı ol!” yazılmıştı.Arabanın içinde ise, önde, kendi koltuğundan şoförünkine taşmış bir kadın kasıla kasıla oturuyordu.Arabanın arka koltuklarında oturan yoktu.Demek ki bu araç sadece Düğüncü Başı’na tahsis edilmişti.
Gelin ve damadı taşıyan araba düğüncü başınınkini izliyordu.Ön plakasında “Beraber Ölelim” arka plakasında ise “Mutlu muyuz,kime ne?” yazıyordu.Gelin arabasını damat annesinin arabası izliyordu.O arabanın da önünde “Kaynana değil!” arkasında “Kayınvalideciğim!” yazıları vardı.Aynalarına havlu bağlanmış arabalar kornalarını bağırta bağırta ilerliyorlardı.Bunlar belli ki oğlan tarafıydı,çünkü çok neşeliydiler.Geleneklere göre oğlan tarafı neşelerini açıkça belli edebilirlerdi.Konvoya katılan bazı arabalardan patlayan tabanca sesleri de duyuluyordu.Yol kenarına park etmiş bir polis otosundakiler ise olanları seyretmekle yetiniyorlardı.Haklarını yememek lazım,çünkü bir tanesi seyretmekle yetinmedi ve konvoy geçerken polis aracından fırladı.Al-Makam “İşte vazifesine düşkün bir memur!Yasaları düğün de olsa uygulamak amacında.Zaten bu tip memurlar olmasa…” diye düşünürken araçtan inen polis Al-Makam’ın şaşkın bakışları arasında tabancasındaki mermileri gökyüzüne boşalttı.O da kutlamalara bir katkı sağlamak istemişti!..
Oğlan tarafının konvoyu bittikten sonra,on metre geriden kız tarafının konvoyu geliyordu.Onlar eğlencede daha dengeliydi,fazla taşkınlık yapmıyorlardı.”Uçan da kuşlara nail oldum,ben annemi özledim” parçası kulaklara kadar ulaşıyordu.
En arkada bir kamyon ve bir traktör vardı.”Belli ki tesadüfen konvoya katılmışlar” diye düşündü Al-Makam,ama gene yanılmıştı.Çünkü kamyon gelinin çeyizini taşıyan üstü açık,büyük bir araçtı.Halılar kamyonun kasasından sarkıtıldığı gibi içindeki her türlü beyaz eşya da görülebiliyordu.Ya traktör?Koskocaman tekerlekli,klimalı,CD çalarlı pahalı bir şeydi.Lastiklerinin yeniliğinden bile sıfır olduğu hemen anlaşılıyordu.Peki bunun ne işi vardı burada?Yolunu şaşırmış sanabilirdiniz,ama üzerindeki balonlar,süsler hiç de öyle olmadığını gösteriyordu. Üzerindeki “Gelinime hediyem olsun” yazılı pankart meseleyi aydınlatıyordu. ”Bu kadarı da olmaz!”diye düşündü Al-Makam.Oysa “Bu kadarı ise hiç olmaz” demesine çok az kalmıştı.
En arkadan ağır ağır,gıcır gıcır parlayan bir biçerdöver geliyordu.Yolun neredeyse tamamını kapladığından arkasında uzun bir araç kuyruğu oluşturmuştu.Biçerdöver de tarım şenliklerine katılıyormuş gibi süslenmişti.İşte Al-Makam’a “Bu kadarı da hiç olmaz!” dedirten yazı bu aracın üzerindeki pankarttan rahatlıkla okunabiliyordu:”Bu da benden damadıma…”
Biçerdöverin arkasından durup baktı,baktı.Konvoy gözden kaybolunca kaldırımdan yürümeye devam etti.Tıngırbank’ın önüne geldiğinde insan sayısı çok artmıştı.Bazılarının yanından sürtünerek geçmek zorunda bile kalıyordu.Bu sırada karşısından gelen bir genç,yere tükürüyormuş gibi yaptı,tükürüğü geldi Al-Makam’ın göğsüne yapıştı.Genç,hemen cebinden bir mendil çıkarıp tükürüğü silmeye kalkıştı.
-Özür dilerim beyefendi,çok özür dilerim.Şimdi silerim, diyor,bir eliyle silerken diğer eliyle Al-Makam’ın arka cebindeki cüzdanı çekmeye çalışıyordu.Al-Makam gencin niyetini anlamakta gecikmedi,hemen cebinin üzerindeki eli yakaladı:
-Ne yapıyorsun sen?
-Abi n’olur affet!Polis olduğunu anlamadım.Bağışla be abi!
-Ne polisi?Tamam tamam.Defol git başımdan!
-Sağ ol ağabeyciğim.Allah senden razı olsun!Sana bundan sonra ben dahil buradaki hiçbir tırnakçı yaklaşmayacak, dedi ve koşarak gözden kayboldu.
Al-Makam iyice acıkmıştı.Kaldırımın kenarında çakmaklara gaz dolduran adama sordu:
-Yemek yiyebileceğim iyi bir lokantaya nasıl gidebilirim?
-Beyefendi,buradan düz yürüyün.Biraz sonra büyük bir bina göreceksiniz.Orası kütüphanedir.Kütüphaneyi geçince trafik ışıkları karşınıza çıkacaktır.Işıklardan sola geçip devam edin.O cadde Aşiyan Caddesidir.Hiç bir yere sapmadan caddeyi takip ederseniz,sonuna gelmeden Bol Kepçe Lokantası’na ulaşırsınız.
Az sonra lokantayı eliyle koymuş gibi buldu,çünkü adam çok ayrıntılı tarif etmişti.Lokantanın kapısından girer girmez garsonlar kendisini karşılayıp pencere önündeki bir masaya oturttular.Taskebabı,fasulyeli pilav,cacık ve kadayıf söyledi.Birkaç dakika içinde tüm ısmarladıkları masasına getirildi.İştahla yemeklerini yemeye koyuldu.
Lokantadaki sinek sayısı biraz fazlaydı,ama yemekleri doğrusu lezzetliydi.Eliyle alnına konan sineği kovalarken yemeklerin sergilendiği tarafta daha çok sinek olduğunu gördü.”Acaba o gariban aşçılar ne yapıyor bu sineklerle?” sorusunun cevabını almakta gecikmedi:Aşçı yemek tezgahının üzerindeki sinekleri zehir sıkarak öldürmeye başlamıştı bile.Üstelik yemeklere düşen ölü sinekleri bir yemek kaşığı ile ayıklayıp çöpe atıyordu.Bu görüntü midesini bulandırmıştı.Yediği sinekli yemeklere mi yoksa zehirli yemeklere mi yanması gerektiğini bilemedi.Garsona:
-Gıda maddelerinin olduğu yere zehir atılır mı? dedi.Garson:
-Bişey olmaz abi.Biz her gün aynısını yapıyoruz.Buranın insanı dayanıklıdır.Geçen bir tüp zehir bitti bir günde.Kimseciklere de bir şey olmadı. Sineği bile zor öldüren bu zehirler insana nasıl zarar verecek?
Böğürmemek için kendini zor tuttu,hemen hesabı istedi.Yabancı olduğunu zehir muhabbetinden anlamışlardı.Hiç buralı olsa böyle konuşur muydu?Madem ki yabancısın,al sana hesap:26 lira.Gelen hesabı fiyat listesi ile karşılaştırdığında en az bir misli fazla yazıldığını anladı.
Hesabı mecburen ödedi.Olay çıkarmak istemiyordu.Böyle bir şey yaptığında gerçek kimliğini de açıklamak zorunda kalabilirdi.
Bugün göreceğini görmüştü.Bu kadarı yeterdi.Otele dönüp biraz kitap okuyacak,sonra da erkenden yatıp uyuyacaktı.
Otele girdiğinde resepsiyon memurunun muhabbete giriş yapmak isteyen sözlerini duymamazlıktan geldi ve hızla odasına çıktı.Doğrusu bu kadar olaydan sonra bir de onun muhabbetini çekemezdi…

X X X


Sabahleyin erken bir saatte kaşınarak uyandı.Kollarını,yüzünü sivrisinek ısırdığı yetmiyormuş gibi bacaklarını da tahtakuruları şişirmişti.Resepsiyon memurunun reklamlarının balon olduğu da böylece ortaya çıkmıştı.Pencereye yaklaştı,sakin sakin akan dereyi gördü.Temiz bir akarsuya benziyordu.Biraz dikkatli bakınca karşıdaki büyük bir borudan akan gür bir suyun derenin o kısmını köpürttüğünü gördü.
“Hiç olmazsa,odanın dere manzaralı olduğu doğru çıktı.” diye teselli buldu.Balkona çıktı,orada üzeri tozdan görünmeyen bir sandalye vardı.Üzerine oturulmayalı çok olmalıydı.İçeri girip çantasından birkaç tane kağıt mendil aldı,sandalyeyi biraz temizledi ve üstüne oturdu.Derenin yanındaki evleri ve onların arkasındaki ağaçları yarım saat kadar seyretti.Aşağı indiğinde resepsiyon memurunu kendisini bekler buldu:
-Efendim,kahvaltı etmek isterseniz otelimizde kahvaltı servisi vardır.Yalnız ücrete tabidir.Fiyatlarımız dışarıdan oldukça ucuzdur.
-Eksik kalsın,dedi yavaşça.Resepsiyon memuru duyamadığı için sordu:
-Ne buyurdunuz efendim?
-Yok bir şey!Dere kenarında bir pastanede kahvaltı etmeyi düşünüyorum.
-Aman efendim,sakın öyle bir yanlışlık yapmayın.Onların hepsi kazıkçının kazıkçısı!
Gene yavaşça:
-Sanki siz değilsiniz,dedi ve dışarı çıktı.
Kahvaltısını ettikten sonra,bu sefer Şehit Onbaşı Koray Caddesinin Hükümet Konağının bulunduğu taraftan,yani dünkünün tam tersi taraftan yürümeye başladı.Hükümet Konağı’nın yanında bir oto galerisi,onun da yanında otoparkında şimdiden birçok araba park etmiş olan Teleskop Alışveriş Merkezi yer alıyordu.
Alışveriş merkezinin çıkışında en az altı tane dilenci saydı.Sabahın bu erken saatinde hepsi yerlerini kapıp merhamet sömürüsü yapmak için pusuya yatmışlardı.Bir kadın dilenci altı aylık bebeğini ayaklarında sallayarak uyutmaya çalışıyordu.Çocuğun yüzü sinek doluydu.Sineklerin biri konuyor,biri uçuyor,birkaçı birden ağzı yüzü pislik içinde olan çocuğun üstüne adeta pike yapıyorlardı.Onun yanında ayağı bileğinden sarılı,yanında iki tane koltuk değneği bulunan bir adam ve onun sağ tarafında sakallı ihtiyar bir dilenci vardı.Onların tam karşısında ise kıyafetleri birbirine benzeyen başları örtülü 30-35 yaşlarında üç kadın dilenci…
Alışveriş yerinden çıkan bir adam,üç kadının olduğu tarafa bir lira sadaka parası attı.Para hepsine eşit bir mesafeye düştüğünden kime verildiği belli değildi.Üç kadının üçü de önce paranın üstüne atladılar,sonra da birbirinin saçını başını yolmaya başladılar.Karşıdaki dilencilerin de bunlarla bağlantısı olmalı ki onlar da kavgaya karıştılar.Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle yaşlı adam yanlarına geliverdi,koltuk değneklerini unutan ayağı sarılı adam kadınlara doğru koşmaya başladı,bebeği olan bayanın kavgaya giderken çocuğunu gözü bile görmüyordu.
Kavga henüz başlamıştı ki alışveriş merkezinden çıkan bir arabanın kornası kavgacı dilencileri kendilerine getirdi.Bu görüntü onların zararınaydı.Hiç bir şey olmamış gibi herkes eski yerini aldı.
Mangırbank’a gelmeden sola dönen bir sokak vardı.Oradan geçerken Al-Makam o sokağın içinde çok sayıda insanın bir arada olduğunu gördü.Merakla yaklaştı.Adamın biri elindeki üç tane iskambil kağıdını karıştırıyor,kapalı olarak masanın üzerine atıyordu.Masanın üzerinde içi madeni para dolu bir tas da vardı.Adam:
-Bul kupa ası,al götür para dolu tası! diye bağırıyordu.Al-Makam sordu:
-Şartı ne bu oyunun?
-Şartı şurtu, basacan bir lira parayı;bulursan kupa ası, kazandın demektir tası.
Al-Makam halktan biri gibi görünmek için birkaç liralık oynamaya karar verdi.Ama önce izleyecek,bir hile olup olmadığına bakacaktı.Biraz izledi.Hile yok gibi görünüyordu.Çünkü adam her şeyi herkesin gözü önünde yapıyordu.Kupa asını gösteriyor,kağıtları karıyor,el çabukluğu ile onların birini oraya birini buraya atıyordu.Altı-yedi kere yapmasına rağmen ası bulan şimdilik çıkmamıştı.O zamana kadar hiç oynamamış olan bir adam,önündeki kişileri biraz iteleyerek yanaştı:
-Bir de ben deneyeyim, dedi ve bir lirayı bastı.Kapalı kağıtlardan birini aldı,açtı ve kupa ası…
-Al kardeşim tası,güle güle harca.
Adam tası cebine boşaltırken yardımcısı olan bir kişi,para dolu bir başka tası masaya koymuştu bile.Kazanan bu adamı görmek seyredenleri heyecanlandırmıştı.O yüzden oynayanların sayısı arttı.Ama defalarca oynamalarına karşılık kazanan çıkmadı.
Al-Makam,kağıtları karıştıran adamın ellerine iyice dikkat ederek bir lirayı bastı,kağıdı aldı.As olduğundan öylesine emindi ki!Aldığı kağıdı açtı:Sinek yedilisi.Bir daha açtı:Maça dokuzu.Bir daha:Gene maça dokuzu.Her açtığında ya sinek yedili ya da maça dokuzu çıkıyordu.Belki on kere bastı ise de nafile…Adam gözünün önünde kupa asını masanın üstüne atıyor,o diye kağıdı alıyor,ama yine as çıkmıyordu.
Oyunu daha fazla uzatmak gereksizdi.Caddeye çıkmak amacıyla oradan ayrıldı.Sokakla caddenin birleştiği yerde,az önceki şanslı adamın cebindeki madeni paraları oyunu oynatan adamın yardımcısına verdiğini gördü.Bu her şeyi açıklıyordu:Kazanan bu kişi ya onlardandı ya da kiralanmıştı.
Kaybettiği paralara üzülerek yürürken İşbitirici Sait’in dükkanının önüne astığı “Kiralık” ve “Satılık” ilanlarını gördü.Burası emlak işleriyle uğraşan bir büro idi.Oraya doğru baktığını gören Sait’in yardımcısı Hallederiz Çetin hemen yanında bitti:
-Buyur abi,emlakla ilgili bir sorunun varsa hemen hallederiz.
-Kiralık ev fiyatlarını öğrenecektim.
-Gel içeri,Sait abi sana yardım eder.
Az sonra çayını yudumlarken Sait’e sordu:
-Ev kiraları ne alemde?
-Ne iş yaparsınız,onu söyleyin de ona göre konuşalım.
-Ticaretle uğraşıyorum.Buraya yerleşme planlarım var da…
-O zaman durum değişti.Bilgi verebilirim.Çünkü burada kimse memura ev vermek istemiyor.Sizin gibi değerli bir tüccar ağabeyimize ise ev çook!
-Kaçtan başlıyor ev kiraları,kaça kadar çıkıyor?
-Binden başlar,ama binliklerde siz oturamazsınız.Size en az 1500’lük ev olmalı.Onun da altı aylığı peşin,depozitosu da 5000 Euro.Biliyorsunuz doların da pabucu dama atıldı,artık Euro geçerli.
-Başka şartı var mı?
-Bir de çıkarken evi sağlam ve badana edilmiş olarak teslim edeceksiniz.Yoksa depozit yanar.Bunların hepsi kontratta belirtilecek.
-Bu saydıklarınız kira mı,yoksa satın almak için mi?
-Şaka yapıyorsunuz galiba!Tabii ki kira.
-O zaman uygun bir arsa alır kendi evimi kendim yaparım.Kira ödeyeceğime kendi evimin borcunu öderim.
-O da uyar.Bu sizin tercihiniz.İsterseniz tapusu bende olan bir arsa var,anlaşırsak hemen tapuyu üstünüze yaparım.
Önce gittiler arsanın yerini gördüler.Arsa Al-Makam’ın hoşuna gitmişti.Sıkı bir pazarlıktan sonra arsanın fiyatında anlaştılar.Al-Makam Tıngırbank’taki parasını çekti,Sait’in eline saydı.Sait parayı alınca hemen işlemlere başladı.Bir saat içersinde hepsini tamamladı ve birlikte Hükümet Konağı’nın yolunu tuttular.İlgili daireye geldiklerinde Sait:
-Siz içeri girin.Ben önceden imzaladığımdan şu an bana ihtiyaç yok.Siz de imzayı atın ve tapuyu alın.Benim buralarda görünmemem daha uygun olur,dedi.
Gerekli tüm belge ve evraklar yetkili kişinin önündeydi.Tapunun üzerinde kendi fotoğrafını gördü.Yetkili hepsini tek tek incelemeye başladı.Bir ara masası üzerindeki gazeteyi Al-Makam’a uzatarak:
-Buyurun,gazete okuyabilirsiniz,dedi.
-Teşekkür ederim,diyerek aldı.Amacı okumak değildi.Gazeteyi ayıp olmasın diye almıştı.Bu gazete işine bir anlam veremiyordu.Saatlerce boş vakti yoktu ya gazete okuyarak geçirsin.”Neyse boş ver!” dedi içinden ve gazeteyi katlayarak yandaki sehpanın üzerine koydu.
Adam incelemeyi bitirdiğinde onu yanına çağırıp birkaç yere imza attırdı.Kendisi de tapuyu imzalayıp:
-Hayırlı olsun! dedi.
Sait onu bahçede bekliyordu.Hemen sordu:
-Ne oldu,aldınız mı tapuyu?
- Evet aldım.
-İçeride size gazete verdi mi?
-Evet verdi de siz nereden biliyorsunuz?
-Ne yaptınız gazeteyi?
-Katlayıp sehpa üzerine koydum.Başka ne yapacaktım ki?
-Ne mi yapacaktınız,bilmiyor musunuz?İçine birkaç lira sıkıştıracaktınız.
-Ne bileyim ben! dedi ve Sait’le vedalaşarak trafik ışıklarına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Işıklara gelmişti bile.Aşiyan caddesinin karşısına geçti.Batıya doğru yöneldi. Belediyenin önündeki kaldırımda bir şeyler satan bir adam etrafına çok sayıda insan toplamıştı.Aralarına girdi.Satıcı:
-Gel vatandaş,bunlar batan geminin malları olsa bile bu fiyata verilmez.Bakın şu gördüğünüz erkek saç tarağının tanesi piyasada iki lira.Bende ise sadece bir lira.Dur,gitmek yok!Bunun yanında şu sık saçlı erkekler için olanı hediye.Bitmedi bir tane de sakal tarağı gene hediye.Bitti zannetme,pala bıyıkları taramada kullanabileceğiniz şu tarak da bedava.Bayanları unuttuk zannetmeyin. Benim ablalarım saçlarını taramayacaklar mı?Elbetteki tarayacaklar. Şu büyük tarak ablalarıma benden hediye.Şu tarak,bu tarak,kare şeklindeki tarak,sık dişli tarak… diye diye elindeki poşete 12 tane tarak koydu adam.12 tarak hepsi bir liraydı.Devam etti:
-Bütün ailenin hatta sülalenin tarak ihtiyacı sadece bir lira.Çalsan bu fiyata veremezsin. İsteyenler seslensin.Lütfen izdiham yaratmayalım.Önce bayanlara!
Doğrusu bu kadar çok tarak bedava sayılırdı.Adam haklıydı,çalsan bu fiyata vermezdin. Al-Makam da bu yüzden almaya karar verdi.Cebinde bozuk bir lira aramaya başladı.O parayı buluncaya kadar iki kutu dolusu tarak kapış kapış satılmıştı bile.Para elinde kala kaldı.Satıcı seslendi:
-Sevgili müşterilerimiz,hizmetlerimiz bununla da sınırlı değil.Bekleyin ve görün size ne getirdiğimi.Şu elimdeki şişeye dikkatle bakın!Bunun içinde her türlü lekeyi çıkarabilecek bir ilaç var.Yurt dışından özel olarak getirttik.Leke çıkardığına inanmıyor musunuz?Öyleyse seyredin! dedi ve yanındaki bir adamın üzerine bir şişe mürekkep döktü,diğer bir izleyicinin elbisesine salça,bir başkasınınkine de ketçap sürdü. Hatta kendinden emin bir şekilde bir başkasının ilk defa giydiği belli olan elbisesine sıvı yağ sürdü.Adamcağız:
-Dur,ne yapıyorsun?O elbiseyi daha dün aldım,dediyse de o:
-Merak etme!Bu ilaç o lekeyi çıkarmazsa bedelini benden al,dedi ve oluşturduğu lekelerin üzerine elindeki şişeden bir sıvı püskürttü.Tüm lekelerin üstü birkaç saniye içinde beyaz bir tabaka ile kaplandı.Satıcı bu değişmeyi kendi lehine kullanmak amacıyla:
-Hepiniz tanıksınız,işte ilaç etkisini göstermeye başladı bile.On beş dakika bekleyin, çünkü ilaç bu sürede kurur.Sonra kuruyan ilaçlı kısmı fırçalayın.Lekeden eser bile kalmadığını hayretle göreceksiniz. İlaç kuruya dursun,biz de satışımızı yapalım.Bu ilacın tanesi yurt dışı piyasalarda en az 25 Amerikan dolarına satılıyor.Bizde sadece 5 lira.Yanlış anlamayın dolar değil lirayla satıyorum.Belli sayıda getirttiğimiz bu mucize ilaçtan alabilmek için acele edin!
Gene almak için bir hücum oldu,ama taraktaki kadar coşkulu değildi.Belli ki bazıları neticeyi görüp de almak düşüncesindeydi.40-50 tane sattıktan sonra satıcı ilacın marifetini göstermeden eşyalarını topladı ve:
-Unutmayın,iyice kuruduktan sonra fırçalayacaksınız.Beş dakika daha bekleyin,dedi ve kaçarcasına oradan uzaklaştı.
Tabii beş dakika sonra leke üzerindeki ilacı fırçalayanlar,lekenin biraz silindiğini ama çıkmadığını gördüler.Bazıları:
-Acaba erken mi fırçaladık?diyorlardı.
Al-Makam önü çöp dolu Belediyenin yanından yürümeye başladı.Ağır bir pis koku oradan geçen herkesi rahatsız ediyordu.Bu,çürümüş et kokusunu andırıyordu.Bahçeye park etmiş pislik içersinde bir çöp kamyonu vardı.Koku ondan geliyor olmalıydı.Burnunu tutarak oradan uzaklaştı.Belediye bahçesinin yanındaki Derman Bul İlaç Satım Yeri’ni gördü.Onun da yanında bir okul vardı. Öğrenciler dışarıda olduklarına göre demek ki teneffüsteydiler. Yaşları büyüktü,lise öğrencisi olmaları büyük bir ihtimaldi.
Okul bahçesinin dışında simitçiler,turşucular,sakızcılar,dondurmacılar bahçe duvarlarındaki demir parmaklıklar arasından öğrencilere satış yapıyorlardı.Arada bir belediye zabıtaları satıcıları kovalıyor,zabıtalar gidince hepsi tekrar eski yerlerini alıyorlardı.Dışarı nasıl çıktıkları belli olmayan birkaç erkek öğrenci,tane ile sigara satışı da yapan simitçiden aldıkları sigaraları bir köşede heyecan ve zevkle içiyorlardı.
Okulun hemen bitişiğinde de fabrikatör Mikdat beyin fabrikası yer alıyordu.Belediyeden gelen koku burada da rahatsız ediciydi.Bundan kurtulmak için caddenin karşısından yürümeye karar verdi ve arabaların bıraktığı bir aralıktan yararlanarak kendini karşı kaldırıma attı. Işıklara doğru yürümeye başladı.
Işıklara geldiğinde karşı tarafta Belediye Parkı’nı gördü.O tarafa geçti.Parkın içinden dumanlar ve kızarmış et kokuları hemen fark ediliyordu.Parkın dışı ise tam evlere şenlikti.Bir kasap bir köşede bir keçi,bir diğeri bir koyun boğazlıyor,bir başkası caddedeki bir ağaca astığı koyunu yüzüyordu.
Büyük kütükler üzerinde kabaca parçalanan etler,seyyar çengellere küçük parçalar halinde tekrar parçalanmak üzere asılmış koyun ve keçiler,pis bir terazide tartılan birkaç kiloluk eti hiçbir şeye sarmadan eliyle kaptığı gibi kebap yapmak üzere parka doğru koşturanlar…Bir kasap onu müşteri zannetti:
-Buyurun beyim!Görüyorsunuz etlerimiz oldukça tazedir.On dakika olmadı keseli. Fiyatlarımız da hesaplı.Kilosu sadece 9 lira.İster misiniz,but tarafından vereyim mi?
Bir başkası:
-Beyefendi ciğer,dalak,böbrek lazım mı?Bir hayvanınkilerin hepsini takım olarak 5 liraya veririm, diyordu.
Bu konuşmalara hiç cevap vermeden yürümesini sürdürdü.Parkın içine girdiğinde ellerindeki gazete,kürek,tencere kapağı gibi araçlarla mangaldaki kömürü tutuşturmaya çalışan,tutuşan kömürün üzerine çiğ etleri koyan,pişenleri çıkaran,ellerinden yağlar süzülerek zevkle yiyen,yağlı ellerini üstüne silen,küçücük çocukların ağızlarına yarı çiğ yarı pişmiş etleri zorla sokan bir sürü insan gördü.
Radyolardan,teyplerden çıkan müzik sesleri birbirine karışıyordu.Müziklerin hemen hepsi de arabesk türdendi.Bir ağacın altında iri yarı bir adam,dışarıdaki kasapların etini ya pahalı bulduğundan ya da beğenmediğinden bu sorununu kendisi çözmek amacıyla bir ayağıyla kanatlarına bastığı bir horozu hem kesmeye çalışıyor hem de bir türkü söylüyordu.Hayvanın boğazına bıçağı sürttü, sürttü… Birkaç sürtmeden sonra hayvanın boğazından kan aktığını görünce kestiğini zannetti.Ama bıçak pek keskin olmadığından kanat üzerindeki ayağını kaldırınca hayvan etrafa kanlar saça saça zıplamaya başladı.Hayvanın bazı zıplamaları bir metreyi buluyordu.Durumu gören birisi keskin bir bıçakla geldi,horozu yakaladı ve hayvanın kafasını keserek bu işkenceye son verdi.
Top oynayanlar,yürüyüş yapanlar,seyyar satıcılar,çay demleyenler,piyango satıcıları parkın diğer sakinleriydi.
Gördüklerinden tiksinerek oradan da ayrıldı.Parkın dışına çıktığında durarak biraz nefeslendi. Gördüklerine inanamıyordu.Dün ve bugün ne kadar çok anormal olay yaşamıştı.Şaşkındı ve morali bozuktu.Sinirlerini yatıştırıcı bir ilaç almayı düşündü ve yanından geçen kelli felli bir adama hastanenin yerini sordu.O da tarif etti.
Biraz sonra hastanedeydi.Hastane insan doluydu.Bu kalabalıkta kendisine sıra gelmeyebilirdi.Gideceği doktor belliydi:Aklını kaybetmemek için bir Psikolog’a ya da Psikiyatrist’e ihtiyacı vardı.Ama acaba burada bu branşlarda uzman doktor var mıydı? Kapılardaki isimleri ve doktor branşlarını okumaya başladı.Hepsinin önü insan yığılıydı,birisi hariç.Orada hiç kimse yoktu.Bu kapıya yaklaşıp kapıdaki yazıyı okudu.Bir kez daha ama bu sefer daha dikkatli okudu:Psikiyatrist Hayati Söylemez.
Kapıyı yavaşça vurdu,içeri girdi.Hayati bey,yakın gözlüğünün üstünden bu yeni gelen hastasına baktı ve “Al işte,bir kaçık daha geldi.Biraz boş zamanım olsa hemen birisi bitiveriyor.Sanki adamların antenleri var!” diye aklından geçirdi ve bir tane hasta bilgileri kayıt formu çıkardı.
-Hoş geldiniz.Barkot aldınız mı?
-Ne barkotu,nereden alacaktım?
-Amaan boş ver.Olmasa da olur.Bu barkot markot işleri zaten gereksiz şeyler.Şöyle buyurun,oturun.Adınızı,soyadınızı ve yaşınızı alayım.
Söyledi,doktor da yazdı.
-Şimdi de derdinizi söyleyin!
-Doktor bey,anlatacaklarıma inanmayacaksınız ama inanın ki doğru söylüyorum.
-Neden inanmayaym canım?Her gün senin gibi onlarca insan geliyor.Öyle şeyler anlatıyorlar ki, küçücük bir çocuk bile inanmaz söylenenlere, ama ben gene de inanıyorum.
-Ben kendim yaşadıklarıma inanmıyorum ki…
-Bırakın bunları da sadete gelelim.
-Önce kimseye söylemeyeceğinize söz verin!Çünkü size bir sırrımı vereceğim,ama bu sır aramızda kalacak.
-Benim soyadım Söylemez.O nedenle söz,söz.Hadi söyleyin!
-Ben aslında sade bir vatandaş gibi görünüyorum,ama değilim.
-Belli,belli…Hadi sade olmayan vatandaş,önce şu sırrını söyle!
-Sıkı durun söylüyorum:Ben Memleketim’in Al-Makam’ıyım.Yeni atandım. Göreve başlamadan önce habersizce gelip burayı tanımak istedim.
Bunu duyunca Psikiyatrist,karşısındakine çaktırmadan hafifçe gülümsedi. Teşhisi koymuştu. Önündeki forma hemen yazdı:Paranoyak…
-Ee,Al-Makam bey söyleyin bakalım,daha neler anlatacaksınız?Madem dertleşiyoruz, ben de size bir sırrımı vereyim:Aslında ben Tıp Fakültesi’ni bitirmedim.Eczacı çırağı idim,bir diploma buldum,üzerine kendi fotoğrafımı yapıştırdım.Yıllardır enayilere doktorum diye kendimi yutturuyorum. Neyse, neyse! Benim derdim değil,seninki önemli.Hemen başla anlatmaya!
Al-Makam,başından geçenleri bir bir anlattı.Konuşmalarının arasına çocukluk dönemi anılarını da arada sırada kattı.Doktor sorduğunda eskiyi hatırlamakta bazen zorlandı,bazen durakladı,bazen de çelişkili ifadeler kullandı. Bunlar teşhise ilave yapılmasına yol açtı: Şizofren Paranoyak…
Konuşma ve teşhis koyma bittikten sonra Hayati bey,reçeteyi en ağır akıl hastalarına verilen ilaçlarla doldurdu.Reçeteyi alıp teşekkür ederek oradan ayrıldı.
Al-Makam elindeki reçete ile Şifam Olsun İlaç Satım Yerinin önüne geldiğinde karşı kaldırımdan adeta uçarak gelen bir adam gördü.Bu Derman Bul İlaç Satım Yeri’nin sahibiydi.Adam,hemen Al-Makamın koluna girip hızla karşıya geçirdi,reçeteyi elinden kaptı,şöyle bir baktı reçeteye,sonra yüzünü ekşitti ve içinden “Vah zavallım,vah!Bu illetin en ağır olanına tutulmuş.”diye düşündü.
Al-Makam ilaçları alıp otele döndü ve valizini toplamaya başladı.Burada artık duramayacağını anlamıştı.Bir an önce uzaklaşmak niyetindeydi.Valizini alıp aşağıya indiğinde resepsiyon memuru ile karşılaştı.Onun otelden ayrılma niyetini sezen memur bir günlük parayı geri isteyeceği korkusuyla:
-Beyefendi,iki günlük ödemiştiniz.Neden bir gün daha kalmıyorsunuz?Size geri ödeme yapamam,bunu bilesiniz,dedi.
-Geri ödemezsen ödeme be!...diye kendisinden beklenmeyen bir kabalıkla bağırdı.
Otogarda hemen bir otobüse atladı,bir an önce buradan kurtulmak ister gibiydi.Şansına gene cam kenarı düşmüştü.Hem de öne yakın bir sıradaydı.Otobüs hareket edince torbadaki dört tane ilaçtan birer tane çıkardı,muavinden bir bardak su isteyerek hepsini birden yuttu.Oysa doktor,ilaçların en az bir saatlik ara ile alınması gerektiğini söylemişti.Ama olsun,o her şeyi unutmak istiyordu.İyi halt etmiş,bir de buradan bir arsa almıştı.Bunu yaptığı için çok pişmandı.Hapların etkisiyle derin bir uykuya daldı.
Gözlerini açtığında önce nerede olduğunu anlamadı.Gözlerinin üzerine parmaklarıyla biraz bastırdı,alnına masaj yaptı.Yavaş yavaş kendine geldi ve yaşadıklarını bir bir hatırlamaya başladı. İnanamıyordu, ama hepsi gerçekti.
Memleketim’den ne kadar uzakta olduğunu,kaç kilometre yol aldıklarını tahmin etmeye çalıştı,ama başaramadı.Yanındaki yolcuya sormaktan da çekindi. Tam o sırada muavin:
-Sayın yolcular,on beş dakika ihtiyaç molası! diye seslendi ve otobüs yollarının üzerindeki ilk dinlenme tesisine girdi.Tesislerde birkaç özel araba ve üç tane de şehirlerarası otobüs vardı. Otobüslerden birisi Memleketim’e gidiyordu.
Yolcular teker teker otobüsü boşalttılar.O,inmek niyetinde değildi.Olanları düşünmek istiyordu.”Yaptığım doğru bir davranış mı?Kaçmak bana yakışır mı?Mücadele etmem gerekmez miydi?Kolayı herkes sever,esas olan zoru başarmaktır.Üstelik yaşadıklarımın ilginç ve komik tarafları da yok mu?Farklı bir açıdan olaylara bakamaz mıyım?” dedi,yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Birazdan gülümseme kahkahaya dönüştü.Kendi kendine gülüyordu. Birisi görse kim bilir ne düşünürdü,ama bu umurunda bile değildi.Evet kararını değiştirmişti. Ona göre bu kaçış utanç vericiydi ve geri dönmeliydi.
Otobüsten aşağıya atladı,Memleketim’e giden otobüsün yanına geldi.Araba harekete geçmek üzereydi.Şoföre kendisinin de geleceğini,biraz beklemesini, çünkü valizinin diğer arabada bulunduğunu söyledi.
Hızlı adımlarla dinlenme tesisinin lokanta kısmına girdi.Yemek yemekte olan muavine durumu anlattı.Muavin yemeğini bırakmak zorunda kaldığı için memnuniyetsizliğini gösteren bir el hareketi yaparak masadan kalktı.
Muavin,bagajı açarak valizi Al-Makam’a verdi ve arkasından kendi duyabileceği bir sesle:
-Sarhoş işte ne olacak,gitsin mi kalsın mı bir türlü karar veremiyor.Zaten Memleketim’e kolay gelinir,ama Memleketim’den zor gidilir,dedi.
Muavinin ”sarhoş” benzetmesi doğru sayılabilirdi.Çünkü ilaçlar Al-Makam’ın dengesini bozmuştu.Adeta bir sarhoş gibi bir o yana bir bu yana sallanarak yürüyordu.

X X X



Memleketime döndüğünde gece bir hayli ilerlemişti.Artık tecrübe sahibiydi ve o nedenle aynı otelde kalmayacaktı.Yeni bir otel bulabilmek için Hükümet Konağı’nın bulunduğu tarafa doğru yöneldi.Hükümet konağının hemen yanındaki oto galerisinin tabelalarının değiştirildiğini gördü.Karanlık olmasına rağmen yazılar büyük olduğu için tabelayı okuyabiliyordu: ”Galeri En Keriz,Keriz” Okuduğundan bir şey anlamadı.Anlaması için yarının olması gerekiyordu.
Teleskop Alışveriş Merkezi’nin yanındaki sokaktan sola dönünce PTT binasını ve biraz ilerideki Huzur Otel’i gördü.Yedi-sekiz katlı büyük bir oteldi.Burada kalabilirdi.
Bu otel öncekinden çok konforlu ve temizdi.Girişte üç tane asansör görülüyordu.Resepsiyonundaki genç kız oldukça kibar davranıyordu.Bir gecelik ücreti 50 liraydı ve buna sabah kahvaltısı da dahildi.Genç kız kaydını yaparken sordu:
-Odanız deniz manzaralı olsun ister misiniz?
Daha önceki otelden yediği kazık aklına geldi ve yüksek sesle:
-Hayır,hayır istemem manzara munzara,dedi.Kız şaşırmıştı.
-Siz bilirsiniz ,diyerek işine devam etti.
Kayıt işlemi bitince ücreti ödedi ve odasının anahtarını almak için elini uzattığında resepsiyondaki kız anahtar yerine manyetik bir kart uzattı.
-Bu ne?diye sordu.
-Odanızın kapısını bununla açacaksınız.
Teknolojinin ne kadar geliştiğini ve yaşamı nasıl kolaylaştırdığını düşündü.Öyle ya kocaman tokmaklı,ağır anahtar yerine incecik bir kart aynı işi yapacaktı.Kartı alıp cebine koydu ve asansöre yaklaştı.Oda numarasını sormayı unuttuğu için tekrar geri döndü ve sekizinci katta 813 nolu oda olduğunu öğrendi.Asansörlerin üçünün de çağırma düğmelerine bastı ,beklemeye başladı. Hangisi önce gelirse ona binecekti.Ama iki dakika beklemesine rağmen gelen asansör olmadı.Tekrar çağırma düğmelerine bastı.Üç dört dakika sonra gelen asansöre bindi. Asansörün içi oldukça genişti.Yukarı doğru çıkmaya başladı. Asansör her katta duruyordu.Bazı durmalarda binen oluyor ama çoğunlukla durmasına rağmen binen insana rastlanmıyordu.Bu dur kalklar canını sıkmıştı. Sekizinci kata geldiğinde derin bir nefes aldı.
813 nolu odanın önünde cebinden kartı çıkardı,kapıdaki manyetik kart okuyucudan geçirdi,okuyucu yeşil bir ışık yakarak sinyal verdi.Kapıyı açmak için kapı koluna hamle yaptı.O da ne, kapı kolu yoktu.Sadece bir demir parçası görülüyordu kapı kolunun takılı olduğu yerde.Bu demir parçasını kurcaladı,kapıyı iteledi,ama kapı açılmadı.Valizini eline alıp asansöre yöneldi,gene bütün çağırma düğmelerine bastı.
Dakikalar sonra resepsiyonda idi ve derdini anlatıyordu.Görevli kız:
-Kapının kolu yerinde miydi?diye sordu.Demek ki kapı kolları ile ilgili daha önce benzer sorunlar yaşamışlardı.
-Hayır,yerinde değildi.
-Özür dileriz,onun yerine bir başka odayı 818’i size veriyorum.
Yeni kartı aldı,asansör macerası bir kez daha yaşanacaktı.Asansöre bindiğinde “Ay sizin teknolojinize…” diye söyleniyordu.
Nihayet odasında idi.Yatağın baş ucundaki telefonu aldı,resepsiyonu çevirdi:
-Alo,affedersiniz.Bir şey soracaktım.
-Buyurun sorun.
-Acaba otelinizde lokanta var mı?
-Var ama şu saatte servis kapanmıştır.
-Ben zaten şimdi için değil,yarın akşam için soracaktım.
-Yarın akşam da lokantamız maalesef hizmet veremeyecektir.
-Neden o?
-Çünkü otelimiz salonlarında yarın iki tane düğün birden yapılacak.Bütün personel düğünlerde görevli olacağı için yarın lokanta servisimiz kapalıdır.
-Düğün olduğu zaman insanlar yemek yemiyorlar mı da lokantanız hizmet vermiyor?Düğün var diye yaşamın diğer etkinliklerine son mu vermek gerekiyor?
-Maalesef efendim,durum bu.Yoksa biz her alanda müşterilerimize hizmet veriyoruz ama düğünler bizi bazen engelliyor.
-Peki,anlaşıldı,açıklamalarınız için teşekkür ederim,dedi ve telefonu kapattı.
Duşa girip,ılık suyla yıkandı.Duştan sonra göz kapaklarının daha da ağırlaştığını hissetti. ”Gene o lanet ilaçlar yapıyor bunu” dedi ,ilaçları bırakmaya yemin etti ve bedenini yatağa attı.
Sabah uyandığında saat 09’a geliyordu.Otel personelinden kahvaltı salonunu sordu, yavaş yavaş kahvaltısını yaptı.Saatine baktığında bu kahvaltı zevkinin bir saati bile geçtiğini gördü.Teşekkür edip sokağa çıktı.
Dünkü gezintisinde deniz tarafını görmemişti.Oraları merak ediyordu.Deniz kenarında oturabileceği bir çayhane bulacağından emindi.İşte karşıdan bir tane görünmüştü bile:Kılkuyruğun Yeri…
İçeri girdi.Masaların çoğu doluydu.Normal oyun ve oturma masalarından başka iki tane de bilardo masası vardı.Bunlar diğerlerinden oldukça uzakta oldukları için etrafa rahatsızlık vermiyorlardı.
Masaların ikisinde kağıt,birinde tavla,birinde dama,ikisinde de domino oynayan insanlar vardı.Hatta boş satranç takımı bir masanın üzerinde duruyordu.Satranç takımını görünce “Demek ki burada da bazı iyi şeyler olabiliyor. İş onları arayıp bulmada!”diye düşündü.
Duvarlarda birkaç tane noter tasdikli bir belgenin fotokopileri yer alıyordu.Uzak kaldığı için okuyamadı,ama ne olduğunu da doğrusu pek merak etmedi.
Burası çayhane,kıraathane,oyun salonu karışımı bir yerdi.Sahibi Tufan herkesle dalga geçen,herkese gıcık veren birisiydi.Onun için Kılkuyruk olarak anılırdı.
Yan masadakilere başınla selam verip cam kenarında deniz manzaralı bir masaya oturdu.Denizin görüntüsü şahaneydi.Mavinin bir çok tonunu yansıtıyordu.Bu manzarayı doya doya seyretmek kararındaydı,ama buna pek de imkan bulamıyordu.Çünkü çayhaneye her gelen Al-Makam’ı ilk defa gördüğü için ona selam veriyor,”hoş geldiniz” diyordu.Bir misafir geldiğini fark eden uzak masalarda oturanlar bile Al-Makam’a selamlarını gönderiyorlardı.O da hepsine aynı şekilde cevap veriyordu.
Galerici Altan içeri girdiğinde önce Al-Makam’ı selamladı,elini havaya kaldırdı ve:
-Ey millet,bir dakika beni dinleyin!dedi.
Herkes oyunu bıraktı,ona baktı.
-Bundan sonra artık Galerici Altan yok!
-Ne o,yoksa kendi kendine vefat ilanı mı verdin?
-Öyle de sayılır.Galerici Altan öldü.Yaşasın Memleketimin En Keriz Kerizi Altan!
-Kerizi anladık da,en kerizi ne?
-Öyle değil,en keriz kerizi!
-Her neyse canım!
-Yani kerizin de kerizi…
Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor,merakla Altan’a bakıyordu.Altan bir sandalye çekip oturdu:
-Kılkuyruk,bana bir çay ver.Herkese de sor,ne içerse ver.Önce misafirden başla!
-Tamam,çay işi kolay.Sen neler oldu anlat hele!
Herkes sandalyelerini Altan’a doğru yaklaştırdı.Altan onların meraklarını gidermekte gecikmedi:
-Dün notere gittim ve Memleketimin En Keriz Kerizi olduğumu onaylattım. Onaylı belgenin fotokopilerini burası dahil bir çok yere astırdım.Gece de galerinin tabelasını yeni ünvanıma uygun olarak değiştirttim.Bundan sonra kimse en kerizlik iddiasında bulunmasın!Yoksa yasal açıdan suç işlemiş sayılır.
-Senden daha kerizleri vardır be Altan!Biz nelerini gördük,neler yaşadık, kerizden bol ne var Memleketim’de?
-Böyle konuşup da kafamın tasını attırma!Valla veririm seni mahkemeye,arkadaş markadaş dinlemem.Benden daha kerizi olabilir mi, anlatayım da hepiniz birden karar verin!
-Biz zaten senin bazı kerizliklerini biliyoruz,bilmediğimiz var mı?
-Var tabii.Utandığım için bir çoğunu anlatmamıştım.
-Şimdi anlatırken utanmayacak mısın?
-Hayır,artık utanmıyorum.En keriz keriz olduğum için onur duyduğumu bile söyleyebilirim.
-Anlat o zaman.
-Hanginiz evi beş kere soyulduktan sonra çelik kapı taktırdınız da altıncı kez gene eviniz soyuldu.Hırsız benim eve dadandı bir kere.Adam babasının evi gibi elini kolunu sallaya sallaya gecenin bir saatinde eve giriyor;salonda,yatak odasında geziniyor,mutfağa girip yaptığı tostla bir güzel karnını doyuruyor.
-Hadi canım,o bunları yaparken siz geberdiniz mi de bir şey duymuyorsunuz?
-Sağ mıyız geberik miyiz bilmem,ama böyle.Hırsızın bizim evde bir tek çilingir sofrasını kurup demlenmediği kalıyor.Hoş,bizden çaldıklarıyla kendi evinde o sofrayı kurup sağlığımıza kadeh kaldırıyordur ya! Duymuyor musunuz,diyorsun.Aslında en son girdiğinde bir tıkırtı duyup uyandım.Hırsız girdiğinden şüphelendim,ama hanımı bile uyandırmadım.Öksüreyim de kaçsın diye düşündüm.Bir kaç kere öksürdüm.Ne oldu bilir misiniz?
-Hırsız tabanları yağlayıp kaçtı.
-Balkondan kendisini attı.
-Saklandığı yerde tir tir titremeye başladı.
-Hiç biriniz bilemediniz.Mutfaktan “beni rahatsız etme” dercesine öksürükle cevap verdi.Hani tuvalet dolu mu diye kapıya vurup öksürürsünüz,doluysa içeriden bir öksürük cevabı gelir,aynen öyle.
-Tabii sen,öksürüğü duyunca kaptığın gibi vazoyu daldın mutfağa.Aman katil matil olma elin hırsızı yüzünden!
-Olur muyum canım?Öksürüğü duyunca adamın bıçağı,tabancası vardır korkusuyla yorganı başıma çektim,öylece sabahı bekledim.Sabah olduğunda tekrar öksürdüm.Cevap gelmeyince gittiğini anladım.Hakkını yememek lazım,adamcağız mutfakta su içtiği bardağı bile kirli olduğu anlaşılsın diye ters kapamış.Şimdi söyleyin bana,benden daha en keriz kerizi var mıdır?
Bir-iki kişi “bilmem,belki” dercesine kafasını salladı,ötekilerden ise hiç ses çıkmadı.
-Dahası var.Geçen sene adı bende saklı kalsın,bir tüccar arkadaş çok sıkışmıştı.Benden on günlüğüne borç para istedi.Çıkardım 125 bin lira verdim.”Dünyanın her türlü hali var,gel senet vereyim,ipotek yapayım sana .” dedi. Ben de on gün için buna gerek olmadığını söyledim. Aradan üç ay geçti bizim borçludan haber yok.Adamı yolda görüyorum,kafasını çevirip görmemezlikten geliyor.Utanmasın,belki durumu bozulmuştur,düzeltmeye çalışıyordur,diye düşündüğümden dükkanına gidip parayı da isteyemiyorum. Neyse,aradan on ay geçince canıma tak dedi.On gün nere on ay nere?Yüzümü kızartıp dükkanına gittim, kibarca borcunu hatırlattım.Bana ne dese beğenirsiniz?
-Ne dedi,ne dedi?
-Kim bu,biz de bilelim.
-Ne diyecek “Ayıp ayıp,bu kadarcık paranın lafını etmek,ne kadar ayıp!”dedi.Bu kadarcık dediği para az önce söyledim,tam 125 bin lira.
-Amma pişkinmiş ha!
-Gene o değil,ben utandım.Önüme baka baka galeriye geldim.
-Sonra,aldın mı paranı?
-Bulursam alacağım,adam geçen ay buradan kaçtı.Şimdi söyleyin bana benden en keriz kerizi var mı?
Üç-dört kişi “yok!” dedi,diğerlerinden gene ses çıkmadı.
-Dahasını da anlatayım mı?
-Anlaat!
-İçinizde aynı tantanacılara bir günde iki kere soyulan var mı?
-Olur mu öyle şey?Hadi birincisi kaza,ikincisi affedersin ama düpedüz kerizlik…
-Haklısın.Ben de zaten onu söylemeye çalışıyorum.El çantam koltuğumun altında Namık’ın büfesinin yanından geçiyorum.Doğu yöremiz insanlarına benzeyen iki genç önüme çıkıp kavgaya tutuştular.Üstüme doğru geliyorlardı.Çantayı bir elime alıp,öteki elimle bu kavga edenleri iteledim.Benim itelememden sonra bunlar kavgayı bırakıp kaçmaya başladılar. Namık büfeden bağırdı:”Altan abi,dikkat et,bunlar yankesici olabilirler!” Baktım çantam elimde,sol cebim dolu duruyor,sağ cebimdeki araba kontak anahtarı da orada.”Yok bi şey Namık.” dedim.Biraz ileride ceplerime iyice baktığımda sağ cebimdeki 1000 doların yerinde yeller estiğini gördüm.Demek ki üç kişiydiler ve ben kavga edenleri itelerken üçüncü kişi de arkadan cebi boşaltmıştı.
Bu kadar uzun anlattığıma bakmayın.Bu işin toplam süresi 10-15 saniyeyi bulmaz.Biraz ileride polis ekip otosu vardı.Gittim,durumu anlattım.Polisler “Parayı arka cebinde taşısaydın iyi olurdu,oradan para zor çekilir,çantaya koysaydın çalamazlardı, cepleri yandan açılan pantolonlar giyme!”şeklinde akıl vermeye başladılar.Bu konuda bana yardımları dokunmayacağı belliydi.
Mesleği şoförlük olan bir kişi lafa girdi:
-Deme Altan abeycuğum!Ha benu da aynı yerde soydu o uğursuzlar.650 liramı aynı oyunla çaldular.Karşudaki manav onları tanırmış.Bir gün ondan öğreneceğum onları,anam avradım olsun ki taksi ile sıkışturacağum,vuracağum taksiyi,vuracağum taksiyi…
-Öyle şey olmaz.Vuracaksın da paran geri mi gelecek?Belki çocukların ihtiyacı var?Belki özendikleri şeyler var.Ulaşamadıkları şeylere belki de bu yoldan ulaşabileceklerini düşünüyor olabilirler.Paraya ihtiyaçları olduğu kesin.Öyle olmasa aynı adamı Teleskop Alışveriş Merkezi’nde ikinci kez soymaya kalkarlar mı?
-Gene mi seni soydu aynı kişiler?
-Eveet,gene beni soydular.O günün akşamı giyim reyonundan gömlek bakıyordum. Mağaza içinde alıcı gibi dolaşan üç genci gözüm ısırdı,ama nereden tanıdığımı tam çıkaramadım.Hatırlamak için kendimi fazla da zorlamadım.Beğendiğim bir gömleği daha yakından incelemek için çantamı yanımdaki bankonun üzerine koydum.Gençlerden iki tanesi yanıma geldiler,gömlekleri ellerine aldılar,birbirlerine kaliteli ve güzel olduğunu söylediler. Onları dinlerken çantayı gene 10-15 saniyeliğine unuttum.Tekrar çantamı elime aldığımda ise içinin boşaltıldığını gördüm.İki tane kameralı cep telefonu,bir ehliyet,1300 lira civarında para,altı tane banka kartı çalınmıştı.Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin!Benden en keriz kerizi var mı?
Bu sefer “yok” diyenlerin sayısı sekize ulaşmıştı.Altan anlattıkça onun kerizliğine onay verenlerin sayısı artıyordu.
-Üstelik o gün omzuma iki kere de kuş pislemişti.Hani kuş pisliği şans getirirdi?
-Altan abi,omzuna değil,kafana pislerse şans getiriyor.
-Ha omuz ha kafa!Bir en keriz keriz hikayesi daha anlatmamı istersiniz herhalde!Bakın şöyle anlatayım:Arabayı hep evin önünden geçen caddeye park ederim.Böylece balkondan bakınca arabayı rahatlıkla görebiliyorum.Üç ay önce balkonda oturmuş etrafı seyrediyorum.Bu sırada benim arabanın etrafında dolaşan bir genç gördüm,bir şeyler arar gibiydi.”Delikanlı,bir şey mi kaybettin?” diye sordum.”Yok abi,bu araba kiminse sahibine söyleyin kapısı açık kalmış.İsterseniz kapatayım kapıyı.”dedi.”Araba benim.Sana zahmet kapatıver be koçum!Ben kilitledim sanıyorum ama demek ki unutmuşum.Sen kapıyı itele ben alarmın kumandasını alıp,buradan kilitlerim.”dedim.İçeri girip kumandayı alıp,balkona geldim. ”Abi,kapıyı iteledim.Bas bakalım kumandaya kilitlendi mi?”dedi.Ben de “Basıyorum, dikkatli bak,kilitlenip kilitlenmediğini bana söyle!” deyip kumandaya bastım.Aslında böyle yaparak arabayı kilitlemiyor,kilitli olan kapıyı açıyordum.Kumandaya basınca arabanın dörtlüleri yandı,bunu gören genç de açılan kapıdan arabanın içine atladı.Arabayı çalacağını anlamıştım.Onun için koşarak aşağıya indim,ama arabanın yerinde yeller esiyordu.
- Pes vallahi.
-Doğru,pes vallahi,ama biraz daha var.Çalınan arabam kasko sigortalıydı. Gittim sigortaya, saf saf olayı aynen anlattım.Bana demezler mi “Sen hırsıza arabayı kendi elinle teslim etmişsin.Sana bir kuruş bile ödemeyiz.”
-Sigorta vermedi mi parasını?
-Şu ana kadar alamadım.Sigortayı mahkemeye verdim.Sonuç ne olur bilemem.Şimdi sizler söyleyin bakalım Memleketim’de benden en keriz kerizi var mı?
Al-Makam hariç hepsi bir ağızdan:
-Yook,diye cevap verdiler.Herkes “kerizlik hikayeleri burada sonlandı!”demesini beklerken Altan yine konuşmaya başladı:
-Şu bizim bilgiseverof Yalaka Hamdi var ya,o bile beni dolandırdı.
-Bunda şaşılacak bir şey yok!O ufak tefek herkese borç takar zaten.
-Ne ufağı ne tefeği?Bana taktığı kazık Memleketim Deresi’ne köprü olur.
-Anlat o zaman da dinleyelim.
-Yalaka bir gün bana geldi.”Bir eser üzerinde çalışıyorum.Bitmek üzere.Böylesi bir eser Felsefe tarihinde yazılmadı.Dünyayı yerinden sarsacak bir eser.Eser mükemmel de benim onu bastıracak param yok.Gel bu esere senin de yazar olarak adını koyalım,buna karşılık sen de masrafları üstlen.Satıştan elde edeceğimiz parayı masraflar çıktıktan sonra yarı yarıya bölüşürüz.Kabul edersen çok karlı çıkarsın.Diyelim bir koydun en az yüz alısın.Adının tarihe geçmesi de cabası!”dedi.Ben de “Ben çok para kazanmak amacıyla bu işe girmem.İsmimin duyulmasını doğrusu isterim.Teklifini bu nedenle düşüneceğim.”dedim.
-Bana verdiği üç günlük süre bitiminde galeriye geldi.Kabul ettiğimi duyunca “Göreceksin katlarımız, yatlarımız,belki de çiftliklerimiz olacak.”diyerek boynuma sarıldı.Bir matbaa bularak kitabı 20 bin adet bastırdık.Yalaka’ya göre bu küçük bir rakamdı,çünkü kitabın kısa sürede tükeneceğini ve durmadan baskı yapmak zorunda kalacağımızı söylüyordu.Kitabın kapağına yazarlar olarak ikimizin adı yazıldı.Oysa ben bırakın o kitabın bir satırını yazmayı kitabı okumamıştım bile!Yalaka kitaptan o kadar emindi ki birinci sayfaya beğenmeyenlerin kitabı iade etmeleri durumunda ücretlerinin geri ödeneceği garantisini de koydurdu.Kitap piyasaya çıkınca gazetelere,televizyonlara onca reklam verdik.Kapış kapış satılacak ve bir tek iade bile olmayacak sanıyorduk.İlk günler reklamların etkisiyle çok sattı,ama sonraki günler kitapçılardan “Durmadan iade geliyor” yakınmalarıyla karşılaştık.Gelen iade satılandan da fazlaydı.
-Gelen iadenin satılandan fazla olması imkansız.Öyle şey olur mu?
-Olur,hem de nasıl olur biliyor musun?Meğerse bizim kitabın korsan baskıları da kitapçılara iade ediliyormuş.Yani korsan baskının ceremesini de ben çekiyorum.Ayrıca bizim Yalaka kitabın neredeyse tamamını başka kitaplardan aşırmış.Eserlerinden çalınan yazarlar bizi mahkemeye verdiler.Kazananların tazminatlarını da ödüyorum.Uzun lafın kısası şu an benim galerinin deposunda yakacak bir fırın,bir ocak ya da bir fabrika aradığım 20 binin üzerinde kitap var.
-Peki,bu işe Yalaka ne dedi?Bu başarısızlığın hesabını ondan sormadın mı?
-Yalaka’da laf çok.Ona göre bu bir insanlık ayıbıdır.Yüzyıllar sonra bu eserin değeri utanç duyularak anlaşılacaktır.Artık işin o kısmını düşünmek bile istemiyorum.Şimdi biraz daha düşünün ve o temiz vicdanınızla karar verin: Memleketim’de benden en keriz kerizi var mı?
Bu sefer Al-Makam da katıldı:
-Yook!sesleri çok uzaklardan bile duyulabiliyordu.Kılkuyruk’un içiricisi:
-Hepinizi Memleketim’in En Keriz Kerizi Altan beyin maddi huzurunda bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.Saygı duruşundan sonra ayrılmayın çünkü Sayın En Keriz Kerizin sizlere çay ikramı olacaktır,dedi.

X X X

Al-Makam’ın Memleketim’e gelişinin yedinci gecesi önemli bir olay yaşandı.Bu olay,Memleketim tarihçileri tarafından “Mikdat Yangını” olarak kaydedildi.
Mikdat beyin Aşiyan Caddesi üzerindeki lisenin hemen bitişiğinde tekstil üretimi yapan bir fabrikası ile onun üç yüz metre kadar ötesinde,sekiz dönümlük orman arazisine sahip tripleks bir villası vardı.
Okula bu kadar yakın bir arazide bir fabrikaya nasıl ruhsat verildiği bazı Memleketimliler tarafından sorgulandı ise de Mikdat bey onlara:
-Ben bu fabrikayı yaptığımda burada ne okul,ne cadde ne de ev vardı,diye cevap verirdi.
Diyelim ki fabrika ile ilgili söyledikleri doğrudur.Peki orman arazisi içinde bir sürü ağaç arasına tripleks villayı nasıl kondurmuştu?Villanın kaçak olduğu besbelliydi,fakat kimse bundan fazlasını söylemeye cesaret edemiyordu.
O gün Mikdat beyin villasında gündüz başlayan hareketlilik akşam da devam etmişti.Hizmetçiler sağa sola koşuşturuyorlar;tabaklar,yiyecekler bir yerden bir başka yere taşınıyordı.Kalın zincirlerle bağlı ayı kadar iri üç tane köpek, bu gece durmadan,gelene gidene havlıyordu.
Akşam yemeğini yiyen Mikdat bey ve davetliler,kahvelerini yudumlarken bir yandan da gülüşerek sohbet ediyorlardı.Kahve faslından sonra Şark Köşesi’ne geçtiler,tepsiler içine hazırlanmış içki ve mezelerini yavaş yavaş tüketmeye başladılar.İyice duyulsun diye müzik setinin sesini de sonuna kadar açtılar.
Gecenin ilerleyen bir saatinde villanın bahçe kapısının önüne yaklaşan bir minibüs,görevlileri alıp gittikten sonra içeride Mikdat bey,üç erkek arkadaşı ve dört tane yabancı uyruklu bayan kalmışlardı.
Aceleyle evi terk eden hizmetçilerden birisi, içi su dolu cezveyi yanan ocağın üzerinde unutmuştu. Daha doğrusu kapatıyorum sanıp yanlışlıkla ocağın düğmesini ters tarafa çevirmiş,yani ocağı söndürmemiş sadece ateş miktarını kısmıştı.Ocak yavaş yavaş yanarken cezvenin içindeki su da ısınıyordu.
Mikdat bey,Döviz Rıza,Taklitçi Avni ve Beş Dakika Mehmet içtikçe keyifleniyor, keyiflendikçe de her şeye gülüyorlardı.Hele yabancı bayanların çat pat konuşmaları onların kahkahalarını patlatmaya yetiyordu.
Döviz Rıza bankacıydı.Kredi işlerinde Mikdat beye oldukça yardımı dokunuyordu.Bu alemin düzenlenme nedeni de Rıza’nın en son ayarladığı yüklü bir kredi idi.Mikdat “Bunu becer,seni öyle bir yaşatayım ki hiç unutamayasın!” demişti.
Taklitçi Avni,aşırı neşesiyle bu tip eğlencelerin vazgeçilmez bir üyesiydi. Bazen taklit de yapmaya kalkar, ama pek beceremezdi.Zeki Müren’i taklit ederken halk müziği söylediği, Ayhan Işık’ı taklit ederken Erol Taş gibi konuştuğu çok olurdu.
Beş Dakika Mehmet fotoğrafçıydı.Her türlü fotoğraf işini beş dakikada teslim etmeyi garanti ederdi.Bu tür gizli eğlenceleri yanında getirdiği küçük bir fotoğraf makinesiyle ölümsüzleştirir, çektiği filmleri itina ile dükkanında basar ve gizli bir bölmede onları saklardı.Daha sonra fotoğraf dükkanında buluştuklarında resimlere bakıp bakıp anılarını tazelerlerdi.
Ocaktaki cezvenin içindeki suyun önemli bir kısmı buharlaşmıştı.Saat de 01’e geliyordu.Herkes bayan arkadaşını alarak bir odaya çekildi.Mutfağa bakmak akıllarının ucundan bile geçmemişti.
Saat 02’ye yaklaşırken cezvenin içindeki su tamamen bitmiş,maden kısmı ateş gibi kızarmış,tahta sapı da yanmaya başlamıştı.Daha sonra ise cezvenin yanan sapından mutfağın zeminindeki halının üzerine düşen ateş parçaları halıyı tutuşturmuş,halıdan yükselen alevler de perdeleri sarmıştı.Villanın içi duman doluydu ve alt katta göz gözü görmüyordu.
Mikdat bey ve misafirleri yangını fark ettiklerinde onlar için çok geç olmasa bile geçti,çünkü ancak canlarını kurtaracak kadar zamanları vardı.Dört erkek ve dört bayan elbiselerini bile alamadan kendilerini villanın bahçesine attılar.

X X X


Al-Makam,saat 02,30 civarında dışarıdan gelen seslerle uyandı.Balkona çıkıp baktığında koşuşan bir sürü insan ve okul tarafından göğe yükselen alevler gördü.Etrafa yayılan duman oraya kadar gelmişti,burnu ve boğazı acı acı yanıyordu.Giyinip aşağıya indi ve yangının olduğu tarafa doğru koşan insanların arasına katıldı.
İtfaiye kasabanın öteki tarafında,dere kenarındaydı.Yangın yerine oldukça uzaktı.Yangın ihbarını alan İtfaiye Amiri sağa sola emirler yağdırıyordu:
-Acele edin,bu adamın günahları kadar yangını da büyük olur.Günahkarın günahları yanıyor,ama ne yaparsın görev görevdir!Siz gene de acele edin!
-Kimin yangını büyük olur amirim?
-Kimin olacak,Fabrikatör Mikdat’ın!Siz onu bunu boş verin de itfaiye aracının içi su dolu mu,onu söyleyin.
-Amirim,gündüz parklardaki çiçekleri sulamıştık,sonra da doldurmayı unuttuk.
-Allah kahretsin,tam buldunuz aracı boşaltacak zamanı…
Hortumları hemen yangın vanasına bağlayıp aracı doldurdular,ama oldukça fazla zaman da kaybetmişlerdi.Sirenlerini açtı ve yola çıktı Memleketim’in tek itfaiye aracı….

X X X


Mikdat’ın villasının yanına gelenler,çırılçıplak bayanları ve erkekleri bahçede saklanmak için oradan oraya koşuşurken görünce yangını bırakıp onları seyretmeye ve gülüşmeye başladılar.
Sarhoş Cemal,daha önce birkaç kundaklama olayına karışan,sonra yakalanan ama cezai ehliyeti olmadığı için her defasında serbest bırakılan Neron Tahir’e takılmadan edemedi:
-Oğlum Neron,bu işte senin parmağın var mı?Doğru söyle!
-Yok be sarhoş abim.Benim yangınlar bunun yanında çocuk oyuncağı sayılır.Baksana şu güzelliğe,şu muhteşemliğe…Seyrettikçe insanın içi açılıyor.Kocaman villa çatır çatır yanıyor,birazdan bir avuç külden başka bir şey kalmayacak.Sonra,bunu orman ve ardından da fabrika izleyecek.Bu macera kaçmaz!Kendime iyi bir yer bulup ,işin tadını çıkaracağım.
-Yangın sapığı,ne olacak!dedi Sarhoş ve onun yanından uzaklaştı.
Neron Tahir’in dediği doğruydu.Yangın söndürülemezse kısa sürede her yanı sarabilirdi.
Saklandığı ağacın arkasından çıkan Mikdat bey,elleriyle bir önünü bir arkasını saklıyor,daha doğrusu sakladığını sanıyordu ve seyredenlere bağırıyordu:
-Utanmazlar,açıkta bi şey mi gördünüz de bakıyorsunuz? Elalemin şeyine bakacağınıza yangını söndürmeye yardım etsenize!O itfaiye denilen konserve kılıklı araba da nerede kaldı?Her şey yandıktan sonra mı gelecek?
Beş Dakika Mehmet,giysilerini alamamıştı ama nasılsa fotoğraf makinesi elindeydi.Bir ağacın arkasından hem yangının hem de toplanan insanların fotoğraflarını çekiyordu.
Çalılar arasında saklanmaya çalışan Döviz Rıza’nın her tarafı yara,çizik içindeydi. Vücudunu kaplayan kan çıplak görüntüsünü biraz örtüyordu.Acıdan inliyor,arada bir de çığlık atıyordu.
Yabancı bayanları şu sıra görebilen yoktu,ama aniden yangın yerine giren itfaiye aracının farları onların yerini de herkese gösterdi.Birbirlerine sarılmışlar,çıplak bir tek beden görüntüsü veriyorlardı.
İtfaiyeyi gören Mikdat bey,alaylı bir şekilde:
-Nihayet teşrif edebildiniz sayın yangın ekibi!Sizden bu işin hesabını mahkemede soracağım,dedi.
İtfaiye amiri:
-Mikdat bey,arabamıza roket mi takıp da gelecektik?Bu külüstürle bundan çabuk gelinmez. Arkadaşlar,villanın işi bitmiş.Onu bırakın önce ormana su sıkın,hiç olmazsa ormanı kurtaralım.
-Ne ormanı,ne kurtarması?Bırakın ormanı da önce benim fabrikamı kurtarın.Suyu fabrikaya sıkın ki tutuşmasın.
-Beyefendi,fabrika sadece sizin ,oysa orman hepimizin.Öncelik ormanda!
-Bunu da size ödeteceğim.
Al-Makam bu konuşmaların ancak sonuna yetişebilmişti.Topluluktaki bazı konuşmaların ise tümüne tanıktı:
-Meczup Muammer “Allah Allah” deyip kafanı sallayacağına,sen bilirsin söyle bakalım bu yangının sebebi nedir?
-Balıkçı Sadi,bunu sadece ben değil,Allahın verdiği akla sahip olan her kişi bilebilir.Bu yangın şundan bundan değil bu insanların günahlarından çıktı.Günah ateştir,insanı sararsa insanı yakar,evin içinde günah işlenirse evi yakar.Ormanda da bu iş yapıldıysa ormanın da hiç kurtuluşu yoktur.
Mikdat,yanan villasına yaklaşmak istediği sırada üzerine bir parça ateş sıçradı.Acıyla haykırdı:
-Yandım anam!
Seyredenlerden buna bir cevap gelmede gecikmedi:
-Yananı Allah görür!
Bir başkası:
-Yanan kendi derdine yanar.
Villanın kontrollü bir şekilde yanması sağlanıp hem ormana hem de Mikdat beyin fabrikasına bolca su sıkıldı.Durgun,rüzgarsız bir hava vardı.Bu büyük bir şanstı.Bu sayede yangının yayılması önlenebilmişti.
İtfaiye birkaç kez gidip geldi,getirdiği son suyu villanın kızgın külleri üzerine boşalttı. Şiddetli bir “coozzz” sesiyle birlikte ortalığı büyük bir kül bulutu sardı.İnsanların çoğu sağa sola kaçıştı,ama orayı tamamen terk eden olmadı.Seyrin bitmediğini düşünüyorlardı.
Yanan ateş kalmadığından ortalık iyice kararması gerekirken aksine aydınlanmıştı. Çünkü artık sabahtı.İtfaiyeciler işleri bittiği için malzemelerini topladılar,araçlarına bindiler.Binlerce kişi araçlarına binen itfaiyecileri coşkuyla gönülden alkışladılar. ”Memleketim sizinle gurur duyuyor!” sloganı ortalığı inletiyordu.Halkın bu alkışlarına itfaiye korna çalarak cevap verdi,bu aynı zamanda bir selamlamaydı.
Bilgiseverof Umursamaz Rüştü avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
-Thales’in teorisinin doğruluğunun kanıtlandığını binlerce kişi az önce burada gördü.Ne demiş üstat?”Varlığın ilk ana maddesi yani arkhe su’dur.”demiş.Bir düşünsenize su olmasaydı bu gece bu şehrin hali nice olurdu?
Bazı kişiler:
-Galiba bilgiseverof haklı!derken bazı kişiler de:
-Gene zırvaladı kaçık felsefeci,diyorlardı.

X X X

Al-Makam,Burcu Pansiyonun tombul sahibesiyle yaptığı sıkı bir pazarlıktan sonra üç günlüğüne 60 liraya anlaşmıştı.Memleketimde , birkaç gün de pansiyonda kalmaya karar vermişti.Odası cadde üzerinde sevimli ufacık bir yerdi. Tuvaleti ve banyosu da içindeydi. Odadaki dolaba eşyalarını yerleştirdikten sonra tuvalete girdi.Tuvalet duvar ile lavabo arasındaki daracık bir yere sanki zorla sıkıştırılmış gibi duruyordu.Sığıp sığamayacağını düşündü,lavaboyu biraz iteledi,sanki lavabo biraz ileri gitmiş gibi geldi ona.Tuvalet taşına oturmasıyla kalkması bir oldu,çünkü fazla uzun bırakılmış olan tarat borusu altına batmıştı.Tuvalet kağıdı rulosundan biraz kopararak boruyu kağıtla tutup hafifçe eğdi.Belki şimdi oturabilirdi.Bir kere daha oturmayı denedi.Oturmasına oturdu ama oturduktan sonra da kımıldamasına dahi imkan olmadığını gördü.Kilolu birisinin herhalde burayı kullanabilmesi çok zor olacaktı.İşini bitirdikten sonra lavaboyu devirmemeye dikkat ederek yavaşça kalktı,ellerini yıkadı.Dolması için gerekli süre geçtiği halde rezervuardan sürekli su sesi geldiğini fark etti.”Bu devamlı akarsa,gece işimiz iş!Uyumak bu sesten dolayı mümkün olmaz.”diye düşündü.
Aşağıya indi,pansiyonun kaldırıma koyduğu üç masadan birisine oturup tombul bayandan bir çay rica etti.Diğer masalarda da insanlar vardı,ama onlar hiç de pansiyonda kalan müşterilere benzemiyorlardı.Memleketimin yerlisi olmalıydılar.Biraz soluklanmak ya da sohbet etmek için oturmuşlardı.Yan masadaki 50’li yaşlarda iki bayanın konuşmalarına kulak kabarttı:
-Sorma Aylacığım,gittiğime gideceğime pişman oldum.Sabahın köründen akşama kadar bekledim,ancak iki tane ilaç alabildim.Hastaneye sağlam gittim sinirden hasta döndüm.Bin bir ayak bir yerde.O kadar hasta mı var bu memlekette?Eğer gelenlerin hepsi gerçekten hasta ise vay bizim halimize!
-Ne olacak şekerim,doktora giden tam tedavi olamıyor ki.Geçen gün ben de gittim,bana verilen sıra 108 numaraydı.Giren bir-iki dakikada doktorun yanından çıkmak zorundaydı.Bu sürenin içinde muayene ile beraber kayıt ve reçete yazılması da var.Doktor bazen muayene bile etmeden,neyin olduğunu sorup reçeteyi yazıyor.Seninle hiç ilgilenmiyor.
-Bazıları da bir çok hastayı özel muayenehanelerine yönlendiriyorlarmış. Orada tepeden tırnağa muayene ederler belki!
-Nerdee?Özel muayenesine de gittim bir doktorun.70 liramı aldı,ama gene hastanedeki kadar vakit ayırdı.Öğlen yemeği arasında muayenehanesine gelip özel hastalarına bakıyor,orası da tıklım tıklım.Kırk beş dakika vakti ya var ya yok,çünkü oradan çıkıp hastanedeki öğleden sonraki hastalarına bakacak.
-Belki özel muayenehanesine gidersen hastanede daha iyi davranır.İlaç yazarken biraz cömert olur.
-O avantajı var tabii.Teşhis tam konulamayınca hastalık da tam tedavi edilemiyor.Aynı insanlar durmadan doktor kapılarını aşındırıyorlar.
-Hastanede beklerken ellerinde kocaman çantalarıyla doktorların yanına teklifsiz giren o ilaç pazarlamacılarına çok kızıyorum.Onların çaldıkları zaman da bizim zamanımız değil mi?
-Haklısın,onlara söylenenleri çok duydum ama yüzlerine karşı bir şey söyleyeni görmedim.
Konuşma hastalık ve hastane üzerine devam edip gidiyordu.Al-Makam daha önce hastaneye gitmişti,ama kendi derdine düştüğünden ne olup bittiğini anlayamamıştı.Yarın erkenden hastaneye gidecek ve olanları yakından görecekti

X X X

Al-Makam sabahın oldukça erken bir saatinde kalktı.Pansiyonun kapısını açmak istedi ama açamadı.Çünkü sahibesi bu kadar erken bir saatte uyanmazdı.Kapıyı zorlayınca çıkan gürültüye uyandı ve uykulu şaşkın gözlerle ona bakarak kapıyı açıp uykusuna devam etmek üzere odasına yöneldi.

Al-Makam hastanenin bahçesine adımını atar atmaz keskin bir ilaç kokusu burnuna geldi. Ağrıyan karnını tutarak ilerlemeye çalışan 16-17 yaşlarında bir genç çocuk, bir kadının koluna girerek yürütmeye çalıştığı ama aslında sürüklediği 75-80 yaşlarında bir ninecik, topuklu ayakkabılarının çıkardığı sesi zevkle dinleyerek bahçede dolaşan bir genç kız, çöp bidonlarının yanında adeta pusuya yatmış gibi gizlice sigaralarından çekmeye çalışan kadınlı erkekli altı-yedi kişi,hiçbir şeye aldırmadan orada bulduğu plastik çay bardağına ayağıyla vurarak oynayan bazen de bu oyundan zevk aldığını gösteren sevinç çığlıkları atan dört yaşlarında bir çocuk ve onu gözetleyen başı örtülü bir kadın ,telaşla oraya buraya koşuşturan beyaz önlüklü görevliler,ne yaptıkları anlaşılmayan ama bir arada bulunan toplu bir insan yığını hastane bahçesinde göze çarpıyordu.Ortam genelde sakin ve sessizdi ama birden ağır bir vasıtanın önce motor ,sonra ise fren sesi bu sessizliği bozdu.Hatta korkuyla bazı insanlar oraya buraya kaçışmaya başladılar.Kimisi :
-Yuhh ayı!
-Sürücü değil kasap bu kasap !
-Sabah sabah gebertecek bu adam bizi.” diye söylenenler de vardı.
Bu konuşmaları duyan sürücü “Tıbbi atık aracı “ yazan çöp kamyonunun camından başını çıkarıp cevap verdi:
-Korkma teyzem.korkma dayım,korkma bacım! Biz kimseye zarar vermeyiz. Yıllardır sallarım bu direksiyonu,daha bir tane bile vukuatım yok!
Bunu duyan yaşlı bir kadın öfkeyle:
-Belki de bugün ilk vukuatın biz olacaktık , boş boş konuşma da işine bak . Zaten buradaki insanların derdi onlara yetiyor, diye bağırdı
Sürücü sırıtarak camdan bir kez daha baktı. Arabayı birkaç metre geriye çekti ama sesini çıkarmadı.


Hastane binasının giriş kapısına yaklaştıkça kalabalık artıyordu, çünkü birçok yönden gelen insanların hepsinin hedefi bir an önce o kapıdan girmekti. Buradan önce girmek içeride muayene için gerekli olan barkotu da önce almak demekti.Barkot dağıtan gişelerin önünde yüzlerce insan şimdiden birikmişti.Al-Makam da barkot kuyruklarından birine girdi..Orta yaşlarda bir adam kalabalığı görünce yanındaki kadına :
-Sözüm ona erken geldim diye seviniyordum. Baksanıza şu önümüzdeki insan çokluğuna.Bu insanlar hiç uyumadan gece yarısı geldiler herhalde buraya.Bugün gözden gene muayene olamam ben,bana gelinceye kadar kontenjan dolar.Ama şansımı bir kere daha denemek istiyorum.
Bir hayli önlerde bulunan bir kadın:
-Doğru tahmin ettiniz beyefendi,geçen hafta sabah altıda girdim kuyruğa ve tam üç saat sıra bekledim ama muayene olamadım.Diğer poliklinikler böyle değil,göz hastası çok ama bakan doktor az.
-Çile çekmek bizim gibilerin kaderi galiba. Baksanıza kuyruklarda iyi giyimli kimse var mı?
Bu iyi giyimli lafı bazılarının canını sıktı, hatta homurdananlar bile oldu,ama bunun kendileri için bir hakaret olduğunu söyleyebilecek kimse çıkmadı.Köylü bir adam karıştı konuşmaya:
-O dediklerinin vardır parası, gider özele.Orada ne sıra vardır ne de beklemek.Bizi burada bir dakikada kontrol eden doktorlar orada onlara saatlerce bakarlar.Bir dakikada benim hastalığımı nereden bilecek?Geçen benim süt ineği hasta oldu,çağırdım bir veteriner tam bir buçuk saat uğraştı hayvanla.
-Senin süt ineği kaç para eder?
-Üç-dört bin yapar yeni parayla.
Bu muhabbete kızanlar da vardı.Bu konuşmaları boş buluyorlardı.Sessizce de olsa:
-Sıktı artık! sözcükleri bazı dudaklardan dökülüyordu.
Yarım saat sonra kalabalık iyice arttı. Kalabalığın artışıyla insanların üzerine gişelere doğru bir iteleme tazyiki gelmeye başladı. Bağıranlar hatta çığlık atanlar oldu.Bu kargaşayı fırsat bilen bazı uyanıklar kuyrukların ön tarafından yer kapmak için harekete geçtiler.Kuyrukta bekleme deneyimi olanlar bunu hemen fark ettiler ve bir karşı hamle ile cevap verdiler :
-Lütfen araya girmeleri önleyelim. Herkes önündeki insana iyi dikkat etsin!
İlk başlarda kuyruktaki insanlar tek başlarınaydı, fakat zaman ilerledikçe bilhassa en öndeki insanların yanında onlarla sohbet eden birkaç kişi beliriverdi. Bu eklenen insanların çoğu oradakilerle ne akraba, ne arkadaş ne de komşuydu.Ön sırada bulunmanın birden yarattığı bir çekicilikti bu…
Gişeler nihayet açıldı ve işlemler başladı. Herkes derin bir “Ohh!” çekti. Biraz sonra aradan yarım saat geçmesine rağmen bir adım bile ilerlememiş olan insanlar bunun nedenini araştırmaya başladılar. Arkalarda bulunanların bekleme nedenini doğru tahmin etmelerine imkan yoktu.O yüzden arka sıralardan homurtular yükselmeye başladı.Sırada olmadığı halde bir yolunu bulup ön sıralara yerleşen birisi gerilimi azaltmak için:
-Bilgisayarlar bozuldu, bilgisayarlar arıza yaptı. Tamir etmeye uğraşıyorlar, diye arka sıralardan da duyulabilecek bir sesle bağırdı.
Biraz sonra bilgisayarların sesi duyuldu. Başka zaman rahatsız olacağı bu bilgisayar sesi birçok kişiye huzur vermişti. Ümitle beklemeye başladılar.Arka sıralarda oldukça kilolu bir bayan belini tutarak kıvranmaya başladı.Yere düşmek üzereyken yanındakiler tuttu, kaldırdı.Gözleri büyümüş ve alnından terler boşalıyordu. Birisi:
-Kardeş sen şuraya otur,sıran gelince sana haber veririz.
-Senin şikâyetin ne?
-Şikayeti ne olursa olsun,baksanıza duramıyor kadıncağız! Öndekiler izin verin de işlemini yaptırsın.
Bu teklif birçok öndeki kişinin canını sıkmışa benziyordu.Hayır diyenler çoğunlukta ama en öndeki bir adam:
-Bir kişiden ne çıkar.Gelsin yaptırsın , deyince iki kişi hasta kadının koluna girerek gişe önüne getirdiler ve hem hasta kadının hem de kendi işlemlerini yaptırdılar.Böylece arkadakilerin bekleme süresine biraz daha zaman eklediler.
Beklemekten canı sıkılan Al-Makam ortalığı hareketlendirmek için:
-Bize bu yaptıkları tam bir gâvur eziyeti. Aslında gavurların günahını alıyoruz,çünkü onlar hasta olan birisine bu kadar acı çektirmezler,dedi ve etraftan tepki gelmesini bekledi.Ancak hiç kimse en ufak bir tepki göstermedi. ”Korkaklar!” diye düşündü kendi kendine,ama iyice sinirlenmişti.Tam o sırada önündeki bayanın işi bitmiş sıra ona gelmişti ki önündeki bayanla konuşan diğer bir bayan gişenin önüne atlamıştı bile.
-Hanımefendi siz sırada değilsiniz, sıra bende.Lütfen kuyruğun en arkasına geçiniz.
-Herkes şahit, ben saatlerdir bekliyorum burada.Sırada olduğumu siz de gördünüz.
-Evet ama siz oraya sonradan o bayanla konuşmaya geldiniz. dedi ve diğer bekleyenlerden destek istercesine gözlerine baktı. Hayret, gene destek yoktu. ”Lanet olsun” dedi ve ısrardan vazgeçti.
Kadın, bu suskunluk üzerine sevinerek elindeki poşetten sağlık karnesini çıkardı ve gişeye uzattı. İki-üç dakika süren işlemden sonra tekrar elini poşete attı ve bu sefer üç tane daha sağlık karnesi çıkararak gişeye uzattı.Kadını izleyen Al-Makam’ı bu son hareket iyice çileden çıkardı:
-Hanımefendi,bütün mahallenizin sağlık karnelerini toplamışsınız.Hak etmediğiniz halde kendi işinizi yaptırdınız,üstüne üstlük üç kişinin işini de yaptırmak istiyorsunuz. Burada bekleşen bu insanlara saygısızlık yaptığınızın farkında mısınız? Yoksa bu kadar insan aptal da bir tek siz mi akıllısınız? Memur hanım,lütfen bunu önleyin ve o karnelere işlem yapmayın!
Görevli memur bu isteği duymamazlığa geldi ve eskisinden daha hızlı bir şekilde işini yapmaya koyuldu.Arada bir Al-Makam’a da bakıyor ve adeta “Bana ne!” demek istiyordu. Yan sıralardan birinde küçük bir çocuk annesine bir şey sormak istedi ama annesi onu :
-Sus!Bak orada kavga oluyor ve ben senin yüzünden duyamıyorum.Sesini kes de ne olduğunu anlayayım,diyerek engelledi.
Yaşlı bir kadın :
-Ayıp,ayıp.Hem de çok ayıp!Ne günlere kaldık yarabbi! diyordu ama kimi kınadığı hiç de belli olmuyordu.
-Kavga bitse de memurlar rahat çalışsa!Yoksa daha saatlerce bekleriz burada.
-Adam doğru söylüyor,ama biz kendi hakkımızı savunmasını bilmiyoruz.
-Savunsan ne olacak,kötüler ve kötülükler bitecek mi?
-Belki kadının acelesi var.Yaptırsın işini canım.
Şeklinde kavga ile ilgili birçok görüş ortaya kondu.Kadına itiraz eden Al-Makam’ın dikkatini gişede oturmakta olan hastanenin güvenlik görevlisi çekti. Hemen ona yöneldi:
-Beyefendi buradaki düzeni ve sırayı sağlamak sizin göreviniz değil mi? Lütfen bu bayanı sıradan çıkarınız.
Bu sözler güvenlik görevlisinin hoşuna gitmedi,ama birden yerinden fırladı.Onu gören de hemen problemi çözecek sanır.Oysa o hareket ,oradan kaçış içinmiş.Çünkü daha sonra saatlerce oralarda güvenlik görevlisi gören olmadı.
İşi biten kadın ağır ağır dört tane sağlık karnesini poşetine yerleştirirken bir yandan da arkasındaki Al-Makam’a kötü kötü bakıyor ve herkesin duyabileceği bir sesle söyleniyordu:
-İnsanlarda acıma duygusu kalmamış,benim ayakta duracak halim yok.İnşallah Allah sana da bir hastalık verir ,o zaman benim derdimi belki anlarsın!
-Hem suçlusun hem de güçlüsün.Haksız yere iş yaptırdın,bir de utanmadan söyleniyorsun. Pes doğrusu!Burada bekleyenlerin hepsi hasta,keyif için hiç kimse bu daracık yerde saatlerce beklemez.
Kadın söylene söylene uzaklaşırken Al-Makamın arkasındaki adam:
-Sana beddua ediyor.
-Etsin.Meşhur sözdür:Köpeklerin duası kabul edilseydi her gün gökyüzünden kemik yağardı.
İnsanlar altı sıra kuyruk olmuşlardı ve kuyrukların sonu binanın çıkış kapısına dayanmıştı.Ötekilerin yanında çok kısa görünen ve birçok kişinin özenerek baktığı yedinci kuyruğun gişesinde “Acil barkot” yazıyordu.Durumları acil olmadığı halde orada da şansını deneyenler yok değildi.
-Bayılmak üzereyim,üzerime bir fenalık geldi.
-Kardeş o zaman acile geç.
-Acil öteki bölümlere göndermiyor.Oradan sadece acil kısmına gidebilirsin.
-Şu bey oradan işlem yaptırdı,ona soralım .Beyefendi affedersiniz ama hangi bölüme gideceksiniz?
-Sizi neden ilgilendiriyor anlamadım ama gene de söyleyeyim:Dün dahiliyede işlerim yarım kalmıştı,bu yolla tamamlayabileceğimi söylediler.
-Bak,gördün mü , benim dediğim çıktı.
-Ben vazgeçtim acile gitmekten.Orası işimi yapmazsa buradaki sıramdan da olurum.
-Kızım bebek arabasıyla sırada beklemek zor olur.Şurada bekleyen annem var,yaşlı olduğu için oraya oturttular.İstersen bebeği onun yanına bırak.
-Olur mu teyze,ya çocuğumu çalarlarsa?
-Aşk olsun biz öyle şey yapar mıyız?
-Ama ben sizi tanımıyorum ki…
-Kızım git acile.Senin bebeğin var,söyle sana barkot verirler.
-Bu kadın da her önüne geleni acile gönderiyor.Ona kalsa herkes acillik!
diye düşündü Al-Makam.Barkot alma işini bitirmişti ki,tam bu sırada en arka sıralardan bir bayanın:
-Eyvah,soyuldum,yetişin kaçıyor!diyerek attığı çığlık duyuldu.İnsanlar birbirine karıştı, sıralar bozuldu, öndekiler arkaya arkadakiler ise öne doğru hücum etti.Ne soyulan ne de kaçan vardı.Az sonra sıralar yeniden oluştu ama bir çok kişi öndeki yerini kaybetmişti. Anlaşılan bu çığlık da yeni bir sıra kapma taktiğiydi.
Daha önce önde olanlar bu yeni sıralamaya itiraz ettiler,eski yerlerine geçmek istediler.Öndekiler tabii ki buna yanaşmadılar.İtişmeler,kakışmalar başladı.Biraz sonra da yumruklar konuştu.Çantalar,sağlık karneleri havada uçuşuyordu.Doktor kapılarında bekleyen hastalar,doktorlar ve hastane personeli kavganın olduğu yere doluştu.Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu:
-Galiba birini soymuşlar.
-Bomba koyarken birini yakalamışlar.
-Hamile bir kadının sırada sancıları tutmuş.
-Olay çıkarmak isteyen bir grup ortalığı karıştırmış.
-Bir bayanın çocuğunu kaçırmışlar,gibi çeşitli tahminler yapılıyordu.
Al-Makam,tam da kavganın ortasında kalmıştı.Yüzünde tırmık izleri vardı,gömleğinin iki düğmesi de kopmuştu.Buradan kurtulmanın çarelerini ararken bir el omzuna dokundu.Başını çevirip baktığında tanıdık bir yüz görmenin verdiği sevinçle gülümsedi:Karşısındaki kişi Psikiyatrist Hayati beydi.O da gürültüye koşanlar arasındaydı.Kendisine yardımı dokunacağını sanıyordu ama durum tamamen tersineydi.Hayati bey:
-Sevgili hastalarımız lütfen sakin olun!Olayı yaratan kişiyi biliyorum.İşte yakaladığım bu şahıstır,diye Al-Makam’ı işaret ediyordu.O bir şey yapmadığını söylese de ona kimsenin inanacağı yoktu.Hayati bey:
-Sakın kim olduğunu söyleme Al-Makam müsveddesi.Demek ki geçen gün buraya Al-Makam olarak bugün ise bir terörist olarak geldin.Görevliler yakalayın bunu ve hemen 46’lıların koğuşuna götürün!
İtirazları para etmedi.Üç tane hastabakıcı karga tulumba aldılar adamcağızı ve emredilen yere götürdüler.
Barkot sırası bekleme yerinde artık her şey normale dönmüştü.Öyle ya suçlu bulunmuştu.Al-Makam’ın az önce konuşmaya çalıştığı adam:
-Terörist olduğunu zaten anlamıştım.Beni tahrik etmeye çok çalıştı ama kandıramadı, diyordu yanındakilere.

X X X


İşbitirici Sait, Pişpirik Mehmet, Kuruntulu Soner ve Hanımcık Metin hararetli hararetli bir kağıt oyunu oynuyorlardı. Sait, miras yoluyla kalan büyük bir arsayı 18 varisi ikna ederek metre karesi altı liradan alıp dokuz liradan sattığı için oldukça keyifli ve hoşgörülüydü. Pişpirik Mehmet’in göz göre göre yürüttüğü kağıtları bile görmemezlikten geliyor ve içinden “Amaaan, bir kağıt için huzursuzluk çıkarmaya değer mi?” diye düşünüyordu.

     Pişpirik Mehmet aslında gözü, kulağı sağlam, beyni genç insanlarla oyun oynamazdı. Saatlerce kendi gözüne kestirdiği oyuncuların gelmesini beklerdi. Bu oyuncular gözleri iyi görmeyen, öyle ki bırakın yerdeki kağıtları elindekileri bile ancak gözüne yaklaştırdığı zaman tanıyabilen, kulakları davul çalsa duymayan, yaşları yetmişe dayanmış yada geçmiş oyuncuları seçer, gerekirse bütün gün orada pineklerdi. Yenilmekten hiç hoşlanmazdı; hele hele Kuruntulu Soner’in kendisini yendikten sonra “ Gazoz ağacı!” diyerek takılmasına hiç tahammülü yoktu. Bugün şeytana uymuş, gaflete düşmüş ve kareyi tamamlama ısrarlarına nasılsa “Olur” demişti. Şu an oyundaki durumu hiç de iyi değildi. Kağıtları yürütmesine rağmen sonlarda yer alıyordu. “ Salaklık ettim.” diye mırıldandı. Mızıkçılık çıkarıp oyunu bozmak için bir bahane aramaya başladı…

     Kuruntulu Soner çok şüpheciydi. Diğer oyuncuları sürekli göz hapsinde tutuyor, elindeki iyi kağıtların verdiği cesaretle kağıtları hızla masaya çarpıyor, “Hile yapanı yakarım!” diyerek Pişpirik Mehmet’e gözdağı veriyordu. İşbitirici Sait’in pis pis sırıtması hem sinirlerini bozuyor, hem de şüphesinin Pişpirik Mehmet’ten başka onun da üzerinde toplanmasına neden oluyordu. İşbitirici Sait’in mutlu hali neredeyse onu çıldırtacaktı. Bir ara:
     -Ne o İşbitirici, ağzın keyiften kulaklarına varıyor. Yoksa bittin mi? Bir el daha dön, biz de belki sayı azaltırız. dedi.
     -Yok bir şey. Benim keyfimin nedeni başka. Elimde üçü benzer kağıt bile yok!.. diye cevapladı İşbitirici.
     Onların konuşmasını elindeki kağıtları masanın üzerine açan Hanımcık Metin böldü:
     -Buraya kadar arkadaşlar, herkes elindekileri saysın!
     -Kaçan mı var? Seninki de kancık eşek şansı be! dedi Pişpirik Mehmet ve kağıtları öyle savurdu ki hepsi masaya çarpıp yere düştü.
     Elindeki çay tepsisini boş bir masaya bırakan içirici koşarak geldi, kağıtları topladı ve:
     -Fazla heyecan yapma Pişpirik! Bunlar senin kurbanlıklara benzemez, çetin cevizdir bunlar çetin… dedi.
     -Hadi be, git başımdan! Öfkemi senden çıkarırım sonra…
     Hanımcık Metin bugün şanslı bir günündeydi. Her zaman aynı şansı yakalayamazdı. Bugün yıllık izninin ilk gününü kullanıyordu. Devlet memuru idi. Homo değildi, ama biraz kırıtarak yürürdü. Bunu cinsel tercih nedeniyle değil kibarlık zannettiği için yapardı.

X X X

     Umursamaz Rüştü bir bilgiseveroftu. düşünce sistemlerini alt üst edecek bir felsefe geliştirdiği düşüncesindeydi. Bütün sorun kendisini anlamayan insanlardı. Yalaka Hamdi de bir bilgiseveroftu. Belki onu anlayabilirdi ama o da zengin yada üst kademedeki insanlara yağ çekmekten başka bir şey yapmıyordu.
Umursamaz Rüştü bir bıçak, bir karpuz ve bir mum aldı. Kimsenin göremeyeceği çimenlik bir yere oturdu. Karpuzun üst kapağını kesti. Kabuğa hiç zarar vermeden karpuzun içindeki kırmız kısmı çıkardı ve yedi. Bu sıcak havada doğrusu iyi gelmişti. Öyle haz vermişti ki bu karpuz ona… Tadı damağında kalmıştı. Bir ara karpuz üzerine bir felsefi sistem kurmayı bile düşündü ama çabucak bundan vazgeçti. İçi boş olan karpuz kabuğunun dışından özenle sekiz- on tane pencere açtı. Karpuz kabuğunun açık olan kapak tarafına iki tane delik delerek bu deliklere elle tutulabilecek bir ip bağladı. Bir iki saat kuruması için karpuz kabuğunu güneşe bıraktı. İyice kuruduktan sonra bir mum yaktı, yanan mumdan karpuzun içine biraz sıcak sıvı akıttı ve mumu onun üzerine dikti.

     Bir keçi sesi duyup sesin geldiği tarafa baktı. Bir oğlak meleyen annesini emiyordu. Bu sırada burnuna kızarmış et kokusu geldi. “Oğlağı gördüm ağzım sulandı. Demek ki insani zaaflarımı yenemedim!” diye düşündü ama biraz ileride üç sarhoşun çatallı iki oduna taktıkları bir oğlağı nar gibi kırmızı ateşin üzerinde kızarttıklarını gördü. Bu görüntü ona ilham verdi. Kağıdını kalemini hemen çıkardı ve felsefe tarihine bir not daha düştü: “Doğmak ne kadar zor! Çünkü her canlının bu dünyaya gelebilmesi katrilyon kere katrilyon belki de daha fazla ihtimale bağlı. Oysa ölüm öyle mi? Kısacası canlanmak çok zor, ölüm ise çok kolay.”

               
X X X


     Umursamaz karpuzunun ipinden tutarak yürümeye başladı. Oyun oynayan dörtlünün yanına geldiğinde avazı çıktığı kadar bağırdı:
     -Zaman bu kadar ucuz mu, bu kadar bol mu?
     Cevaplar gecikmedi:
     -Sana ne bizim zamanımızdan.
     -Sadece sizin değil; o zamanda benim de, herkesin de hakkı var. Böyle hovardaca harcayamazsınız.
     -Bilgiseverof, gel otur bir çay iç! İçirici bir çay ya da oralet ver bizim felsefecimize! Belki iyi gelir. Baksana gene üşütmüş iyice. Elindeki o delikli karpuz da ne? Onun içinde ışık mı yanıyor?
     -O karpuz değil. Fener, fener…
     -Güpegündüz elinde fenerle niye dolaşıyorsun o zaman?
     -Beni anlayacak adam arıyorum. Daha doğrusu akıllı bir adam arıyorum.
     -Oyunun içine ettin! deyip zaten oyunu bozmak için bahane arayan Pişpirik Mehmet kağıtları atarak masadan kalktı. Diğerleri homurdanarak itiraz ettilerse de Pişpirik Mehmet’in mızıkçılığı üstünde olduğundan tekrar onu masaya çekemediler.
     Bilgiseverof iyice öfkelenmişti. Tepinerek söyleniyordu. Öyle ki alnından terler, burnundan sümükler akıyordu. Bir ara ter ve sümüklerini gömleğinin koluna sildi. Bunu gören Hanımcık Metin “Ööö” diye böğürerek tuvalete doğru koştu. Pişpirik Mehmet:
     -Felsefeci yeter.!
Ama o duymadığı için Pişpirik, yüksek sesle devam etti:
     -Gündüz fenerle adam arayan Diyojen bozuntusu, mukallit felsefeci, kes artık da kafamızı dinleyelim!
     Bu itham daha da kızdırdı bilgiseverofu ve :
     -Diyojen de kim oluyormuş benim yanımda! Onun ömrü fıçıda geçmiş. Benim bir fıçım bile yok. Çöplükte mikroplarla kardeş kardeş yaşıyorum. O, dereden tatlı su içermiş, ben mahalle çeşmesinden koli basili dolu su içiyorum. O, organik olarak üretilen lahana yermiş, ben ise hormonlu sebzeyi bile bulamıyorum. Hükümdara kabadayılık ettiği için herkes onu alkışlıyor, ben ise medeniyete, teknolojiye ve çağa karşı direniyorum. Söyleyin, o mu büyük ben mi?
     -Bizden olduğun için tabii ki sen büyüksün sevgili Umursamaz Rüştü bilgiseverofumuz! dedi İşbitirici Sait.
     Bu söz felsefeciyi yumuşatmaya yetmişti. Karpuzdan fenerini aldı , herkese selamını verdi ve dışarı çıktı. İşte Sait bir iş daha bitirmişti. Doğrusu şansı bugün ona da gülüyordu…

X           X X


     Kasabanın en işlek caddesi Aşiyan caddesi idi. Aşiyan “Kuş yuvası” anlamına geliyordu. Tevfik Fikret’in hastası olan başkan ısrar etmiş ve meclise bu ismi koydurtmuştu. Oysa bu caddede bırakın kuş yuvasını doğru düzgün bir ağaç bile yoktu. Çünkü olanlar cadde genişletilirken zaten kesilmişti.

     Caddede araçlar için ayrı ayrı gidiş geliş yolları vardı. Birkaç tane yaya geçidine ve bir tane de üst geçide sahipti. Buna rağmen geçitlerden geçenlerin sayısı çok azdı. Herkes istediği yerden yolun karşı tarafına kendini atardı. Buna karşılık yaya geçitlerinden sağa sola bakarak geçen köpeklere rastlamak da mümkündü. Bir keresinde insanlar arabalara sürtünerek geçerken beş tane koyunun üst geçitten geçtiğini gören bilgiseverof Yalaka Hamdi:
     -Acaba akıl yaşta değil de postta mı? diye bir inci döktürmüştü.
     Aşiyan caddesinin iki tarafında karşılıklı iki tane İlaç Satım Yeri vardı. Bunlardan birisi Derman Bul İlaç Satım Yeri idi, diğeri ise Şifam Olsun İlaç Satım Yeri. Bu işletmeler aralarında kıyasıya rekabet ederlerdi.
     Derman Bul’un sahibi Sinirli Sami, Şifam Olsun’un sahibi ise Sarsak Hüsnü idi. Günde en az on kere bir taraftan “ Sinirliii!” diğer taraftan ise “ Sarsaaak!” bağırışları yükselirdi. Bu faaliyet rakibin moralini bozmaya yönelik psikolojik bir savaştı. Mücadelede her yolu mübah kabul etmişlerdi.
     Elinde reçeteyle kaldırımda yürüyen birisi; yürüdüğüne yürüyeceğine pişman edilirdi Sinirli ve Sarsak tarafından. Eğer kişi Sinirli’nin tarafından gidiyorsa önsezi ile onu Sarsak hisseder, hemen karşıya kendisini atar, dakikalarca o kişiyi “ Bana gel!” diyerek çekiştirirlerdi. Aynı şey Sarsak’ın olduğu tarafta olduğunda da geçerliydi. Karşıdan karşıya hızla geçerken ikisi de defalarca arabaların altında kalma tehlikesi atlatmışlardı.

     Sinirli, o gün telaşlı ve öfkeliydi. Kötü bir şey olacağını hissediyordu. Tezgahın üzerini silerken elleri titriyordu. kırılan bir cam sesi onu çıldırtmaya yetti:
     -Varan bir, aksilik! dedi.
     Kalfa bir iğne ampulünü düşürerek kırmıştı. Onu biraz haşladıktan sonra:
     -Git bana içiriciden bir çay kap da gel. Dışarıda oyalanma! Tepemin tası atmak üzere yoksa!..
     Kalfa, işin ciddi olduğunu anladığından koşarak gitti ve her zaman en az on beş dakikada getirdiği çayı üç dakikada Sinirli’nin önüne koydu.
     Sinirli, çaydan bir yudum aldıktan sonra kendi kendine:
     -Bugün Sarsak’tan hiç ses çıkmadı. Kim bilir nasıl dümenler çeviriyordur dedi ve kendini kaldırımda buldu. Evet, işte içine doğanlar doğruydu. Sarsak mütekait Remzi Bey’i yakalamış, ikna etmeye çalışıyordu. “ Varan iki aksilik!” dedi ve on saniye sonra da yanlarındaydı:

     -Sen Sarsak’a kanma Remzi Bey! Ver elindeki reçeteyi. Sana indirim de yapacağım, dedi Sinirli. Sarsak cevap verdi:
     -Esas seni kandırmak isteyen Sinirli’dir. İndirim der kazık atar. Gerçek indirim bende. Senin reçetendeki ilaçların SSK payını ben ödeyeceğim. İndirim budur, budur işte!..
     Remzi Bey afallamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Elindeki kağıdı iyice sıktı, avucuna sığdırmaya çalıştı, ama sığmadı. Bunun üzerine elini arkasına sakladı ve :
     -Beyler, ben ilaç milaç almayacağım. Bizde hasta yok ki ilaç gereksin! Bana gereken Sakarin’den ise bir kutu aldım mı altı ay gidiyor, dedi.
     Buna da kanmadılar ve adamcağızı çekiştirmeye başladılar. O kadar hırpaladılar ki adamcağız halsizlikte oradaki merdivenlere yığılıp kaldı. Bu durum Sinirli için kaçırılmaz bir fırsattı. Hemen karşıdan bakmakta olan kalfaya işaret etti. Kalfa da anında ustasının yanında bitti. Remzi bey direnemeyeceğinden rahatlıkla kendi İlaç Satım Yerlerine götürebilirlerdi. İki koluna girdiler, caddedeki arabalar hasta geçiyor sanıp arkadaki arabaları tehlikeye atacak şekilde durup yol verdiler. Ortalık fren sesiyle inliyordu.

     Remzi Bey’i içeri sokunca rahatlamışlardı;bir sandalyeye oturttular, yüzüne gözüne bol bol kolonya sürdüler. Sinirli, kalfaya:
     -Koş, Remzi Bey’e soğuk bir şey getir. Biz reçeteyi yaparken o da içip serinlesin, dedi. Kalfa yıldırım gibi çıktı, yıldırım gibi girdi elindeki kola şişesiyle.
     -Remzi Bey, ver reçeteyi! dedi Sinirli. O daha da çok saklamaya çalıştı. İkisi birden adamın üzerine atlayıp sıkılı elini açmaya uğraştılar. Ohh, nihayet adamın eli açılmıştı. kağıdı kalfa kaptı ve:
     -Usta, görünüşe göre burada bir sürü ilaç var.
     -Oku bakalım pahalılardan mı ucuzlardan mı yazıyor?
     -Peki okuyayım: Bir paket makarna,250 gr kıyma, 150 gr peynir, yarım kilo şeker, bir bulaşık deterjanı, yarım kiloluk çamaşır tozu…     
     -Yeter, yeteeer! Saçmalama!
     -Valla öyle yazıyor usta!
     Adamcağız yavaş yavaş kendine gelince:

     -Tane Tane Bakkaliyesi’ne gidiyordum. Hanım bir şeyler ısmarlamıştı da,dedi.
     Sinirli:
     -Koş oğlum Tane Taneye, bunları al gel! Biz müşterimizi başkasına kaptırmayız. Hem bizde hizmette sınır yoktur.
     Biraz sonra elinde büyükçe bir poşetle Derman Bul İlaç Satım Yerinden çıkan mütekait Remzi Bey’İ gören Sarsak Hüsnü:
     -Yazık oldu! Çok büyük bir av kaçırmışım… diye dövünüyordu. Çünkü poşetin dışında yazan Tane Tane Bakkaliyesi yazısını bile okuyamayacak kadar başı dönmüştü. Kocaman poşetin içindekilerin hepsini ilaç zannediyordu.

X X X


Bu olayın bir benzerini mütekait Remzi Bey,birkaç gün sonra da yaşamıştı.O yüzden “Bunlar da hep beni bulur.”diye sinirleniyordu.
O gün,askerdeki oğlunu ziyarete gitmeye karar vermişti.Hanımı Kremli Ayşe’den valizini hazırlamasını istedi.Ayşe süsüne,püsüne düşkün bir kadındı.Orta yaşları çoktan geride bırakmasına rağmen süslenmekten kendini alıkoyamıyordu.Tuvalet masasının üstü parfüm, deoderant ve kremlerle doluydu.Çoğu zaman yüzüne sürdüğü kremi cildine iyice yedirmediğinden kalıp halinde uzaktan bile hangi kremi kullandığı seçilebilirdi.Kremli Ayşe kocasına seslendi:
-Valizin hazır,yollarda dikkatli ol,kapkaççılara karşı uyanık ol!
-Hanım,sen de beni iyice çocuk yerine koydun vallahi.Ben kendimi korumasını bilirim.Bana bir şeycik olmaz,merak etme.
-Ben uyarımı yapayım da..Sonra söylemiştim derim.
-Giderayak kavga çıkarmak istiyordu,ama Remzi’nin buna niyeti yoktu.Kapının yanındaki valizini eline almadan evvel ayakkabılarını giydi ve:
-Haydi bana eyvallah,deyip dışarı çıktı.Arkasından Kremli Ayşe’nin “Güle güle” deyip demediğini duymadı bile.
Yolda yavaş yürüyordu,çünkü valiz pek ağır değildi ama artık iyice yaşlanmıştı.Naççik Veli yolda ona yetişti ve:
-Remzi dayı,valizini taşıyayım mı?dedi.O da:
-Sağ ol,gereği yok.Ben taşıyabiliyorum,dedi.
Naççik Veli:
-Remzi dayı,bunda gocunacak ne var?dedi.
Remzi bey,son cümleden bir şey anlamamıştı.Zaten bu cümlenin belirgin bir anlamı da yoktu,ama Naççik Veli ikide bir yerli yersiz “Bunda gocunacak ne var?”derdi.Remzi bey,bir başkası istese valizini taşıtırdı,fakat Naççik Veli ile ilgili kulağına bazı söylentiler çalınmıştı. ”Eli biraz uzun,buldu mu götürür…” gibi laflar işte.Üstelik hanımı Ayşe de kapkaç mapkaç demişti,yoksa daha on dakika bile geçmeden kadın haklı mı çıkacaktı?Oysa Naççik Veli:
-Bunda gocunacak ne var,bunda gocunacak ne var?diye diye oradan uzaklaşmıştı bile.Bunu fark edince rahat bir nefes aldı.
Yolda kimleri görmedi ki!..Bir sürü kişiyle selamlaştı,bazılarının sorması üzerine nereye gittiğini de defalarca anlatmak zorunda kaldı.Kıvırarak giden Hoştunuz Sami’yi,Sayacı Mehmet’i,Mirasyedi Cafer’i,Hipap Can’ı,Hayret Bi Şey Tahir’i ayrı ayrı selamladı.”Bunlar selamlamakla bitmez!” deyip caddeden ayrıldı,büyük boş bir arsaya saptı.Buradan otogara daha kısa yoldan ulaşabilirdi. Arsaya saptığını gören Doymaz Hamit arkasından:
-Remzi emmi,oradan gitmesen iyi olur.İleride çukurlar var,düşersin sonra,diye seslendiyse de duymamazlıktan geldi.
Biraz yürüyünce Hamit’in haklı olduğunu gördü.Ancak bunlar geçilemeyecek çukurlar değildi.15-20 metre ileriye gittiğinde kurumuş bir dere çatağı gördü.Geçmesi zora benziyordu.Nasıl geçerim,diye düşünürken çukurun sağ tarafına bir kalasın yerleştirildiğini,kalasın iki tarafında da levhalar bulunduğunu ve bir kazığa da teneke bir kumbaranın bağlı olduğunu fark etti.Levhalar ve kumbara çatağın öteki tarafında da vardı.Bu belli ki iğreti bir köprüydü.Yaklaştı ve sağdaki levhaya gözü ilişti:
“Modern Deli Dumrul Viyadüğü-Geç ama para ver!1,93 cm. uzunluğunda.Mimarı Belli” yazıyordu.Yanlış mı gördüm diye valizi yere bırakıp bir de gözlüklerini takarak okudu.Yanlış değildi gördükleri.Öteki levhada yazılanları da okudu:”Hızlı geçmek istiyorsan OGS ve KGS kullan!Kredi Kartı geçerlidir.”
İki levha da siyah bir zemin üzerine beyaz yağlı boya ile yazılmıştı.Yazılar pek düzgün olmamasına rağmen rahatlıkla okunabiliyordu.Teneke kumbarayı salladı,bomboştu.Demek ki kimsecikler para atmamıştı.Elini cebine attı,bozuk para aradı,yoktu.Zaten para atıp atmama konusunda kararsızdı.”Aman,boş ver!” deyip,gören var mı diye etrafa bakındı.Sonra sağa sola sallanan kalasın üzerinden karşıya geçti.Doğrusu geçerken düşmekten çok korkmuştu. Korkusu yaralanmaktan filan değil de Ayşe’nin çenesindendi.Hemen başlayacaktı: ”Demedim mi, demedim mi?Ben adamımı bilirim…” diye.
Karşıya geçince derin bir nefes aldı ve oradaki kumbarayı da salladı.O da boştu.İleride otobüsler görünmeye başlamıştı.”Az kaldı.” diye düşündü ve adımlarını hızlandırdı.
Otogara girmeden önce koşarak kaçan 10-12 yaşlarında üç tane çocuk ve onları kovalayan bir adam gördü.Adamın Ali Ağa Güm Tak Tak olduğunu küfürlerinden anlamıştı.
Rivayet olunur ki Ali,camide namaz kılarken secdeye eğildiğinde yellenmişti.Bunu duyan birkaç kişi olayı etrafa anlatınca adamcağızın adı Ali Ağa Güm Tak Tak’a çıkmıştı.O kendisini “Mesh’im ses çıkardı.”diye savunuyordu ama bu gerçek bile olsa ona kimse inanmak istemiyordu.Çocuklar:
-Ali Ağa Güm Tak Tak,diye bağırarak kaçıyor,o da:
-Ananızı,avradınızı,sülalenizi….Bilmem ne kuruları,bilmem ne çocukları… diye küfür ederek kovalıyordu.Remzi bey:
-Boş ver Ali,bırak şunları!Çocuk işte!dedi.Ali:
-Remzi bey,sadece çocuklar mı?Büyükler de aynı şeyi yapıyor.Hepsinin…
-Bırak küfür etmeyi,ağzını bozma!
-Vallahi mesh’im gıcırdadı Remzi bey,diyerek kim bilir kaç bininci kez insanları inandırmak için aynı savunmayı yapıyordu.
Remzi bey,otogara girdiğinde emekli olduğu fabrikanın müdürü Cezmi’yi gördü.Ne o?Cezmi koltuk değnekleriyle yürüyordu.Sordu:
-Cezmi bey,ne oldu?Geçmiş olsun.İnşallah kötü bir şey değildir.
-Sağ ol Remzi amca,yok bir şey.Anlatırım.Gel şurada hem bir çay içelim hem de biraz konuşalım.
Cezmi,kimya mühendisiydi.Kısa sürede sabun,kolonya,deterjan gibi maddeleri yapmayı öğrenmiş ama bu tür işler onu pek sarmamıştı.Bu konuda oldukça yetenekli olmasına rağmen bu yeteneğini kullanmak istememiş ve konfeksiyon üzerine faaliyet gösteren tanınmış bir firmanın fabrikasına müdür olmuştu.Kısa sürede kendini kanıtlamış,tutulan bir eleman haline gelmişti.Tek kusuru her gece işten sonra,ya da tatil günleri gündüzler de dahil içki içmesiydi.İçtiği zaman başka bir kişiliğe bürünüyor,kendisine yakışmayan davranışlar yapıyordu.
Cezmi,Remzi beyi hem sever hem de sayardı.”Gözüm arkada kalmadan fabrikayı emanet edebileceğim tek kişi.Yardımcılarıma bile güvenmem ona güvendiğim kadar.”derdi ve ona hep “Remzi amca!” diye hitap ederdi.Remzi de mutlaka onun isminin yanına bir “bey” ekleyerek konuşurdu.Otagarın kafesinde Cezmi anlatmaya başladı:
-Remzi amca,geçen hafta bizim takımın maçını izlemek için İs….’a gittim.(Cezmi fanatik bir taraftardı.Tuttuğu takımdan söz ederken benim takım demez,bizim takım derdi.Çünkü varsayardı ki herkes o takımı destekliyor.Öyle ya o varken diğer takımlar desteklenebilir mi?)Maçın sonlarına doğru biz 1-0 öndeyiz.Bir ofsayt golü ile durum 1-1 oldu.İki dakika sonra hakem bir de aleyhimize haksız bir penaltı verdi.Adamlar penaltıdan golü atar atmaz hakem maçın bitiş düdüğünü çaldı.O hakem kesin satın alınmıştı.Bu bizi çıldırttı.Biraz da alkol almıştım maçtan önce.(Onun biraz dediği herhalde en azından bir ufak rakıydı.)Neyse biz başladık sağa sola saldırmaya.Polis bizi coplaya coplaya sahanın dışına attı,fakat biz dışarıda da boş durmadık ve taşkınlığı sürdürdük.
Biraz durdu,nefeslendi.Çaydan bir yudum,sigarasından da bir nefes aldı ve konuşmasına devam etti:
-Caddede uzun boylu bir genç “Yapmayın beyler,ayıp oluyor.Bu yapılanlar sporseverliğe yakışmıyor!” diye bizi uyarmaya kalktı.Vay bunu diyen sen misin,sportmenliği senden mi öğreneceğiz?Kafa da iyi ya!Ben bütün hıncımı ondan almak amacıyla gence saldırdım.Bir-iki vurdum,ama aniden yedi –sekiz kişi bana saldırdılar.Vurdular,vurdular,vurdular…
Sonradan öğreniyorum,benim saldırdığım ve diğerleri yani hepsi sivil polismiş.Yediğim dayağın sonunda öyle kötüymüşüm ki beni döven polisler ölürüm korkusuyla bir polis arabasına koyup hemen bir özel hastaneye atmışlar.Burasını iyi dinle Remzi amca,çünkü şaşırıp kalacaksın…Neyse,ben gözlerimi açtığımda aynı filmlerdeki gibi üç tane doktor üzerime eğilmiş,konuşuyorlar ve durumun ciddiyetini anlatmak istercesine kafalarını sallıyorlardı.Gözlerimi açtığımı gören bir doktor:
-Gözlerini açtı,kendisine geliyor,dedi.Diğeri:
-Bekleyelim,iyice ayılsın o zaman söyleriz,dedi.
Ben,tekrar gözlerimi kapadım.Başları olduğunu zannettiğim doktorun konuşmalarını duyuyordum:
-Gene bayıldı.Acaba özel sigortası var mı?Çünkü ayağın kesilmesi masraflı bir ameliyattır. Kendine gelince sorarız.
Gözlerimi tekrar açtım,kafamı kaldırdım ve kalkmaya çalıştım.Doktorlar bastırarak beni yatmaya zorladılar.
-Ne ayağı,ne kesilmesi?Kasap mısınız siz?dedim.Birisi:
-Beyefendi,durumunuz kritik.Kesmekten başka çare yok.Özel sigortanız var mı,ya da masrafları karşılayabilecek durumda mısınız?
-Benim özel sigortam migortam yok.Bırakın beni!Ben SSK’lıyım.Ömer Seyfettin’in Diyet isimli hikayesinde kasap kolunu kesip diyetini ödeyen adamın önüne atıyor,siz de benim ayağımı kesip çöplüğe atacaksınız.Bırakın beni!
-Bağırmayın,böyle yaparak sağlığınızı tehlikeye atıyorsunuz.Biraz sakinleşin de öyle konuşalım.
-Ben sakinim,ayağımı kestirmem.Beni en yakın SSK hastanesine götürün. Buradan çıkmak istiyorum.Bırakın beni bırakııın… diye avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım.Bağırmam hastanenin bir çok yerinden duyulmuş olmalı ki hemen iki hemşire koşarak içeriye girdi.
Bu işe yaramıştı ve yarım saat sonra bir sigorta hastanesindeydim.Oradaki doktorlar da muayene ettiler,film çektiler ama ne kesmeden ne de ameliyattan söz ettiler.Bir ay daha bu değnekleri kullanmam gerekiyormuş.Kendi hikayemle başını ağrıttım Remzi amca.Sizde ne var ne yok,nereye böyle?
-Estafurullah,ibretle dinledim.An…..’ya bizim askerdeki oğlanı ziyarete gidiyorum.Sen nereye Cezmi bey oğlum?
-Desene kerata büyüdü de asker bile oldu!Ufakken onu fabrikaya getirirdin.Ufak dediysem o zamanlar 12-13 yaşlarında vardı herhalde!
-Evet vardı,vardı.
-Ben de İs….’a gideceğim.Valideden kalma bir miras işi var da.
-Hayırlısı.
Çayların parasını ödeyip birlikte çıktılar.Remzi bey yürürken hem yanındaki Cezmi bey ile konuşuyor hem de otobüs firmalarının tabelalarına bakıyordu.Bir kaç adım atmışlardı ki Çığırtkan Yanık Ses Neşet önlerini kesti.Esas adı Neşet değildi ama Neşet Ertaş’a özendiği ve onun eserlerini söylediği için kendisine bu adı vermişti.Gerçek adını bilen ya hiç yoktu ya da bir-iki kişiydi.
Bazı firmalar yolcu kandırmak daha doğrusu yakalamak için çığırtkan tutuyorlardı.Neşet bunların içinde en beceriklisiydi.Anlatılanlara göre bir keresinde diğer firmaların aynı yere giden arabaları bomboş olmasına rağmen kendilerinde yer olmadığı için bir karı-kocayı dört saat aralıkla ayrı ayrı otobüslerde gitmeye ikna etmişti.Yıldızı parlak bir çığırtkan olduğu için diğer firmalardan transfer teklifleri almasına rağmen vefa borcu nedeniyle bunları geri çeviriyordu.Çünkü ilk başlarda ona hiç kimse iş vermemişken bu firma elinden tutmuştu.Tecrübesine güvenerek sordu:
-Abilerim,amcalarım nereye böyle?Yolculuk mu var?Hangi tarafa?Sizlere yardımcı olalım…
Neşet,usulüne uygun konuşurdu.Tabii ki abi diyerek Cezmi’yi,amca diyerek de Remzi’yi kastediyordu.Cezmi:
-Evet,yolculuk var,ben biletimi dünden aldım.Herhalde Remzi amca da almıştır,diyerek sol elindeki koltuk değneğini sağdakinin yanına alarak cebinden bileti çıkarıp Neşet’in gözüne sokarcasına gösterdi.Remzi bey:
-Şey,ben daha almadım.Düşünüyorum,hangisi ucuzsa ona bakıyorum.Hem önce def-i hacet haneye bir uğramam gerek.Sonra karar veririm.Cezmi bey oğlum,sizi yolunuzdan alıkoymayayım,isterseniz siz gidin.
-Tamam Remzi amcacığım,hoşça kal,iyi yolculuklar,deyip Remzi beyin elini öptü.
-Size de iyi yolculuklar.Dönünce görüşelim Cezmi bey oğlum,dedi ve def-i hacet haneye yöneldi.
Cazgır peşindeydi.Adının da Remzi olduğunu öğrenmişti.Müşteriye adıyla hitap etmenin etkisini çok iyi bilenlerdendi.Bu tür konuşma müşteriyi daha yakınlaştırıyordu.O nedenle ismi ile hitap ederek:
-Remzi amca,bizden ucuzunu,bizden konforlusunu bulamazsın. Televizyonda en son vizyona çıkan film bizde; çay, kahve, kola, bisküvi servisleri bizde.Canın ne zaman isterse su içmek bizde.Hem çişim mişim gelir yolda diye düşünme,korkma iç içebildiğin kadar çayı ya da suyu!Gelsin çişin,çünküm otobüsün içinde def-i hacet bizde…
-İşte bu iyi,yani otobüste def-i hacet hane olması iyi.Desene artık tren gibi,otobüsler de def-i hacet haneli oldu.
İşte Neşet,bu müşterisinin de zayıf bir noktasını yakalamıştı.Gerçi otobüslerinde def-i hacet hane olduğu yalandı,ama yalan olduğunu anlayana kadar müşteri ilk mola yerine ulaşırdı.Çay,kahve,kola,bisküvi gibi ikram mikram da yoktu.Bir bardak suyu bile muavin söylene söylene getiriyordu:
-Mola yerinde millet yeyip içerken biz gene su dolduracağız çeşmeden.Bu yolcular kendi evlerinde olsa bu kadar su içerler mi?Beleş ya…İç Allah iç… diye duyulacak bir sesle dert yanıyordu.Bu yakınmadan sonra su iste isteyebilirsen!Su verdiği her müşteride çalkalamaya bile ihtiyaç duymadığı aynı plastik bardağı kullanıyordu.Öyle ya bir bardak kaç paraydı,müşterinin bundan haberi var mıydı?O arkasına yaslansın,ohh,muavin durmadan ona su taşısın!
Otogardaki defi hacet haneyi lakabı Zart-Zurt olan Okan işletiyordu.Kıran kırana geçen bir mücadeleden sonra yüksek bir bedelle burayı üç seneliğine kiralamayı başarmıştı.Bırakın Memleketim’i Avrupa’nın en modern ,en temiz def-i hacet hanesini işlettiğini iddia ediyordu.Hatta bu işlerle uğraşan bir profesörün teftişe geldiğini ve yakında bir takdirname göndereceğini ve gelince de bunu duvarın en baş köşesine asacağını söylüyordu.Nedense yeri ayrılmasına,aylar geçmesine rağmen bu takdirname bir türlü gelmemişti.
Remzi bey dışarıdan baktığında buranın iki tane kapısı olduğunu gördü.Birinin üzerinde pipo,diğerinin ise bayan ayakkabısı resmi vardı.Bir yanlışlık yapmayayım diye Zart-Zurt Okan’a sordu:
-Evlat,hangisi erkeklere?
-Sağdaki amca!Anlamadın mı ,kapısının üzerinde pipo resmi var.Pipoyu kim içer,tabii ki erkekler.
-Ne bileyim oğlum,kadınlar da artık sigara içiyor.Belki pipoya da başlamışlardır diye düşündüm.Bir yanlışlık yapmayalım da..
-Ama herhalde kadın ayakkabısı giyen erkek yoktur.Oradan da anlayabilirdin.
-Orası da şüpheli ya,neyse bırak şimdi bunları da aç şu hapishanenin kapısını.Çok sıkıştım,hemen aç!
Remzi bey,”hapishane” demekte haklıydı.Çünkü girişte raylı bir demir kapı vardı,müşteri girerken açılıyor ve arkasından kapatılıyordu.İhtiyacını gideren kişinin buradan çıkması yasaktı,ancak yandaki turnikelerden çıkabilirdi.Tabii turnikelerin üzerinde yazan miktardaki parayı atarak.Turnikelerden birinde Küçük:25,diğerinde Büyük:50 yazıyordu. Remzi bey başka şehirlerde de böylesini görmüştü ama buradakinin tersineydi.Yani turnikeler girişte idi,girerken para atılırsa geçilebiliyordu ve “büyük” ya da “küçük” ifadeleri de yer almıyordu.
Remzi bey,en sonunda içerideydi ve hacetini giderebilecekti.Karşıda el yıkama muslukları ve aynaların üzerinde yine Küçük:25,Büyük:50 yazıları vardı.Bunlara ilaveten “Not:Kabızlar ücretsiz” ve “İçeride başkalarını rahatsız edecek şekilde zar-zurt yasak” uyarıları vardı.Sol tarafta alaturka hacet yerleri,sağ tarafta psivuarlar yer alıyordu.Sağ tarafa yöneldi.Psivuarları birbirinden ayıran mermer bölmelerin üzerinde susuzluktan kurumuş iki saksı çiçek de göze çarpıyordu. Psivuarın yanına geldiğinde matbaa harfleriyle yazılmış bir başka yazı ile karşılaştı.Orada da “Dikkat,prostatınız olabilir!..Lütfen aşağıdaki telefonu arayınız Size yardımcı olalım:0242-5….” diyen bir özel hastane reklamı vardı.Onun da altında elle yazılmış bir deyiş yer alıyordu:”Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla..”
İşini bitiren Remzi bey,ellerini sıvı sabun mu,ucuz bir bulaşık deterjanı mı olduğu belli olmayan bir sıvı ile yıkadı.Ellerini silecek bir şeyler arandı etrafta,yoktu.Su sesini duyan Okan seslendi:
-Amca,peçeteler dışarıda veriliyor.
-Tamam,geldim.Nasıl çıkacağım buradan?
-Makineye para atarak.
-Hangisine,ne kadar?
-Önce söyle bakalım amca,büyük mü küçük mü?
-Ayıp oğlum,ayıp!Bu yaştaki adama böyle sorulur mu?
-Niye ayıp olsun amca?Sadece sana değil herkese soruyoruz.Söyle,büyük mü küçük mü?
-Ne bileyim ben büyük mü küçük mü?O insanına göre değişir.Hem ben ölçmedim ki büyük mü küçük mü bileyim.Varsa cetvel yada mesura gidip ölçeyim.Bundan sonra bu tip yerlerde demek ki sorgulanmak da varmış.Bilsem öğrenir gelirdim.
-Yok amca,yanlış anladın.Hacet büyük mü küçük mü,onu sordum.
-Haceti neye göre büyük neye göre küçük diye sınıflandıracağız?O işin büyüğü,küçüğü olur mu?
-Şöyle sorayım o zaman:sağa mı gittin sola mı?
Çıkışa göre değerlendirdiği için Remzi beyin gittiği yer solunda kalıyordu,oysa Okan girişe göre soruyordu.Onun için Remzi bey:
-Sola,dedi.
-Ah,şimdi oldu.O zaman soldaki turnikeye 50 kuruş atıp geçeceksin.
-Yok daha neler?Bir simit 25, bir çay da 25 kuruş iken bir hacet 50 kuruş . Olur mu öyle şey?Bir çay iç 25 ver,çıkarmasına 50 ver.
Bunu duyunca Okan yanlışlığı anladı ve:
-Tamam amca,o zaman sen 25 kuruş ver.Kiminin parası kiminin de duası.
-Paramı aldığın yetmedi,bir de duamı mı alacaksın?Hem bende bozuk para yok,hepsi bütün.
-Olsun bozarız.

Remzi bey dışarı çıktığında olanlar nedeniyle kızgındı.Kendisini bekleyen Yanık Ses Neşet’i görünce kızgınlığı daha da arttı.Bağırarak sordu:
Ne var?Yoksa beni mi takip ediyorsun?
-Ne münasebet Remzi amcacığım!Geciktin de…Gelmeyince bir şey mi oldu diye meraklandım.
Cazgır yalan söylüyordu.Çünkü dakikalardır Remzi bey çıkacak diye nöbet tutuyordu.Beklemekten neredeyse ağaca dönmüştü.Bir ara gitmeyi bile düşündü,tam o sırada Remzi bey görünmüştü.
Remzi bey yatışmamıştı.Gene öfkeyle:
-Çekil yolumdan,geçeceğim,dedi.
-Olmaaaz,şeker amcam olmaz!Biz burada amme hizmeti görüyoruz.Seni bırakayım da kurda,çakala yem mi olasın?Baksana aç köpekler açmışlar ağızlarını seni tuzaklarına düşürmek için bekleşiyorlar.
Anlaşılan bundan kurtuluş yoktu.Çaresiz onunla yazıhaneye gitti.Bilet satılan yerdeki bilgisayarın önünde genç bir kız oturuyordu.Karşısındaki koltuklarda da iki tane yolcu vardı.
Girer girmez Cazgır,Remzi beye oturabileceği en iyi yeri gösteriyor,bir yandan da zafer kazanmış bir kumandan edasıyla kızdan izin istemeye gerek bile görmeden önündeki telefonu kaparak yüksek bir sesle:
-Oğlum,torpillisinden Remzi bey amcama bir çay getir!diyordu.
Oysa çayın geldiği yerde telefon bağlantısı yoktu.Bağırınca kolaylıkla içirici sesi duyup çayı getiriyordu.Bu da Neşet’in zararsız bir numarasıydı.
Gelen çayı kendi elleriyle Remzi beyin önündeki sehpaya koydu ve başladı sorgulamaya:
-Amcacığım,hem çayını iç hem de sohbet edelim.Yolculuk nereye?
-An…’ya!Oğlum asker de…Onu ziyarete gideceğim.
-Oğluna hayırlı teskereler amcacığım,inşallah sağ salim tamamlar.
-İnşallah,derken Remzi beyin çok sevdiği oğlu aklına geldiği için gözleri nemlenmişti. Daha dün elinden tutup parkta gezdiriyordu bu gün ise asker…
Cazgır gene konuşmaya başladı ama Remzi bey konuşmasının çoğuna aldırış bile etmiyordu. Çünkü Cazgır firmasıyla ilgili reklam yapıyordu.Daha önce söylediği özellikleri bir kere daha saydı.Ayrıca onlara 4-5 tane daha ekledi.İçinden de “Yalandan kim ölmüş ki” diye düşünüyordu.Öyle abarttı ki neredeyse “Arzu edenlere otobüsümüzün içinde oryantal dans da sunuyoruz” diyecekti.Dilinin ucuna kadar geldi bu sözler,ama palavra olduğu anlaşılır diye vazgeçti.
-Amcacığım,bizi seçtiğin için hem ucuz,hem de konforlu bir yolculuk yapacaksın.En kısa zamanda jet hızıyla gitmek istediğin yere ulaşacaksın.Burada bizimle yarışacak,rekabet edecek firma yok.Biz artık ya kendimizle ya da Hava Yolları ile yarışıyoruz.
-Amma yaptın ha!
-Binip gittikten sonra anlayacaksın.Bundan sonra hep bizim firmamızı arayacaksın…..caksın….caksın….caksın’lar devam edip gidiyordu.Bankonun arkasındaki genç kızın şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı.Nasıl bir firmada çalışıyormuş da haberi yokmuş! Neşet’e baktı,bir şey soracaktı, vazgeçti, konuşmasını bölmek istemedi.
-Yakışıklı amcam,bak şu anda sat 20,30.Sen An…’ya gitmek için binsen binsen 21,00, yani akşam 9 arabasına binersin.Diyelim bindin.An… buraya kaç saat çeker bilir misin?
-Evet bilirim:6 saat.
-Tamam işte,ben de sana onu anlatıyorum.Saat dokuzda bindiğinde buna 6 saat ekle,sen tam 03’te orada olursun.Doğru mu?
-Doğru.
-Oraya 03’te indin,o saatte o bilmediğin yerde ne yapacaksın?Yol bilmezsin,iz bilmezsin…
-Bilmem ki…
-Çocuğunun yanına o saatte araba bulup da gidemezsin.Diyelim ki buldun ve gittin, gitsen bile seni askeri birliğin bırak içine sokmayı yanına bile uğratmazlar.Haklı mıyım?
-Haklısın.
-Ah,benim dediğime gelmeye başladın.Sana güzel bir teklifim var.Gel seni son model arabalarımızla önce İz…’e göndereyim.
-Ne yapacağım ben orada?Benim İz…’le işim olmaz!
-Dur,gözünün yağını yediğim amcam bir dinle hele.Diyelim ki 9’da İz… arabasına bindin.İz… buraya 3 saat.Saat 24’te yani gece 12’de İz…’e inersin.Bizim oradaki yazıhanede oturur çayını içersin,ha sahi unuttum,inince yazıhanenin solundaki büfeden bir tane akşam simidi alırsın.Çok lezzetlidir.O yazıhanenin çayının tadına doyum olmaz.Simidini çayla yedin bitirdin.
-Evet,yedim bitirdim.Sonra?
-Dur,acele etme.Oradaki yazıhane yeni açıldığı için firmanın ilave ikramları da var.Mesela o saatte bol sirkeli,sarımsaklı bir işkembe çorbası istemez misin?
-İstemem mi,çoktandır içmedim.Bizim burada adam gibi bir işkembeci açılmadı gitti.
-İç amcacığım,çorbanı da iç!Afiyet olsun.Çorban bitince hazırlan,çünkü An… arabamız 01’de kalkıyor.Fabrikadan en yeni çıkan arabayı bu sefere koydular.Yeni ,yani sıfır sayılır. Buradan telefon edip sana o arabada şoförün arkasından,en önden yer ayırtacağım.Yolu,etrafı seyrede seyrede gidersin.
-Peki,İz…Ank… arası ne kadar?
-Yedi sat kadar.Yani en geç sabah 08’de An…’da sevgili askerinin yanındasın.
Bu fikre nasılsa Remzi beyin aklı yatmıştı.Aklını çelen teklif acaba bir tas sıcak, sarımsaklı sirkeli işkembe çorbası mıydı?
-Tamam mı amcacığım?Tamamsa ver parayı,kız kessin İz… biletini.
-Tamam be tamam.Yıllardır Memleketimden dışarı adım atmadım,hem böylece biraz gezmiş olurum.Al parayı!
Cazgır hemen kaptı,kıza göz kırpıp parayı önüne attı:
-Kes amcama bir İz… bileti.En iyi yerden olsun!
Cazgır’ın firmasının o geceki son arabası Remzi beyi binmeye ikna ettiği İz… otobüsüydü ve topu topu üç tane yolcusu vardı…

X X X


Memleketim’de iki tane banka vardı.Birisi Mangırbank,diğeri ise Tıngırbank idi.Bankalar pek müşteri sıkıntısı çekmiyorlardı.Bilhassa verdiği yüksek faiz nedeniyle Tıngırbank’ın müşterisi oldukça fazlaydı.Hesap açtıranlarla,para çekenlerle,havale gönderenlerle, kredi alanlarla,fatura ödeyenlerle dolup dolup taşıyordu.Bazı tasarruf sahipleri son zamanlarda bilhassa,kendi deyimleriyle “Ofu-Sor” hesabı açtırıyorlardı.Bu hesaptaki paraları,sözüm ona yurt dışında çok verimli bir şekilde değerlendirildiğinden bu tür hesapların getirisi çok yüksekti. Duyan koşuyor,malını mülkünü satıyor,Mangırbank’taki hesabını kapatıyor “Ofu-Sor” hesabına yatırıyordu.Faizle geçinenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Bazıları aldıkları faiz yetip arttığı için güzelim işlerinden istifa bile etmişlerdi.
Sayacı Ahmet,ayakkabı işiyle uğraşıyordu.Dükkanı kapatıp Tıngırbank’a geldiği için huzursuzdu ve bir an önce o meşhur hesaptan açıp dönmek için sabırsızlanıyordu.Önündeki Tuluk Necip iri gövdesiyle görüş alanını daralttığı için ona kızıyordu.Bir ara:
-Tuluk,biraz yan dur da görüş ufkumuz açılsın,ileriyi görebilelim,dedi.
Necip,çok şişmandı,yüz kırk kilo kadar vardı.O yüzden “Tuluk” adı takılmıştı kendisine.Ahmet’e cevap verdi:
-Görüp de ne olacak Sayacı?Sen de o hesaptan mı açtıracaksın?
-Evet,ya sen?
-Ben de o hesaptan açtırmaya karar verdim.Baksana Pinti Memiş Ağa bile o hesaba geçmiş.
Pinti Memiş Ağa,parasının hesabını çok iyi bilirdi.Asla yaş tahtaya bastığı görülmemişti. Faizle verdiği borçları bile ipoteklerle, senetlerle, bir-iki değil üç kefille garantiye alırdı.Bu tür bir hesaba para yatırıp yatırmadığı şüpheliydi,ama böyle bir haber kulaktan kulağa hızla yayılmıştı.Tuluk Necip’in bu söyledikleri su faturası ödemek için kuyrukta bekleyen Züğürt Sinan tarafından da duyulmuştu.Konuşmaya katıldı:
-Hadi canım siz de!Pinti’de o göz var mı?Şimdi yatırırsınız “Ofu-Sor”a sonra paralar buharlaşınca da bilmem neyi sorarsınız
Züğürt Sinan’ın bu konuşması bir çok müşteriyi kızdırmıştı.
Nazlı Müge,fabrikadan aldığı ikramiyelerini bu hesaba yatırmak için bekleyenlerdendi. Kendi kendine “Olur mu öyle şey canım?Baksana adamlar ne diyor:Borcumuzun kölesiyiz.” diye düşünüyordu.
Gerçekten de bankanın içinde,hemen karşıda “Sayın Mudi,bize yatırdığınız her kuruş,size olan borcumuzdur.Biz borcumuzun kölesiyiz.Ne veririz ne de inkar ederiz.”yazıyordu.Aslında yazının tamamını dikkatle okuyan bunların niyetlerini kolaylıkla anlardı,ama yazının tamamını okuyabilen kimse bugüne kadar çıkmamıştı.Çünkü diğer cümleler okunamayacak kadar küçük yazılmışken “BORCUMUZUN KÖLESİYİZ” İse metrelerce uzaktan fark edilecek büyüklükteydi.Doğal olarak zihinlere kazınan da o ifade idi.Züğürt devam etti:
-Hoş,zaten böyle hesaplara yatıracak param da yok ya!Olmasın, param yok;ama düşmanım da derdim de yok.Para insana düşman ve dert kazandırır.
Sülük Saffet hafifçe gülümsedi,sonra dudağını büktü ve:
-Züğürt tesellisi işte!dedi.
Mangırbank’ın dillere destan güzellikte bir bayan şefi vardı.Adı Süslü Hale olarak anılırdı.Bir çok erkek müşteri onun hatırına Mangırbank’a giderdi.Sarhoş Cemal,onunla konuşurken içki içtiği belli olmasın diye gündüzleri içmekten vazgeçmişti.Artık her gün traş oluyor,kokacak yiyecekler yemiyor,hatta gitmeden on dakika önce güzel koksun diye ağzına bir tane karanfil atıyordu.Karanfil bulamadığında büfe işleten Dalgacı Sema’dan bir naneli ciklet alıyordu.Sema her zamanki kahkahalarından birini patlatıyor ve:
-Ne o sarhoş abi,herhalde gene sana Mangırbank yolu göründü,diyordu.
-Hadi be,ben cikleti sigarayı azaltmak için çiğniyorum.Mangırbank’la işim yok!
Balıkçı Sadi’nin gözü de Süslü Hale’deydi.Sattığı balıkların parasını yatırmayı bir an bile geciktirmezdi,hemen koşardı Mangırbank’a.Sadi de diğer avcılar gibi atmasyon av hikayeleri anlatmaya bayılıyordu.Bazen çok aşırıya kaçtığı da oluyordu.Bir keresinde denizin ortasında düşürdüğü oltasını bulabilmek için beline bağladığı elli kiloluk kaya ile denizin dibine nasıl daldığı hikayesini Hale’ye anlatma gafletine düştü.O günden sonra da pek yüz bulamadı.Çünkü Hale,açıkça yüzüne:
-Kocaman bir kaya ile denizin dibine dalan bir insan tekrar su üstüne çıkamaz ki.Hem denizin ortasında kayayı nereden buldunuz?Bu,ben lisedeyken bir Matematik öğretmenimiz Mehmet bey vardı,onun söylediklerine benziyor.Tahtaya bir problem yazar ve derdi ki “Alın size kolay bir soru!Eğer bunu da çözemezseniz,gidin denizin ortasında kendinizi asın!” Denizin ortasında bir insanın kendisini nasıl asabileceğini günlerce sorgulamış,bir sonuca varamamıştık,dedi.
Balıkçı Sadi çok bozulmuştu.Oysa defalarca anlattığı bu hikaye bir çok yerde çok iyi tutmuştu.Burada sonunu hazırlayacağını nereden bilebilirdi ki!
Hale’yi en çok etkileyen ise Yazar Rıfkı’ydı. Rıfkı otuz beş yaşlarındaydı.Hep spor ve marka giyinirdi.Düzgün kesilmiş saçları,çenesinde bir tutam sakalı vardı.Bazen hiç yakmadığı bir pipo tutardı elinde.Çünkü tütün kullanmazdı.Yazar Rıfkı’nın gazetelerde yayımlanan şiirleri ve ona gönderdiği mektuplar Hale’yi etkiliyordu.”Aydın,kültürlü,modern bir insan.Ötekilerden farkı var.Üstelik oldukça romantik.”diyordu.
Rıfkı’nın “Memleketimin Sesi” gazetesinde her hafta bir tane şiiri yayımlanırdı.Bu şiirler sadece Hale’yi değil bir çok genç kızı etkilerdi. Mangırbank’ta Rıfkı’nın şiirlerini beğendiğini söyleyen bir bayan olduğunda Hale için için kıskanırdı.
Bir gün gazete müdürü Rıfkı’yı bürosuna davet etmişti.Müdür lafı dolandırmadan hemen konuya girdi:
-Rıfkı bey,ben birkaç şiirinizi meşhur bazı şairlerin şiirlerine benzettim.Sizi suçlamak istemiyorum,ama bu benzetmem doğruysa hem o şairlere saygısızlık etmiş oluruz hem de yasal yönden suçlu duruma düşeriz,demişti.
Rıfkı pişkin pişkin cevaplamıştı:
-Ben olduğu gibi almıyorum,aldıklarımı uyarlıyorum.Ne varmış bunda saygı ve yasallık açısından?Uyarladıktan sonra o şiir o şairin olmaktan çıkmaz mı?
-Çıkmaz efendim çıkmaz!Bu yaptığınız etik açıdan yanlış,dedi müdür ve o günden sonra da Rıfkı’nın şiirlerine o gazetede rastlayan olmadı.
Hale,Yazar Rıfkı’ya defalarca artık gazeteye neden şiir yazmadığını sorduğu halde cevap alamadı.”Belki ücrette anlaşamadılar da,ben ne kadar paragöz adam derim,diye söylemiyor”,şeklinde düşünüyordu.
Olsun,şiirleri yoktu ama o duygusal mektupları vardı ya!Hale ile artık parklarda, cafelerde geç saatlere kadar dolaşmaya ve gönderdiği mektupları tartışmaya başlamışlardı.Tek bir mektubu değerlendirmek bile haftaları alabilirdi.
Mayıs’ın son günü Hale’nin doğum günüydü.Hale’ye bir çok arkadaşından olduğu gibi Sarhoş Cemal’den,Balıkçı Sadi’den ve tabii ki Rıfkı’dan hediyeler gelmişti.
Hale’nin arkadaşı Havalı Rana hediyesi olan kitabı verirken:
-Mutlaka oku Haleciğim!Senin bu kitabı çok beğeneceğini umuyorum,demişti.
Rana,lakabından da anlaşılacağı gibi çok havalıydı.Bir şeyi kolay kolay beğenmezdi.O beğendiğine göre iyi bir kitap olabileceği düşüncesiyle hediyenin ambalajını yırttı.”Milena’ya Mektuplar-Kafka” yazısını Rıfkı dahil bir çok kişi görmüştü.Bir kaç dakika içinde de Rıfkı sırra kadem basmıştı.O günden sonra Rıfkı Mangırbank’ın yanından bile geçmedi .
Hale,Milena’ya Mektuplar’ı okumaya başladı.Oradaki duygusal aşkı okudukça heyecanlanıyordu.Çünkü kitap ona bildiği bazı şeyleri anlatıyordu.Bir ara “Acaba Kafka yıllar öncesinden benim ruhumu mu okudu?” diye düşündü.Okudukça düğüm çözülüyordu.Bir mektubun ortasında okumayı bıraktı, çekmeceden Rıfkı’nın gönderdiği son mektubu aldı, kitaptaki ile karşılaştırdı:Virgülüne kadar aynıydı.Rıfkı’nın bir önceki mektubuyla kitaptaki bir öncekini karşılaştırdı.O da ve diğerleri de aynıydı.Yıkılmıştı.Ellerini yüzüne kapayıp saatlerce ağlamak istiyordu.Bir yandan da rüyasından uyanmasına neden olduğu için kitabı hediye eden Rana’ya kızıyordu.Keşke bu kitap hiç yazılmamış olsaydı!...

X X X


Belediye Başkanı Belediye Parkı’nın ortasına,üzerine keçeli uçlu kalemle yazılabilen uzunluğu dört,yüksekliği iki metre olan bir pano yerleştirmiş,tepesine “Zırva Gazetesi” yazdırmıştı.Özel kalem bölmeleri ve yukarılara yazabilmek için bir merdiveni bile vardı.
Halkın deşarj olması amaçlandığından hiçbir yetkili yazılanlardan dolayı soruşturma açmaz,kimse kimseyi kınamazdı.Dileyen beğenmediği yazıyı silebilirdi.Tek bir şart vardı: Yazıyı yazan kim olduğunu da belirtecekti.İşte ilk hafta Zırva’da yer alan yazılardan bazı seçmeler:
“Hocam,biraz insaf etsen!”Öğrencin Murat.
“Ye beni!”Histerik Leyla.
“”Geç de göreyim.”Şoför Hasan.
“Küçükken severken derdiniz tosun,şimdi insafı olan tabağıma bir kaşık yemek koysun” İşçi Adnan.
“Müjde,bir kiralık ev var” İşbitirici Sait.
“Sinirli intikamım yaman olacak” Sarsak Hüsnü.
“Geç bunları Hüsnü,laf değil eylem ortaya koy” Sinirli Sami.
“Lütfen çöpleri poşete koyalım.Biz de insanız yani değil mi?Kokudan hasta olduk valla.”Çöpçü Kasım.
“Kesilmiş hayvan kellelerini atmayın,bana verin.” Demirkoparan.
“Valla mesh’im gıcırdadı.”Ali Ağa Güm Tak Tak.
“Hale ne olur beni affet!”Yazar Rıfkı
“Çok geç Rıfkı!” Süslü Hale
“Üç aydır düğün fotoğraflarını almayan sevgili müşterim,paran yoksa yardımcı olalım.”Beş Dakika Mehmet
“Ben karıyı boşadım bile,fotolar senin olsun Mehmet!”Yanık Ahmet
“Tamir işleriniz itina ile yapılır.” Keyfekeder Zühtü
“Tüm fabrikalar kapansın.Dumanları halkı zehirliyor.”Astikli Zifir Ömer
“Gürültü etmeyin uykum var.”Uyuşuk Hasan
“Malı çok olan beni evlatlık alabilir.”Mirasyedi Cafer
“Dert etme,çaresi bulunur.”Hallederiz Çetin
“Benim derdim dağları aştı.”Dertli Yeliş
“Fazla ekmekleriniz iştah ile yenir.”Doymaz Hamit
“Düşük ücretle yağcılık yapılır.”Bilgiseverof Yalaka Hamdi
“Paranın ne önemi var,mühim olan felsefedir.”Bilgiseverof Umursamaz Rüştü
“Ne duydum bir bilseniz!”Dedikoducu Safiye
“Dansa davetlisiniz.”Hipap Can
“Fazla yiyecek var,isteyene verilir.”Sıska Umut
“Tarihini bilmeyen bir ulus yok olmaya mahkumdur.”Tarihçi Zagof
“Kimsesizlere yardım,bir insanlık borcudur.”
Bu son zırva ,yazan kimliğini belirtmediği için bir sonraki zırvalayıcı tarafından hemen silindi.Çünkü kurala uyulmamıştı.

X X X

O gün Memleketim’de “Büyükler Emekleme Şenlikleri” vardı.Bazı yerlerde bebek emekleme yarışmaları yapılırken burada büyükler emekleyerek yarışıyorlardı.Başkan yaptığı açılış konuşmasında katılan davetlilere teşekkür ettikten sonra,yarışmanın kurallarını açıkladı:
-Yarışmacı,100 metrelik kulvarı emekleyerek tamamlamak zorundadır.Ayağa kalkmak,elini başından yukarı kaldırmak,rakibine el ya da ayakla vurmak diskalifiye nedenidir.
En sonunda da bu şenliklerin düzenlenme nedeni hakkında konuştu:
-Vatandaşımız bir yılın 364 gününü sürünerek geçiriyor.İstedik ki hiç olmazsa bir gün emekleyerek teselli bulsun!...
Başkanın konuşması bitince izleyicilerin alkışıyla birlikte sağanak halinde yağmur da yağmaya başladı.Çok şiddetli yağıyordu.Yaklaşık yarım saat süren yağışın sonunda Memleketim Deresi’nin taşması nedeniyle alçak yerleri-ki buna Hükümet Konağının bulunduğu yer de dahildi- sel basması ihtimali vardı.
Yarışın ve şenliklerin yapıldığı stadın olduğu yer yüksekte bulunduğundan orayı sel basmamıştı,ama her taraf çamur içindeydi.Buna rağmen yarış yapılmak zorundaydı.
Yarışmacılar yerlerini aldılar.Başkanın düdük çalarak verdiği işaretle otuz dört tane erkek yarışmacı emeklemeye başladılar.Yarışmacılar arasında kimler yoktu ki:Sinirli Sami,Tuluk Necip,Sarsak Hüsnü,Naççik Veli, Demirkoparan, Bilgiseverof Umursamaz Rüştü,Kasıntı Rami v.s…
İzleyiciler kocaman cüssesine karşılık hiç bir yarışmadan geri kalmayan Tuluk Necip’in çamurun içinde debelenmesine,elleri ve ayaklarıyla sıçrattığı çamurun diğer yarışmacıları rahatsız etmesine çok güldüler.
Bilgiseverofların hem yarışıp hem de atışmaları da ilginçti.Yalaka Hamdi:
-Umursamaz adam olamadın ama hiç olmazsa yarışmacı oldun,derken diğeri hemen cevabı yapıştırıyordu:
-Köpek gibi yalakalık yapsaydım,başkaları gibi beni de adam yerine koyarlardı.
Yarışılan mesafe fazla uzun değildi,fakat çamur yarışmayı uzatmıştı. Bittiğinde yarışmacılar çamurdan tanınamayacak bir haldeydiler.Jüri,kısa bir toplantı yapıp birinciyi belirledikten sonra Başkan yarışmacının elini havaya kaldırdığında herkes birbirine soruyordu:
-Kim o,birinci olan kim?
Seyirciler bunu sormakta haklıydı,çünkü en yakındakiler bile iri cüssesinden dolayı sadece Tuluk Necip’i tanıyabiliyorlardı.Geriye kalan 33 tane çamurdan adam ise birbirinin benzeriydi.
Sorular başkanın kulağına kadar geldiği için mikrofonla birinciyi açıklamak zorunda kaldı:
-Bu yılki Büyükler Emekleme Şenlikleri’nde düzenlenen yarışmamızın birincisi, Bilgiseverof Umursamaz Rüştü olmuştur.Kendisini kutluyorum.
Başkan birinciyi ilan edince izleyiciler coşkuyla alkışlamaya başladılar;bir çoğu bu başarıyı ayakta alkışlamayı tercih etmişti.Alkışlara ıslık sesleri ve davul sesleri de karışınca ortalık az önceki karamsar havadan kurtulup şenliğe benzemeye başlamıştı.
Birinciye ödülünü vermeye çalışan Başkan ile,Umursamaz arasında bir itiş kakışmanın olduğu uzaktan bile görülüyordu.Ödülü alması için ısrar eden Başkanı çamurlu elleriyle iteleyen Umursamaz ,adamcağızın yeni aldığı elbisesini çamur içinde bırakmıştı.Yaptığı hata için özür dilemek amacıyla Başkanı kucaklayan,öpen Umursamaz işi daha da karıştırmıştı. Hangisinin Başkan hangisinin Umursamaz olduğu artık kolay kolay ayırt edilemiyordu. Başkan da çamur içindeydi.Umursamaz:
-Ben ödül için,para için yarışmadım.Amacım bir bilgiseverofun neler yapabileceğini göstermekti.Hem yarışmayı kazanarak duyduğum manevi hazzı bana hangi ödül ya da hangi para verebilir ki..deyince Başkan da ikna oldu ve ısrarından vazgeçti.
Yarışmadan sonra seyircilerden biri:
-Bu tür yarışmalara bayanları da alsalar ya!dedi.Diğeri:
-Onlara “girmeyin” diyen mi var?Bir başkası:
-Senin amacın başka.Yarışma değil emekleyen güzeller görmek istiyorsun!dedi.
Şenlikler şarkı,türkü ve halk oyunları ile devam etti.Birçok Memleketimli şenliklerdeydi. O yüzden alçak yerleri,sel basıp basmadığı ile ilgili kimsenin haberi yoktu. Şenlik bitince yine ilk uyanan Başkan oldu ve:
-Haydi arkadaşlar,acele edelim.Bakalım bu yağmur Memleketimize bir zarar verdi mi?
Memleketimin çukurda kalan yerlerine doğru gittikçe selin büyük zararlara neden olduğunu gördüler.İş makineleri evlerde,işyerlerinde mahsur kalanları kurtarmaya başlamışlardı bile. Fakat kurtar kurtar bitecek gibi değildi.Hükümet Konağı’nın önünde en az iki metre yüksekliğinde su vardı ve alt kattaki Adliye evrakları,dosyaları suyun üzerinde yüzüyordu.
Selden yararlananlar da yok değildi.En başta çocuklar denize girercesine zevkle suya atlıyorlar,çamurla bulanmış yarışmacılar da ellerini,yüzlerini sel sularıyla yıkıyorlardı.
Çocukları suda yıkanırken görünce Demirkoparan dayanamadı.”Zaten evde su yok,bir daha bu fırsat ele geçmez. Onca çamur nasıl temizlenir?” diye düşündü ve :
-Ya Allah!deyip suya atladı,çocuklarla birlikte yüzmeye başladı.Bir yandan da 6-7 santim uzunluğundaki sakalında kurumuş olan çamurları temizlemeye çalışıyordu.
Demirkoparan Roman bir vatandaştı.Karısı ve beş çocuğu ile birlikte yaşıyor,hurda toplayarak geçimini sağlıyordu.Demirkoparan aşağı,Demirkoparan yukarı diye diye herkes onun da gerçek ismini unutmuştu.
Ona Demirkoparan adının verilmesinin nedeni de;kasaba dışında çok sağlam demirden bir bahçe kapısının demirlerini elleriyle kırıp yürütmesinden dolayı idi.Bu işi yaparken yakalanmış, ancak mal sahibi şikayetçi olmadığı için ceza almaktan kurtulmuştu.
Demirkoparan ve ailesi hemen her gece sağdan soldan topladıkları çalı çırpıyı bahçelerinde yakarlar;o ateşte kelle kızartırlardı.Kellenin gözlerini,hatta kulaklarını bile pişirip zevkle yerlerdi.Kısacası kellenin kemik kısmı hariç hiçbir yanı ziyan edilmezdi.Kelle yemeyi çok severlerdi,ama bu sevgi biraz da kellenin ucuz olmasından kaynaklanırdı.
Demirkoparan suyun içinde yüzerken biraz ilerde gözündeki kurumuş çamurları yıkamaya çalışan,birinciliği kazanan bilgiseverofu gördü ve seslendi:
-Umursamaz,gel bir yarış da burada yapalım.Bakalım gene birinci olabilecek misin?Anladık,sürünmeye alışıksın,o yüzden emeklemede birinci oldun.Gel bir de burada dene şansını!Hem çamurların temizlenir,hem de vücudun yıllar sonra su görmüş olur.Gel hadi,kirlerini yumuşatıp onlardan kurtulmak istemez misin?
-Hayır istemem.Çünkü o kirler benim.Kirlerim beni dış uyarıcıların zararlı etkisinden koruyor.Ayrıca onlardan kurtulursam Sıska Umut’tan da zayıf görünürüm,diye cevap verdi Umursamaz.

X X X

Memleketim’de belediye ile ilgili işlerde “Rüşvet alınıyor” şikayetleri Başkan’ı rahatsız ediyordu.O nedenle iki soruluk bir anket hazırladı:
1-Hiç rüşvet verdiniz mi?
2-Nereye,kime rüşvet verdiniz?
Daha sonra başkalarını rahatsız eder düşüncesiyle ikinci soruyu anketten çıkardı.Anket formları önceden basıldığı için ikinci sorunun üzerini çizdirdi.Üzeri çizik olan soru kolaylıkla okunduğundan vatandaşların çoğu bilerek veya yanlışlıkla o soruyu da cevaplandırmışlardı. Cevaplarda kimlerin isimleri yer almıyordu ki..
Anketler evlere dağıtıldı.İsimsiz olduğu için herkes çekinmeden cevaplandırabilirdi. Anketler toplanıp,sonuçlar değerlendirildiğinde “Evet verdim.” diyenlerin oranı %70,65 idi.
Başkan,sinirden ağzı köpürerek mecliste bu sonucu açıklıyordu:
-İster misiniz sorulmadığı halde kime rüşvet verdiklerini yazanların dediklerini de açıklayayım? Bilesiniz ki sizin çoğunuzun ismi de var orada.%70,65 ne demektir,bir düşünün! Bu rüşvet vermeden iş yapılamadığını göstermez mi?Pazar yerlerinden,kaçak inşaatlardan, seyyar satıcılardan,işyeri ruhsatlarından,su işlerinden rüşvet alınıyormuş.Burası küçük bir örnek, bunu tüm ülke için düşünün ve olayın ulaştığı boyutu görün!Her yerde ve her işte rüşvet var.İşin ilginç yanı,rüşvetin olduğunu hepimiz biliyoruz;ama yokmuş gibi,bilmiyormuş gibi davranıyoruz.En namuslu,en dürüst geçinenlerimizin çoğu hırsız!Bize namuslu görünmeye çalışıyorlar.Biz buna inanmasak da gerçeği yüzlerine haykıramıyoruz,”Sen hırsızsın” diyemiyoruz.Yenen her rüşvet; senin, benim,yetimin,yoksulun,köylünün yani hepimizin parası.Kaldırın rüşveti,çözülsün bir çok sorun! Ben iddia ediyorum ki enflasyonun da nedeni rüşvettir.Rüşvet bitsin, enflasyon da biter.
Meclis üyelerinden birisi “Başkan amma da attı ha!Enflasyonun rüşvetle ne ilişkisi olabilir ki?Bu adam Don Kişotluğa soyunuyor.”diye düşündü ama başkanı konuşmasının tam burasında en çok o alkışladı.
Başkan konuşmasını sürdürdü:
-Rüşvetle gelen para gereksiz şeylere harcanıyor.Aşırı ve gereksiz harcama fiyatları artırıyor.Bu da enflasyon demektir.Kesin rüşveti,ahlak dışı olaylar ve zararlı alışkanlıklar da azalsın.Rüşvet alamayan içkici daha az içecektir,rüşvet alamayan hovarda metres tutamayacaktır.
-Bu kadarı da olmaz! diyen bir üye konuştuktan sonra eliyle ağzını kapattı ise de başkan dahil herkes ne söylediğini duymuştu.Başkan onun dediğini umursamadan devam etti:
-Bize gördüğü halde görmediğini söyleyen,bildiği halde bilmiyormuş gibi davranan bireyler lazım değil.Bize “Kral çıplak!” diyebilen kişiler lazım,diyerek konuşmasını tamamladığında salon adeta alkıştan yıkılıyordu.
Üyeler salondan çıkarken önlerine bakıyor, birbirleriyle göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Çoğunun ortak korkusu ve sorusu “Benim de rüşvet aldığımı acaba başkaları da anladı mı?” idi.
X X X


Başkan rüşvetin kökünü kazımaya kararlıydı.Bu iş için kolları sıvadı.Önce Zabıta Amiri’ni görevden aldı.Daha sonra hoparlörden defalarca anons yaptırarak ve yerel gazeteye ilan vererek sınavla Zabıta Amiri alınacağını duyurdu.Sınava baş vurmanın tek koşulu olarak da bugüne kadar hiç rüşvet almamış olmayı açıkladı.
Sınav sorusunu kendi hazırladı.Bu tek bir soruydu:”Kuyunun içine ay düşerse ne yaparsınız?”
Sınavı sözlü olarak,kendisi yapacaktı.Sınav için yüzlerce başvuru olmuştu.Herkes kuyrukta heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Sınavdan çıkanlar “Ne soruyor?” sorusu ile karşılaşıyordu.Cevapların çoğu:
-Saçma bir soru.
-Kolay ama dalga geçer gibi bir soru.
-Öyle soru olur mu?
-Girince görürsün!
-Nasıl bir soruysa,çok güldüm,şeklindeydi.
Sırada bekleyenler arasında Çavuş Hilmi de vardı.Çavuş Hilmi 35 yaşlarında,tek kolu dirseğinden kesilmiş,akli dengesi yerinde olmayan birisiydi. Askerliğini yaparken Çavuş olmuştu.Bu onun için çok büyük bir sevinç kaynağıydı. Ancak çavuşluğunun daha dokuzuncu gününde malulen askerden ayırmışlardı.Çünkü teröristleri takip ederken mangasında bulunan bir asker bir mayına basarak gözlerinin önünde parçalanmış,Hilmi de bu olayda tek kolunu kaybetmişti.Yaşadığı şok,ruhsal dengesini de etkilemiş,tedavi olmasına rağmen iyileşememişti.
Hilmi,deli doluydu ama hem çok dürüsttü,hem de çok çalışkan.Tek kolu olmasına rağmen hangi iş olursa olsun yapmaya çalışırdı.
Bekleyen diğer adaylardaki heyecan belirtisi Hilmi’de görülmüyordu. Bekleyenlerden birisi Hilmi’ye takılmadan edemedi:
-Ne o Çavuş,yoksa sen de mi sınava geldin?İster misin Başkan seni seçsin? Zaten Başkan da senin kafadan!..dedi.Hilmi cevap vermedi.
Başkan’ın sorusunu duyan adaylar önce şaşırıyor,sonra gülmek istiyor,ama “Ciddi olayım,belki denemek için böyle bir soru sormuştur.Gülersem kazanabileceğim bir sınavı kaybedebilirim.”diye düşünüyorlardı.Adayların hemen hepsi mantık çerçevesinde,hoşa gidecek cevaplar vermeye çalışıyorlardı.Verilen cevapların hiç biri Başkan’ı tatmin etmemişti. Yorulduğunu hissetti.Zile bastı,içeri giren odacıya:
-Git bana bir kahve yap!Dışarıda bekleyenlere de söyle,sınava yarım sat ara verdim.
Odacı dışarı çıktıktan sonra adaylardan gelen homurtuları Başkan da duydu ve mesajın iletildiğini anladı.Az sonra gelen kahvesini yudum yudum içmeye başladı.Odacı gene suyu unutmuştu ama olsun.
Kahve Başkan’ın tüm yorgunluğunu almıştı.Devam edebilirdi.Sınav tam yarım saat sonra başladığında Başkan’ın odasına ilk giren aday Çavuş Hilmi’ydi.Başkan onu güler yüzle karşıladı.
-Hoş geldin Çavuş!Geç otur.Nasılsın?
-Sağ olun Başkanım,dedi Hilmi ama bir türlü oturup oturmamaya karar veremiyordu.
-Otur Çavuş,otur,çekinme!
Neden sonra bir koltuğun köşesine ilişti.Başkan:
-İşin ne olduğunu biliyor musun?
-Biliyorum Başkanım.
-Sınavı kazanırsan bu görevi yapabileceğine inanıyor musun?
-Nasıl inanmam Başkanım?Ben manga komutanıydım askerde.On tane askeri idare ettim.Bunu mu yapamayacağım?
-Bu iş asker idare etmeye,teröristle savaşmaya benzemez.Bu işin içindeki rüşvetçi, dolandırıcı,hırsız,ahlaksız ve sorumsuzla savaşmak inan ki Çavuş teröristle savaşmaktan daha zordur.Teröristin kökünü kurutabilirsin ama bunları yok etmek ne mümkün..
-Olsun,ben üstesinden gelirim.
-O zaman sana da sorumu soruyorum:Kuyunun içine ay düşerse ne yaparsın?
-Gider önce güçlü kuvvetli beş-altı kişi bulurum Başkanım.
-Ne yapacaksın beş-altı adamı?
-Biraz sonra gerekecekler Başkanım.
-Peki,sen anlat.Sonra?
-Sonra,bir kovanın ucuna sağlam bir halat bağlarım,salarım kovayı kuyunun içine.
-Eee,sonra?
-Adamlarıma halatı sıkı tutmalarını tembih ederim.Kova suya daldığında yukarı çektiririm.
-Çektin,sudan başka kovada bir şey gelmedi.Senin aklın yok mu,kuyuya ay düşer mi diye düşünmez misin?
-Düşünmesine düşünürüm de böylesi bir şeyi Başkan dediğine göre,ya doğruysa diye de sorarım kendi kendime.Her ihtimali akıl etmek gerekmez mi Başkanım.Bile bile kovayı çekmemin,adamları tutmamın sebebi bu!
Başkan yerinden kalktı ve Çavuş Hilmi’nin alnından öperek:
-Sınavı sen kazandın.Zabıta Amirim görevine hoş geldin!dedi.
Çavuş çok sevinmişti.Sevinçten şaşkındı.Az önce duymadığı heyecanı şimdi duyuyordu. Eli ayağına dolaşıyor,ne yapacağını,ne diyeceğini bilemiyordu. ”Zabıta Amiri heyecanını da yenmesini bilmeli..”diye düşününce kendisine gelir gibi oldu.
Başkan Çavuş’un elinden tutup,toplantı halindeki meclise girdi ve:
-Arkadaşlar,yeni Zabıta Amiriniz karşınızda.Herkes dikkatli olsun.Çünkü bu amir “Kral çıplak” diyenlerden.
Meclis üyelerinin ağzı açık kalmıştı.Neredeyse tamamı “Başkan,kendi gibi bir kaçık buldu!”diye akıllarından geçiriyorlardı.

X X X


O gün Aşiyan caddesinde, iki tane açılış birden vardı.Üçer saat arayla açılışlar gerçekleşti.Bunlardan birisi “Beraber Kazanalım Bürosu”ydu ve hemen caddenin başındaki dört katlı bir binanın altındaydı.Diğeri ise bundan 15-20 dükkan aşağıda iki katlı bir binada yer alan “Borcunu Bana Yatır Bürosu”.
Açılışlar çok şaşaalı oldu.Yiyecekler,içecekler gırla gitti.Memleketim halkından açılışlara katılanlardan hiç birisi o gün öğlen ve akşam yemek yeme ihtiyacı hissetmediler.O kadar çok doyurmuşlardı karınlarını.
İki büronun da gerçek sahibi Sülük Saffet idi.Ama büroların gerçek sahipleri evrak üzerinde başka iki kişi görünüyordu.
Özel giysiler içersinde sekreter kızlar ve havalı görünüşleri ile güvenlik görevlileri herkesi etkilemişti.Bütün personelin boyunlarına asılı kimlik bilgileri,görenlere güven veriyordu.
“Beraber Kazanalım Bürosu”nda yerler kaliteli bir mermerle döşenmiş,her taraf klima ve bilgisayarla doldurulmuştu.Büronun hizmetleri arasında her türlü elemana iş bulma,her türlü iş yerine eleman bulma,inşaat,ithalat ve ihracat işleri başta geliyordu.Diğer yan işlerle de uğraşmıyor değildi.
“Beraber Kazanalım Bürosu”nun ilk müşterisi Sat Kaç Mümin oldu.Mümin geçmişte bir daireyi yedi kişiye noter senediyle satmış,parasını peşin aldığı kırk iki kişinin dairelerini yarım bırakmış,parsellediği arsaları müstakil tapulu deyip müşterilere vermiş,bunların sonradan müşterek tapu olduğu ortaya çıkmış ve sonunda kaçarak Memleketim’e yerleşmişti.
Beraber Kazanalım Bürosu’nun görünen sahibi Fahri beyin odasında konuşuyorlardı.Çayın,kahvenin birisi gidiyor,diğeri geliyordu.
Fahri bey,kelli felli,çok iyi giyimli bir adamdı.Konuştuğu kişiyi etkilemesini bilirdi. Ayrıca o kişinin zaaflarını da kolaylıkla görebiliyordu.Karşısında bolca parası olan bir dolandırıcı bulunduğunu anlamakta gecikmedi.
Misafirine yeni bir ikramda bulunmak için telefona sarıldı.Misafirlere ikram elemanı olarak görevlendirdiği genç kızı çağırdı:
-Kızım,bize amerikan bardan iki tane viski hazırlar mısın?Buzlu olsun lütfen!İçeriz değil mi Mümin bey?
-Tabii,tabii;ama zahmet olmasın!
Bir saat içinde bir şişe viski boşalmıştı bile.Mümin içtikçe coşuyor,coştukça içiyordu. Fahri bey ise temkinliydi.Mümin bey üç kadeh içerse kendisi bir kadeh içiyordu.İşi bağlayabilmesi için ayık kalması gerekiyordu.Mümin:
-Ben inşaat işiyle uğraşıyorum.Biraz birikimim var.Sizin gibi bir firma ile ortak çalışmak isterim.
-Biz de bundan onur duyarız.Dilerseniz yurt dışında,Bulgaristan’da yaptırdığımız inşaatlar var.Daha doğrusu bağlantımız olan güvenilir büyük bir şirket var.Sizin birikiminizi orada değerlendirebiliriz.Biliyorsunuz Komünist rejim bittikten sonra Bulgaristan’da çok büyük inşaat gereksinimi olduğu ortaya çıktı.Sahi ne kadar birikiminiz var?
-Yaklaşık 750-800 bin dolar civarında.
-Güzel,çünkü biz bu işte 100 bin dolardan aşağısını kullanamıyoruz.Şirketle yaptığımız anlaşma daha az para ile işe girmemizi engelliyor.
-Ben kendimi sıksam,söylediğimden de fazlasını çıkarabilirim.
-Buna gerek yok beyefendi.Bu kadarı yeterli.İnanın iki senede paranızı ikiye katlama imkanınız var.Şirket size her türlü yasal garantiyi verecektir.İsterseniz birkaç gün düşünün sonra karar verirseniz gelin,tekrar görüşelim.
-Yok canım,düşünecek ne var?Ben yarın size parayı nakit olarak veririm. Görüşmek üzere,deyip bürodan ayrıldı.
Ertesi gün Tıngırbank’taki tüm parasını müdürün ısrarına rağmen çekti ve büroya getirip teslim etti.Karşılığında bir not yazılı kağıt bile almadı.Çünkü Fahri bey on-on beş gün içinde Bulgaristan’daki şirketten yasal güvencelerin ulaşacağını,gelir gelmez onu arayacaklarını söylemişti.
Daha sonra,on beş gün dolunca Mümin bey büroya gidecek ama her defasında Fahri bey onu ikna edip gönderecekti.Bu oyalama yaklaşık üç ay sürecekti ve Mümin bey,parasını da güvencesini de alamayacaktı.Kısacası ava giderken avlanmıştı.Diğer bir deyişle el elden üstündü.
Mümin parasını büroya yatırdıktan sonra etrafındaki parası olan arkadaşlarına olayı anlatmış,büronun gönüllü bir reklamcısı olmuş ve ona inanan birkaç arkadaşı da paralarını götürüp büroya yatırmışlardı.Mümin beyin bu işe girdiğini duyan bazı zenginler,hatta parasını çekmemesi için onu ikna etmek için dil döken banka müdürü bile aynı tuzağa düşmüştü.
Büroyu ziyaret edenler bunlarla sınırlı değildi.Büronun diğer ziyaretçileri arsında fabrika müdürleri ve iş arayan elemanlar da vardı.Büronun geç saatlere kadar ışıklarının yandığı görülüyordu.Bu demekti ki bazı görüşmeler,anlaşmalar yapılıyordu.Memur ve güvenlik elemanları saati hiç belli olmayan bir mesai uygulamasına tabi idiler.Bazı günler evlerine gecenin yarısında gittikleri bile oluyordu.Kimi elemanlar bu ağır iş şartlarına alışamayıp istifa etti.Kimi memurların istifası bile etrafta duyulunca büro için olumlu bir reklam oldu.Çünkü bu,tutulduğunun ve iyi iş yaptığının bir göstergesiydi!
Büroya gelip gidenler sadece varlıklı insanlar değildi elbette.Gariban,işsiz insanlar da vardı.Bunlarla da Fahri bey,ayrı ayrı ilgileniyor,bir fabrikatöre gösterdiği misafirperverliği bir iş arayan kişiye de gösteriyordu.Bu da halk arasında “Ne kadar alçak gönüllü bir adam! Zenginle fakir arasında ayırım yapmıyor,herkesin problemini çözmeye çalışıyor.Bu adam ülkede bir sene başbakanlık yapsa işsiz insan kalmaz!” şeklinde konuşmalara neden oluyordu.
Sarı Ethem evleneli üç ay olmuştu.Evlendikten bir ay sonra çalıştığı fabrika onu işten çıkardı.Düğünde takılan altın ve paralarla iki ay idare ettiler.Karısının kolunda birkaç bilezik kalmıştı.O nedenle durmadan iş arıyordu.İş bulmak burada gerçekten zordu.Son bir çare olarak Fahri beye başvurdu.
Fahri bey onu da kibarca karşıladı,soğuk bir meşrubat getirtti.Viski alıp almayacağını sordu.Ethem:
-Viski de nedir ki?dedi.
-İçki canım,hani rengi biraz biraya benzer.
-Yok,ben almayayım.Birkaç kere bira içtim,ama bilmediğim bir şeyi içmesem!
-Siz bilirsiniz.Size nasıl yardımcı olabilirim?
-İş arıyorum da.
-Nasıl bir iş olsun,ne iş yaparsınız?
-Her işi yaparım
-Olmadı işte,bu olmadı!Çağımızda her işi yaparım yok.Her işi yaparım derseniz hiçbir işten anlamam,sonucu çıkar bundan.Günümüzde işler uzmanlık gerektiriyor.Yani bir kişi bir iş yapar,ama en iyi şekilde yapar.
Bu konuşma Sarı Ethem’in moralini bozmuştu.Yüzü asıldı.Fahri bey bunu hemen fark etti ve :
-Üzülmeyin canım,bizde onun da çaresi var.Sizin durumunuzda olan insanlar için düzenlediğimiz meslek kursları var.
Fahri bey,önündeki ince ekranlı bilgisayarın bir tuşuna bastı:
-Bakın burada düzenleyeceğimiz tam 32 tane kurs var:İnşaat ustalığı, dökümcülük, boyacılık, pazarlamacılık, güvenlik, sekreterlik,şoförlük gibi… devam edip gidiyor.Bunlardan size uyan bir iş var mı?
-Evet,boyacılık uyar.
-O zaman tamam.Sizi bu kursa yazıyorum.Kurs bitiminde işiniz hazır.Şu an biz kurs öğretmenleriyle anlaşmalar yapıyoruz.Kurs merkezi olarak dört katlı bir bina tuttuk.Şu derenin alt tarafında.
-Ben de dereye yakın oturuyorum.Demek ki kursa gidip gelmem kolay olacak.
-Desenize şans sizden yana.Ne diyordum?Bina tutuldu,içinin düzenlemesini yaptırıyorum. Tahtaları, sıraları, eğitim-öğretim araçları v.s alınacak.Sanıyorum bunların hepsi iki ay içinde biter ve kursa başlarız.
-İyi.Biraz daha idare ederim.
-On beş gün içinde size işi öğreteceğiz ve sizi işinize yerleştireceğiz. Yalnız işverenler biraz nazlı oluyor.İşçilerin işi bırakıp gitmesinden korkuyorlar.O yüzden işe alacakları elemanlardan bir miktar teminat istiyorlar.
-Ne kadar?
-2400 dolar kadar.Bir de tabii bu işlemler için yasal harç ve vergiler var.Bu da 100 dolar tutar.Yani sizin bir an önce 2500 dolar verip bugün yaptığımız ön kaydı kesinleştirmeniz lazım.
-2500 dolar çok para.
-Bunun 2400 doları her koşulda zaten sizin.İşten ayrılırken kıdem tazminatınızla birlikte bu teminatı da alacaksınız.
Sarı Ethem,eve gittiğinde karısıyla bu konuyu uzun uzadıya konuştu.Sonunda karısının kolundaki bilezikleri satmak ve etraftan bulacakları borç ile 2500 doları tamamlayıp kesin kayıt yaptırmaya karar verdiler.
Ertesi gün Ethem’in 2500 doları Fahri beyin kasasına girmişti.Fahri bey,Ethem’in adresini ve telefon numaralarını sözde kayıt evrakının üzerine yazdı ve:
-Sizi en geç iki ay içersinde arayıp,kursumuza davet edeceğiz,dedi.
Ethem’in iki ay sonra iş bulacağı haberi çabuk duyuldu.Ortalıkta bir sürü işsiz insan vardı.Karısının altınlarını satan,sağdan soldan borç alan,köylerindeki tarlalarını satan, babalarına ineklerini sattıran, hatta bankadan kredi çeken yüze yakın işsiz,soluğu Fahri beyin yanında aldı.
Beraber kazanalım Bürosu’nda dolarlar havada uçuşuyordu.Her taraf dolar dolmuştu.Yalnız o ara önemli bir problem de çıktı: Çalışanların çoğu,büroda bazı dümenlerin döndüğünden haberdar olmuşlardı.Bunu kendi aralarında çekinmeden konuşuyorlardı.Fahri bey bunu öğrenince hemen çözümü de üretti:Ay başında her çalışana sürpriz bir ikramiye verilecekti; hem de dolar olarak…
Aldıkları dolarları sevinçle çanta ya da ceplerine yerleştiren çalışanlar:
-Ne kadar fesat insanlar var.Çıkardıkları dedikoduya bak.Büro herkesi dolandırıyormuş da…Hepsi yalan.Burası dolandırıcılık yapsa bizim maaşımızı verir mi?Paramızı tıkır tıkır alıyoruz,hem de fazlasıyla.Kıskanç şeyler ne olacak!diyorlardı.

X X X

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Sayın Akkuş ve Sayın Ölçer teşekkürler
Gönderen: Ömer Faruk Hüsmüllü / , Türkiye
18 Kasım 2010
Beğenmenize çok memnun oldum. Okuma zahmetine katlandığınız için çok sağ olun. Selam, sevgi ve saygılarımla.

:: :)
Gönderen: Levent Ölçer / , Türkiye
18 Kasım 2010
Elinize sağlık Ömer Bey. Hem gülüp hem ağladım desem yeridir. İyi yakalamış, iyi yazmışsınız.

:: .)
Gönderen: Nihal AKKUŞ / , Türkiye
21 Mart 2010
İçinde hayattan dersler barındıran mizah türünde çok güzel öyküler,tebrikler.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın 1. bölüm kümesinde bulunan diğer yazıları...
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 35 Son Bölüm
Memleketimin Delileri - 2
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 33
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 34
Köpeğin Adı Badi - 80 (Son Bölüm)
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 32
Demokratik Deliler Devleti - 37 (Son Bölüm)
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 26
Göçe Göçe - Köyümüz Yok Olmuş - 48 (Son Bölüm)
Dönemeyen Bir Dönme Dolap - 31

Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Ücretsiz Kitap Dağıtabileceğim İstanbul’da Bir Mekan Arıyorum
Bir Edebiyatçı Gözüyle Mağaranın Kamburu - Yorum: 4
Bir Felsefeci’nin Kaleminden Mağaranın Kamburu – Yorum: 6
Mağaranın Kamburu
Bir Romanın Anatomisi: Mağaranın Kamburu
Bir Anı Defteri Buldum - Roman
Ömer Seyfettin Eserlerini Nasıl Yazardı?
Mağaranın Kamburu Romanına Yönelik Okuyucu Yorum ve Eleştirileri
Mağaranın Kamburu Romanına Yönelik Okuyucu Yorum ve Eleştirileri - 2
Mağaranın Kamburu Romanına Yönelik Okuyucu Yorum ve Eleştirileri - 3

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Siyasi Taşlama: Neşezâde - 2 [Şiir]
Siyasi Taşlama: Karamsarzâde [Şiir]
Kusurî"den Tırtıklama [Şiir]
Zam Zam Zam... [Şiir]
Tırtıklama (Kazak Abdal'dan) [Şiir]
Yoklar ve Varlar [Şiir]
İstanbul,sana Âşık Bu Kul [Şiir]
Âşık Dertli"den Tırtıklama [Şiir]
Namuslu Karaborsacı [Şiir]
Dostlarım [Şiir]


Ömer Faruk Hüsmüllü kimdir?

Uzun süre Oruç Yıldırım adını kullanarak çeşitli forumlara yazı yazdım. İddiasız iki romanım var. Çok sayıda siyasi içerikli yazıya ve biraz da denemelere sahibim. Emekli bir felsefe öğretmeniyim. Yazmaya çalışan her kişiye büyük bir saygım var. Çünkü yazılan her satır ömürden verilen bir parçadır.

Etkilendiği Yazarlar:
Az veya çok okuduğum tüm yazarlardan etkilenirim.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.